BULGARİSTAN'DAN YETİŞEN MÜELLİF ve MUTASAVVIFLAR
Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ
GİRİŞ
Bulgaristan’daki Türk-Müslüman nüfus varlığı Osmanlılardan önceki dönemlere kadar uzanmaktadır. Polonyalı Türkolog Tadausz Kowalski, XX. Yüzyılda Kuzeydoğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den yola çıkarak bu bölgede bir grup Kuzey Türkünün yaşadığım ve bunların daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen İzzeddin Keykavus’a tabi Türklere karıştığını belirtir.
Bu Anadolu Türkleri, Keykavus’un bölgeden ayrılmasından sonra orada kalmışlardır. Her ne kadar 1300 yıllarında mânevî liderleri Sarı Saltuk’un ölümüyle bir bölümü Anadolu’ya dönmüşlerse de bir kısmı orada kalmaya devam etmiştir.[1]
Sarı Saltuk ve Yesevî tarîkatına bağlı erenler, Bulgaristan Türklüğünün mânevî hayatında önemli bir yere sahiptir. Bu konuda yazılı kaynaklardaki bilgiler çok sınırlıdır. En eski kaynak sayılabilecek Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Bulgaristan’da etkinlik sahibi üç ereni Yesevî mensûbu olarak sayar: Varna-Batova’da Akyazılı Baba (III, 377-378), Filibe yolu üzerinde Kademli Baba (III, 377-378), Kaligra’da Sarı Saltuk (I,656-660).
Çalışmamızda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden yola çıkarak, 1285/1866 yılında Rusçuk’ta basılan Tuna Vilâyeti Salnamesini, vakıf ve arşiv kayıtlarım inceleyip Osmanlı’nın kuruluşunda tekke ve dervişlerin yerini araştıran Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri”[2] adlı makalesini, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mimarisi (İstanbul, 1982) adlı eserinin Bulgaristan’ı içine alan IV. cildini temel kaynak olarak kullanacağız. Ayverdi cihat defterlerinden hareketle başbakanlık arşivi ve vakıf kuyûdatından belli başlı şehirlerdeki tekke sayılarını adları ile tesbit etmeye çalışmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde yapılan vakıf tahrirlerine göre Rumeli’nde 205, Paşa livâsında 67, Silistre livâsında 20, Çirmen livâsında 4 zaviye ile bu yörede toplam 297 zaviye bulunduğu görülmektedir.[3] Tuna Vilâyeti Salnamesi’nde (1285/1868) bu sayı 86, Ayverdi’nin eserinde ise 174’tür.
Biz söz konusu kaynaklardan hareketle Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda tasavvuf, tarîkat ve tekkelerle ilgili bir panaroma çıkarmak isterdik. Ancak bir tebliğ kapsamında bunun mümkün olmadığı açıktır. Bununla birlikte Tuna Vilâyeti Salnamesi ile Ayverdi’nin eserinde verilen il ve ilçelere âid tekke ad ve sayıları bu konuda bir fikir verir düşüncesindeyiz.
Salname’ye göre Rusçuk’ta 7, Şumnu’da 10, Razgrat’ta 4, Eskicuma’da l, Plevne’de 5, Niğbolu’da l, Tutrakan’da l, Varna’da l, Hacıoğlupazarcığı’nda 2, Vidin’de 7, Berkokofça’da 2, Vıraça’da 2, Rahova’da l, Sofya’da 18, Köstendil’de 16, Samakov’da 2, Tırnova’da 4, Lofça’da l, Osmanpazarında l olmak üzere toplam 86 tekke bulunmaktaydı. Filibe, Aydos tarafı bu sayıya dahil değildir.
Ayverdi’ye göre ise: Aydos’ta l, Çırpan’da 3, Çirmen’de 2, Dubniçe’de 4, Filibe’de 15, Hasköy’de l, Razgrad’da 5, İhtiman’da l, Karinabad’da 3, Kızanlık’ta 5, Köstendil’de 11, Lofça’da 5, Niğbolu’da 10, Plevne’de 3, Pravadi’de 2, Rusçuk’ta 15, Samakov’da 5, Silistre’de 9, Hacıoğlupazarcığı’nda l, Sofya’da 16, Şumnu’da 13, Tatarpazarcığı’nda 10, Tırnova’da l, Varna’da 5, Vidin’de 7, Vıraça’da 2, Yanbolu’da 8, Yenizağra’da 4, Eskizağra’da 7 olmak üzere toplam 174 tekke tesbit edilmiş bulunmaktadır.
İntişâr-ı İslam Târihi kaynakları Türk dünyasının İslamlaşmasında; İslam’ın Anadolu, Kafkasya ve Balkanlarda yayılmasında “Alperen” denilen Horasan menşeli Babaî dervişleri ile Yesevî mensuplarına ve Ahilere ayrı bir önem atfederler. Özellikle 615-616/1218-1219 yılları arasındaki Cengiz-Moğol istilası Orta Asya menşeli tasavvuf ricâlinin yerlerinden oynayıp Anadolu ve Balkanlara doğru hareketine vesile oldu.
Târihçi Aşık Paşazade’nin Rum erenleri dediği; Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm diye dörde ayırdığı Ahiler, Balkanlar’da ünlü seyyah İbn Batûta’nın da dikkatini çekmiştir.
Horasan menşeli bir Yesevî sayılan Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi ve Orhan ile ilgili menkıbeleri târihî açıdan çok sağlıklı rivâyetler kabul edilmese de, serhad yörelerindeki gazalara iştirak eden Türkmenlerin ekserisinin Bektâşî dervişi olduğu söylenebilir.
I. Murad döneminde Rumeli’ne geçen Ahilik daha sonraki yıllarda Şumnu, Varna ve Dobruca ile diğer Hıristiyan yörelerde Osmanlı akınlarına öncülük etmiştir.
Ahiler Anadolu’da esnaf teşkilatına dönüşürken Balkanlarda ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekteydiler. Nitekim Yıldırım Bayezid, Dimetoka’da bir zaviye yaptırıp ona vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra’da Kılıç Baba zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba zaviyesi gibi Paşa livâsında 67 zaviye vardı.[4]
Bulgaristan yöresinde kuruluş döneminde açılan tekkelerin büyük çoğunluğu Rumeli’nin İslamlaşma sürecinde görüldüğü gibi Yesevî yoluna bağlı Bektaşî mensuplarındandı. Abdurrahman Küçük, Bulgaristan’daki cami, medrese, tekke ve türbelerin çokluğuna bakarak Bulgaristan Türklerinin inanç yapısının Horasan-Anadolu inanç yapışı ile benzeştiğine dikkat çekmektedir.[5] Özellikle Deliorman Bölgesi bu anlamda önemli bir merkez durumundaydı. Şeyh Bedreddin’in, isyanında kendisine üs olarak burayı seçmesi bunu destekleyen bir delildir.
Osmanlı döneminde Alevîlik’in Anadolu’da; Bektâşîlik’in de Rumeli’nde belli bir etkinliği vardı. Nitekim Bektâşî tekkelerinin kapatıldığı yıllarda (1826’dan sonra) Bulgaristan’da hayli mal varlığına sahip on beş kadar Bektâşî tekkesi bulunmaktaydı. Deliorman’ın genellikle Razgrad, Rusçuk, Niğbolu yörelerinde bulunan bu tekkelerin bölgedeki tesirlerinin sürekliliğini göstermektedir.[6]
Çalışmamızın temel konusu Bulgaristan’da yetişen müellif mutasavvıflar olduğundan biz, çok kısa biyografik bilgilerle yetineceğiz. Bulgaristan doğumlu olmamakla birlikte faaliyetleri ve isyanı sebebiyle bu yörede etkili olduğundan Şeyh Bedreddin olayına da kısaca temas etmeliyiz. Çünkü onun başlattığı bâtınî-şiî tasavvufî hareket daha sonraki yıllarda Bulgaristan’da hep varlığını hissettirecektir.
ŞEYH BEDREDDÎN OLAYI
Genel olarak “Bedreddin Simâvî” diye bilinen bu şahıs, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla meşhurdur. Simavlı olmadığı halde Simavna ile Simav’ın telaffuz yakınlığından, ya da eserlerine şerh yazmış bulunan Abdullah İlahî’nin Simavlı oluşundan karıştırılarak “Simâvî” lakap ve nisbesiyle anılır olmuştur.
Şeyh Bedreddin bugün Yunanistan sınırları içinde bir köy olan Samavina (Ammovounon)’da doğdu. Babasının burada kadı olduğu rivâyet ediliyorsa da bu kaleyi fetheden gazilerden olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü annesi Dimetoka Rum beyinin ihtida etmiş kızı olduğuna bakılırsa babasına savaş esiri olarak verilmiş olmalıdır.
Şeyh Bedreddin Edirne, Bursa ve Konya’da bir eğitim gördükten sonra Kudüs ve Kahire’ye gitti. Oralarda bir süre kaldı. Muhtelif hocalardan ders okuduktan sonra hacca gitti. Hac dönüşü tekrar Kahire’ye döndü ve orada Sultan Berkuk’un oğluna üç yıl süreyle öğretmenlik yaptı.
Mısır’da bulunduğu sırada önceleri çok sıcak bakmadığı tasavvuf yoluna sülûk etti ve Hüseyin Ahlatî’ye intisâb etti. Sıkı riyâzat sonucu hastalanınca şeyhi kendisini doğuya seyahate gönderdi. Tebriz’de Timur’un otağına misafir oldu. Daha sonra tekrar Kahire’ye dönerek sülûkünü tamamladı ve şeyhinin vefatından sonra yerine geçti. Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer Alevîlerle meskûn bölgelerde dolaştı.
Şeyh Bedreddin Anadolu’yu dolaştığı sırada genellikle Alevi-Türkmen gruplarıyla temas etti, tasavvufî-bâtınî bir üslub ile bir kıyam harekelinin tohumlarım attı. Anadolu’dan Rumeli’ye geçti ve Edirne’ye yerleşti. Şeyh Bedreddin’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı yıllar Ankara savaşından sonra Osmanlı devletinin parçalandığı fetret dönemine rastlar.
Edirne’de hükümranlığım ilan etmiş bulunan Musa Çelebi Bedreddin’i kazasker tayin edince nüfuz ve şöhretini artırmış oldu. O bu durumdan yararlanarak şeyhliği şahlığa çevirme sevdasına kapıldı.
Yeniden Osmanlı birliğini kurmaya çalışan Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’ye galip gelince Şeyh Bedreddin’i kazaskerlik görevinden azletti, iki oğlu ve kızıyla beraber İznik’te ikamete mecbur etti.
Şeyh Bedreddin’in halîfeleri Börklüce Mustafa İzmir’de Urla yarımadasının kuzeyinde yer alan Karaburun’da; Yahudi dönmesi Torlak Kemal Manisa’nın kızılbaşlarla meskun yörelerinde isyan başlattılar.
Şeyh Bedreddin de hac bahanesiyle İznik’ten ayrılıp Kastamonu ve Sinop yoluyla Karadeniz’e; oradan Eflak voyvodasının yanına gitti. Eflak’tan da o günün Osmanlı toprakları olan Silistre, Dobruca ve Deliorman bölgelerinde taraftar toplamaya başladı. Kendisi için ayaklanma merkezi olarak, potansiyel itibariyle Bektaşî ve Alevî etkisi fazlaca olan Deliorman bölgesini seçti. Şerafettin Yaltkaya, 622/1225 yılında Baba İshak taraftarlarının Dobruca’ya geldiğini belirtir.[7] Börklüce Mustafa, etrafına topladığı 5000 kişilik grupla isyan etti ve İzmir Sancak Beyini katl ile Saruhan sancak beyini bozguna uğrattı. Nihayet Bayezid Paşa ve Şehzade Murad komutasındaki ordu Börklüce ve adamlarını mağlub etti. Manisa’da etrafında 3000 adamıyla isyan eden Torlak Kemal ve adamlarım aynı ordu dağıttı ve isyanın Anadolu ayağı bastırılmış oldu.
Kazasker bulunduğu sırada etrafına hayli adam toplayan Bedreddin ise Deliorman’da oturmuş Anadolu’daki isyanın büyümesini bekliyordu. Ancak Anadolu’daki taraftarları mağlub ve perişan olunca etrafına toplanan insanların mânevîyatı sarsıldı.
Çelebi Mehmed “Düzme Mustafa” adıyla isyan eden Yıldırım’ın oğlunun işini bitirmek üzere Taselya ve Selanik taraflarına gittiği bir sırada Deliorman’da Bedreddin vak’asını duydu. Oraya daha önce taraftarlarının işini bitiren Bayezid Paşa’yı gönderdi. Etrafındaki adamlarının bir kısmı dağılmış bulunan Bedreddin kolaylıkla ele geçirilip padişahın bulunduğu Serez’e gönderildi. Hakkında fetva olmadan idam edilmedi. Nihayet bir ulema meclisi toplandı ve cemiyet nizamım bozmaya kalkışan Şeyh Bedreddin’e idam cezası verildi. Kanı heder olmakla beraber “malı helaldir” denilmediğinden Serez’de bir dükkanın önünde asıldıktan (823/1420) sonra malı ailesine verildi.
Bedreddin Simâvî, idam edilerek siyasi bir ayaklanma bastırılmışsa da Balkanlarda bu fikrin taraftarları her zaman bulunmuş, zaman zaman haklarında birtakım kararlar uygulanmıştır.
Sünnî tarîk mensûbu bazı şeyhler Balkanlarda bulunan Işık zaviyelerinde Bedreddin’in fîkirlerinin devam ettiğini ve bunlarla mücadele edilmesi gerektiğim ilgili makamlara bildirmişlerdir. Nitekim Sofyalı Bâlî, Nureddinzade M. Mustafa ve Azîz Mahmûd Hüdâyî bunlardandır.[8]
Şeyh Bedreddin’in eserlerindeki cismanî haşir hususundaki fikri, umumî telakkiye aykırıdır. Ona göre beden için baka yoktur ve fenadan sonra beden cüzlerinin yeniden bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden Bâlî Efendi, Kanunî’ye verdiği bir layihada, şeyhi: “Allah katında gazaba uğramış asılmış Şeyh Bedreddin” diye anlatır. Azîz Mahmûd Hüdâyî de sultana arz ettiği layihada “Vâridat adlı bir kitap telif ve içinde haşr-i ecsad ve eşrat-ı saat’i inkar ettiğim ve kendisinin ilhad ve ibaha üzere olduğunu” kaydeder. “Dobruca ve Zağra bölgelerinde bulunan Simavnavî taraftarlarının te’dîb edilmesini ve köylerine sünnî imam tayin edilmesini” ister.[9]
Nureddinzade ise Vâridat üzerine yazdığı şerhin her noktasında, hususiyle cesedlerin haşri meselesinde şeyhe şiddetle hücum eder.
Simavî’nin tasavvufa dair en önemli eseri Vâridat’tır. Bu eserin pek çok şerhleri vardır.
MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Bulgaristan’dan yetişen müellif mutasavvıfların tesbitinde Bursalı Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri adlı eserini esas aldık. Bu eserde eser sahibi on sûfî tesbit edebildik. Bunlara XIX. Yüzyılın sonu ile XX. Yüzyılda yaşamış ve adı geçen eserde yer almayan iki müellif-mutasavvıfı ilave ettik. Ayrıca kütüphane kayıtlarında Bulgaristan şehirlerine nisbetle meşhur olmuş bazı müellif mutasavvıflara sadece isimleri ve eser adlarıyla temas edip geçtik. Eser sahibi olmayan sûfîler ise binlerle ifade edilecek sayıdadır. Onlara hiç girmeyeceğiz. Osmanlı Müellifleri dışındaki kaynaklardan bunlardan başka müellif mutasavvıf tesbiti mümkündür. Biz tebliğimizi onunla sınırladık. Biyografileri verirken hayatları iyi derecede bilinen ve ansiklopedilere geçmiş bulunanlarla ilgili bilgileri muhtasar tuttuk. Matbu kaynaklarda ve yeni çalışmalarda tanıtılan müelliflerin eserlerinin tanıtılmasında fazla detaya girmedik. Şimdi kronolojik sırayla müelliflerimizi tanıtalım.
l- SOFYALI BÂLÎ EFENDÎ (ö. 960/1553)
Bâlî Efendi, bugün Makedonya sınırları içinde kalan Usturumca’da doğdu. Ancak tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladı. Hayatının büyük bir kısmını Sofya’da geçirdiği ve orada medfûn bulunduğu için “Sofyalı” diye ünlüdür. Belgradî kendisini: “Rum meşâyıhının zübdesi ve asrı ulemasının a’lâ ve zübdesi” diye tanıtır. Halvetiyye’nin Çelebi Halîfe’ye bağlı kolundan Kasım Çelebi’ye müntesiptir.
Kanunî’nin iltifatına mazhar olmuş ve kendisiyle birlikte bazı seferlere katılmıştır. Sofya yakınlarında Salihiye denilen yere defnedilmiştir (960/1553). Kadı Abdurrahman tarafından kabrine türbe, yanma bir cami ve zaviye yaptırılmıştır. Uzun yıllar bir kültür merkezi gibi hizmet veren bu yapıların yerinde sadece sembolik bir mezar bulunmaktadır.[10]
Bulgaristan’da Bektaşî-Alevî menşeli tarîkatların etkisini gören Bâlî Efendi talebelerine, sünnî tasavvufun büyük mürşidi Gazzalî’nin eserlerim okumalarını tavsiye ederdi. Kanunî’ye Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin hakkında verdiği layiha, onun bu konudaki titizliğini göstermektedir.
Nureddinzade ve Kurd Mehmed Efendi’yi yetiştirmiştir. Şeriat-tarîkat çizgisinde bir yol izlediği anlaşılan Bâlî Efendi pek çok esere imza atmıştır.[11]
Eserleri
1. Şerh-i Fusûsu’l-hikem, İstanbul 1309, 444 sh.
2. Usûl-i fakr ismiyle anılan Etvâr-ı Seb’a, İstabul Belediye Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 1213, vr. 28 Türkçe; Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd Efendi, nr. 2996, vr.14 Türkçe.
3. Risâletü’l-kazâ ve kader, Konya Yusuf Ağa Ktp. nr. 12, vr. 11 Arapça; Süleymaniye Ktp., Reisü’l-küttab, nr. 55, vr. 330-339 Arapça.
4. Mecmüatü’n-nasâyıh, Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 350, vr. 47 Türkçe.
5. Manzûme-i Vâridat, Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd, nr. 2338, vr. 96 Türkçe.
6. Şerh-i hadîs-i kudsî küntü kenzen, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 3711,vr. 148 Arapça; Süleymaniye-Esad Efendi, nr. 3782, vr. 74-75, Arapça.[12]
Sofyalı Bâlî Efendi hakkında M. Ü. îlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda Ali Haydar Bostancı tarafından Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb’ası adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1996).
2- NUREDDİNZÂDE MUSTAFA MUSLÎHUDDÎN (ö. 981/1573)
Filibeli’dir. 908/1502’de doğdu. Bir müddet ilim tahsili ile meşgul olduktan sonra Halvetî ricâlinden Sofyalı Bâlî (ö.960/1553)’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Şeyhülislam Ebu’s-Suud Efendi ile sohbetlerde bulundu. Onun delaletiyle Küçükayasofya zaviyesine şeyh oldu. Uzun yıllar bu dergâhta şeyhlik etti. Kanûnî ile Zigetvar seferine katıldı ve sefer sırasında vefat eden padişahın naâşını İstanbul’a getirdi. 981/1573 yılında vefat edince Edirnekapısı haricinde Sırttekkesine defnedildi.
Belgradî onun icâzet aldıktan sonra bazı tarîk erbâbına karşı çekilmiş bir kılıç kesildiğini ve Şeyh Bedreddin’in Vâridat’ına red için şerh yazdığını; (bk. vr 113a-114a) Bosnalı Şeyh Hamza ve dervişlerine karşı son derece dikkatli davrandığını anlatır. Tarîkatı Balkanlarda Nureddinzade tarîki diye anılırmış.
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin eserlerinde ve mektuplarında kendisine bağlılığından bahsettiği Nureddinzade müteşerri’ bir şeyhtir. Devlet ricâliyle iyi seviyede bir ilişkisi bulunan bu saygın şeyhe Sokollu Mehmed Paşa saygı duymakta imiş.
Eserleri
1. Muhtelif Sûre Tefsirleri, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 42, vr. 71 Arapça; Millet Ktp., Ali Emiri, nr. 4454, vr. 117a-121a Arapça.
