VEDAT S. AHMED etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
VEDAT S. AHMED etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2021 Salı

ŞUMNULU BİR EĞİTİMCİ VE DAVA ADAMI: NECİB ASIM HASAN, VEDAT S. AHMED

 


ŞUMNULU BİR EĞİTİMCİ VE DAVA ADAMI: NECİB ASIM HASAN
VEDAT S. AHMED
Müslümanlar Dergisi (Sofya), sy. 6, 2017, s. 16.

30 Ocak 2020 Perşembe

BULGARİSTAN’IN EN ESKİ MÜSLÜMAN MABEDİ: OMUR-FAKI KÖYÜNDEKİ DERVİŞ BEY CAMİSİ

BULGARİSTAN’IN EN ESKİ MÜSLÜMAN MABEDİ: 
OMUR-FAKI KÖYÜNDEKİ DERVİŞ BEY CAMİSİ

SALİH DELİORMAN, ARAŞTIRMACI

Kaynak: Müslümanlar Dergisi, Sofya, Sayı 1 (301), Ocak 2020, yıl XXX, s. 16.
1970’lerde Derviş Bey Camisi
Bugünkü resmî adı Jeglartsi olup Dobruca’nın büyükçe köylerinden biri olan Omur-Fakı (Umur Fakih/Umur-fakı) tarih araştırmalarına konu olmuştur. Hacıoğlu-pazarcık (Dobriç) ili Kurt-pınar (Tervel) belediyesine bağlı olan bu köyü tartışmaların odağına oturtan camisinin yapılış tarihidir. Yaklaşık bir asırdır araştırmalara konu edilen bu cami ile ilgili Petır Miyatev, İbrahim Tatarlı, Starşimir Dimitrov, Jeko Popov, Nikolay Panayotov, Ahmet Cebeci, Mehmet Emin Yılmaz, Lübomir Mikov gibi bilim adamları kaleme aldıkları eserlerde görüş beyan etmişlerdir.
Osmanlı döneminde nahiye ve kaza merkezi olan Omur-fakı, Türkler tarafından kurulmuş ve genellikle Türklerle meskûn bir Dobruca köyüdür. Köyde Derviş Bey Camisi bulunmaktadır. Halk arasında Koca Cami olarak da nâm kazanan caminin kitabesi, epigrafik açıdan, dolayısıyla tarih açısından son derece önemlidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz bilim adamlarının tespitlerine göre aslında ortada iki kitabe vardır. Birinci kitabe, 1128/1715-1716 yılında yapılan tamir kitabesidir. İkincisi ise 1278/1861-1862 yılına ait tamir kitabesidir. Caminin inşa kitabesi veya onun resmi ise elde mevcut değil.
Sözünü ettiğimiz iki kitabenin ilkini 1960’lı yıllarda inceleyen İ. Tatarlı hocamızın belirttiğine göre, bu kitabe Omur-fakılı Halil Necibov ve Sefer Ragıbov tarafından 1951 yılında Hacı-mahalle’deki mescidin avlusuna konmuştur. Aslında kitabenin yerinden oynatılmasının sebebi, tarihçi A. Cebeci’nin belirttiğine göre, 1940 yılında Derviş Bey Camisinin yakılmış olmasıdır.
İ. Tatarlı’dan önce bu kitabeyi gündeme getiren P. Miyatev’tir. Her ne kadar kitabeyi görmemişse de çevreden edindiği bilgilerle İ. Tatarlı’ya benzer bazı bilgileri paylaşmıştır. Ancak bu konudaki ilk çalışmaları yapan iki bilim adamının arasında bir fark vardır: Miyatev’e göre, Derviş Bey Camisi 698 yani 1298-1299 yılında kurulmuş, Tatarlı’ya göre ise 998/1589-1590 yılında yapılmıştır. Belirttiğimiz gibi, Miyatev birinci kitabeyi görmemiş, ancak yaşlılardan edindiği bilgiler ve ikinci tamir kitabesine dayanarak söz etmiştir. Tatarlı ise birinci kitabeyi görüp resmini de yayınlamış, ancak kitabede geçen bir rakamın üstünün kırılmış olması sebebiyle yanlış okunduğunu ve bu hatanın ikinci kitabeye de yansıtıldığını savunmuştur.