2. Şerhu’n-nusûs (Konevî), Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1278, vr. 165 Arapça.
3. Şerh ala vâridati’l-kübrâ (Bedreddin), Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1103, vr. 123-134 Arapça.
4. Terceme ve şerhu Menâzili’s-sâirîn, Süleymaniye Ktp., H.Reşid Bey, nr. 111, vr. 134 Türkçe.
5. Risâle-i vahdet-i vücûd
6. Risâle-i Mi’rac.[13]
3- KURT MEHMED EFENDİ (ö. 997/1588)
Filibe-Tatarpazarcığı’ndandır. Babası Helvacı Ömer Efendi diye meşhurdur. 931/1524 yılında doğdu. Dinî ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Sahn-ı Semân (Fatih) medresesinde muîd olarak vazifeye başladı. Tasavvuftaki üstadı Sofyalı Bâlî Efendi’dir. Şeyhi onu önce kendi memleketine halîfe olarak görevlendirdi. Ancak Bâlî Efendi’nin vefatından sonra önce onun yerine Sofya’ya; pîrdaşı Nureddinzade’nin vefatı üzerine de 981/1573 yılında İstanbul’a geldi, İstanbul’da K. Ayasofya semtinde, Sokollu Mehmed Paşa camiinde şeyhlik yaptı. Devlet ricâlinin saygısını kazandı. Bir takım seferlere katıldı. III. Murad’ın iltifatına mazhar oldu.
İstanbul’dan önce şeyhinin kabrini ziyaret için Sofya’ya; ardından sıla-i rahim için Tatarpazarcığı’na gitti. Burada hastalanıp vefat edince babasının yanına defnedildi (2 Şevval 997/1588). Eser ve tesir sahibi bir sûfiydi.
Eserleri
1. Mürşidü’l-enam ila dâri’s-selam (Şir’atü’l-İslam şerhi) Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 95, vr. 211 Arapça.
2. el- Mukaddimetü’l-Cezeriyye Tercemesi, Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 25, vr. 138.
3. Etvâr-ı seba Rısâlesi, İstanbul Belediye Ktp., O.Ergin Yzm. Nr. 349, vr. 1-8)
4. Ta’bîrnâme, nşr. Mustafa Tatcı, Ankara 1995; Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr.26589, vr. 48a-50a.
5. Sûre-i Mülk Tefsiri. bk. Tahir, OM, I, 145-146.
4- ATPAZARÎ OSMAN FAZLI (ö. 1102/ 1690)
Şumnulu’dur. İstanbul’da Fatih civarında Atpazarı semtinde ikamet ettiğinden “Atpazarî” diye meşhur olmuştur. İlk tahsilini Şumnu’da tamamladıktan sonra Edirne’ye geldi. Edirne’de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfesi Saçlı İbrahim Efendi’ye intisâb etti. Burada sıkı bir riyâzat ile seyr ve sülûke devam etti. Şeyhinin kendisine kızını vermek istemesi üzerine artık feyz alamayacağı düşüncesiyle İstanbul’a gitti. İstanbul’da yine bir Celvetî şeyhi olan Zâkirzâde Abdullah Efendi’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Zâkirzâde tarafından Aydos kasabasına irşada memur edildi. Şeyhinin vefatına kadar orada kaldı.
Şeyhinin vefatından sonra, önce Filibe’ye; sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’da muhtelif camilerde vaaz ve irşad hizmetlerini devam ettirerek kısa zamanda şöhrete kavuştu. Bu arada Atpazarı’nda Kul Camii imam ve hatipliği hizmetini yürütmekte iken evlendi ve satın aldığı evinin yanına dervişleri için zaviye odaları yaptırdı. Atpazarı’ndaki hizmetinin yanı sıra Ayasofya vakfından maaş alarak Vefa, Süleymaniye, Sultan Selim camilerinde vaizlik etti.
Tekke-medrese veya Kadızade-Sivasîzade mücadelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış bulunan Osman Efendi, kendisine yapılan çeşitli isnadlar sebebiyle önce memleketi Şumnu’da sonra da Kıbrıs Magosa’da ikamete mecbur edildi.
Osman Fazlı Efendi, ilim ve irfânı sayesinde saray muhîtine kadar nüfûz edebilmiş; devrin padişahları IV. Mehmed (Avcı) ve II. Süleyman’ın hürmetlerini kazanmış, açık kalpliliği, doğru sözlülüğü ile Edirne’de padişah IV. Mehmed’in huzurunda muhtelif zamanlarda verdiği vaazlarıyla devlet ricâlini açıkça tenkit etmekten geri kalmamıştı. Onun sürgüne gönderilmesi doğru bildiğini her yerde söylemekten çekinmemesindendi.
Osman Fazlı, Magosa’da sürgünde bulunduğu sırada 1102/1690 yılında vefat ederek oraya defnedildi. Kabri, Magosa’da “Kutup Osman Efendi” namıyla ziyaretgâhtır. Sekiz kadar tasavvufî eseri vardır. 150 kadar halîfe yetiştirmiş; Rumeli ve Anadolu’ya göndermiştir. Bunlar içinde en önemlisi Bursalı İsmail Hakkı’dır. Atpazarî, İbn Arabî ile Konevî’nin eserlerinden yararlanmış; onları okumuş, okutmuş ve şerhler yazmıştır.[14]
Atpazarî Osman Fazlı Efendi hakkında M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Ali Namlı tarafından Bursevî’nin Tamâmu’l-feyz adlı eseri vesîlesiyle bir mukaddime çalışması yapılmıştır (İstanbul 1994). Ayrıca Prof. Dr. Bedrettin Çetiner tarafından “Atpazarî Osman Fazlı ve el-Laihatü’l-berkıyyat Adlı Tasavvufî Tefsir Risâlesi” adıyla bir makale neşredilmiştir.[15]
5- FİLİBELİ AHMED ÜMMÎDÎ (ö. 1106/1694)
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfelerinden Filibeli İsmail Ümmîdî Efendi’nin oğludur. İsmail Ümmîdî’nin babası da, Halveti meşâyıhından Alaeddin b. Muhsin Efendi’dir. İsmail Efendi, babası Alaeddin Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a gelmiş. Fatih camiinde vaizlik yapmış, bu arada Hüdâyî Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra babasının dergâhına halîfe olarak gönderilmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelip Ayasofya vaizliği de yapan İsmail Efendi Hüdâyî’nin tefsirini cem’ ederek ilim dünyasına büyük katkıda bulunmuştur.
Ahmed Ümmîdî işte böyle bir babanın yanında İstanbul’da yetişti. Babası gibi Fatih camiinde vaizlik, Küçükayasofya yanındaki Hüseyin Ağa zaviyesinde şeyhlik etmiştir. Vefatı 1106/1694’tür. Fatih’te dedesi İsmail Efendi’nin Çiviciler sokağındaki kabri yanına defnedildi. Eserleri yazma halde bulunmaktadır:
l. Mecâlis-i evliya (20 cüz kadar).
2. Dîvan-ı ilahiyyat, Çorum İl Halk Ktp. nr.2233, vr. 23 Türkçe.
3. Terceme-i keşf-i beyan fi’t-tıb
4. Risâletü’l-ed’ıyye.[16]
6- FENÂYÎ MUSTAFA EFENDİ (l 115/1703)
Şumnulu’dur. Selamî Ali Efendi’nin hulefâsındandır. Beşiktaşlı Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı dergâhta şeyhlik etmiştir. Vefatı 1115/1703’tür. Tasavvuf yoluna girmeden evvel, Yeniçerilerin yirminci bölüğünün odabaşısı olduğu için zamanında Odabaşı Şeyhi namıyla meşhur olmuştur. Eser olarak bir Dîvân’ı vardır.[17]
Şiirleri tasavvufî mazmunlar açısından zengindir:
Ey cemalin pertevin âlemde peyda eyleyen
Yine ol âyinede hüsnün temaşa eyleyen
Bir avuç toprağa salmış câm-ı aşkın cür’asın
Kimini akıl, kimini mecnun u şeydâ eyleyen
Şems-i vahdet zerresinden âb u kîlde var eser
Çeşm ü aklı O’dur dâna vü bina eyleyen
Bir beytinden:
Keşfolur ona bütün mâhiyyet-i kevn ü mekan
Sırrı tevhîd olsa bir ayine-i dilde ıyân
7- BURSALI ÎSMAİL HAKKI (ö. 1137/1724)
İsmail Hakkı, Silsile-i Celvetî adlı eserinde kendi terceme-i hâlini mufassal olarak anlatmaktadır. Kendi ifadesine göre, “aslen İstanbullu olan ailesi büyük yangından sonra Aydos kasabasına hicret etmiş” İsmail Hakkı da orada dünyaya gelmişti. Osman Fazlı Efendi burada Zâkirzâde’nin halîfesi sıfatıyla bulunduğundan, babasının delaletiyle üç yaşında iken onun elini öpmüş, bilahare de İstanbul’da kendisine inabe alarak halîfesi olmuştu. Hilafet hizmetiyle Üsküp, Bursa, Şam ve Üsküdar gibi muhtelif şehirlerde bulundu. Ancak hayatinin büyük bir kısmım Bursa’da geçirdiği ve orada “neşr-i feyz-i tarîk “ eylediği için Bursevî diye meşhur olmuştur.
Bursalı İsmail Hakkı da şeyhi Atpazarî Osman Efendi gibi halk üzerinde büyük bir tesir icra etmiş; hatta bu yüzden II. Mustafa zamanında Nemçe Savaşı’na padişahla beraber iştirak etmesi için Bursa’dan davet olunmuştu (1107/1695). İki yıl kadar devam eden bu muharebede İsmail Hakkı’nın birkaç yerinden yara alacak kadar cansiperane hizmetlerde bulunduğunu görmekteyiz.
Alim ve sûfî hüviyetiyle yüzden fazla eser yazmış bulunan İsmail Hakkı, ulema arasında “velüd” unvanına layık bir müelliftir. Onun en meşhur eseri Rûhu’l-beyân adlı tefsiridir. Onun İslam dünyasında asıl şöhretini sağlayan bu eseridir.
İsmail Hakkı uzun yıllar hizmet ettiği Bursa’da 1137/1724’te vefat ederek Tuzpazarı civarında dergâhı harîmine defnedilmiştir.[18] Bursevî, üzerinde akademik pek çok çalışma yapılmış bir mutasavvıftır.[19]
8- ZARÎFÎ ÖMER EFENDİ (ö. 1210/1795)
Rusçukludur. Sa’di tarîkatı meşâyıhındandır. 1210/ 1795 târihinde memleketinde irtihal eyledi. Bey Mezarlığı karşısında Tonbul Cami-i Şerifi hazîresinde medfûndur. Eserleri Türkçe’dir.
1. Pendnâme: 1271 ve 1327 yıllarında iki defa basılmıştır. Mehmet Aslan tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.[20]
2. Tasavvufnâme: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186 vr. 61-66; Tercüman Gazetesi Ktp. nr. 266, vr. 276-296.
3. Istılâhât-ı Meşâyıh: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186, vr. 48-60.
Zarîfî Ömer Efendi, ismindeki zarafet gibi Türkçe’yi nezih kullanan şaîr sûfîdir. Nitekim Pendnâme’sinden alınan şu mısralar buna delildir.
Kendüden uluya rağbet eyle-gil
Hem kelamı bil edeble söyle gil
Ulu kadrin fehmeden olur ulu
Gözleyen adâb u erkân ve yolu
Ulunun hayr duâsın alasın
Rütbe-i âlî onunla bulasın
Ulularla meşveret kılsa kişi
Çıkarır elbette başa ol işi
Meşveretsiz kim ki iş işleye
Sol nedâmet parmağın çok dişleye[21]
9- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ (1235/1819)
Köstendilli’dir. Tasavvufî derinliği kadar biyografi bilgisi ve bu konuda yazdığı eserlerle ayrı bir ünü ve yeri vardır. Özellikle Bahru’l Velâye adlı eserinde menakıbını yazdığı bin kadar sûfîden son yirmi kadar Köstendil ve çevresinde yaşamış olanlardır.
Süleyman Şeyhî Efendi, 1163/ 1750 yılında Köstendil’de doğdu. Mollazadeler olarak bilinen bir aileye mensuptur. Şiirlerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmıştır. İki yaşlarında babasını kaybettiği için ağabeyi Çelebi İbrahim’in himayesinde büyüdü, ilk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. Çeşitli ilimlerden ikmal-i nüsah eyledi. O günün şartlarında, İstanbul’a gitmeden Bulgaristan’ın Köstendil ve Sofya şehirlerinde ilmî bir derinlik kazanma imkanı vardı. Nitekim kendisi Müderris Şeyh Mustafa Efendi’den tahsil gördüğünü, onunla boş vakitlerinde İbn Arabî’nin Fütuhat’ını mütalaa ettiklerini belirtmektedir.[22]
Süleyman Şeyhî’nin tarîkat ilişkisi ağabeyi Çelebi İbrahim’in tarîkata girmesiyle başlar. Çelebi İbrahim’in Nakşbendî şeyhi Şâmizâde Mustafa Efendi’ye intisâb ettikten sonra Süleyman Efendi de ona intisâb etti. 1193/1779 yılında 30 yaşında şeyhi kendisine tarîkat hilâfeti verdi. Aynı yılın baharında Şâmîzade vefat etti.
Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolundan olduğu anlaşılan Şeyhî Süleyman Efendi, gerek kalemi gerek kelamı ile Bulgaristan yöresindeki Müslüman Türklere büyük hizmet etmiştir. Yetiştirdiği pek çok halîfesini de bu yörelerde istihdam etmiştir.
Şeyhî hayatının tamamına yakınını Köstendil’de geçirmiştir. Ancak eserlerinde onun Üsküp, Yanya, İştip, Edirne, Ohri, Selanik, Nevrokop, Samakov, Sofya ve Yenice gibi şehirlere ya seyahat ettiği veya halîfeleri vasıtasıyla ulaştığı anlaşılmaktadır.
Süleyman Şeyhî, 1235/1819 yılında Köstendil’de vefat etti. Kabri, Bursalı M. Tahir Bey’in ifadesine göre Bulgaristan’ın kuruluşundan sonra başka binaya tahvil edilmiştir.
Süleyman Şeyhî Efendi tasavvufun hem amelî, hem de fikrî cihetiyle ilgilenmiştir. Dolayısıyla çevresinde geniş bir mürîd kitlesi oluşmuş, pek çok eser vermiştir. Onun eserleri tasavvufî adaba, tasavvufî tefekküre, terceme-i hal, tabakat ile şiir ve edebiyata dairdir.
Süleyman Şeyhî Efendi Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıf müellifler arasında en velüd olanlardan ikincisidir. Ancak XIX. yüzyıl gibi karışık bir dönemde yaşamış olması ve Köstendil’in İstanbul’dan uzaklığı sebebiyle yeteri kadar tanınmamıştır.
Müellif mutasavvıfımız, eserlerinin tamamına yakınım Türkçe yazmıştır. Osmanlı müellifleri arasında eserlerinin tamamını Türkçe yazanların sayısı pek azdır.
Eserleri
1. Lemeât-ı Nakşbendiyye: Şeyhi Şamizade Mustafa Efendi ile ağabeyi Çelebi İbrahim’in menakıbını anlatmak üzere yazılmış bir eserdir. Bk. A. Ü. Dil Târih ve Coğrafya Fakültesi Ktp. Yazma Eserler, M. Özak, 570; İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 2000.
2. Dîvân: Süleyman Şeyhî, kendisine ait iki dîvândan bahsediyorsa da bugün sadece biri mevcut ve matbûdur. Yazma nüshası İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 1784; İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 758.
3. Zübde-i Nefehâtü’l-üns: Nefehât’ın özeti mahiyetindedir. Süleymaniye Ktp. H.H.P. nr. 579/ 2; AÜ. D.T.C.F. Ktp. Yazma Eserler, nr. 2477/2.
4. Şerh-i Kelâm-ı Kibar: Hz Ebû Bekir’e izafe edilen bir sözün açıklamasıdır, İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
5. Mir’atü’l-muvahhidîn: Tasavvufî ıstılahların açıklandığı bir eserdir. Vahdet-i vücûd merkezli yorumlara yer verilmektedir, İ. Ü. Ktp. Serez, nr.1515; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469/ l, Süleymaniye Ktp. H.M.E., nr. 2567.
6. Mektûbat-ı Erbaîn: Türkçe mektuplardan oluşur. Şeyhî Efendinin yazdıkları île kendisine yazılan mektuplardır. İ.Ü. Ktp. Ty. 3460/ 7; Süleymaniye Ktp. M. Arif, M. Murad, nr. 213/1; İst. Bel. O. Ergin, Yzm. nr. 283.
7. Terkîbât-ı Erbaîn: Günlük hayatına dair bazı olaylar, bilgiler ile rüyalar ve tabirlerinden oluşur. Süleymaniye H.M.E. nr. 2710/2; Süleymaniye M. Arif- M. Murad, nr. 213/ 3; Î.Ü. Ktp. Ty, nr. 3469/ 6.
8. Te’vîlât-ı Erbain: Çeşitli konulara dair kırk hadisin şerhidir. Süleymaniye H.M.E. 2710/ l; Süleymaniye, M. Arif, M. Murad, nr. 213/ 4.
9. Mecmûatü’l-Ma’arif: Tasavvufî ıstılahları Türkçe açıklayan bir risâledir. Süleymaniye H.M.E., nr. 2549; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 923/ 2.
10. Kûtü’l-uşşâk: Bir mukaddime, üç tavırdan (bölüm) meydana gelen tasavvufî konulardan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., H.M.E. nr. 2462.
11. Medar-ı Sâlikân: Lema’ât’ın özeti gibi Nakşbendiyye adabını anlatan bir risâledir. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2242/ 2.
12. Etvâr-ı Hâcegân: Konuları itibariyle Medar-ı Sâlikân’a. benzediği için aynı eser sanılmışsa da farklı olduğu anlaşılmaktadır. Nakşbendî usulü ile ıstılahlarından bahseder. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2243/ 3.
13. Nükâtü’l-hikem: Bir mukaddime, üç fasıl ve bir hatimeden oluşan eser, genellikle insan-ı kamil, şeriat, tarîkat, marifet, ve hakikat kavramlarından bahseden hacimli bir eserdir. Süleymaniye Ktp. Serez, nr. 1510; Süleymaniye Ktp.. H.M.E., nr. 2563; AÜ. D.T:C.F. Ktp., Yzm., M. Con., nr. 371/ 2; Almanya Tübingen Devlet Ktp. Arşivi nr.1402.
14. et -Tali’a fî esrâri’l - ilâhiyyeti’s -sermediyye: Meratib-i vücüddan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1504; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 2573; İ. Ü. Ktp., Ty, nr. 923/1.
15. Şerh-i Kelâm-i Vâsıtî: Ebû Bekir Vasıtî’nm bir sözünü şerh için yazılmış risâledir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
16. Şerh-i Kelimât-ı Bedreddîn: Vâridattan alınan bir bölümün açıklaması ve yorumudur. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469, îst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm., nr. 283.
17. Şerh-i Kelâm-ı Câ’fer-i Sadık: Ca’fer-i Sadık’ın bir sözünün tasavvufî yorumundan ibarettir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
18. Bahru’l-velâye: Bin civarında tasavvufî büyüğü anlatan bir süfî tabakalıdır. Son kısmında Köstendil meşâyıhına da yer verilmiştir. İ.Ü. Ktp. Ty., nr. 2535; Süleymaniye Ktp., H.H.P., nr. 579/1; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 5428; Almanya Berlin Devlet Ktp. 579/1.
19. Burûku’l-âşikân ve sülükü’l-mürîdân: Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1515. Ali Yılmaz tarafından Mollazade Süleyman Şeyhî Köstendilî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bahrü’l-velâyesi adıyla bir doktora tezi hazırlanmıştır (Ankara Ün. ilahiyat Fak. 1984). M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Mustafa Ejder tarafından Köstendilli Mollazâde Süleyman Şeyhî Efendi’nin Mir’âtü’l-muvahhidîn Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998). Yine aynı fakültede Kazım Aydemir tarafından Köstendilî Süleyman Şeyhî’nin Kütü’l-uşşak ve Huldsatü’l-esrâr Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998).
10- YÛSUF EFENDİ (1282/ 1865)
Şumnuludur. Nakşbendî meşâyıhından ve ilm-i kıraat mutehassıslarındandır. 1282/1865 târihinde Edirne’de irtihal ederek Buçuktepe kabristanına defnedildi. Kur’an-ı Kerîm’in cem’i ve tertîbi hakkında “İm’ân fi cem’i’l-Kur’ân” (Edirne Badi Efendi Ktp. Nr. 2091) isminde bir eseri vardır. Şeyhlik seviyesine yükselmiş olmakla birlikte tasavvufa dair eseri yoktur. Kur’an ilimleriyle ilgili de olsa te’lif sahibi olması itibarıyla biz kendisini müellif mutasavvıflar meyânında zikrettik. Osmanlı Müellifleri’nin zikrettiği bu on müellif mutasavvıftan başka Bulgaristanlı müellifler vardır. İstanbul kütüphane kataloglarına şöyle bir atf-ı nazar edildiğinde hemen göze çarpıveren müellif mutasavvıflardan bazılarını eserleriyle şöylece sıralayabiliriz.
1. Ali Köstendilî: Telvîhât-ı Subhâniyye ve Mülhemât-ı Rahmâniyye (drl. Mehmet Şuhüdî), İst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 345, Türkçe.
2. Saîd b. Mustafa Köstendilî, Tenbîhü’l-ihvân fi Ru’yeti’l-’ayn ve’l-a’yan, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmüd, nr, 3116, Türkçe.
3. İbrahim b. Abdullah Babadağî (ö.1184/ 1770), Teshîlüt-tarîka, Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1582, Türkçe.
4. Alaeddîn Ali Çelebi b. Salih Filibevî (ö. 950/ 1553), Risâle fi deveranis-sufiyye, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr. 860, vr. 125-126, Arapça; Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, vr. 122-125.
5. Salih Fakrî (Fikrî) Filibevî, Şerh-iBeyanü’l-hakaik, Sül. Tırnovalı, nr, 1423, Arp.
6. Rusçuklu Mustafa b. Carullah Beyanî (Ö.1006/ 1597), Tezkiretüş-şu ‘ara, Ankara 1997, Türkçe.
7. Ahmed b. Ebubekir Keşfi Samakovî, Şerhut-tarîkdti’l-Muhammediyye, Beyazıt Ktp., nr. 1611;
8. Yusuf b. Mustafa Silistresi, Sefînetü’l-muttakîn ila sebili Rabbi’l-alemin, Süleyman Ktp., Hekimoğlu, nr. 444, Türkçe.
Bunlardan Köstendilli Ali Efendi, Halvetî meşâyıhından bir zat olup Üsküdar’da medfundur. Şakayık Zeyli’nde İsmet Efendi onun hakkında bilgi vermektedir, (bk. s. 304-314)
Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıflarla ilgili genel bir rakam vermek uzun araştırmalar gerektiren bir husustur. Ancak İstanbul ve Anadolu’da bulunan tarîkatların hemen hepsinin Bulgaristan’da tekkeleri ve temsilcileri bulunduğu biliniyor. Özellikle Halvetîlik ve Celvetîlik bunların başında gelmektedir. Celvetîyye tarîkatı pîri Azîz Mahmüd Hüdâyî’nin Anadolu’da ve Balkanlar’da görevlendirdiği 64 halîfenin 10 kadarının Bulgaristan topraklarında istihdam edilmesi, bu konuda bir fikir verir.[23]
DİĞER MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Osmanlı Müellifleri’nin telifinden sonra Bulgaristan’da yetişmiş iki önemli müellif-mutasavvıf dikkat çekmektedir. Onlar da Filibeli Ahmed Hilmi ve Tırnovalı İsmail Fenni Ertuğrul’dur. Şimdi bu iki zatı kısaca tanıtalım.
11- FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1281/1865-17 EKÎM 1914)
1281/1865 yılında Filibe’de doğdu, ilk tahsilini Filibe müftüsünden aldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdi. Bir müddet ailesiyle İzmir’e gitti. Devir Abdülhamid Han devridir ve ortalıkta dolaşan “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” gibi sloganlar onu da etkilemiş, bir ara güya istibdada karşı mücadele hevesiyle Mısır’a kaçmış, orada “Çaylak” isimli bir gazete çıkarmıştır. Jön-Türk heyecanı onu da sarmış görünmektedir.
1901 yılında İstanbul’a gelir, fakat kısa bir süre sonra Fizan’a sürgüne gönderilir. Ahmed Hilmi Bey 1908 Meşrutiyet ilanına kadar Trablusgarp’ta kalmıştır. Burada bulunduğu yıllar kendisinin tasavvuf ve tarîkatla tanıştığı yıllardır. Orada Kadiriyye şubelerinden Abdullah Selam Esmer Arûsi’ye bağlı bulunan Arûsiye koluna intisâb etti. Muhyiddîn Arûsî takma adıyla İki Gavs-i Enam ile Abdülhamîd ve Senûsîler adı ile iki eser kaleme aldı. Ahmed Hilmi bu eserlerinde tarîkat mensuplarının Kuzey Afrika’da Müslüman fakir halk üzerindeki etkisini ve Türkleri sevmeyi adeta tarîkat şartı gördüklerini anlatır.
Ahmed Hilmi Bey beş-altı yıllık sürgün hayatından sonra daha bir olgunlaşmış olarak 1908 Meşrûtiyetiyle birlikte İstanbul’a döndü, İstanbul’da İttihâd-ı İslam ismiyle haftalık bir gazete neşretmeye başladı. Gazete ancak 19 sayı çıkabildi. Daha sonra İkdam ve Tasvîr-i Efkar gazetelerinde yazdı.
1910 yılında Hikmet adlı İslamî bir gazete çıkardı. Bu gazetede şeyh Muhyiddîn-i Arüsî takma adıyla tasavvufî yazılar yazdı. 1911’den itibaren Hikmet dergisinin yanı sıra Hikmet gazetesini de çıkarmaya başlayarak İttihad ve Terakkî hükümetine karşı mücadele cephesi açmış bulunuyordu. Pek çok olay üzerine kapatılan gazetenin sahip ve başyazarı Ahmed Hilmi Bursa’ya sürgüne gönderildi. Fakat mücadeleden yılmadı. Meşrutiyetten ölümüne kadar geçen altı sene gibi kısa bir zaman dilimine kırk kadar eser ve yüzlerce makaleyi sığdırabilmiştir.
Bir ara Dârü’l-fünûn’da felsefe profesörlüğü de yapan Ahmed Hilmi, felsefe ve tasavvuf konularındaki derinliği ile dikkat çekmektedir.
19. yüzyılın pozitivist ve materyalist felsefî telakkisine karşı fikri mücadeleyi de elde bırakmamış Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti adlı bir eser yazmıştır. 17 Ekim 1914’te bir yemek zehirlenmesinden vefat etmiştir.
Ahmed Hilmi Bey’in sayılan kırkı aşkın eseri bulunmaktadır. Biz burada sadece tasavvufî olanlarına temas edeceğiz:
1. Asr-ı Hamîdî’de Âlem- İslam ve Senûsîler: 124 sayfalık eserde müellif Şeyh Ahmed Senûsi’nin İstanbul’a gelişi münasebetiyle Kuzey Afrika’daki tasavvufî hayat ve tarîkatları anlatmaktadır.
2. İki Gavs-i Enam Abdülkadir ve Abdüsselam (İstanbul 1331): Ahmed Hilmi bu eserinde Abdülkadir Geylanî ve Abdüsselam Esmer’i menkıbevî tarzda anlatmaktadır. Bu eserinde Tarîkatlar ve Ricâl diye bir eserinin varlığından söz ediyorsa da bugün mevcud değildir.
3. A’mâk-ı Hayal: Râcî’nin Hatıraları: (İstanbul 1326). Tasavvufî üslupla yazılmış bir romandır.
4. Tasavvuf-i İslamî
Tamamlanıp neşir imkanı bulunamamış eserleri:
5. Bektâşîler
6. Şeyh Bedreddin
7. Gazal-i Bedeviye.[24]
12- TIRNOVALI İSMAİL FENNÎ ERTUĞRUL (ö. 1945)
1271/ 1855’te Tırnova’da doğdu. Babası Tırnova mahallî idare meclisi azası Mahmûd Bey’dir. İlk tahsilini Halvetî Melamî ricâlinden Ahmed Amiş Efendi (ö.l920)’nin Tırnova’daki sibyan mektebinde yaptı. Sibyan mektebini tamamladıktan sonra medreseye devam ederek İslamî ilimlerde ikmali nüsah eyledi. Medresede talebe iken bir yandan da muhasebe kalemine devam ederek muhasebe öğrendi. Vâridat mukayyidliği ile muhasebecilik mesleğine başlamış oldu. Daha sonra Tırnova muhasebeciliği görevine getirilen Cûdi Efendi’den hem muhasebe bilgisini geliştirdi hem de mûsikî meşk etti. Tırnova’nın Ruslar tarafından işgali üzerine 1876’da İstanbul’a hicret etti. Çeşitli mali görevlerde bulunduktan sonra 1909’da emekli oldu. Eserlerini emekli olduktan sonra vefatına kadar olan dönemde yazdı.
Tasavvufa olan ilgisi, Tırnova’da iken sıbyan mektebinden talebesi olduğu Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi vasıtasıyla başlamış, gelişerek devam etmiştir. Söz konuşu şeyhten ameli olarak tasavvuf öğrendiği gibi tasavvufun tefekkür tarafım da ihmal etmemiştir.
Yaşadığı dönemdeki pozitivist ve materyalist cereyanlara karşı o da Filibeli Ahmed Hilmi gibi duyarlılık göstermiş ve Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali (İstanbul 1928) adıyla bir eser kaleme almıştır. Yine Dozy’nin Târih-i İslamiyet adlı eserme İzale-i Şükuk (İstanbul 1928) adıyla cevap vermiştir. Tasavvuf vadisinde ise Vahdet-i Vücüd ve Muhyiddîn-i Arabî (İstanbul 1928) adıyla özgün bir çalışma yapmıştır, İ.Fenni bu eserinde tasavvufî tefekkürün büyük temsilcisi İbn Arabî’nin görüşlerim savunmaktadır. Bu çalışma Mustafa Kara tarafından yeni harflerle yayımlandı (İstanbul 1991).
NETÎCE
Bahse konu on iki müellif mutasavvıftan dördü Celvetî, üçü Halvetî, üçü Nakşbendî, biri Sa’dî, biri Kâdirî’dir. Bu duruma göre Bektaşîliğin dışında Bulgaristan’da en etkin tarîkatın Celvetîyye olduğu söylenebilir. Bunu Halvetiyye; XX. yüzyıldan sonra ise Nakşbendiyye izlemektedir. Yine incelediğimiz müellif mutasavvıf on iki şahsiyetten dördü Filibeli, üçü Şumnulu, diğerleri ise Sofya, Köstendil, Rusçuk, Tırnova ve Aydos şehirlerindendir. Bu durum Filibe’nin entelektüel yapısını teyit etmektedir.
Bulgaristan’da yetişen bu müellif mutasavvıflar arasında en velüd olanı elbette İsmail Hakkı Bursevî’dir. Onu Köstendilli takip etmektedir. Ardından Atpazarî, Nüreddinzâde, Bâlî Efendi ve diğerleri gelmektedir.
Bulgaristan’ın kültür târihinin yazılabilmesi için tasavvufun en önemli kurumları olan tekke ve tarîkatlar, sûfî ricâli eserleriyle ilim dünyasına tanıtılması ve yazma eserlerin neşredilmesi gerekir. Bizler M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ana bilim dalı olarak bu konuya ayrı bir önem atfetmekte ve bu bölgeden yetişen müellif mutasavvıfların yazma eserlerini yüksek lisans ve doktora çalışması olarak vermekteyiz. Diğer ilim dalları ve müesseselerin de konuya ilgi göstermelerim temenni ederiz. Ayrıca Bulgaristan ve Sofya Kütüphaneleri’ndeki Osmanlıca Arapça ve Farsça yazma eserlerin Arapça ve Türkçe toplu bir katalogunun neşredilmesi araştırmacılar için fevkalade önem arz etmektedir.
Bir temenni ile tebliğimi bitirmek istiyorum: Bulgaristan’daki şehir ve kasabaların yerlerini gösteren ve târihi adları ile çağdaş adlarını veren İngilizce ve Türkçe atlas ve haritalar hazırlanması araştırmacılar için çok faydalı olacaktır.
[1] DİA, “Deliorman” mad., X, 141.
[2] Vakıflar Dergisi, 1942, II, 279-386.
[3] Barkan-Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 943/1546 yılları; Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 301.
[4] bk. Barkan, agm. s. 293.
[5] bk. “Vakıfların Milli Birlikteki Rolleri ve Demir Baba Türbesi”, Vakıflar Dergisi, 1988 sy. XX, s. 400.
[6] bk. Kemal Daşçıoğlu, 1827 (1243) Târihli Muhalle/at Defterine Göre Bektâşî Zaviyeleri, S. Demirel Ü. Sosyal Bil. Ens. Isparta 1996.
[7] İA, XI, 446.
[8] bk. Baki Öz, Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri, İstanbul 1995, s. 140 vd.
[9] bk. H. Kâmil Yılmaz, Hüdâyî, s. 102-106.
[10] DÎA, VI, 406-407.
[11] DİA, V, 20.
[12] bk. Tahir, OM, 1,42; Belgradî, Silsiletü’l-mukarrabîn ve menâkıbu’l-müttakîn, Süleymaniye Ktp, Şehid Ali Paşa, nr. 2819.
[13] Bk. Ataî, Şakdik Zeyli, I. 212 vd.; Belgrâdî, Silsiletü’l-mukarrabîn, vr. 113a-114a; Süreyya, SO, IV, 494 vd.; Tahir OM, 161; Yılmaz, Hüdâyî, s.48, dn 33.
[14] Bk. Osman Fazlı’nın hayatı hakkında Bursalı İ. Hakkı, Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca Uşşâkîzdde Zeyli, 686 vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, n, 43b; Tahir, OM, 1,15; Yılmaz, Hüdâyî, s.247 vd.; DİA, IV, 83 vd.’da eserleri tanıtılmaktadır.
[15] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16-17, (1998-99), s. 7-54.
[16] Bk. Şeyhî, age, II, 96, Uşşakîzâde, age, 124 vd.; İsmet Efendi, Tekmiletü ‘ş-Şekâik, 496-472; Tahir, OM, 1.28; Yılmaz, Hüdâyî, 133, 290.
[17] Mustafa Fenâyi, Şumnulu Dîvânı, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr.160, vr.123, Türkçe.
[18] Bk. Bursevî, kendi hayatı hakkında Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca bk. Uşşakîzade Zeyli, 686vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, II, 43b; Tahir, OM, I, 28 vd.; Yılmaz, Hüdâyî, s.249 vd.
[19] Bk. Ali Namlı, Türkiye Akademik Tasavvuf Araştırmaları Bibliyografyası, İstanbul 1997.
[20] Dîvân, 1994, ÎSAM., T. 811.218 /ZAR. P.
[21] Bk. Tahir, OM, I, 109.
[22] bk. Terkîbât, vr. 210.
[23] bk. Yılmaz, Hüdâyî, s. 130-138.
[24] bk. Ziya Nur, İslam Târihi, İstanbul 1974, esere yazılan mukaddime.
Kaynak: www.hasankamilyilmaz.com
Osmanlı torunu Evlad-ı Fatihanlar... Geçmişi bilerek onu unutmadan, geleceğe kanat açanlar... Biz bize benzeriz ve özgün olma iddiasındayız. Kuruluş: Sofya 26 Mart 2008, Halen yayın: İstanbul
12 Ekim 2010 Salı
4 Ekim 2010 Pazartesi
2 Ekim 2010 Cumartesi
Emin Saraç Hocaefendi ile yapılan mülakattan Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili bölüm
Türkiye'de yayınlanan RIHLE Dergisi'nin Emin Saraç Hocaefendi ile yaptığı mülakatın bir bölümü Bulgaristanlı Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili. Okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. (Son devir İslam alimlerinden olan Ahmed Davudoğlu ile şuanki Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ayrı ayrı kişilerdir. İsim benzerliğinden dolayı bazen aynı kişi sanılıyor, halbuki öyle değil.)
Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca "hazâ hocaefendi" denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
M. Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu hocaya "Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini" yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim'i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat'ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: "Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü's-Selâm'ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu."Davudoğlu hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu hocayı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu hoca orada iz bırakmıştı. Nitekim İstanbul'a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik. Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat'a böyle bir teklifte bulundum. "O halde hocayla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim" dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu hocaya bu teklifi açınca "Emin hoca, sen bizi Kaf dağında görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?" dedi. "Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu'l-Merâm'ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu" dedim. Düşündü… Düşündü… "Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari" dedi. Kitap çıktığında bana, "Senin nüshan hazırdır. Gel al" dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu.Bir de Fethu'l-Mulhim Şerhu Sahîhi Muslim kitabına o zaman Muhammed Takî el-Osmânî'nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti'nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.
Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca "hazâ hocaefendi" denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
M. Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu hocaya "Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini" yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim'i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat'ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: "Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü's-Selâm'ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu."Davudoğlu hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu hocayı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu hoca orada iz bırakmıştı. Nitekim İstanbul'a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik. Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat'a böyle bir teklifte bulundum. "O halde hocayla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim" dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu hocaya bu teklifi açınca "Emin hoca, sen bizi Kaf dağında görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?" dedi. "Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu'l-Merâm'ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu" dedim. Düşündü… Düşündü… "Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari" dedi. Kitap çıktığında bana, "Senin nüshan hazırdır. Gel al" dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu.Bir de Fethu'l-Mulhim Şerhu Sahîhi Muslim kitabına o zaman Muhammed Takî el-Osmânî'nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti'nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.
1 Ekim 2010 Cuma
Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri
Dr. İsmail Cambazov
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri
Dr. İsmail Cambazov
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
18 Eylül 2010 Cumartesi
"ÖLÜM VE SÜRGÜN" KİTABI BULGARCA OLARAK TA YAYINLANDI
Amerikalı tarihçi Profesör Cıstin Makkarti’nin Türkiye’de daha once yayınlanmış “Ölüm ve Sürgün”: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği (1821 - 1922) isimli kitabı Ağustos ayında Bulgarca olarak ta okuyuculara sunuldu.
Kitap, Osmanlının son yüzyılında Balkanlarda, Ortadoğu'da ve Asya'da milyonlarca Müslümanın öldürülmesi ve tehcir edilmesinin (zorla göç ettirilmesinin) tarihi olduğu kadar Müslümanların maruz bırakıldıkları etnik ve dinsel kıyımların / ölümlerin nasıl ortaya çıktığının da tarihidir.
Rusya’nın yayılmacı siyasetinin tarihi ve Balkanlar'da yeni ulusların tarih sahnesine çıkışları, genelde, Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılan Hıristiyan halkların bakış açısından anlatılagelmişti bugüne kadar.
"Ölüm ve Sürgün" kitabının Hristiyan Amerikalı yazarı ise bu gelişmeleri, ilk defa olarak emperyalizmin, milliyetçiliğin ve etnik çatışmaların kurbanı olan Türklerin ve ötki Müslümanların bakış açısından dile getirerek Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra Rus, Kazak ve Bulgar gönüllülerin 265 000 müslümanı nasıl öldürdüğünü, yarım milyon kişinin de kıyımdan kurtulmak için çekilen Osmanlı ordusuyla göçe mecbur kalışlarını gözler önüne sermektedir.
17 Eylül 2010 Cuma
PEKİ SİZİN CAMİNİZ HANGİSİ SAYIN GENCEV ?
Minareden sesler
Sayın Gencev “Trud” Gazetesi’ne verdiği mülakatta HÖH milletvekillerini camiye yönlendiriyor. “Cami ey orada, müslüman kişiler olarak oraya gidip namazlarını kılsınlar.” diyor zat-ı alileri.
Sayın Gencev’in bu sözüne diyecek bir şey bulamıyoruz doğrusu. Namaz kılmak isteyene Sofya camisi her zaman açık. Gerçeği söylemek gerekirse Ramazan ayının başından sonuna kadar camide hiç bir milletvekilini görmüş değilim. Ancak, yine üzülerek itiraf etmem gerekir ki, oruç ayında Sayın Gencevi de camide görmüş değilim.
HÖH milletvekilleri ateist bir çevrede doğup büyüdüklerini, dini ne okulda ne de ailede öğrenme imkanı bulduklarını öne sürerek kendilerini mazur görebilirler. Seçim bölgelerinde olduklarını bile söyleyebilirler. Peki sizin mazeretiniz nedir Sayın Gencev?