Zaman içerisinde yapılan diğer araştırmalar da bazı farklı bilgi ve yorumlar sunmakla beraber iki görüşten birini tercih etmişlerdir. Bunlara bakılacak olursa, N. Panayotov’un yorumları genellikle asılsızdır, zira kitabedeki bazı kelimeleri yanlış okuyup anlamlandırarak yorumlarını da bunlara dayandırmıştır. J. Popov’un iddiaları ise ciddî olamayan rivayetlere dayanmaktadır. M. E. Yılmaz konuyu daha ziyade Sarı Saltuk döneminde yöreye yerleşenlerle irtibatlandırmak, mimarî özelliklerini vurgulamak ve benzeri cami örnekleriyle karşılaştırmak suretiyle Miyatev’in görüşünü esas almıştır. Ancak onun yorumlarında da tartışmalı bazı görüşler görüyoruz. Özellikle caminin ikinci tamirini köyde bulunan Sadrazam Kapıcı Binbaşısı İbrahim Ağa Çeşmesi ile irtibatlandırması bunun örneğidir. Kanaatimce iki kitabede geçen İbrahim Ağanın aynı şahıs olduğunu ispatlamak bu aşamada zor gözükmektedir. Zira cami kitabesindeki tarih kesin olmakla birlikte, kanaatimce çeşmenin yapılış zamanı, son beytin ilk mısrasında değil de ikinci mısrasında cevher tarihi şeklinde belirtilmiştir. İki tarih arasında bir asra yakın zaman farkı söz konusudur.
Caminin kuruluş tarihiyle ilgili kanaatim, iyi korunmuş olup Dobriç Bölge Müftülüğünce muhafaza edilen ikinci tamir kitabesine itibar edilmesidir. Zira Tatarlı Hocanın sırf birinci
kitabede bulunan “٩” rakamının üstünün kırılmış/ka
zınmış olduğu mülâhazasıyla caminin tarihini 300 sene geriye götürmesi çok sağlıklı görülmemektedir. Böyle bir mülâhaza, ortada bulunan ikinci kitabe tarafından çok açık bir şekilde reddedilmektedir. Birinci kitabe ile ilgili tereddütler ortada olmasına karşın ikinci kitabenin metni açıktır:
Evvelâ câmi-i şerifin binâ olmasına sâhibü’l-hayrât
ve’l-hasenât Derviş Bey muvaffak oldu, sene 698.
Sâniyâ sâhibü’l-hayrât ve’l-hasenât İbrâhîm Ağa
ta‘mîr ettirmiş muvaffak oldu, sene 1128.
Sâlisâ kâffe-i ehâlî-i karye sâhibü’l-hayrât
ve’l-hasenât ta‘mîrine muvaffak oldu, sene 1278.
Bu kitabe, camiyi bölgedeki başka hayırseverlere atfetmenin de doğru olmayacağını göstermektedir. Bütün bunlardan hareketle ve bilhassa yöre halkının canlı hafızasındaki rivayetlerden anlaşıldığına göre, muhtemelen Sarı Saltuk dervişlerinin mekân tutup kurdukları Omur-fakı köyündeki camiinin ilk kurucusu, yine Sarı Saltuk mensuplarından olan Derviş Bey isimli değerli zattır. Osmanlı Devletinin kuruluş tarihi olarak kabul edilen 1299 yılı ile yaşıt veya bir yıl öncesinden olan bu cami, ne yazık ki, günümüze kadar çalışır vaziyette gelebilmiş değildir. Zira 1940 yılında yakılmış, 1993 yılında tekrar yakılıp harap hâle getirilmiştir. Ancak caminin temelleri ve kısmen duvarları korunmuş olup civarındaki tarihî mezartaşları da bu eserimizin canlı tarihine ve yörenin Türk izlerinin derinliğine şahitlik etmektedir.