“Soylu bir adam, Deliormanın en büyük hocasının oğlu” , bölge müftüsü olmuşsunuz, başmüftü olmuşsunuz, İslam ilimleri doktoru olduğunuzu iddia ediyorsunuz, bütün bunlar yetmiyormuş gibi kendinizi bir de profesör ilan ettiniz. Namaz kılmaya Sofya barları ve Knyajevo meyhanelerine sakın gitmiş olmayasınız?! Evet, Sayın Gencev! “İslamda fitne diye bir şey var – insanlar arasında yalan yaymak. Allah’ın en sevmediği şey fitnedir ve fitne çıkaranı lanetler” sözünüze yüzde yüz katılıyorum.
Bu cümleyi “münafık” tabiriyle tamamlamaya kendimi mezun addediyorum. Lügatlar, münafıklığı dini riyakarlık, ikiyüzlülük olarak tanımlıyorlar. Bu tabir, müslüman görünüp gerçekte ateist, müşrik olanların iç dünyalarını açıklamak için kullanılır. “Bilir kişi olarak yönetiminiz altında” tercüme edilen Kur’an-ı Kerim’de münafıklar için şöyle yazıyor: “Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” (Bakara Suresi, 9. ayet)
Yazan:Salih Seren www.genmuftibg.net
Bulgarca’dan tercüme eden: BTG
Sayın Gencev “Trud” Gazetesi’ne verdiği mülakatta HÖH milletvekillerini camiye yönlendiriyor. “Cami ey orada, müslüman kişiler olarak oraya gidip namazlarını kılsınlar.” diyor zat-ı alileri.
Sayın Gencev’in bu sözüne diyecek bir şey bulamıyoruz doğrusu. Namaz kılmak isteyene Sofya camisi her zaman açık. Gerçeği söylemek gerekirse Ramazan ayının başından sonuna kadar camide hiç bir milletvekilini görmüş değilim. Ancak, yine üzülerek itiraf etmem gerekir ki, oruç ayında Sayın Gencevi de camide görmüş değilim.
HÖH milletvekilleri ateist bir çevrede doğup büyüdüklerini, dini ne okulda ne de ailede öğrenme imkanı bulduklarını öne sürerek kendilerini mazur görebilirler. Seçim bölgelerinde olduklarını bile söyleyebilirler. Peki sizin mazeretiniz nedir Sayın Gencev?
“Soylu bir adam, Deliormanın en büyük hocasının oğlu” , bölge müftüsü olmuşsunuz, başmüftü olmuşsunuz, İslam ilimleri doktoru olduğunuzu iddia ediyorsunuz, bütün bunlar yetmiyormuş gibi kendinizi bir de profesör ilan ettiniz. Namaz kılmaya Sofya barları ve Knyajevo meyhanelerine sakın gitmiş olmayasınız?! Evet, Sayın Gencev! “İslamda fitne diye bir şey var – insanlar arasında yalan yaymak. Allah’ın en sevmediği şey fitnedir ve fitne çıkaranı lanetler” sözünüze yüzde yüz katılıyorum.
Bu cümleyi “münafık” tabiriyle tamamlamaya kendimi mezun addediyorum. Lügatlar, münafıklığı dini riyakarlık, ikiyüzlülük olarak tanımlıyorlar. Bu tabir, müslüman görünüp gerçekte ateist, müşrik olanların iç dünyalarını açıklamak için kullanılır. “Bilir kişi olarak yönetiminiz altında” tercüme edilen Kur’an-ı Kerim’de münafıklar için şöyle yazıyor: “Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” (Bakara Suresi, 9. ayet)
Yazan:Salih Seren www.genmuftibg.net
Bulgarca’dan tercüme eden: BTG
15 Eylül 2010 Çarşamba
BİR KİTAP Kİ, ÖTESİ...
4 Eylül 2010 Cumartesi
SELÂM SANA EY KUTLU NÖBETÇİ!
Bulgaristan müslümanları dünya gündemine pek gelmezler, geldikleri zaman da konu hep aynıdır: maruz kaldıkları haksızlıklar, baskılar ve zulümlerdir.
Bugün takvim yaprağı 5 Eylül 2010, Ramazan’ın 27. Kadir Gecesi’ni gösteriyor. Bulgaristan müslümanlarından bir avuç samimi müslüman, her türlü kötülüğü nefsinde toplamış olan Nedim Gencev denilen devletçe dayatılmış “sözde başmüftü”nün Sofya’da bulunan ve İslam’ın bu beldedeki kalesi hükmünde olan Başmüftülük binasını ele geçirme teşebbüsüne karşı bir kısmı kendilerini içeri hapsetmek sureti ile diğer bir kısmı da dışarıda olmak üzere nöbet tutmaktadırlar.
Kur’an’ın nazil olduğu bu mübarek gecede...
Bin aydan hayırlı olan bu mübarek gecede...
Meleklerin ve Cebrail’in her türlü hayırlı iş için indiği...
Sabaha kadar esenliğin olduğu bu Kadir Gecesi’nde tutulan bu nöbet ne kutlu bir nöbettir!
Selam olsun size ey Allah’ın bahtiyar kulları!
Zalim Gencev’in para ile tutulmuş Bulgar bodigartlarına karşı yardımcınız Allah’ın melekleri olsun bu gece...
Allah’ın rahmet kapıları üzerinize açılsın bu gece, kalplerinize sekinet, sabır ve sebat versin Yüce Mevlâ...
Rabbim her birinizin meşrebine göre Hz. Ebu Bekir samimiyeti, Hz. Ömer şecaati, Hz. Osman cömertliği ve Hz. Ali cengaverliği versin. Sizinle beraber nöbet tutamayanlar, ne kadar hayıflansa azdır.
***
Bu “Gencev meselesi”ni Rahman’ın bir şefkat tokadı olarak değerlendirmek ve biz Bulgaristan Müslümanları için bir çok hayırlarla dolu olduğunu düşünmek gerekiyor kanaatimce.
Nedir bu meseledeki hayırlar. Birincisi, Allah müslümanların maneviyatını olgunlaştırıyor, onları manevi bir eğitime tabi tutuyor. Haklının yanında olanla zalimin yanında olanı ayırdederek gözler önüne seriyor. İkincisi, Müslümanların kendilerine gelmelerini yitirdikleri değerleri hatırlamalarını temin ediyor. Üçüncüsü de “domuzdan post olmaz, gavurdan dost olmaz” atasözünü bize hatırlatarak saflarımızı sıklaştırmayı temin ediyor.
Şairimiz Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın!..
Basri Zilabid
Bugün takvim yaprağı 5 Eylül 2010, Ramazan’ın 27. Kadir Gecesi’ni gösteriyor. Bulgaristan müslümanlarından bir avuç samimi müslüman, her türlü kötülüğü nefsinde toplamış olan Nedim Gencev denilen devletçe dayatılmış “sözde başmüftü”nün Sofya’da bulunan ve İslam’ın bu beldedeki kalesi hükmünde olan Başmüftülük binasını ele geçirme teşebbüsüne karşı bir kısmı kendilerini içeri hapsetmek sureti ile diğer bir kısmı da dışarıda olmak üzere nöbet tutmaktadırlar.
Kur’an’ın nazil olduğu bu mübarek gecede...
Bin aydan hayırlı olan bu mübarek gecede...
Meleklerin ve Cebrail’in her türlü hayırlı iş için indiği...
Sabaha kadar esenliğin olduğu bu Kadir Gecesi’nde tutulan bu nöbet ne kutlu bir nöbettir!
Selam olsun size ey Allah’ın bahtiyar kulları!
Zalim Gencev’in para ile tutulmuş Bulgar bodigartlarına karşı yardımcınız Allah’ın melekleri olsun bu gece...
Allah’ın rahmet kapıları üzerinize açılsın bu gece, kalplerinize sekinet, sabır ve sebat versin Yüce Mevlâ...
Rabbim her birinizin meşrebine göre Hz. Ebu Bekir samimiyeti, Hz. Ömer şecaati, Hz. Osman cömertliği ve Hz. Ali cengaverliği versin. Sizinle beraber nöbet tutamayanlar, ne kadar hayıflansa azdır.
***
Bu “Gencev meselesi”ni Rahman’ın bir şefkat tokadı olarak değerlendirmek ve biz Bulgaristan Müslümanları için bir çok hayırlarla dolu olduğunu düşünmek gerekiyor kanaatimce.
Nedir bu meseledeki hayırlar. Birincisi, Allah müslümanların maneviyatını olgunlaştırıyor, onları manevi bir eğitime tabi tutuyor. Haklının yanında olanla zalimin yanında olanı ayırdederek gözler önüne seriyor. İkincisi, Müslümanların kendilerine gelmelerini yitirdikleri değerleri hatırlamalarını temin ediyor. Üçüncüsü de “domuzdan post olmaz, gavurdan dost olmaz” atasözünü bize hatırlatarak saflarımızı sıklaştırmayı temin ediyor.
Şairimiz Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın!..
Basri Zilabid
3 Eylül 2010 Cuma
POMAK MÜSLÜMAN KARDEŞLERİMİZE YAPILAN ZULMÜN İTİRAFI
Ние, християните, сме виновни за помашкия етнос
С доц. Илона ТОМОВА от Института за населението и човека към БАН разговаря Светослав Метанов
- Доц. Томова, преброителните карти в интернет предизвикаха оживена дискусия. Там са записани американски и африкански етнос. Има ли такива?
- Няма, разбира се! По принцип при преброяванията, когато отиде преброителят и попита каква е вашата етническа принадлежност, е длъжен да запише точно отговора на преброяваните лица. След това вече идва класификацията. Тогава вече отговорите ще бъдат представени по един или друг начин. След 1992 г. редовно между 60 000 и 70 000 души на въпроса не за религиозната, а за етническата принадлежност, казват “българо-мюсюлманин”, “помак”, “ахрянин”. Това са големи натрупвания. 60 000 това са повече, отколкото всички евреи, арменци, руснаци, гагаузи, каракачани и власи, взети заедно.
- Това достатъчно ли е, за да приемем, че има българо-мохамедански етнос?
- Не. Колегите от НСИ са длъжни да запишат така. Когато после те подават информацията в официален вид, тази графа не излиза като “българо-мохамедани”. Ако са се самоопределили твърдо като “турци”, въпреки всички колебания на преброителите, се записват като турци. Записаните като “българо-мохамедани” отиват в графата “българи”. Тази специфична информация от анкетите може да отиде при политици и учени. За нас това е много важно.
Какво всъщност ни казват хората, когато посочат - “аз не съм българин, аз съм помак, мюсюлманин”. Те дават няколко знака. Единият е - аз държа на своята мюсюлманска група и на различията, които имаме. А за това има куп причини - чувство за подцененост, изключване от обществото, от управленски позиции, кариерно развитие, равноправно отношение. Това е знак, че има проблем.
- Записването на графа “българо-мохамедани” като алтернатива на “българи” не задълбочава ли проблема?
- В НСИ по този начин просто си облекчават работата, вместо после да ги вадят от графа “други”. Става дума за последваща обработка. Това вероятно е и причината да запишат формулировки като “американец” и “африканец”. У нас идват малко хора от различни африкански страни и се търси обединителния признак континент. Иначе сте абсолютно прав - няма нито африкански етнос, нито африкански език. Абсурдна е и формулировката “херцеговски” етнос. Бялото братство също не може да е религия. Колкото до българо-мохамеданите, това наистина е много чувствителен въпрос. След първата Балканска война се присъединяват обширни територии в Родопите, по поречието на Места и Струма, където има мюсюлманско население, което говори български. Македонските чети там са изпращали своите юнаци и се осъществява първото им покръстване. След това десетилетия наред, като погледнем как върви идентификацията на тези хора, ще забележим, че там, където е имало най-голямо насилие, те не са станали българи. Правят се опити още през 1912 г., след това през 1940 г. отновоняма никакъв успех, през 1968 г. пак им се сменят имената. И какъв е ефектът - там, където е имало най-голямо насилие и кръв, тези хора отказват да се признаят за българи. Страшимиров казва: “Насилието върху тях беше толкова жестоко и беше подтикнато преди всичко от алчност и после от глупост и лошота. И после тези хора казват - да ни вземе който и да е, да не ни вземат българи.” Това той го пише през 1913 г. като потресен интелектуалец. Насилието тогава е родило отказа от българска идентичност. За мен е много важно като учен да получа данните каква част от хората в Родопите, Пирин, а и в Ловешко са се самоопределили като помаци, за да мога да видя динамиката на групата. Колко от тях се самоопределят като турци? Какво е станало с тях? Дали са напуснали страната, или вече се самоопределят просто като мюсюлмани. Възможно е да установим, че една голяма част все повече се идентифицира като българи, доколко силни са миграционните процеси сред тях и т.н.
- След катобезработицата в тези региони е висока, вероятно става въпрос за икономическа емиграция?
- Емиграцията винаги започва като икономическа. Но трябва да се изследват групите, които дават най-голяма емиграция. При българите мюсюлмани наблюдаваме висока миграция. През 90-те години именно те най-много подаваха документи за американска зелена карта.
Когато сега преброителите ги срещнат по родните места, една голяма част могат да се самоопределят като американци. Преди време имах любопитен случай. Аз това “американец съм, не съм българин” преди време го чух от едно българче от Пловдив, което правеше докторантура в САЩ. Четири години бе прекарал там и напетата бе дошъл на колегиум в Будапеща и твърдеше, че е американец българофон. Бяха му достатъчни 4 години докторантура, за да престане да бъде българин, каквито са били предците му поколения наред.
- Какво доказва това?
- Тези българи мюсюлмани, които са се чувствали жертва на много силен натиск и на социално изключване, лесно стават испанци, португалци и т. н. В много по-голяма степен децата им ще останат в чужбина и няма да се върнат. А това е изключително лоялно население. Много дисциплинирано и трудолюбиво. Когато те казват - помак съм, те дават знак, че държавата не прави нужното, за да ги приобщи. Това трябва да имат предвид политиците.
- През 70-те години в Югославия Тито създаде националност мюсюлмани и видяхме 20 г. по-късно до какви кръвопролития доведе това?
- При преброяванията навсякъде по света на въпроса за етнос се записва начинът, по който човек се самоидентифицира. Но пак казвам, тези данни не са за публична, а за чисто научна употреба. По този начин могат да се набележат и ефективни политики за приобщаване. Трябва да престане лейбълизирането и заклеймяването на тези хора като нелоялни български граждани, родоотстъпници и предатели. Вчера четох форума на “Труд” и там един българин мюсюлманин бе написал, че винаги с гордост се е самоопределял като такъв и че всичките му усилия са били отдадени на тази страна. Тези хора се боят от говоренето в медиите и от политици като Волен Сидеров, Красимир Каракачанов, Яне Янев - само могат да доведат до нов натиск върху групата. Когато ние ги изключваме, те се самозатварят.
- Какво е решението?
- Просто трябва да бъдат равноправно включени във всички сфери на социалния живот и на всички нива. Те не трябва да чувстват пречки в професионалното си израстване заради това, че са мюсюлмани. Не трябва да мислят, че няма да бъдат избрани на високи постове заради религията си. Не трябва да бъдат обиждани в детската градина, в училището и в университета за това, че са такива. Не трябва да срещат административни трудности. Не може чиновник от Гоце Делчев да отсъди и да казва - няма да правим средно училище в Корница, Брезница и Лъжница, защото искаме децата ви да слязат в града, а не да получават образование в затворени ниско културни общности. Ние искаме да махнем децата оттам, за да можем да им повлияем. Това обижда. Там има над 2000 деца. Когато ти им кажеш, че няма да направиш училище, ефектът е обратен. Тези деца просто няма да получат никакво образование. Ще спрат да учат след 8-и клас. Всички тези, които крещят: помаците не са добри българи, пращат децата си да учат в чужбина и може би те никога няма да се върнат.
- Добре, но ако използваме термина “българо-мохамедани”, би трябвало да има етноси “българо-православни”, “българо-католици”, а аз може би трябва да се самоопределя като “българо-атеист”?
- Пак казвам, това е голяма група от хора, около 70 хиляди души. Идентичността не е фиксирана категория. Тя е променлива. Когато Гърция започна да полага грижи за каракачаните, те престанаха да се пишат като българи и все по-често се самоопределят като каракачани или гърци. Същото може да се каже за македонците. През 1992 г. за такива се обявиха 10 000 души, а през 2001 г. - само 5000. Тези процеси трябва да се следят внимателно. Ако в тези райони има засилени инвестиции, изграждане на инфраструктура и повече работа, това води до промяна на идентичността и до приобщаване.
www.trud.bg
С доц. Илона ТОМОВА от Института за населението и човека към БАН разговаря Светослав Метанов
- Доц. Томова, преброителните карти в интернет предизвикаха оживена дискусия. Там са записани американски и африкански етнос. Има ли такива?
- Няма, разбира се! По принцип при преброяванията, когато отиде преброителят и попита каква е вашата етническа принадлежност, е длъжен да запише точно отговора на преброяваните лица. След това вече идва класификацията. Тогава вече отговорите ще бъдат представени по един или друг начин. След 1992 г. редовно между 60 000 и 70 000 души на въпроса не за религиозната, а за етническата принадлежност, казват “българо-мюсюлманин”, “помак”, “ахрянин”. Това са големи натрупвания. 60 000 това са повече, отколкото всички евреи, арменци, руснаци, гагаузи, каракачани и власи, взети заедно.
- Това достатъчно ли е, за да приемем, че има българо-мохамедански етнос?
- Не. Колегите от НСИ са длъжни да запишат така. Когато после те подават информацията в официален вид, тази графа не излиза като “българо-мохамедани”. Ако са се самоопределили твърдо като “турци”, въпреки всички колебания на преброителите, се записват като турци. Записаните като “българо-мохамедани” отиват в графата “българи”. Тази специфична информация от анкетите може да отиде при политици и учени. За нас това е много важно.
Какво всъщност ни казват хората, когато посочат - “аз не съм българин, аз съм помак, мюсюлманин”. Те дават няколко знака. Единият е - аз държа на своята мюсюлманска група и на различията, които имаме. А за това има куп причини - чувство за подцененост, изключване от обществото, от управленски позиции, кариерно развитие, равноправно отношение. Това е знак, че има проблем.
- Записването на графа “българо-мохамедани” като алтернатива на “българи” не задълбочава ли проблема?
- В НСИ по този начин просто си облекчават работата, вместо после да ги вадят от графа “други”. Става дума за последваща обработка. Това вероятно е и причината да запишат формулировки като “американец” и “африканец”. У нас идват малко хора от различни африкански страни и се търси обединителния признак континент. Иначе сте абсолютно прав - няма нито африкански етнос, нито африкански език. Абсурдна е и формулировката “херцеговски” етнос. Бялото братство също не може да е религия. Колкото до българо-мохамеданите, това наистина е много чувствителен въпрос. След първата Балканска война се присъединяват обширни територии в Родопите, по поречието на Места и Струма, където има мюсюлманско население, което говори български. Македонските чети там са изпращали своите юнаци и се осъществява първото им покръстване. След това десетилетия наред, като погледнем как върви идентификацията на тези хора, ще забележим, че там, където е имало най-голямо насилие, те не са станали българи. Правят се опити още през 1912 г., след това през 1940 г. отновоняма никакъв успех, през 1968 г. пак им се сменят имената. И какъв е ефектът - там, където е имало най-голямо насилие и кръв, тези хора отказват да се признаят за българи. Страшимиров казва: “Насилието върху тях беше толкова жестоко и беше подтикнато преди всичко от алчност и после от глупост и лошота. И после тези хора казват - да ни вземе който и да е, да не ни вземат българи.” Това той го пише през 1913 г. като потресен интелектуалец. Насилието тогава е родило отказа от българска идентичност. За мен е много важно като учен да получа данните каква част от хората в Родопите, Пирин, а и в Ловешко са се самоопределили като помаци, за да мога да видя динамиката на групата. Колко от тях се самоопределят като турци? Какво е станало с тях? Дали са напуснали страната, или вече се самоопределят просто като мюсюлмани. Възможно е да установим, че една голяма част все повече се идентифицира като българи, доколко силни са миграционните процеси сред тях и т.н.
- След катобезработицата в тези региони е висока, вероятно става въпрос за икономическа емиграция?
- Емиграцията винаги започва като икономическа. Но трябва да се изследват групите, които дават най-голяма емиграция. При българите мюсюлмани наблюдаваме висока миграция. През 90-те години именно те най-много подаваха документи за американска зелена карта.