6 Aralık 2019 Cuma

Şumnu Vakfiyelerine Göre Camilerdeki Din Hizmetleri, Vedat S. Ahmed


Makalenin Künyesi: 
Vedat S. Ahmed, "Şumnu Vakfiyelerine Göre Camilerdeki Din Hizmetleri", IX. Uluslararası Din Görevlileri Sempozyumu, ed. Mustafa Sürün, İstanbul 2019, s. 361-371

14 Kasım 2014 Cuma

SOFYA YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ'NÜN İLMİ "YILLIK" DERGİSİ, SAYI 5

СЪДЪРЖАНИЕ / İÇİNDEKİLER

  1. ВЪЗГЛЕДИТЕ НА ИСЛЯМСКИТЕ ФИЛОСОФИ ЗА ОБЩЕСТВОТО, Ибрахим Ялъмов
  2. İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİNDE ISBÂT-I VÂCİB MESELESİ, Kadir Muhammed
  3. YAYHA SHIRVANI’S SUCCESSOSSENT TO ANATOLIA, Ali Öztürk
  4. DİL AĞIRLIKLI TEFSİR ÇALIŞMALARININ ORTAYA ÇIKIŞI, HİCRÎ 6. ASRIN SONUNA KADAR TÂRİHÎ SEYRİ, ÇEŞİTLERİ VE BELLİ BAŞLI ESERLER, Sefer Hasanov
  5. ПРЯКО ВЪЗЛОЖЕНИТЕ ПРАВНИ ПОСТАНОВЛЕНИЯ В ИСЛЯМА – АХКЯМУН ТЕКЛИФИЙЕТУН, Ариф Кемил Абдуллах
  6. КЪМ ВЪПРОСА ЗА НЕПРИНУДАТА В РЕЛИГИЯТА СПОРЕД СВЕЩЕНИЯ КОРАН, Иван П. Дюлгеров
  7. AYET VE HADİSLER IŞIĞINDA “BİRR” KAVRAMI VE SEMANTİK TAHLİLİ, Selime Hasanova
  8. SOFYA’LI BÂLÎ EFENDİ VAKFI, Gülfettin Çelik
  9. SOFYALI BÂLÎ EFENDİ’YE GÖRE NEFS MERTEBELERİ, Ramazan Muslu
  10. SOFYALI BÂLÎ EFENDİ’DE (960/1553) İNSANLA İLGİLİ ÜÇ TEMEL KAVRAM: FITRAT, SAÂDET VE ŞAKĀVET, Ahmet Ögke
  11. ORTAÇAĞDA İSLAM ŞEHİRCİLİĞİ (İSKENDERİYE ÖRNEĞİ), Aydın Ömerov
  12. AYET VE HADİSLER IŞIĞINDA PEYGAMBER (SAV)’İN BEŞERİ YÖNÜ VE SÜNNET-VAHİY İLİŞKİSİ, Dursun Ali Türkmen
  13. BULGARİSTAN’DA İLK BAŞMÜFTÜ SEÇİMİ VE HOCAZADE MEHMED MUHİDDİN EFENDİ’NİN BAŞMÜFTÜLÜĞÜ, Emine Bayraktarova
  14. TÜRK-OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN ZIMMİLERE TANIDIĞI HAKLAR VE BUNUN GÜNÜMÜZ İNSAN HAKLARI AÇISINDAN DÜNYA UYGARLIĞINA KATKISI, İsmail Cambazov
  15. BULGARSİTAN DİN GÖREVLİLERİNE YÖNELİK BİR ANKET ÇALIŞMASI, Fikret Karaman
  16. ŞUMNU’DAKİ “NÜVVÂB” OKULUNDA DİL VE EDEBİYAT ÖĞRETİMİ, Vedat Ahmed
  17. OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU VE BULGARİSTAN’DA KALEME ALDIĞI “TEFSİR-İ ŞERİF” ADLI MAKALELERİ, Ahmed Hasanov
  18. MODERN ZAMANLARDA İDEAL AİLE OLMA BİLİNCİ VE AİLE İÇİ İLETİŞİM, Bilal Coşkun
  19. BULGARİSTAN MÜSLÜMAN-TÜRK KÜLTÜRÜNE HİZMET EDEN ŞUMNULU BİR MÜNEVVER BASRİ HASAN (MAKAKLI) (1905 – 1993), Vedat Ahmed

30 Eylül 2011 Cuma

Vefatının 70. Yılında Asırlık Bir İmza Atan Büyüğümüz: YUSUFHANLARLI EMRULLAH EFENDİ

Emrullah Efendi 1878-1941
Vedat S. AHMED

Yeryüzünden milyonlarca, hatta milyarlarca insan geçmiş, ancak bunların sadece bir kısmı ardından derin izler bırakarak tarih sayfalarında yer tutmuşlardır. Bu kimseler ya topluma ciddî zararlar veren ve aşırılıklarıyla tanınan kimselerdir, ya da topluma faydası dokunup hayırları dilden dile, nesilden nesle, kitaptan kitaba aktarılan kimselerdir. Hiç kuşkusuz, bunların birincileri topluma zarar ettikleri gibi, kendilerini de heder eden kimselerdir. İkincileri ise topluma faydalı oldukları gibi, inşallah, ahiret gününde de inanarak yaptıklarının karşılıklarını göreceklerdir. Böyle şahsiyetlerden küresel çapta nam kazanan kimseler olduğu gibi, her toplumun kendi çapında yetişen değerli şahsiyetleri de vardır. Bulgaristan Türkleri arasında yetişen böyle insanlar arasında önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm bir şahsiyet bulunmaktadır ve onun adı Emrullah Efendi’dir. Emrullah Efendi kimdir ve neden kendisini önemli şahsiyetler arasında görmekteyim? Bu soruların cevaplarını aşağıdaki satırlarda vermeye çalışacağım.

Emrullah Efendi, 15 Nisan 1878 tarihınde Deliorman’ın göbeğindeki şirin ve güzel Yusufhanlar (Pristoe) köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Feyzullah Hacı Hasan, aslen Malatyalı olup Osmanlı zamanında Şumnu yöresinde tahsildârlık yapmıştır. Bu esnada Yusufhanlar köyünden evlenerek oraya yerleşmiş ve ibtidâiye/ilkokul muallimliği yapmıştır. Oğlu Emrullah daha dokuz yaşında iken vefat eden Feyzullah Hacı Hasan arkasında Peygamber talihli yetim evlâdını bırakmıştır. Emrullah Efendi, on iki yaşına geldiğinde anasını da kaybederek öksüz kalmıştır. Ancak kendisinden büyük kardeşleri, ağabeyleri olduğu için onların himayesinde hayatın dikenli yollarında yürümeye başlamıştır. İlkokulunu köyünde hocalık yapan Muhsin Efendi’nin yanında ikmal etmiştir. Aynı zamanda birçok Deliorman çocuğunun yaptığı gibi, tatillerde gücü nispetinde çalışmış, büyüklerinde ziraat işlerinde yardımcı olmuştur.

O dönemde Silistre şehrinde Osmanlı döneminden kalma medreseler vardır ve onların en meşhurları Ayvaz Paşa, Satırlı, Bayraklı Cami medreseleridir. Küçük Emrullah’ın ilmî kabiliyetini gören kardeşleri ve yakınları onu eğitim için zamanın tanınmış Silistre medreselerinden birisine göndermişlerdir. Molla Emrullah orada okuduğu sürece de tatil zamanında bostan pandarlığı, kiracılık (taşımacılık) ve Ramazan hocalığı yaparak okulunu devam ettirebilmek için maddî kazanç elde etmiştir. Üstün bir başarı ile medresede dört yıllık eğitimini tamamlayınca Emrullah Efendi ilim yolundaki serüvenine İstanbul Dârü’l-Fünûnu (İstanbul Üniversitesi) İlâhiyat Fakültesinde devam etmiştir. Bu okulda iyi bir eğitim alarak 1913 yılının Şaban ayında aliyyülâlâ derece ile mezun olmuştur. Emrullah Efendi’nin İlâhiyat Fakültesi’nde öğrenim gördüğü sıralarda hocalarının bazıları şunlardır: Abdurrahman Şeref, Mustafa Asım, Hasan Fehmi, Hüseyin Avni, Ömer Hayri, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim.

Emrullah Efendi İstanbul’da bulunduğu zaman zarfında devrin fikrî cereyanlarını, basın ve yayınını yakından takip etme imkânı bulmuştur. Orada “Sırât-ı Müstakîm” çevresinde toplanan münevverleri tanımış, Bulgaristan’a gelişinden sonra bile bu dergiyi okumuş ve okutmuştur. Emrullah Efendi’nin aynı zamanda meşhur muhakkik âlimlerden ve son Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Ders Vekili ve Danışmanı olan Muhammed Zâhid el-Kevserî ile yakın ilişkileri olmuştur.

Emrullah Efendi, üniversiteden mezun olunca Türkiye’de kalma teklifleri yapılmış, ancak o bu yapılan teklifleri reddederek memleketine dönmüştür. Döndüğünde Bulgaristan Türklerinin kültür merkezi halindeki Şumnu’ya yerleşen Emrullah Efendi, Müşebekli (Müşebbekli) Medresesine müderris olarak tayin edilmiştir. Eğitime pek de elverişli olmayan medreseyi tamir edip yepyeni bir eğitim yuvasına çevirmiştir. İstanbul’da tanıştığı yeni pedagojik usullerle eğitime başlayan Emrullah Hoca çok geçmeden okulun yetersiz oluşu nedeniyle Medrese-i Aliyye olarak bilinen eski medrese binasını tamir ettirerek öğrencileriyle oraya geçmiştir. Emrullah Efendi, ilk zamanlarda bu çalışmalarının karşılığında herhangi bir ücret de almamıştır. Fakat birinci Dünya Harbi’nin başlaması üzerine Bulgaristan ile Türkiye aynı safta savaşa girmiştir. Bu sebeple Bulgaristan Türklerine istedikleri orduda askerlik yapma hakkı tanınmıştır. Emrullah Efendi de askere alınarak orada önce tabur imamlığı, daha sonra da bölük vaizliği yapmıştır. İşler sükûna kavuşunca Emrullah Efendi tekrar Medrese-i Aliyye’deki müdürlük görevini üstlenmiştir.