Когато сега преброителите ги срещнат по родните места, една голяма част могат да се самоопределят като американци. Преди време имах любопитен случай. Аз това “американец съм, не съм българин” преди време го чух от едно българче от Пловдив, което правеше докторантура в САЩ. Четири години бе прекарал там и напетата бе дошъл на колегиум в Будапеща и твърдеше, че е американец българофон. Бяха му достатъчни 4 години докторантура, за да престане да бъде българин, каквито са били предците му поколения наред.
- Какво доказва това?
- Тези българи мюсюлмани, които са се чувствали жертва на много силен натиск и на социално изключване, лесно стават испанци, португалци и т. н. В много по-голяма степен децата им ще останат в чужбина и няма да се върнат. А това е изключително лоялно население. Много дисциплинирано и трудолюбиво. Когато те казват - помак съм, те дават знак, че държавата не прави нужното, за да ги приобщи. Това трябва да имат предвид политиците.
- През 70-те години в Югославия Тито създаде националност мюсюлмани и видяхме 20 г. по-късно до какви кръвопролития доведе това?
- При преброяванията навсякъде по света на въпроса за етнос се записва начинът, по който човек се самоидентифицира. Но пак казвам, тези данни не са за публична, а за чисто научна употреба. По този начин могат да се набележат и ефективни политики за приобщаване. Трябва да престане лейбълизирането и заклеймяването на тези хора като нелоялни български граждани, родоотстъпници и предатели. Вчера четох форума на “Труд” и там един българин мюсюлманин бе написал, че винаги с гордост се е самоопределял като такъв и че всичките му усилия са били отдадени на тази страна. Тези хора се боят от говоренето в медиите и от политици като Волен Сидеров, Красимир Каракачанов, Яне Янев - само могат да доведат до нов натиск върху групата. Когато ние ги изключваме, те се самозатварят.
- Какво е решението?
- Просто трябва да бъдат равноправно включени във всички сфери на социалния живот и на всички нива. Те не трябва да чувстват пречки в професионалното си израстване заради това, че са мюсюлмани. Не трябва да мислят, че няма да бъдат избрани на високи постове заради религията си. Не трябва да бъдат обиждани в детската градина, в училището и в университета за това, че са такива. Не трябва да срещат административни трудности. Не може чиновник от Гоце Делчев да отсъди и да казва - няма да правим средно училище в Корница, Брезница и Лъжница, защото искаме децата ви да слязат в града, а не да получават образование в затворени ниско културни общности. Ние искаме да махнем децата оттам, за да можем да им повлияем. Това обижда. Там има над 2000 деца. Когато ти им кажеш, че няма да направиш училище, ефектът е обратен. Тези деца просто няма да получат никакво образование. Ще спрат да учат след 8-и клас. Всички тези, които крещят: помаците не са добри българи, пращат децата си да учат в чужбина и може би те никога няма да се върнат.
- Добре, но ако използваме термина “българо-мохамедани”, би трябвало да има етноси “българо-православни”, “българо-католици”, а аз може би трябва да се самоопределя като “българо-атеист”?
- Пак казвам, това е голяма група от хора, около 70 хиляди души. Идентичността не е фиксирана категория. Тя е променлива. Когато Гърция започна да полага грижи за каракачаните, те престанаха да се пишат като българи и все по-често се самоопределят като каракачани или гърци. Същото може да се каже за македонците. През 1992 г. за такива се обявиха 10 000 души, а през 2001 г. - само 5000. Тези процеси трябва да се следят внимателно. Ако в тези райони има засилени инвестиции, изграждане на инфраструктура и повече работа, това води до промяна на идентичността и до приобщаване.
www.trud.bg
29 Ağustos 2010 Pazar
Hüseyin Mevsimle "Bogdan Filov Günlükleri" üzerine yapılmış bir söyleşi
Българистът Хюсеин Мевсим е удивен от делото на археолога политик
Хюсеин Мевсим е роден през 1964 г. в кърджалийското село Козлево. Завършил е българска филология в пловдивския университет „П. Хилендарски”, а понастоящем е доцент в катедрата по български език и литература към анкарския университет. Поет и преводач - главно на поезия и драматургия – негово дело са преводите на Ст. Стратиев, Ст. Цанев, Хр. Бойчев, Антон Баев, а сега и на дневниците на Богдан Филов.
- Защо дневниците на Богдан Филов в годините на Балканската и Първата световна война? Какво лично вас ви провокира, за да посегнете към книгата?
- Дневниковите записки и описания на Филов за Балканските и Първата световна война, а така също документалните свидетелства на други български учени и преподаватели за въпросните събития, над които в момента работя и предстои скоро да бъдат издадени на турски, съдържат неимоверно ценна информация и данни, допринасящи за възстановяването на представата за, най-общо казано, културните паметници на Балканите.
- С какво мислите, че ще заинтригуват турските читатели?
- Струва ми се, че дневниците на световноизвестния български учен предполагат три възможни и противоречиви прочита, три ракурса. По-конкретно, някои читатели няма как да не оценят дейността на Филов по описването, регистрирането и опазването на културно-историческите паметници като твърде полезна и навременна. Благодарение на неговата активност и застъпничество много паметници са запазени, той предотвратява тяхното безследно изчезване или физическо унищожаване. Да си припомним само писменото му обръщение към военните власти с настоятелната молба да се предприемат строги мерки за опазването на джамията "Селимие" и нейната изключително богата на ценни ръкописи библиотека; за предотвратяването на граничещото с вандалщина нехайно отношение на цивилни и военни лица към ориенталските килими в Егейска Македония. Другият прочит е предназначен повече за историци на изкуството и предлага рядка възможност за реставриране на знанията и представите за култово-архитектурни паметници на траки, римляни, византийци, османски турци и др. в описаната география. В това отношение безценни са фотографиите му, малка част от които са приложени в книгата, а като цяло предстои да бъдат отпечатани в един албум от Турското историческо дружество. Третият прочит е, че по време на Балканските войни българските военни и цивилни власти са изнесли много ценни исторически, етнографски и археологически старини, проявили са едва ли не грабителско отношение спрямо копринени килими, оръжия, трофеи, свещени ръкописи и т.н.
- Смятате ли, че до известна степен българите са длъжници на г-н Филов? Заради политика Филов загърбваме историка и археолога от световна величина. Политическата сянка на Филов се оказа по-дълга от академичната. Какво мислите за това?
- Съгласен съм, че Филов е археолог и историк на изкуството от световна величина. Жалко, че до промените нямаше как да бъде опознат като такъв. Изключително трагична и определено поучителна е съдбата му в политически план. По моему изходът е в преодоляването на едностранчивото разглеждане и оценяване на дадена личност. Преиздаването на трудовете му безспорно ще спомогне за отърсването на учения от надвисналата над него дебела политическа сянка.
- Мен лично ме изненада заглавието на преводната ви книга - Rumeli'nin Esaret Günleri - за читателите ни ще преведа – "Румелия в дните на робство". Дневниците, събрани от Петър Петров през 1993 г., излязоха под заглавие "Пътувания из Тракия, Родопите и Македония". Кое ви накара да се спрете на такова заглавие и мислите ли, че то по-точно отразява същността на съдържанието им? Да не забравяме, че Македония продължава да бъде една от най-тъжните и романтични страници в българската история!
- Предложеното от мен заглавие бе "Дневниците на Богдан Филов", но колегите в издателство "Тимаш", може би най-голямото в момента в Турция, в последния момент са проявили инициатива и са се спрели върху един по-гръмогласен вариант. Не е трудно да предположим, че с такова ударно заглавие се цели и заковаването на читателското внимание.
- Неотдавна в Турция излезе книгата ви Bulgar Gözüyle Bursa (“Бурса през български очи”), в която, опирайки се на пътеписи и спомени от Никола Начов, Васил Кънчов и Петър Даскалов, давате ценни сведения за града от онова време. За мен беше любопитно, сравнявах написаното от вас с това на един друг автор - американец от гръцки произход, чийто корен е от Бурса - Джефри Еугенидес! Работейки над книгата, срещнахте ли нещо, което ви изненада, което не сте очаквали?
- Тази книга е първата стъпка от обхватния ми проект под работното заглавие "Анатолия и Румелия през български очи", в който включвам предимно документална литература, а именно – спомени, очерци, пътеписи, биографии, описания на градове и местности... – от български автори с различно място в йерархията на националната литература за исторически и географски реалии в пределите на Османската империя или Република Турция. След Бурса предстоят книги за Одрин, Истанбул (предвиждам да бъдат поне в три тома, като първият е под печат в издателството на Турското историческо дружество в Анкара и включва Ефрем Каранов, Михаил Маджаров и Никола Начов). Надявам се да изложа българския поглед и оценка върху събитията, за които в турските научно-изследователски среди съществува оскъдна представа. А този поглед, особено през XIX в., е изключително важен, понеже е "вътрешен", а не "външен", какъвто например е погледът на един френски или английски пътеписец, описал Османската империя.
Причините, поради които тримата автори пътуват и пребивават в Бурса, са различни и твърде интересни. Първо се пътува до Истанбул, оттук с кораб през Мраморно море до градчето Мудания, а останалото 40-километрово разстояние се изминава с файтон или влак. Например Н. Начов, който е от Калофер и ни е познат с разностранните си изследвания върху Българското Възраждане, тръгва за Бурса през размирната за Балканите и Мала Азия 1879-а, веднага след Руско-турската война, за да потърси наследството на баща си, починал в Бурса, където бил известен абаджия. На място той установява наследството, което се състои от кантори в прочутите търговски копринени центрове и ханове на първата османска столица. Междувременно авторът, за пръв път излизащ от пределите на родния си край, решава да си води бележки, в които отразява до най-малки подробности своите впечатления от посетените места, превърнали се днес в ценен източник за възкресяването на социалния, търговския, транспортния живот в Османската империя през онези години. Самият факт, че са написани от 19-годишния силно впечатлителен младеж, без да преминат през ситото на предубедителното и тенденциозно отношение, по моему още повече остойностява тези "пътни бележки". Васил Кънчов пък, оставил фундаментални трудове за етнографията и демографията на Македония и убит твърде нелепо (1902) в кабинета си като министър на просвещението в правителството на Ст. Данев, посещава Бурса и близките градчета през 1899 г., като особено стойностни са описанията на ландшафта и сведенията, които предлага за училищата и състоянието на учебно-образователното дело в града. Неговият своеобразен пътепис е публикуван за пръв път в сп. "Българска сбирка". Докато Петър Даскалов се озовава в Бурса през 1909 г. като кореспондент на всекидневника "Вечерна поща" и в поредица от материали под заглавие "Надникване в Анадола" отразява не само впечатленията си от Второто бурсенско търговско-промишлено изложение, но много живо описва самия град, атмосферата и архитектурните му забележителности.
- И тримата автори описват уникалното местоположение на града – в полите на Улудаа – Олимпос и на 18-20 км от Мраморно море, с лековитите му води, с дъхавите праскови, с кестените и черниците, от които се приготвя чудесно сладко, с бубарството – Каза хан – последната спирка по Пътя на коприната. Но аз мисля, че Бурса е скъпа на нас българите и с друго, сигурна съм, че се досещате!
- Вероятно намеквате за асоциацията, която планината поражда с манастира "Полихрон", и съответно – делото на Кирил и Методий, а също и архитектурно-религиозния комплекс "Мурадие", където се намира гробът на принцеса Мара, дадена за съпруга на Мурад I.
Защо да крия – Бурса ми е слабост, но тогавашна Бурса е едно чудесно потвърждение на думите на Солмаз Камуран, познати вече и на българските читатели, че "всички хора са братя под едно небе, с един Бог над тях".
Авторите са впечатлени от космополитния дух на града, в който турци, арменци, гърци, евреи и българите абаджии съжителстват прекрасно. Начов например посещава обителта на мевлевийските дервиши, гледа изпълненията им, наблюдава живота в града по време на Рамазана, обикаля околните села във връзка с вересиите на баща си и оставя безценни наблюдения за състоянието и поминъка им. Даскалов не се чувства чужд в Бурса, защото на всяка крачка се среща с изселници от България, и той се гордее, че те са "културтрегерите на прага на Азия".
- Сведенията за Османската империя през последните години на XIX и началото на XX век от български и сърбохърватски източници са малко ограничени за специалистите. Вашата книга безспорно е един принос, запълва една празнина. Какви са отзивите на академичната общност? Берете ли вече "плодовете" на труда си"?
- Книгата започва с предисловие, в което като основна "ахилесова пета" на османската историография отчитам недостатъчното познаване и боравене с източниците на български, сръбски, хърватски и словенски език. Преодоляването на този недостатък ще спомогне много за разностранното осветляване на събитията. Знаете, че колкото повече и различни погледи има върху едно събитие, толкова повече се увеличава вероятността за неговото обективно осветляване.
Освен широката читателска аудитория книгата привлече вниманието на изследователските кръгове, тя съдържа неоценим материал за краеведите и много бързо навлезе в научно обръщение. За нея се появиха рецензии в "Хюрриет" и притурката за литература на "Джумхуриет", скоро ще бъде представена пред читатели в Бурса и Анкара.
- Книгата е част от проекта ви "Румелия и Анатолия през български очи". Мислили ли сте да я представите на българските читатели? Ако е така, нашите приятели от издателска къща "Памет", издаваща предимно историческа и биографична литература, с радост биха ви помогнали!
- Това е интересна идея, над която непременно си струва да се помисли. Текстовете в книгата ми, а и тези, които ще включа в предстоящото разширено издание, са разхвърляни в различни периодични издания от началото на миналия и по-миналия век, така че тяхното събиране на едно място и представяне би представлявало интерес и за българския читател и изследовател.
- Бяхте официален преводач на срещата между българския и турския премиер в Анкара. Безспорно знаете повече от всички нас за какво са си говорили, но аз, разбира се, не питам за това! Как виждате развитието на по-нататъшните отношения между България и Турция?
- Като човек, роден в едната и живеещ в другата страна, свързан емоционално, рационално и професионално и с двете, много бих искал, въпреки историческите наслоения, негативизма, закостенелите предразсъдъци, от които произтича и така характерната за балканеца омраза към съседа, отношенията между двете да се развиват добре, като всички въпроси се решават по пътя на добронамерения диалог, разбирателството и дипломацията. И да се полагат упорити усилия за взаимното опознаване на културите, изкуствата, традициите и т.н.
Söyleşiyi yapan: Panayotka Panayotova
Kaynak: www.novinar.net
26 Ağustos 2010 Perşembe
MUHAKKAK OKUNMASI GEREKEN BİR KİTAP
Doç. Dr. Kasım Yunusov
Yakınlarda basından Dr. İsmail Cambazov’un OSMAN KILIÇ MAHKEMESİNİN PERDE ARKASI adlı kitabı çıktı. Hemen okumaya başladım ve bitirmeyince de bırakamadım. Hiç mübalağasız, son derece ilginç ve değerli bir eser. Adı geçen olaylar ve kişilerin yaşadıkları insanı okadar çekiyor ve etkiliyor ki, kendini onlardan bir türlü ayıramıyorsun. Okuyucuyu düşünmeye sevkediyor ve yaşananlarla ilgili onda bir çok sorular doğuruyor. Burada, hepsi birbirinden alakalı ve çekici çok sorunlar ortaya atılmış. Hatta, sözü geçen problemlerle ilgilenen okuyucularla kitap üzerinde bir tartışma ve yorumlama organize edilebilir, diye düşünüyorum. Böyle bir etkinliğin herkes için çok faydalı olacağı kanısındayım.
Ama bu ayrı bir konu. Geçelim esere ve onun içeriğine. Yazar kitabına, zamanının çok yetenekli bir şahsı, otoriteli ve Türk halkı tarafından sevilen, sayılan ünlü öğretmen Osman Kılıç’ın ve daha 5 öğrencinin tutuklanması, mahküm edilmesi ve onlarla ilgili olayları, kendilerinin ve başka ilgililer arasındaki ilişkileri konu etmiş. Dolayısıyla bu olaylar alelade olmayıp çok büyük önem taşırlar ve Bulgaristan Türklerinin tarihinde gayet değerli sayfalar oluştururlar.
Aslında sayın Osman Kılıç ağabeyimiz Türkiyede yazdığı ve daha 1989 yılında yayınladığı KADER KURBANI adlı kitabında kendinin ve o 5 öğrencinin başından geçenleri mükemmel bir tazda okuyucularına anlatmış. Fakat eser Türkiyede çıktı ve buralara, bizlere ulaşamadı. Kitabın burada da yayınlanması için gösterilen çabalara rağmen bu gerçekleşemedi. Ülkemizden, ilgilenenler ancak Türkiyedeki tanıdıkları ve yakınları vasıtasıyla kitabı okuyabilmişlerdir. Burada hemen şunu belirtmek isterim ki Dr.Cambazov’un kitabı kesinlikle KADER KURBANI’nın tekrarı değildir. O, olayların başka yönlerini ele almış, onlarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi bulunan kişileri araştırmış, düşüncelerini almış ve eserine aktarmış. Bundan başka bir uzman sıfatıyla o, tarihimizi belirleyen olayları hukuksal açıdan değerlendirme deneyinde de bulunmuş. Kısaca, yapıtının başlığından da anlaşıldığı gibi yazar olup bitenlerin PERDE ARKASI taraflarını vermeye çalışmış. Bu da okuyucunun ilgisini artırıyor ve sonuna kadar onu canlı tutuyor.
Kitabında aktardığı son derece ilginç kişisel olaylarla Dr.İsmail Cambazov, okuyuculara, ülkemizde komünist idaresinin daha ilk yıllarda azınlıklara, bu arada Bulgaristan Türklerine ait çizdiği siyasal stratejisini gösterme deneyinde bulunmuş. Kanaatimce bunu da yazar iyi başarabilmiş.
Tahmin ediyorum ki, halen yöremizde, 60 yıldan fazla önce vuku bulan bu olayları bilen, hatta işitmiş olan dahi pek az insan kalmıştır. Artı, uzun yıllar ağızlarda resmi organların kasıtlı olarak yaydıkları uydurmalar, yalan yanlış yorumları ve değerlendirmeleri geziyordu. İlk kez demokrasi koşullarında bu olaylarla ilgili hakikatı öğrenme imkanımız doğdu. Burada çok ilginç bir taraf da bizlerin, o tüyler ürpertici ve Bulgaristan Türklerini ilgilendiren hadiseleri, Dr.Cambazov’un, onları bizzat tanık olarak, kaleme aldığı yazısından öğrenme şansımızdır.
Ne doğa, ne de toplum olayları tesadüfi oluşmazlar. Onların yeri, zamanı ve kendilerini doğuran etkenler ve nedenler bulunmaktadır. Dolayısıyla eserin yapısı (strüktürü) da bu felsefi ilkelere göre düzenlenmiştir. Kitap on bölümden ibarettir. Dr.Cambazov, birinci bölümde, vuku merkezi olan Şumnu şehri ve yöresi ile ilgili okuyuculara, çok değerli ve okadar da gerekli tarihsel ve kültürel bilgiler aktarmaktadır. ETRAFINA NUR SAÇAN İRFAN YUVASI adını verdiği ikinci bölümde, okuyucuyu Şumnu Nüvvab okuluna götürür ve onun açılışı,yapısı ve faaliyeti ile ilgili etraflıca bilgilendirir. Zaten de bütün olaylar burada zuhur etmiş ve gelişmiştir. Osman Kılıç, beş öğrenci ve onların talihlerini paylaşan, kitapta adı geçen onlarca kişi, bu mukaddes okul çatısı altında yetişmiştir. Yazar, konunun tutuklama, iddianame, yargı ve hapis yılları olan esas kısımlarını tüm ayrıntılarıyla üçüncüden dokuzuncuya dek işlediği bölümlerde açıklamaktadır.
Burada, ardı sıra çıkan ve gelişen olaylar bölümünde, yazarın verdiği zengin belgesel malzeme ile komünstlerin, Bulgaristan Türklerini yoketme stratejisinin düzenlenmesi ve onun daha ilk yıllarda uygulanmaya başlanması açıklanmaktadır. Ülkemizde zuhur eden yeni siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm olayların başı, 9.9.1944 tarihinde gerçekleşen Komünist İhtilalidir, onun meyvesidir. Çünkü komünistler bambaşka bir dünya görüşüne sahiptirler. Onların idealleri, ideolojisi, idare ilkeleri, siyaseti tek sözle her şeyleri kendilerinden önce iktidarda bulunan siyasi güçlerinkine kıyasla taban tabana zıt idi. Dolayısıyla onlar ülkemizin toplum hayatının her alanında, bu arada azınlıkların dini ve kültürel yaşamı ile ilgili mirasladıkları değerleri, durumları kesinlikle aynı tarzda devam ettirme kararında değillerdi. Her şey onların iradesi, ideolojik ve siyasal programları uygunluğunda değişmeye maruzdu ve de değişecekti. Bunların çok önemli bir kısmı, komünistlerin baş rolü oynadıkları, Vatan Cephesi hükümetinin 1944-1948 yılları arasında iktidarı süresinde gerçekleşecekti.