Bu arada daha Birinci Dünya Harbi öncesinde Bulgaristan Müslümanlarının dinî kadro ihtiyacını karşılayacak bir okul kurulması kararlaştırılmış ve savaş sonrasında bu okulun açılış çalışmaları başlatılmıştır. Bulgaristan Müslümanları tarihinde bir devrim niteliğini taşıyan Medresetü’n-Nüvvâb açılması 1922 yılının sonuna doğru gerçekleşmiştir. Nüvvâb Medresesi’nin kurulması üzerine Emrullah Efendi oraya müdür olarak atanmıştır. Sert ve ısrarlı bir kişilik sahibi olan bu zat, Nüvvâb’ta hem hocalık, hem yöneticilik ve hem de öğrencilere babalık yapmıştır. Çok zor ve çalkantılı dönemlerden geçen okulun kapatılmayıp Türk toplumuna hizmet etmesi için gecesini gündüzüne katarak uyumlu bir şekilde çalışmıştır. O, gerektiğinde bazı mesai arkadaşlarıyla öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak için köy köy gezerek eli açık Müslüman halktan yardım toplamış, gerektiğinde de karşısına sopayla, bıçakla çıkan haddini bilmezlere karşı mücadele etmiştir. Okulda çıkan karışıklıklar sebebiyle birkaç ay görevden alınmışsa da kendisine karşı yürütülen propagandaların aslının olmadığı tespit edilince yeniden görevine dönmüştür.

Emrullah Efendi Nüvvab’ın açılışından 1941 yılında vefatına kadar okulda 19 yıl müdürlük yapmış, yırminci yılın da açılışını yapabilmiştir. Nüvvâb okulu açılırken Tâlî/Lise ve Âlî/Yüksek kısımlarında ayrı birer müdür olacağı kararlaştırılmışsa da bu gerçekte hiçbir zaman olmamış ve Emrullah Efendi her iki bölümü de başarılı bir şekilde yönetmiştir. Ayrıca okulda değişik yıllarda, değişik sınıflarda çok üstün bir başarıyla şu dersleri de vermiştir: Arapça, Kelâm, Mantık ve Mecelle (İslâm Hukuku Prensipleri).

Emrullah Efendi öğrencileri üzerinde kuşun yavrusu üzerinde titrediği gibi titremiş, onları dalâlete düşmekten, tehlikeli akımlara kaymaktan ve siyasî cereyanlara kurban gitmekten korumaya gayret etmiştir. Aynı zamanda diğer daha alt seviyedeki medreselerin kapanmaması için de büyük mücadele vermiştir. Bu hususta Şumnulu âlim ve eski Başmüftü Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin desteğini de alarak var olan medreselerin kapanmasını engellemek için oralara yetişkin Nüvvab mezunlarını müdür ve müderris olarak göndermiştir. Özellikle Razgrad’da açılmış olan Feyziyye Medresesini kapatmak isteyen din aleyhtarlarına karşı öğrencilerini hep uyanık tutmuştur.

Böyle aktif bir haat yaşayan Emrullah Efendi hizmet yolunda koşa koşa yorulmuş, ama mücadeleden geri kalmamış. O son anlarına kadar Nüvvâb’ın dertleriyle, Müslümanların eğitim işler ile meşgul olmuş ve bu yoldan pes etmeden Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Bu muhterem insan, metin ve gayretşinas zât 8 Ramazan 1360/30 Eylül 1941 tarihinde vazifesi başında “İrciî ilâ Rabbike/Rabbine dön...” emr-i ilâhîsine uyarak ruhunu Yaradan’a teslim etmiştir. Cenaze namazına başta Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Divân-ı Alî-i Şer’î Azâsı tefsir sahibi Mustafa Hayri Efendi, Şumnu Müftüsü Mustafa Sabri Efendi olmak üzere Nüvvab öğretim kadrosu ve daha birçok öğretmen, köylü, kasabalı dost ve sevenler katılmıştır. Cenaze namazı Carşı Camii’nde kılınarak toprağa verilmiştir.

Ardında kızları ve oğulları, yüzlerce talebesi ve sevdikleri kalan Emrullah Efendi’nin en büyük mirası ise kurup yaklaşık 20 yıl boyunca yönettiği ve böylece bir asra imzasını attığı Medresetü’n-Nüvvâb’tır. Çünkü bu okuldan yetişen yüzlerce kişi sadece Bulgaristan Müslüman-Türk kültürüne hizmet ederek Müslüman-Türk kimliğini korumakla kalmamış, Türkiye’ye de ışık saçmıştır. Emrullah Efendi’nin Nüvvâb vasıtasıyla hizmetleri kendisinin vefatından sonra da devam etmiş, zira bu okuldan mezun olan oğulları Mehmed Emrullah ve Abdullah Emrullah, bir de damatları Beytullah Şişman ve Yusuf Aliş onun hizmetini devam ettirmişlerdir. Hatta oğlu Mehmed Efendi ve damatları Beytullah ve Yusuf efendiler babalarının vefatından sonra okulda hocalık da yapmışlardır.

Emrullah Efendi’nin oğulları 1949-1951 göçünde, damatları da 1989’daki büyük göçte Türkiye’ye göç etmişler ve orada rahmet-i Rahman’a kavuşmuşlar, damadı Yusuf Aliş ise İstanbul’da ikamet etmekteydi (Hayatta ise Allah hayırlı uzun ömürler versin!)

Son olarak bir hususu da paylaşarak yazımı noktalamak istiyorum: 3-4 yıl önce Nüvvâb mezunlarından olup 1990 yılında yeniden açılmasıyla Nüvvâb’ın ilk müdürü olan Osman İsmail hocama Emrullah Efendi’nin mezarını sormuştum. O da, mezarının “soyadönüş süreci” esnasında defnedildiği mezarlığın yerle bir edilmesi esnasında bazı vefakâr Nüvvâb öğrencilerinin müdürleri Emrullah Efendi’nin mezarını açarak fani bedeninden kalanları doğduğu Yusufhanlar köyündeki mezarlığa defnettiklerini söylemişti. Ben de üç yıl önce mezarlığa gidip ruhuna bir Fâtiha okuyarak bu değerli insanı yâd ettim.



Allah kendisine ganî ganî rahmet eylesin!

KAYNAK: KIRCAALİ HABER

9 Aralık 2010 Perşembe

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN 1859-1949
Vedat S. Ahmed

Her toplumun oluşum ve gelişiminde eşsiz yere sahip olan kişiler vardır.Bu kimseler fikirleriyle, fikirlerinden de çok hayatlarıyla bulundukları toplumun gelişmesine son derece büyük hizmette bulunurlar. Aşağıdaki satırlarımızda sizlere böyle bir kimse olan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’yi imkânlar dahilinde tanıtmaya çalışacağız.