Komünistlerin iktidara geldiği dönemde Bulgaristan Türklerinin en değerli varlığı Nüvvab okulu idi.
Nüvvab okulu 1922/1923 ders yılında Şumnuda açılıp çalışmaya başladı. Onun iki bölümü bulunmaktadır. ”Tali Kısım” denilen normal okul 5 yıl süreliydi, Öğretim süresi 3 yıl olan ve ”Ali Kısım” denilen bir de yüksek bölümü bulunuyordu. Bu kısım 1930 yılında açıldı. 1947 yılına kadar toplam 677 öğrenci Nüvvab’ı bitirdi. O yıl okulun statüsü değiştirildi, Lise oldu. Çok geçmeden de tamamen kapatılıp tarihe karıştı.
Dr.Cambazov’a göre, Bulgaristan Başmüftülüğüne bağlı olmasına, resmen Medresetün Nüvvab adını taşımasına rağmen bu okul hiçbir zaman tamamiyle gerici bir okul olmamıştır. Bilakis o ”Bulgaristan Müslümanlarının gururu, şan şerefi ve kimlik tezkeresidir. ….Türk azınlığı aydın kişiler çıkarabilmişse bunu büyük ölçüde Nüvvab okuluna borçludur.” Şunu da kaydetmek gerekir ki, ”Öğrencilerin ve Bulgaristan Türk aydınlarının istekleri ve baskıları ile o, giderek daha fazla laik eğitim veren bir okul durumuna geldi”. Bu okul genellikle müftü yardımcıları veya müftü yetiştiriyordu. Fakat zengin dil kültürüne ve genel eğitim bilgilerine sahip olan mezunları, Türk okullarına öğretmen de oluyorlar ve çok hazırlıklı öğrenciler yetiştiriyorlardı. Öğretmenlere gelince, çoğu İstanbulda, bir kısmı da Mısır’da vb.yerlerde yüksek tahsil görmüş, alim seviyesinde yetenekli, bilgili kişiler idiler. Yazar onlara ait okuyuculara çok değerli bilgiler vermektedir.
Komünistlerin bu okul için görüşleri ve verdikleri değer çok başkaydı. Onlar Nüvvab’a ve Nüvvab’lılara ”irtica yuvası”, ”gerici”, ”tutucu”, ”yobaz” olarak bakıyorlardı. Fakat onlar ülkenin ve iktidar gücü olarak kendilerinin de çok ağır bir tarihi aşamada bulunduklarının bilincindeydiler. Bu husus kendilerinin dikkatli olmalarını ve ılımlı davranmalarını gerektiriyordu. Özgürlük oynamak mecburiyetindeydiler. Dolayısıyla bir müddet güzel bir siyasi oyun süreci icra ettiler.
Önce onlar kardeşlik, birlik, beraberlik, özgürlük, eşitlik sloganları savuruyorlardı. “Artık vatandaş Bulgar, Türk, Ermeni,Yahudi, Çingene diye ayrılmayacak, herkes eşit haklara sahip olacak, her millet kendi dini ve ilmi hayatını serbestçe teşkilatlandırabilir”, diyorlardı. Türklere, siz de hayatınızı kendi istediğiniz gibi organize edebilirsiniz,Vatan Cephesi komiteleri kurabilirsiniz, dediler. Hayli bilinmezliklere rağmen, bunlardan etkilenen Bulgaristan Türkleri bu arada Nüvvab öğretmenleri ve öğrencileri daha ilk aylarda, kurulan Vatan Cephesi koalisyon hükümetine kucak açtılar, ona dört elle sarıldılar ve candan desteklediler. Her yerde Vatan Cephesi komiteleri kuruldu, Türk gençlik teşkilatları oluşturuldu, Türk Öğretmenler Birliği kuruldu vb. Kapatılmış camiler, okullar açıldı, öğretmenler hatta hocalar, hacılar el üstünde tutuluyordu. Her yerde sevinç, ümit havası esiyordu. Halk sevinçten coşuyordu. Devletin programını gerçekleştirmek için canla başla çalışıyorlar, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Bu aşamada yıldızı parlayan en hazırlıklı, en seçkin, en bilgili, okulda ve okul dışı aktiv çalışmalarıyla ön saflara bulunan Nüvvab’ın örneklik genç öğretmeni Osman Kılıç idi. O, Nüvvab’ın Tali ve Ali kısmını ikmal edip mezun olmuştur. Önce birkaç yıl başka okullarda öğretmenlik etmiş ve 1945/1946 ders yılında Nüvvab’a kadrolu öğretmen olarak atanmıştır.
O öğretmenlerin içinde yeni döneme en yatkın, en hazırlıklı bulunuyor. Hiçbir sakıncasız yeni rejime seviniyor, ona destek veriyor, hiçbir kötü niyeti olmadan tam manasıyla aktif bir Vatan Cepheci olarak çalışıyor. Türk Öğretmenler Birliğinin Sekreteri, onun kapatılmasından sonra kurulan Eğitim İşçileri Birliğine Şumnu İl komitesine temsilci olarak seçilir. Yüksek Eğitim Şurası üyesi olarak da görevlendiriliyor. Bütün bulunduğu kurumlarda vazifelerini mükemmel şekilde icra ederek Türk azınlığı aydınlarını layıkıyla temsil ediyor. Türk okullarında daha iyi eğitim sistemi uygulanması ile ilgili son derece önemli tasarılara ve önerilere imza atıyor. Vasil Kolarov’un, Penço Kubadinskinin vb. komünist liderlerin Şumnu’da ve yörede yaptıkları konuşmaları çok büyük ustalıkla, seçkin bir söz sanatçısı gibi tercüme ediyor, konuşmacıların ve dinleyicilerin büyük takdirini kazanıyor.
Çok maalesef yeni, komünist rejimin coşkulu ve heyecanlı süreci pek uzun sürmüyor. Muhalefeti susturup iktidarı tamamıyla ele geçirince işler değişiyor. Komünistler Türklere verdikleri vaatlerden vazgeçmeye başlıyorlar. Hak-hukuk arayanlar, vaatlerini hatırlatan aydınlar takip ediliyor, tutuklanıyorlar. Acaba komünistler neden Türklere karşı tavrını değiştirmişlerdi? Ne olmuştu? Değişen bir şey yoktu. İyi tutum ve güzel vaatler Bulgaristan Türklerini kendilerine kazandırmak için oynanıyordu. O ilk yıllarda komünistler muhalefetle adeta ölüm kalım savaşı yürütüyordu. Ülkemiz, seçimler, referandum, ondan sonra da genel seçimler yapıyor, son derece kritik bir period yaşıyordu. Bu süreçte komünistlerin azınlıkların, bu arada Bulgaristan Türklerin oylarından ihtiyaçları vardı. Olumlu tavır genellikle bunlardan kaynaklanıyordu. Bundan sonraki gelişmeler onların hakiki amaçlarını ve niyetlerini yeterince kanıtlayacaktı. Türklerle ilgili gizli olarak planladıkları, öngördükleri vazifelerin ve etkinliklerin icrasına geçmek zamanı gelmişti.
Daha 1944 yılının sonunda yapılan Türk Vatan Cephesi kongresinde komünist idarecilerin Bulgaristan Türkleri ile ilgili art niyet taşıdıkları açıkça belli oldu. Kongre yönetimine sadece komünistler seçildi. Önceden ilan edildiğine göre burada Bulgaristan Türk azınlığının dini ve ilmi hayatını teşkilatlandırma sorunu görüşülecekti. Bu konuda beklenenlerle yapılan öneriler arasında ciddi bir geçişme oluşuyor. Bir komünist katılımcı okullarda din derslerinin programlardan çıkarılmasını istiyor. Aralarında Osman Kılıç da bulunan Şumnu grubu Türk dini teşkilat ve eğitim sistemi ile ilgili hazırladıkları ayrıntılı tasarıyı sunma imkanını dahi bulamıyor. Hiçbir şey başaramadan geri dönüyorlar. Sadece işledikleri tasarıyı kongre yönetiminden birine vermekle yetiniyorlar. Bir katılımcıdan da Nüvvab’ın bir Türk lisesine (Gimnaziyaya) dönüşmesi önerisi geliyor.
Bu kongreden sonra Komünist idaresinin bu doğrultuda planlı ve aktiv çalışmaları, Türkler için daha tehlikeli bir aşamaya giriyor. Azınlıkları yok etme programını usulca uygulamaya geçiliyor. Dolayısıyla çok geçmeden yeni emirler gelmeye başlıyor. Artık eşitlik var bahanesiyle ayrıca Türk Vatan Cephesi komiteleri kurmaya hacet olmadığı buyruluyor. Her yerde umum Vatan Cephesi teşkilatları olacak, onlara Türkler de üye olabilirler, yönetim komitelerine de onlardan bir temsilci alınabilir, deniyor. Bu vesileyle Türk Öğretmenler Birliği de feshediliyor, kapatılıyor. Bütün memlekette yeni Eğitim İşçileri Birliği kuruluyor. Buraya Türk öğretmenler de üye olabilirler, yerel teşkilatların yönetimine onlardan birer temsilci alınacağı söyleniyor. Türk gençlik teşkilatlarına da son veriliyor. Onların yerine bütün gençlere ait bir Halk Gençler Birliği kuruluyor.
Böylelikle Türklerin müstakil bir etnik grubu olarak kendi aralarında kendilerine ait hiçbir örgüt ve kuruluşu oluşturamayacakları çok açık anlaşılıyor. Dolayısıyla onlar milli benlik ve varlıklarını korumak imkanından mahrum ediliyorlar.
Komünistler eğitim alanında en büyük, köklü değişiklikler yapmayı düşünüyorlar. Bunu gerçekleştirecek Yüksek Eğitim Şurası meydana getiriliyor. Bu kurulun daha açılış töreninde, Milli Eğitim Bakanlığında Lise öğrenimi Genel Müdürü Dr. Kiril Dramaliev “Memleketimizdeki Türk hususi azınlık okullarına gelince, artık bu irtica ocaklarının mevcudiyetine tahammül edemeyiz” diyor. Bununla o, Türk okullarının kapatılması ile ilgili hükümetin kararlılığını ima ediyor. Bu kurula Türk öğretmenlerin temsilcisi olarak seçilen Osman Kılıç “Azınlık Okulları” komisyonu üyesi olarak çalışıyor. O, Türk okullarının yeni koşullarda devlet tarafından idare edilip çok daha başarılı olabilmeleri tezini savunuyor ve bu alanda çok çaba gösteriyor. Bu amaçla o, önceden hazırladıkları tasarıyı komisyona sunup ve isteklerinin komisyon raporunda yer almasını istiyor. Komisyon başkanı buna itirazda bulunmuyor, fakat onları yüksek makamlara ulaştırıyor. Burada, Türk okullarında eğitimin Türkçe olması ve okul müdürlerinin de Türk olması önerileri önemli yer almıştır. Din derslerinin fakültatif olarak okunması öneriliyor. Bu istekler genel kurulda bir formalite olarak kabul ediliyorlar, fakat sadece yazılı olarak kalıyorlar. Türk okullarının en büyük sorunu devletin onlara mali yardım sağlaması, bu okulların da mali idaresini devletin üstlenmesi. Bundan başka, devlet, Türk okullarına öğretmen yetiştirmesi için, biri Güney Bulgaristan’da (mesela Kırcali’de), diğeri de Kuzey Bulgaristan’da olmak üzere en az 2 pedagoji okulunun açılması isteniyor; Türk öğrencilerinin istedikleri Bulgar okullarına kabulü vb. gibi istekler sunuluyor.
İşte böyle, daha ilk yıllarda Bulgaristan Türklerinin ihtiyaçları ve beklentileri ile komünist idaresinin amaçları, ideolojisi ve azınlık politikası arasında bağdaşılamaz bir geçişme oluşuyor. Türkler kültürel hayatını önce verilen vaatler doğrultusunda, kendi kimliğini, benliğini koruyarak, daha da geliştirerek yeni, demokratik raylar üzerinde sürdürme hevesinde ve çabasında. Komünistler ise yeni siyasal stratejileri kapsamında azınlık haklarına kısıtlamalar getirerek onları yok etmeyi planlıyor. Onların programlarında Bulgarlıktan farklı benliğe, kimliğe ne yer, ne de ihtiyaç var.
Fakat komünistler çizdikleri projelerinin o kadar kolay uygulanamayacağının da farkında. Bütün güçlerini seferber ederek mücadele etmek gerekeceğini de iyi biliyorlar. Onlar için en büyük tehlike Nüvvab’dan geliyor. Onlara göre Nüvvab, hiç de istemedikleri, taşıyamadıkları Türklük, Türkçülük ve Müslümanlık üretiyor, yayıyor. Buna rağmen zamanın müsait olmadığından hemen kapatmaya cesaret edemiyorlar. Öğretmenlerden, onların davalarına en aykırı hareket eden, amaçlarını engelleyebilecek en büyük kuvveti Osman Kılıç’ın yüzünde görüyorlar. Velev ki o, yeni iktidar lehine, onun siyaseti uygunluğunda durmadan uğraşıyor, ona karşı tutumu çok olumlu, aktiv bir Vatan Cepheci, Yüksek Eğitim Şurası üyesi, “Yeni Işık” gazetesine yazdığı yazılarıyla gençleri Halk Gençler Birliğine girmelerine davet ediyor, Georgi Dimitrov’un 65.yıldönümü ile ilgili Şumnu Okuma evinde rapor hazırlayıp okuyor, Nüvvab’da en genç öğretmen olduğundan Vatan Cephesi hükümetinin siyaseti ile ilgi daima gençlerin arasında ve sürekli onlara yardım ediyor ve bu ruhta yapılan tüm etkinliklere katılıyor ve büyük katkısını veriyor, yine de komünistlerin bilincinde o, en azılı düşman olarak kalıyor. İdare onun iyi davranışlarını ve aktifliğini kesinlikle taviz vermeye değer hareketler olarak nitelendirmiyor. Onun en büyük suçu çok hazırlıklı, bilgili, seçkin, otoriteli bir Türk öğretmeni olmasıdır. Türk okullarını savunması, onların kalkınması için gösterdiği çabalar, onun din ve Türkçülük taraftarı olmasını güvenlik organları en büyük milliyetçi olarak nitelendiriyor. İşte bu meziyetleriyle o gözlerine diken gibi batıyor.
Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, komünistler kendi güvenliliği ile ilgili her şeyi kontrol altına almayı ihmal etmemiştir. Vatan Cephesi hükümeti, Nüvvab hocalarını, öğrencilerini izlemek için Şumnu Emniyetinde bir ekip tayin etmiştir. Osman Kılıç çoktan gözetim altında bulunur ve tutuklama için uygun zaman beklenir.
Öğrenci kesiminden bir grup öğrencinin tutumunda oluşan tuhaf bir canlılık güvenlik güçlerinin gözünden kaçmamıştır. Bir ekip de onların peşindedir. İşlerin daha fazla büyümesine izin verilmemeli, acele tedbir alınma gerekçesi düşünülür. O da gecikmez, 24.03.1948 tarihinde önce öğrenciler, 20 gün sonra da 14.04.1948 tarihinde hocaları Osman Kılıç tevkif edilirler.
5 Nüvvab öğrencisi daha 1945 yılında, Bulgaristan Türkleri ile ilgili komünistlerin amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu daha ilk adımlarında fark ederek, Türk okullarının kapatılması, dini ibadetlerin yasak edilerek milli (etnik) kimliğimizin inkar edilmesine ve Türk halkını yok etme yolunu tutuşuna karşı tepki olarak bir örgüt kurarlar. Bu doğrultuda bazı eylemler de gerçekleştirirler. Tutuklama, sorgulama, mahkeme, ceza süreçleri komünistlerin düzenlediği senaryo gereğince icra edilir. Komünist adli sisteminin çok önemli özelliklerinden biri de ön yargı ile çalışmak. O, sistemin her aşamasında mevcuttur. Aşırı şiddet ve işkence uygulayarak önyargı ile istedikleri ifadeleri alırlar ve buna göre de iddianame hazırlanır, duruşma yapılır ve hüküm verilir. Ön yargı ile daha davadan önce Osman Kılıç ve öğrenciler “Halk haini”, “Halk düşmanı”, “Türkiye Casusu” olarak ilan edilirler. Hatta idare tarafından seçişmiş kişiler halk arasında toplantılar yapıp sanıkları kınarlar.
Osman Kılıç’a karşı yapılan suçlama öğrencilerinkinden farklıdır, aralarında ilişki de yoktur. Fakat öğretmenin muhakkak bertaraf edilmesi, etkisiz hale getirilebilmesi için önyargı ile ona ek suçlama ilave edilir. Onu, öğrencilerin ilhamcısı, manevi önderi, teşvikçisi çıkarırlar. Kanıtlayıcı hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu husus hem iddianamede, hem duruşmada yer alır ve hükümde de göz önünde bulundurulur. Dolayısıyla hakiki sebepler perde arkasında bırakılarak, mahkeme de suçunu kanıtlayıcı bir delil dahi gösteremeden, Türkiye lehine ve Bulgaristan aleyhine casusluk işlemiş diye Osman Kılıç idam, öğrenciler de farklı yıllar ağır hapis cezalarına çarptırılır. Daha sonra hocanın cezası da 20 yıl ağır hapis cezasına dönüşür. Böylelikle “Osman Kılıç Mahkemesi” sona erer. Yazar, bundan sonra başlayan ve sonuna kadar süren, mağdurların hayatlarını değiştiren, son derece ağır ve çile dolu hapis yıllarını anlatır.
Fakat bununla komünist hükümetinin Nüvvab’lılarla olan siyasi ve ideolojik kavgası sona ermiyor. Onlar durmadan takip ediliyor, tutuklanıyor ve hapislerde mahvediliyor. Yazar kitabının onuncu bölümünde araştırdığı Nüvvab’lıların “Halk İdaresi Yılları” nda çektikleri çekileri dil getiriyor. Komünizmin ülkemizde iktidara geldiği bu erken yıllarda Türk aydın temsilcilerine karşı gerçekleştirilen davanın türlü anlamı vardır. Her şeyden önce o, Bulgaristan Türklerine verilen büyük bir derstir. Burada esas amaç adı geçen kişilerle hesaplaşmak değil, tüm Türk azınlığını korkutmak, sındırmak, yıldırmak ve susturmaktır. Bundan böyle tüm vatandaşların, bu arada sizlerin her alanda gelişme yolunu sadece biz çizeceğiz, tek sözle biz ne istersek o olacak, demek istemişler. Aynı zamanda, üzerinde durduğumuz olaylar Bulgaristan Komünistlerinin tasarladığı azınlıkları yok etme stratejisini uygulamanın birinci etabı olarak nitelendirilir. Bundan sonraki gelişmeler, dini ibadetlerimize ve kültürümüzle ilgili sistemli olarak, adım adım getirilen kısıtlamalar ve 60 ve 70. yıllarında diğer Müslüman kardeşlerimizin ve 80. yılların ortalarında Bulgaristan Türklerinin hayatında zuhur eden ve yaşanan çok çirkin olaylar kayıtsız şartsız bunları kanıtladı.
Dr. İsmail Cambazov’un yapıtı akıcı, anlaşılır güzel bir dille yazılmıştır. Fakat bu kesinlikle, aynen “Bir varmış bir yokmuş” masallarında veya öykülerinde konuşulduğu gibi, anlamına gelmez. Yazarın kullandığı dil bilimsel esere yakışır bir dildir, anlattıklarının anlaşılması hiç de zor değildir. Çok maalesef bazılarımızın, bu arada kendilerini bakan seviyesinde birileri olarak gören aydın temsilcilerimizin kelime torbası o kadar boşalmış ki, alelade bir iletişimde veya gazetede adi makaleleri dahi anlamakta hayli zorlanıyorlar. Henüz, dil zenginliğinin önemini gereğince anlamış değiliz, gibi geliyor bana. Dolayısıyla Dr.Cambazov’un eseri bu doğrultuda tüm okuyucular için mükemmel bir kaynak rolünü oynayacağı, kanısındayım.
Kaynak: kircaalihaber.com
Yakınlarda basından Dr. İsmail Cambazov’un OSMAN KILIÇ MAHKEMESİNİN PERDE ARKASI adlı kitabı çıktı. Hemen okumaya başladım ve bitirmeyince de bırakamadım. Hiç mübalağasız, son derece ilginç ve değerli bir eser. Adı geçen olaylar ve kişilerin yaşadıkları insanı okadar çekiyor ve etkiliyor ki, kendini onlardan bir türlü ayıramıyorsun. Okuyucuyu düşünmeye sevkediyor ve yaşananlarla ilgili onda bir çok sorular doğuruyor. Burada, hepsi birbirinden alakalı ve çekici çok sorunlar ortaya atılmış. Hatta, sözü geçen problemlerle ilgilenen okuyucularla kitap üzerinde bir tartışma ve yorumlama organize edilebilir, diye düşünüyorum. Böyle bir etkinliğin herkes için çok faydalı olacağı kanısındayım.
Ama bu ayrı bir konu. Geçelim esere ve onun içeriğine. Yazar kitabına, zamanının çok yetenekli bir şahsı, otoriteli ve Türk halkı tarafından sevilen, sayılan ünlü öğretmen Osman Kılıç’ın ve daha 5 öğrencinin tutuklanması, mahküm edilmesi ve onlarla ilgili olayları, kendilerinin ve başka ilgililer arasındaki ilişkileri konu etmiş. Dolayısıyla bu olaylar alelade olmayıp çok büyük önem taşırlar ve Bulgaristan Türklerinin tarihinde gayet değerli sayfalar oluştururlar.
Aslında sayın Osman Kılıç ağabeyimiz Türkiyede yazdığı ve daha 1989 yılında yayınladığı KADER KURBANI adlı kitabında kendinin ve o 5 öğrencinin başından geçenleri mükemmel bir tazda okuyucularına anlatmış. Fakat eser Türkiyede çıktı ve buralara, bizlere ulaşamadı. Kitabın burada da yayınlanması için gösterilen çabalara rağmen bu gerçekleşemedi. Ülkemizden, ilgilenenler ancak Türkiyedeki tanıdıkları ve yakınları vasıtasıyla kitabı okuyabilmişlerdir. Burada hemen şunu belirtmek isterim ki Dr.Cambazov’un kitabı kesinlikle KADER KURBANI’nın tekrarı değildir. O, olayların başka yönlerini ele almış, onlarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi bulunan kişileri araştırmış, düşüncelerini almış ve eserine aktarmış. Bundan başka bir uzman sıfatıyla o, tarihimizi belirleyen olayları hukuksal açıdan değerlendirme deneyinde de bulunmuş. Kısaca, yapıtının başlığından da anlaşıldığı gibi yazar olup bitenlerin PERDE ARKASI taraflarını vermeye çalışmış. Bu da okuyucunun ilgisini artırıyor ve sonuna kadar onu canlı tutuyor.
Kitabında aktardığı son derece ilginç kişisel olaylarla Dr.İsmail Cambazov, okuyuculara, ülkemizde komünist idaresinin daha ilk yıllarda azınlıklara, bu arada Bulgaristan Türklerine ait çizdiği siyasal stratejisini gösterme deneyinde bulunmuş. Kanaatimce bunu da yazar iyi başarabilmiş.
Tahmin ediyorum ki, halen yöremizde, 60 yıldan fazla önce vuku bulan bu olayları bilen, hatta işitmiş olan dahi pek az insan kalmıştır. Artı, uzun yıllar ağızlarda resmi organların kasıtlı olarak yaydıkları uydurmalar, yalan yanlış yorumları ve değerlendirmeleri geziyordu. İlk kez demokrasi koşullarında bu olaylarla ilgili hakikatı öğrenme imkanımız doğdu. Burada çok ilginç bir taraf da bizlerin, o tüyler ürpertici ve Bulgaristan Türklerini ilgilendiren hadiseleri, Dr.Cambazov’un, onları bizzat tanık olarak, kaleme aldığı yazısından öğrenme şansımızdır.
Ne doğa, ne de toplum olayları tesadüfi oluşmazlar. Onların yeri, zamanı ve kendilerini doğuran etkenler ve nedenler bulunmaktadır. Dolayısıyla eserin yapısı (strüktürü) da bu felsefi ilkelere göre düzenlenmiştir. Kitap on bölümden ibarettir. Dr.Cambazov, birinci bölümde, vuku merkezi olan Şumnu şehri ve yöresi ile ilgili okuyuculara, çok değerli ve okadar da gerekli tarihsel ve kültürel bilgiler aktarmaktadır. ETRAFINA NUR SAÇAN İRFAN YUVASI adını verdiği ikinci bölümde, okuyucuyu Şumnu Nüvvab okuluna götürür ve onun açılışı,yapısı ve faaliyeti ile ilgili etraflıca bilgilendirir. Zaten de bütün olaylar burada zuhur etmiş ve gelişmiştir. Osman Kılıç, beş öğrenci ve onların talihlerini paylaşan, kitapta adı geçen onlarca kişi, bu mukaddes okul çatısı altında yetişmiştir. Yazar, konunun tutuklama, iddianame, yargı ve hapis yılları olan esas kısımlarını tüm ayrıntılarıyla üçüncüden dokuzuncuya dek işlediği bölümlerde açıklamaktadır.
Burada, ardı sıra çıkan ve gelişen olaylar bölümünde, yazarın verdiği zengin belgesel malzeme ile komünstlerin, Bulgaristan Türklerini yoketme stratejisinin düzenlenmesi ve onun daha ilk yıllarda uygulanmaya başlanması açıklanmaktadır. Ülkemizde zuhur eden yeni siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm olayların başı, 9.9.1944 tarihinde gerçekleşen Komünist İhtilalidir, onun meyvesidir. Çünkü komünistler bambaşka bir dünya görüşüne sahiptirler. Onların idealleri, ideolojisi, idare ilkeleri, siyaseti tek sözle her şeyleri kendilerinden önce iktidarda bulunan siyasi güçlerinkine kıyasla taban tabana zıt idi. Dolayısıyla onlar ülkemizin toplum hayatının her alanında, bu arada azınlıkların dini ve kültürel yaşamı ile ilgili mirasladıkları değerleri, durumları kesinlikle aynı tarzda devam ettirme kararında değillerdi. Her şey onların iradesi, ideolojik ve siyasal programları uygunluğunda değişmeye maruzdu ve de değişecekti. Bunların çok önemli bir kısmı, komünistlerin baş rolü oynadıkları, Vatan Cephesi hükümetinin 1944-1948 yılları arasında iktidarı süresinde gerçekleşecekti.
Komünistlerin iktidara geldiği dönemde Bulgaristan Türklerinin en değerli varlığı Nüvvab okulu idi.
Nüvvab okulu 1922/1923 ders yılında Şumnuda açılıp çalışmaya başladı. Onun iki bölümü bulunmaktadır. ”Tali Kısım” denilen normal okul 5 yıl süreliydi, Öğretim süresi 3 yıl olan ve ”Ali Kısım” denilen bir de yüksek bölümü bulunuyordu. Bu kısım 1930 yılında açıldı. 1947 yılına kadar toplam 677 öğrenci Nüvvab’ı bitirdi. O yıl okulun statüsü değiştirildi, Lise oldu. Çok geçmeden de tamamen kapatılıp tarihe karıştı.
Dr.Cambazov’a göre, Bulgaristan Başmüftülüğüne bağlı olmasına, resmen Medresetün Nüvvab adını taşımasına rağmen bu okul hiçbir zaman tamamiyle gerici bir okul olmamıştır. Bilakis o ”Bulgaristan Müslümanlarının gururu, şan şerefi ve kimlik tezkeresidir. ….Türk azınlığı aydın kişiler çıkarabilmişse bunu büyük ölçüde Nüvvab okuluna borçludur.” Şunu da kaydetmek gerekir ki, ”Öğrencilerin ve Bulgaristan Türk aydınlarının istekleri ve baskıları ile o, giderek daha fazla laik eğitim veren bir okul durumuna geldi”. Bu okul genellikle müftü yardımcıları veya müftü yetiştiriyordu. Fakat zengin dil kültürüne ve genel eğitim bilgilerine sahip olan mezunları, Türk okullarına öğretmen de oluyorlar ve çok hazırlıklı öğrenciler yetiştiriyorlardı. Öğretmenlere gelince, çoğu İstanbulda, bir kısmı da Mısır’da vb.yerlerde yüksek tahsil görmüş, alim seviyesinde yetenekli, bilgili kişiler idiler. Yazar onlara ait okuyuculara çok değerli bilgiler vermektedir.
Komünistlerin bu okul için görüşleri ve verdikleri değer çok başkaydı. Onlar Nüvvab’a ve Nüvvab’lılara ”irtica yuvası”, ”gerici”, ”tutucu”, ”yobaz” olarak bakıyorlardı. Fakat onlar ülkenin ve iktidar gücü olarak kendilerinin de çok ağır bir tarihi aşamada bulunduklarının bilincindeydiler. Bu husus kendilerinin dikkatli olmalarını ve ılımlı davranmalarını gerektiriyordu. Özgürlük oynamak mecburiyetindeydiler. Dolayısıyla bir müddet güzel bir siyasi oyun süreci icra ettiler.
Önce onlar kardeşlik, birlik, beraberlik, özgürlük, eşitlik sloganları savuruyorlardı. “Artık vatandaş Bulgar, Türk, Ermeni,Yahudi, Çingene diye ayrılmayacak, herkes eşit haklara sahip olacak, her millet kendi dini ve ilmi hayatını serbestçe teşkilatlandırabilir”, diyorlardı. Türklere, siz de hayatınızı kendi istediğiniz gibi organize edebilirsiniz,Vatan Cephesi komiteleri kurabilirsiniz, dediler. Hayli bilinmezliklere rağmen, bunlardan etkilenen Bulgaristan Türkleri bu arada Nüvvab öğretmenleri ve öğrencileri daha ilk aylarda, kurulan Vatan Cephesi koalisyon hükümetine kucak açtılar, ona dört elle sarıldılar ve candan desteklediler. Her yerde Vatan Cephesi komiteleri kuruldu, Türk gençlik teşkilatları oluşturuldu, Türk Öğretmenler Birliği kuruldu vb. Kapatılmış camiler, okullar açıldı, öğretmenler hatta hocalar, hacılar el üstünde tutuluyordu. Her yerde sevinç, ümit havası esiyordu. Halk sevinçten coşuyordu. Devletin programını gerçekleştirmek için canla başla çalışıyorlar, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Bu aşamada yıldızı parlayan en hazırlıklı, en seçkin, en bilgili, okulda ve okul dışı aktiv çalışmalarıyla ön saflara bulunan Nüvvab’ın örneklik genç öğretmeni Osman Kılıç idi. O, Nüvvab’ın Tali ve Ali kısmını ikmal edip mezun olmuştur. Önce birkaç yıl başka okullarda öğretmenlik etmiş ve 1945/1946 ders yılında Nüvvab’a kadrolu öğretmen olarak atanmıştır.
O öğretmenlerin içinde yeni döneme en yatkın, en hazırlıklı bulunuyor. Hiçbir sakıncasız yeni rejime seviniyor, ona destek veriyor, hiçbir kötü niyeti olmadan tam manasıyla aktif bir Vatan Cepheci olarak çalışıyor. Türk Öğretmenler Birliğinin Sekreteri, onun kapatılmasından sonra kurulan Eğitim İşçileri Birliğine Şumnu İl komitesine temsilci olarak seçilir. Yüksek Eğitim Şurası üyesi olarak da görevlendiriliyor. Bütün bulunduğu kurumlarda vazifelerini mükemmel şekilde icra ederek Türk azınlığı aydınlarını layıkıyla temsil ediyor. Türk okullarında daha iyi eğitim sistemi uygulanması ile ilgili son derece önemli tasarılara ve önerilere imza atıyor. Vasil Kolarov’un, Penço Kubadinskinin vb. komünist liderlerin Şumnu’da ve yörede yaptıkları konuşmaları çok büyük ustalıkla, seçkin bir söz sanatçısı gibi tercüme ediyor, konuşmacıların ve dinleyicilerin büyük takdirini kazanıyor.
Çok maalesef yeni, komünist rejimin coşkulu ve heyecanlı süreci pek uzun sürmüyor. Muhalefeti susturup iktidarı tamamıyla ele geçirince işler değişiyor. Komünistler Türklere verdikleri vaatlerden vazgeçmeye başlıyorlar. Hak-hukuk arayanlar, vaatlerini hatırlatan aydınlar takip ediliyor, tutuklanıyorlar. Acaba komünistler neden Türklere karşı tavrını değiştirmişlerdi? Ne olmuştu? Değişen bir şey yoktu. İyi tutum ve güzel vaatler Bulgaristan Türklerini kendilerine kazandırmak için oynanıyordu. O ilk yıllarda komünistler muhalefetle adeta ölüm kalım savaşı yürütüyordu. Ülkemiz, seçimler, referandum, ondan sonra da genel seçimler yapıyor, son derece kritik bir period yaşıyordu. Bu süreçte komünistlerin azınlıkların, bu arada Bulgaristan Türklerin oylarından ihtiyaçları vardı. Olumlu tavır genellikle bunlardan kaynaklanıyordu. Bundan sonraki gelişmeler onların hakiki amaçlarını ve niyetlerini yeterince kanıtlayacaktı. Türklerle ilgili gizli olarak planladıkları, öngördükleri vazifelerin ve etkinliklerin icrasına geçmek zamanı gelmişti.
Daha 1944 yılının sonunda yapılan Türk Vatan Cephesi kongresinde komünist idarecilerin Bulgaristan Türkleri ile ilgili art niyet taşıdıkları açıkça belli oldu. Kongre yönetimine sadece komünistler seçildi. Önceden ilan edildiğine göre burada Bulgaristan Türk azınlığının dini ve ilmi hayatını teşkilatlandırma sorunu görüşülecekti. Bu konuda beklenenlerle yapılan öneriler arasında ciddi bir geçişme oluşuyor. Bir komünist katılımcı okullarda din derslerinin programlardan çıkarılmasını istiyor. Aralarında Osman Kılıç da bulunan Şumnu grubu Türk dini teşkilat ve eğitim sistemi ile ilgili hazırladıkları ayrıntılı tasarıyı sunma imkanını dahi bulamıyor. Hiçbir şey başaramadan geri dönüyorlar. Sadece işledikleri tasarıyı kongre yönetiminden birine vermekle yetiniyorlar. Bir katılımcıdan da Nüvvab’ın bir Türk lisesine (Gimnaziyaya) dönüşmesi önerisi geliyor.
Bu kongreden sonra Komünist idaresinin bu doğrultuda planlı ve aktiv çalışmaları, Türkler için daha tehlikeli bir aşamaya giriyor. Azınlıkları yok etme programını usulca uygulamaya geçiliyor. Dolayısıyla çok geçmeden yeni emirler gelmeye başlıyor. Artık eşitlik var bahanesiyle ayrıca Türk Vatan Cephesi komiteleri kurmaya hacet olmadığı buyruluyor. Her yerde umum Vatan Cephesi teşkilatları olacak, onlara Türkler de üye olabilirler, yönetim komitelerine de onlardan bir temsilci alınabilir, deniyor. Bu vesileyle Türk Öğretmenler Birliği de feshediliyor, kapatılıyor. Bütün memlekette yeni Eğitim İşçileri Birliği kuruluyor. Buraya Türk öğretmenler de üye olabilirler, yerel teşkilatların yönetimine onlardan birer temsilci alınacağı söyleniyor. Türk gençlik teşkilatlarına da son veriliyor. Onların yerine bütün gençlere ait bir Halk Gençler Birliği kuruluyor.
Böylelikle Türklerin müstakil bir etnik grubu olarak kendi aralarında kendilerine ait hiçbir örgüt ve kuruluşu oluşturamayacakları çok açık anlaşılıyor. Dolayısıyla onlar milli benlik ve varlıklarını korumak imkanından mahrum ediliyorlar.
Komünistler eğitim alanında en büyük, köklü değişiklikler yapmayı düşünüyorlar. Bunu gerçekleştirecek Yüksek Eğitim Şurası meydana getiriliyor. Bu kurulun daha açılış töreninde, Milli Eğitim Bakanlığında Lise öğrenimi Genel Müdürü Dr. Kiril Dramaliev “Memleketimizdeki Türk hususi azınlık okullarına gelince, artık bu irtica ocaklarının mevcudiyetine tahammül edemeyiz” diyor. Bununla o, Türk okullarının kapatılması ile ilgili hükümetin kararlılığını ima ediyor. Bu kurula Türk öğretmenlerin temsilcisi olarak seçilen Osman Kılıç “Azınlık Okulları” komisyonu üyesi olarak çalışıyor. O, Türk okullarının yeni koşullarda devlet tarafından idare edilip çok daha başarılı olabilmeleri tezini savunuyor ve bu alanda çok çaba gösteriyor. Bu amaçla o, önceden hazırladıkları tasarıyı komisyona sunup ve isteklerinin komisyon raporunda yer almasını istiyor. Komisyon başkanı buna itirazda bulunmuyor, fakat onları yüksek makamlara ulaştırıyor. Burada, Türk okullarında eğitimin Türkçe olması ve okul müdürlerinin de Türk olması önerileri önemli yer almıştır. Din derslerinin fakültatif olarak okunması öneriliyor. Bu istekler genel kurulda bir formalite olarak kabul ediliyorlar, fakat sadece yazılı olarak kalıyorlar. Türk okullarının en büyük sorunu devletin onlara mali yardım sağlaması, bu okulların da mali idaresini devletin üstlenmesi. Bundan başka, devlet, Türk okullarına öğretmen yetiştirmesi için, biri Güney Bulgaristan’da (mesela Kırcali’de), diğeri de Kuzey Bulgaristan’da olmak üzere en az 2 pedagoji okulunun açılması isteniyor; Türk öğrencilerinin istedikleri Bulgar okullarına kabulü vb. gibi istekler sunuluyor.
İşte böyle, daha ilk yıllarda Bulgaristan Türklerinin ihtiyaçları ve beklentileri ile komünist idaresinin amaçları, ideolojisi ve azınlık politikası arasında bağdaşılamaz bir geçişme oluşuyor. Türkler kültürel hayatını önce verilen vaatler doğrultusunda, kendi kimliğini, benliğini koruyarak, daha da geliştirerek yeni, demokratik raylar üzerinde sürdürme hevesinde ve çabasında. Komünistler ise yeni siyasal stratejileri kapsamında azınlık haklarına kısıtlamalar getirerek onları yok etmeyi planlıyor. Onların programlarında Bulgarlıktan farklı benliğe, kimliğe ne yer, ne de ihtiyaç var.
Fakat komünistler çizdikleri projelerinin o kadar kolay uygulanamayacağının da farkında. Bütün güçlerini seferber ederek mücadele etmek gerekeceğini de iyi biliyorlar. Onlar için en büyük tehlike Nüvvab’dan geliyor. Onlara göre Nüvvab, hiç de istemedikleri, taşıyamadıkları Türklük, Türkçülük ve Müslümanlık üretiyor, yayıyor. Buna rağmen zamanın müsait olmadığından hemen kapatmaya cesaret edemiyorlar. Öğretmenlerden, onların davalarına en aykırı hareket eden, amaçlarını engelleyebilecek en büyük kuvveti Osman Kılıç’ın yüzünde görüyorlar. Velev ki o, yeni iktidar lehine, onun siyaseti uygunluğunda durmadan uğraşıyor, ona karşı tutumu çok olumlu, aktiv bir Vatan Cepheci, Yüksek Eğitim Şurası üyesi, “Yeni Işık” gazetesine yazdığı yazılarıyla gençleri Halk Gençler Birliğine girmelerine davet ediyor, Georgi Dimitrov’un 65.yıldönümü ile ilgili Şumnu Okuma evinde rapor hazırlayıp okuyor, Nüvvab’da en genç öğretmen olduğundan Vatan Cephesi hükümetinin siyaseti ile ilgi daima gençlerin arasında ve sürekli onlara yardım ediyor ve bu ruhta yapılan tüm etkinliklere katılıyor ve büyük katkısını veriyor, yine de komünistlerin bilincinde o, en azılı düşman olarak kalıyor. İdare onun iyi davranışlarını ve aktifliğini kesinlikle taviz vermeye değer hareketler olarak nitelendirmiyor. Onun en büyük suçu çok hazırlıklı, bilgili, seçkin, otoriteli bir Türk öğretmeni olmasıdır. Türk okullarını savunması, onların kalkınması için gösterdiği çabalar, onun din ve Türkçülük taraftarı olmasını güvenlik organları en büyük milliyetçi olarak nitelendiriyor. İşte bu meziyetleriyle o gözlerine diken gibi batıyor.
Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, komünistler kendi güvenliliği ile ilgili her şeyi kontrol altına almayı ihmal etmemiştir. Vatan Cephesi hükümeti, Nüvvab hocalarını, öğrencilerini izlemek için Şumnu Emniyetinde bir ekip tayin etmiştir. Osman Kılıç çoktan gözetim altında bulunur ve tutuklama için uygun zaman beklenir.
Öğrenci kesiminden bir grup öğrencinin tutumunda oluşan tuhaf bir canlılık güvenlik güçlerinin gözünden kaçmamıştır. Bir ekip de onların peşindedir. İşlerin daha fazla büyümesine izin verilmemeli, acele tedbir alınma gerekçesi düşünülür. O da gecikmez, 24.03.1948 tarihinde önce öğrenciler, 20 gün sonra da 14.04.1948 tarihinde hocaları Osman Kılıç tevkif edilirler.
5 Nüvvab öğrencisi daha 1945 yılında, Bulgaristan Türkleri ile ilgili komünistlerin amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu daha ilk adımlarında fark ederek, Türk okullarının kapatılması, dini ibadetlerin yasak edilerek milli (etnik) kimliğimizin inkar edilmesine ve Türk halkını yok etme yolunu tutuşuna karşı tepki olarak bir örgüt kurarlar. Bu doğrultuda bazı eylemler de gerçekleştirirler. Tutuklama, sorgulama, mahkeme, ceza süreçleri komünistlerin düzenlediği senaryo gereğince icra edilir. Komünist adli sisteminin çok önemli özelliklerinden biri de ön yargı ile çalışmak. O, sistemin her aşamasında mevcuttur. Aşırı şiddet ve işkence uygulayarak önyargı ile istedikleri ifadeleri alırlar ve buna göre de iddianame hazırlanır, duruşma yapılır ve hüküm verilir. Ön yargı ile daha davadan önce Osman Kılıç ve öğrenciler “Halk haini”, “Halk düşmanı”, “Türkiye Casusu” olarak ilan edilirler. Hatta idare tarafından seçişmiş kişiler halk arasında toplantılar yapıp sanıkları kınarlar.
Osman Kılıç’a karşı yapılan suçlama öğrencilerinkinden farklıdır, aralarında ilişki de yoktur. Fakat öğretmenin muhakkak bertaraf edilmesi, etkisiz hale getirilebilmesi için önyargı ile ona ek suçlama ilave edilir. Onu, öğrencilerin ilhamcısı, manevi önderi, teşvikçisi çıkarırlar. Kanıtlayıcı hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu husus hem iddianamede, hem duruşmada yer alır ve hükümde de göz önünde bulundurulur. Dolayısıyla hakiki sebepler perde arkasında bırakılarak, mahkeme de suçunu kanıtlayıcı bir delil dahi gösteremeden, Türkiye lehine ve Bulgaristan aleyhine casusluk işlemiş diye Osman Kılıç idam, öğrenciler de farklı yıllar ağır hapis cezalarına çarptırılır. Daha sonra hocanın cezası da 20 yıl ağır hapis cezasına dönüşür. Böylelikle “Osman Kılıç Mahkemesi” sona erer. Yazar, bundan sonra başlayan ve sonuna kadar süren, mağdurların hayatlarını değiştiren, son derece ağır ve çile dolu hapis yıllarını anlatır.
Fakat bununla komünist hükümetinin Nüvvab’lılarla olan siyasi ve ideolojik kavgası sona ermiyor. Onlar durmadan takip ediliyor, tutuklanıyor ve hapislerde mahvediliyor. Yazar kitabının onuncu bölümünde araştırdığı Nüvvab’lıların “Halk İdaresi Yılları” nda çektikleri çekileri dil getiriyor. Komünizmin ülkemizde iktidara geldiği bu erken yıllarda Türk aydın temsilcilerine karşı gerçekleştirilen davanın türlü anlamı vardır. Her şeyden önce o, Bulgaristan Türklerine verilen büyük bir derstir. Burada esas amaç adı geçen kişilerle hesaplaşmak değil, tüm Türk azınlığını korkutmak, sındırmak, yıldırmak ve susturmaktır. Bundan böyle tüm vatandaşların, bu arada sizlerin her alanda gelişme yolunu sadece biz çizeceğiz, tek sözle biz ne istersek o olacak, demek istemişler. Aynı zamanda, üzerinde durduğumuz olaylar Bulgaristan Komünistlerinin tasarladığı azınlıkları yok etme stratejisini uygulamanın birinci etabı olarak nitelendirilir. Bundan sonraki gelişmeler, dini ibadetlerimize ve kültürümüzle ilgili sistemli olarak, adım adım getirilen kısıtlamalar ve 60 ve 70. yıllarında diğer Müslüman kardeşlerimizin ve 80. yılların ortalarında Bulgaristan Türklerinin hayatında zuhur eden ve yaşanan çok çirkin olaylar kayıtsız şartsız bunları kanıtladı.
Dr. İsmail Cambazov’un yapıtı akıcı, anlaşılır güzel bir dille yazılmıştır. Fakat bu kesinlikle, aynen “Bir varmış bir yokmuş” masallarında veya öykülerinde konuşulduğu gibi, anlamına gelmez. Yazarın kullandığı dil bilimsel esere yakışır bir dildir, anlattıklarının anlaşılması hiç de zor değildir. Çok maalesef bazılarımızın, bu arada kendilerini bakan seviyesinde birileri olarak gören aydın temsilcilerimizin kelime torbası o kadar boşalmış ki, alelade bir iletişimde veya gazetede adi makaleleri dahi anlamakta hayli zorlanıyorlar. Henüz, dil zenginliğinin önemini gereğince anlamış değiliz, gibi geliyor bana. Dolayısıyla Dr.Cambazov’un eseri bu doğrultuda tüm okuyucular için mükemmel bir kaynak rolünü oynayacağı, kanısındayım.
Kaynak: kircaalihaber.com
17 Ağustos 2010 Salı
Sayın Başbakan tebrikler! Amma...
Vedat S. Ahmed
Açık sözlülüğüyle ve mertçe tavırlarıyla birçok insanın gönlünü fetheden ve bazılarınca kurtarıcı gözüyle bakılan Başbakan Boyko Borisov’a Bulgaristan’daki Müslüman-Türk azınlığının yaklaşımı olumsuz tarafı ağır basan rezervlerden oluşuyor. Çünkü sayın Başbakanımız, “Soyadönüş sürecinde” askerî birliğinin başında Deliorman’da bulunmakla kalmamış, seçim öncesinde Amerika’da bilinçli, bilinçsiz veya bilinç altından kaçırılmış “amaç-yöntem” ikilemini içeren talihsiz birkaç söz sarf etmişti. Bunlar ve kendisinin İçişleri Bakanlığı sıralarından gelmesi Bulgaristan’da yaşayan 1 milyonu aşkın Müslüman-Türkün (kendisi ne hikmetse Türk diyemiyor) tereddütlerinin artmasını, hiç kuşkusuz, etkiledi.
Seçim gecesinde verilen büyük sözler
Sayın Boyko Borisov, Türklerin tereddütlerine ve çoğunluğunun kendisine karşı oy vermesine rağmen, büyük bir başarıyla seçimleri kazandı, sırasına göre 87. Başbakanımız oldu. Şöyle veya böyle elindeki “malzeme” ile çalışmasının farkına vardığı için Müslümanları teskîn etme, rahatlatma amacıyla (belki de uyutma amacıyla – zaman gösterecek) kimsenin etnik meseleleri kurcalamaması gerektiğini ve Hıristiyan-Müslüman ayırımı yapmayacağını, kendisiyle ilgili tereddütleri gidereceğini kesinlikle ifade etti.
Bu sözlerini destekler mahiyette bir konuşma bir yıl kadar önce Deliorman’ın Köklüce (Venets) belediyesinde Türklere hitaben yaptı, geçenlerde Rodoplar’daki kardeşlerimize hitaben Kırcaali’de de buna benzer sözler söyledi. Dün ise Deliorman’ın aynı belediyesinin Aydoğdu (İzgrev) köyünde “gördünüz mü ‘sizin isimlerinizi değiştirecek, göçe zorlayacak’ diyenlerin söylediklerinin hangisini yaptık” diyerek Müslümanlara sıcaklık gösterdi ve güven verdi.
Tabii ki, sayın Başbakanın Deliorman ve Rodoplar’ı ziyaret etmesi, oralara bazı yatırımlar yapması, çileli halkımıza maddî anlamda vaatlerde bulunması, konuşmalarıyla güven telkîn etmesi güzel ve takdir edilecek şeyler. Amma velâkin bunlar yıllardır şamarlanan birisinin güvenini kazanmak için çok yetersiz. Ayrıca sayın Başbakanımızın Türklere yönelik şu ana kadar yaptıkları sadece formalite icabı yapılan şeyler gibime geliyor. Hele şöyle biraz ciddî adımlar atsınlar ki, “aferim, bu momça iş yapacak” desinler.
O kadarını Jivkov da yaptı, farkınızı görmeyi bekliyoruz...
Zaten, sayın Borisov’un yaptıkları kadarını, hatta daha fazlasını Jivkov da yaptı... O da bir zamanlar Aydoğdu’nun komşu köyü olan Habip-köyü (Valdimirovtsi’yi) ziyaret etmiş, tıpkı Başbakanımız gibi Palamara da gitmişti... Orada Türklerin gönlünü kazanmaya çalıştı, hatta yakınlığını göstermek için “rabota bubama rabota” diyerek Türkçe kelime bile kullandı. “Türk dostu” Kubadinski de sıkça Palamara gidiyordu... Başbakanımızın dedesini yok eden komünistler, Aydoğdu köyünde büyük şair Nazım Hikmet’i bile konuşturdular... Ayrıca köylerimize önce kooperatifleri, sonra elektriği, yolları, fabrikaları, liseleri, düğün salonu ve çocuk bahçelerini de götürdüler...
Sayın Başbakan, eğer Jivkov’tan farklı iseniz ondan daha fazlasını yapmalı ve onun yaptığı yanlışları yapmamalısınız. O, Müslüman-Türk halkına iş sağladı, okullar yaptırdı, maddî imkânlarını iyileştirdi. Ama aynı zamanda Şumnu, Razgrad ve Kırcaali Türk tiyatrolarını önce Bulgar tiyatrolarının çatısı altına soktu, sonra da kapattı... Türk okullarını kapattı, onunla da yetinmeyerek Türkçe derslerini seçmeli hale, daha sonra da yasaklı hale getirdi... Din eğitimini tamamen yasaklayıp hocalara “camilere gelen Müslümanları ateist yapma görevi” verdi, onunla da kalmayıp sonunda Gencev gibi beynamazı Başmüftü yaptı... Filibe’de iş başına getirdikleri Cami Encümenine Taşköprü Camii’ni de o sattırdı...
Söz uzanur ger kalanın der isem...
Sayın Başbakanımız! Bizim bir şairimiz var, kendisi aynı zamanda sizin gibi paşa ve siyasetçi olan Ziya Paşa bakın ne diyor:
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!
Kaynak: Ajans B
4 Ağustos 2010 Çarşamba
Salih Bozov'un kitabı Türkçe'ye çevrildi: İsimleri Uğruna
2005 yılında
V
İmeto
Na
İmeto adıyla Bulgarca yayınlanan kitap İsmail Çavuş'un çevirisi ve İstanbul Sultangazi Belediyesinin basımıyla okuyucunun eline ulaştı. Bu sayede milyonlarca Türk okuyucusu Bulgaristan Pomak Türklerinin uğradığı zulümleri şahitlerin dilinden öğrenme imkanına kavuşmuş oldu. Emeği geçenlere teşekkürler, Allah onlardan razı olsun. BTG
V
İmeto
Na
İmeto adıyla Bulgarca yayınlanan kitap İsmail Çavuş'un çevirisi ve İstanbul Sultangazi Belediyesinin basımıyla okuyucunun eline ulaştı. Bu sayede milyonlarca Türk okuyucusu Bulgaristan Pomak Türklerinin uğradığı zulümleri şahitlerin dilinden öğrenme imkanına kavuşmuş oldu. Emeği geçenlere teşekkürler, Allah onlardan razı olsun. BTG
17 Temmuz 2010 Cumartesi
Önceki baskıların psikolojik devamı ve komplekslerimiz
“Aa, senin kızın Türkçe biliyor mu? ”
Bu soruyu duyunca deli oluyorum. Sofya doğumlu ve yine başkentin göbeğinde büyümüş 14 yaşındaki kızımın Türkçe konuşuyor olması, neredeyse bir mucize sanki. Büyük şehirde yaşarken Türkçe konuşma yasağı mı getirildi, ne? Şehirli çocukların Türkçe konuşuyor olması sanki suç sayılır. “Aman kafası karışmasın”, “Aman okulda Bulgarcasını etkilemesin, İngilizcesi var, yorulmasın, şaşırmasın, Türkçe konuşmaya utanıyor, sıkılıyor”- ister inanın, ister inanmayın bunlar her gün karşılaştığım mazeretler. Bunu söyleyenler de annelerdir. Bir de Anadili diyoruz! Ana sütüyle beraber, ben kızıma anadili sevgisini de aşılamadıysam, yazıklar olsun bana, annelik vazifem yarıda kalmış demektir.
Çocuğunuzun Türkçe konuşuyor olması onu diğerlerinden daha zengin, daha birikimli, daha bilgili bile yapacaktır. Okulda ve sokakta dışlanmasın diye, özünden uzaklaştırmak mı istiyoruz evlatlarımızı? Çok yanlış yoldayız! Anadili ve kimliğiyle barışık bir çocuk, toplumda da daha huzurlu, okulda daha başarılı, büyüdüğünde de hayata daha hazırlıklı bir kişi olacaktır. Sofya’da okulunda tek Türk öğrenci olan kızımla evde sadece Türkçe konuşurken, Bulgar eserleriyle birlikte, Türk çocuk edebiyatı da okuturken içim çok rahat. Eminim ana dili Türkçesi ile, babasının yurt dili Yunanca ile, vatan dili Bulgarca ve okulda öğrendiği bir iki yabancı dille o benden, sizden ve anadilinden sakınan yaşıtlarından çok daha kozmopolit ve özüne sadık bir yetişkin olacaktır gelecekte.
Kafası da karışmaz inanın zamane çocukların, evde Türkçe konuşuyor olması, sınıf birincisi olmasını da asla engellemez. Bilge bunun canlı kantı. Ukalalık yaptım belki, ama sadece gözümün önündeki örneği vermek istedim. Bu ara “Aa, kızın Türkçe biliyor mu” sorusunu duymaya devam ettikçe, yakında komplekslerimizden sıyrılamayacağımız gibime geliyor.
* * * * * * * * *
Merlin, Arel, Denis, Melisa’nın Ayşe, Fatma, Mehmet üzerindeki galibiyeti
Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu oldo, adını Arel koydular. İsmin anlamı nedir, ne değildir, derken, kafamı kurcalayan birşeyi sizinle paylaşmak istedim.
Modern yaşam koşullarında genç Türk aileleri, Bulgar toplumundan fazla farklı görünmeme arzusuyla yeni bebeklere de birbirinden ilginç isimler seçer. Özellikle kentlerde yaşayanlar, “Çocuğum ileride zorluk çekmesin” veya “Bulgarlar daha rahat telafuz etsin” diye belki, geleneksel Türk isimleriyle yakından uzaktan ilgisi olmayan adlar koyuyor çocuklarına.
Şehirli olmanın bir seçkin belirtisi olarak algılanıyor “Bulgarcaya” yakın isim seçmek.
Arel mi dersin, İrel mi, Merlin mi, Erik veya Denis... İisim seçme özgürlüğü gibi bir hakka diyeceğim yok, ama bütün bunlar bizim önyargılarımız ve komplekslerimizin bir işareti. Topluma kendini kabul ettirmenin yolu ve çoğunluğun bir parçası olma anlayışımıza güzel Türk isimlerini kurban ettik galiba. 1985’te Kalaşnikov zoruyla Savina Ananieva Davidova oldum ya ( ne isim ama, Bulgarca dışında herşeye benziyor) – şimdi hiç böyle bir baskıcı ve şiddet politikasına gerek yok- çünkü biz kendimiz gönül razılığıyla kimliğimizi gizlemeye can atıyoruz.
Sevda Dükkancı, KırcaaliBugün
http://kjbugun.blogspot.com/
Bu soruyu duyunca deli oluyorum. Sofya doğumlu ve yine başkentin göbeğinde büyümüş 14 yaşındaki kızımın Türkçe konuşuyor olması, neredeyse bir mucize sanki. Büyük şehirde yaşarken Türkçe konuşma yasağı mı getirildi, ne? Şehirli çocukların Türkçe konuşuyor olması sanki suç sayılır. “Aman kafası karışmasın”, “Aman okulda Bulgarcasını etkilemesin, İngilizcesi var, yorulmasın, şaşırmasın, Türkçe konuşmaya utanıyor, sıkılıyor”- ister inanın, ister inanmayın bunlar her gün karşılaştığım mazeretler. Bunu söyleyenler de annelerdir. Bir de Anadili diyoruz! Ana sütüyle beraber, ben kızıma anadili sevgisini de aşılamadıysam, yazıklar olsun bana, annelik vazifem yarıda kalmış demektir.
Çocuğunuzun Türkçe konuşuyor olması onu diğerlerinden daha zengin, daha birikimli, daha bilgili bile yapacaktır. Okulda ve sokakta dışlanmasın diye, özünden uzaklaştırmak mı istiyoruz evlatlarımızı? Çok yanlış yoldayız! Anadili ve kimliğiyle barışık bir çocuk, toplumda da daha huzurlu, okulda daha başarılı, büyüdüğünde de hayata daha hazırlıklı bir kişi olacaktır. Sofya’da okulunda tek Türk öğrenci olan kızımla evde sadece Türkçe konuşurken, Bulgar eserleriyle birlikte, Türk çocuk edebiyatı da okuturken içim çok rahat. Eminim ana dili Türkçesi ile, babasının yurt dili Yunanca ile, vatan dili Bulgarca ve okulda öğrendiği bir iki yabancı dille o benden, sizden ve anadilinden sakınan yaşıtlarından çok daha kozmopolit ve özüne sadık bir yetişkin olacaktır gelecekte.
Kafası da karışmaz inanın zamane çocukların, evde Türkçe konuşuyor olması, sınıf birincisi olmasını da asla engellemez. Bilge bunun canlı kantı. Ukalalık yaptım belki, ama sadece gözümün önündeki örneği vermek istedim. Bu ara “Aa, kızın Türkçe biliyor mu” sorusunu duymaya devam ettikçe, yakında komplekslerimizden sıyrılamayacağımız gibime geliyor.
* * * * * * * * *
Merlin, Arel, Denis, Melisa’nın Ayşe, Fatma, Mehmet üzerindeki galibiyeti
Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu oldo, adını Arel koydular. İsmin anlamı nedir, ne değildir, derken, kafamı kurcalayan birşeyi sizinle paylaşmak istedim.
Modern yaşam koşullarında genç Türk aileleri, Bulgar toplumundan fazla farklı görünmeme arzusuyla yeni bebeklere de birbirinden ilginç isimler seçer. Özellikle kentlerde yaşayanlar, “Çocuğum ileride zorluk çekmesin” veya “Bulgarlar daha rahat telafuz etsin” diye belki, geleneksel Türk isimleriyle yakından uzaktan ilgisi olmayan adlar koyuyor çocuklarına.
Şehirli olmanın bir seçkin belirtisi olarak algılanıyor “Bulgarcaya” yakın isim seçmek.
Arel mi dersin, İrel mi, Merlin mi, Erik veya Denis... İisim seçme özgürlüğü gibi bir hakka diyeceğim yok, ama bütün bunlar bizim önyargılarımız ve komplekslerimizin bir işareti. Topluma kendini kabul ettirmenin yolu ve çoğunluğun bir parçası olma anlayışımıza güzel Türk isimlerini kurban ettik galiba. 1985’te Kalaşnikov zoruyla Savina Ananieva Davidova oldum ya ( ne isim ama, Bulgarca dışında herşeye benziyor) – şimdi hiç böyle bir baskıcı ve şiddet politikasına gerek yok- çünkü biz kendimiz gönül razılığıyla kimliğimizi gizlemeye can atıyoruz.
Sevda Dükkancı, KırcaaliBugün
http://kjbugun.blogspot.com/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)