Bulgaristan Türklüğünün merkezi olan Şumnu’da yıllarca müderrislik ve müftülük vazifesini ifa eden Hacı Hüseyin Efendi’nin oğlu Mehmed Muhyiddin 1859 yılında dünyaya gelir. Hacı Hüseyin Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş, daha sonra Şumnu Eski Cami Medresesi’nde uzun zaman müderrislik yapmış, Şumnu müftüsü olarak da görev yapmıştır. Meşhur Hocazâdeler ailesinin bir ferdi olarak ilk tahsilini doğduğu yerdeki medreselerde tamamladıktan sonra İstanbul’a giden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, orada da gerekli eğitimi aldıktan sonra icazet/diploma alır ve hizmet için memleketine döner.
Hayatın hızlı akışına Yankovo köyünde Ramazan hocası olarak atılır. Ancak böyle alim, ferasetli, girişken bir kişi orada kalamayacağı için babasının görev yaptığı Eski Cami Medresesi’nde müderris/öğretmen olarak görevlendirilir. Daha sonra Şumnu Müftülüğü’ne tayin edilir. Bu görevini 1905 yılında Sofya Müftüsü oluncaya kadar sürdürür. O yıllarda Sofya Müftülüğü aynı zamanda Merkez Müftülük olarak çalışmakta, Sofya Müftüsü ise, resmen olmasa da, Başmüftü fonksiyonlarını icra etmektedir.
1909 yılında bağımsızlığını elde eden Bulgaristan ile Osmanlı devleti arasında ülkede kalan Müslüman cemaatin haklarını koruma amacına dayalı İstanbul Anlaşması imazalanmıştır. Bu anlaşma gereğince daha önceleri pek net olmayan Başmüftü meselesi netleşmiş ve buna binaen bir yıl sonra ilk Başmüftü seçimi düzenlenmiştir.
Bu seçim, Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Sofya Müftüsü vazifesinde bulunduğu sıralarda 8. 12. 1910 tarihinde ülkedeki 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla gerçekleşir. Bu yüksek makam için iki aday vardır: Vidin Müftüsü Süleyman Rüşdi ve Sofya Müftüsü Hocazâde Mehmed Muyiddin. Seçim neticesinde dokuz oya karşılık yirmibeş oyla Hocazâde Efendi seçimle iş başına gelen ilk Başmüftü olur. Seçimin akabinden usulü gereğince Hocazâde Efendi, hem Bulgaristan Hâriciye ve Mezâhib Nezâreti (Dışişleri ve Mezhebler/Dinler Bakanlığı)’nın onayını, hem de İstanbul’daki Meşihat’tan mürasele-i şeriyye alarak Bâb-ı Âlî’nin/Hilâfet makamının onayını alır.
Beş yıl Başmüftülük makamında kalan Hocazâde gerçek bir Müslüman alimin sergilemesi gereken tavırdan hiçbir zaman bir nebzecik olsun taviz vermemiş ve olup bitenler karşısında suskun kalmamıştır. Öyle ki, kendisine sorulmadan azledilen bir müftüden dolayı Dışişleri Bakanlığı’na gidip “Bana sorma ihtiyacı duymadan müftüyü görevinden aldığınıza göre bana ihtiyacınız yok anlaşılan?!” diyerek mührü teslim etmiş ve istifasını vermiştir. Bu olay üzerine Bakanlık’tan kendisine böyle bir şeyin bir daha olmayacağı teminatının verilmesi üzerine Hocazâde makâmına geri dönmüştür.
Hocazâde Mehmed Muhyiddin’in önemli hizmetinden biri de Balkan Savaşı esnasında esir düşen Osmanlı askerleri için yardım kampanyası başlatmasıdır. Başmüftü olarak Osmanlı Sefareti ile iyi münasebetlerde bulunmuş olan Hocazâde, o zamanlar Sofya’da askerî ateşe olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa ile defalarca görüşmüştür. Paşa, kendisini makâmında ziyaret ederek sohbetlerinden istifade etmiştir.
Üstün hizmetleri ve derin fıkhî bilgisi sebebiyle Hocazâde’ye Osmanlı Meşîhatı tarafından önemli bir rütbe olan “Edirne Payesi” verilmiştir.
Hocazâde’nin 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılmış, bazılarına göre ise istifa etmiştir. Fakat yine Başmüftü Kaymakamı ve daha sonra Divân-ı Âlî-i Şer’î (Yüksek Şeriat Mahkemesi) Reisi/Başkanı olarak görev yaptığı için Sofya’da kalmıştır. Emekliliğe ayrılınca doğum yeri Şumnu’ya dönmüş ve hayatının son anlarını burada geçirmiştir.
Hocazâde yaşadığı doksan yıl içinde daha delikanlılığından başlıyarak yetmiş küsür yılını Bulgaristan’daki Müslüman toplumunun hizmetine vakfetmiştir. Onun tarih sayfalarına silinmeyen harflerle yazılmış hizmetlerinden bazıları şunlardır: Başmüftü seçildikten sonra Başmüftülük’te titiz, disiplinli bir çalışma başlatmıştır. Onun zamanında Başmüftülüğe bağlı bütün kurumlar organizeli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeye başlamışlardır. Vakıf mallarının düzenli bir şekilde yöentilip kullanılmasını sağlamıştır.
1919 yılında kabul edilen ve bugüne kadar etkisini sürdüren Bugaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdâre ve Teşkilatı Nizâmnâmesi’nin hazırlanmasında faydalı katkılarda bulunmuştur. 1920 yılında Nüvvâb Medresesi’nin içtüzük ve programını hazırlayan sekiz kişilik komisyonla katılmıştır. Din dersleriyle ilgili konularda çok büyük emeği olmuştur.
Divân-ı Âlî-i Şer’î reisliğinde bulunduğu 1924 yılında nikâh ve talâk işlerini düzenleyen ve bugün de ülkemiz Müslümanlarına bu hususlarda ışık tutabilecek olan Münâkehât ve Müfârekât (evlilik ve boşanma) Nizamnâmesi’ni hazırlayan altı kişilik komisyonda bulunmuştur. Emeklilik yıllarında Nüvvâb’ın Âlî Kısmı’nda Usûl-i Fıkıh dersleri okutmuştur.
1934 yılında kurulan “Dîn-i İslâm Müdâfileri Cemiyeti”nde de büyük hizmetleri olan Hocazâde, 1949 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Âlim olduğu kadar dindar da olan Hocazâde, faizin yasaklığından dolayı bankada bulunan bir miktar parasının faizini aldığı gibi fakirlere dağıtırmış, özellikle son yıllarında gece gündüz tâat ü ibâdette bulunmuştur.
Hocazâde’nin bir kızı olup Nüvvâb hocalarından Mustafa Reşid (Akalın) ile evlenmiştir. Onlardan olan torunu ise yine Nüvvâb’ın yetiştirdiği en değerli kişilerden ve orada hocalık yapan “kader kurbanı” ile aile kurmuştur.
Derin Arapça ve fıkıh bilgisiyle herkesin takdirini kazanan, tavır ve hareketleriyle, yaşayış ve tevazusuyla ün yapmış olan bu asırlık çınar halkın, öğrencilerin ve hocaların hocası olmuştur. Bu sebeple tarihimizin altın sayfalarında yerini hakkıyla almıştır. Vefat edince cenazeyle ilgili vazifeleri Nüvvâb hocalarından âlim ve fâzıl Yusuf Ziyaeedin Ezherî yerine getirmiş, büyük bir kalabalıkla Şumnu mezarlığına defnedilmiştir.

KAYNAK: www.kircaalibugun.blogspot.com

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ

Vedat S. Ahmed

Kaderin cilvesi Bulgaristan Müslümanlarının hayatlarını azınlık olarak sürdürmelerini lâyık görmüş ve bir asrı aşkın zamandan beri bu böyledir. Bu durumda Bulgaristan Müslümanlarının varlık ve kimliklerini korumaları için son derece önemli olan üç husus vardır. Bunlar, 1929 yılında düzenlenen ilk ve tek Bulgaristan Türkleri Millî Kongresi’nin de ana gündem maddeleridir. Biz onları şöyle sıralayabiliriz:
1. Dinî kimliğin muhafazasını temin edecek dinî kurumlar;
2. Müslüman-Türk kültürünü koruyup geliştirecek hayır/sivil toplum kuruluşları;
3. İlk iki noktanın gerçekleşmesini mümkün kılacak eğitim kurumları.
Bu yazımızın konusu dinî kurumlarımızın başı olan Başmüftülüğün fiilen kuruluşuna giden yolu izlemek ve 100. yılı münasebetiyle ilk Başmüftü seçimi ele almaktır.

Bulgaristan Müslümanlarının Dinî Yönetiminin Temelleri
Bulgaristan’da din özgürlüğünün temelleri hususunda ilk teminatı Batılı devletlerin baskısıyla imzalanan Berlin Anlaşması’nın 5. maddesinde görmekteyiz. Bu Anlaşma’nın direktifleri doğrultusunda 1879 yılında hazırlanan Bulgaristan’ın ilk temel belgesi Tırnova Anayasası’nın 40. maddesinde din özgürlüğü ve 42. maddesinde din işlerinde mevzuat çerçevesinde bağımsızlık verilmesi söz konusudur. Bunlara rağmen Bulgaristan Müslümanlarının dinî teşkilâtının en üst/merkezî kurumu uzun yıllar oluşturulamamış, bu görevi temsilî olarak uzun zaman Sofya Müftüsü ifa etmiştir.
Bütün eksiklerine rağmen 1895 yılında kabul edilen Müslümanların Dinî İdarelerine Dair Muvakkat Tâlimâtnâme ile bazı ciddî adımlar atılmıştır. Ancak bunların bir kısmı sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Nitekim bu belgeye göre, Bulgaristan Müslümanlarının dinî önderinin Başmüftü, müftülük teşkilâtının üst kurumunun ise Başmüftülük olacağı kararlaştırılmıştır. Ancak bu karar 15 yıl askıda kalmıştır.
Bu konudaki daha somut adımlar 1909 yılında atılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî buhran ve II. Meşrutiyet’in ilânı esnasındaki boşluktan istifade ederek Bulgar Devleti, 22 Eylül 1908 tarihinde bağımsızlığını ilân ederek müstakil bir krallık/çarlık olmuştur. Birkaç ay sonra Bâb-ı Âlî’nin de bu bağımsızlığı kabul etmesi sonucunda iki devlet arasında 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul Protokolü imzalanmıştır. Bu Protokol’e ek olarak iki ülke arasında Müslüman topluluğun hukukunu ele alan bir Mukâvelenâme (Müftülük Sözleşmesi) imzalanmıştır. Sekiz madde ihtiva eden bu ikili antlaşma ile daha önce askıda kalan Başmüftü meselesi kesinleştirilmiştir.
Buna göre, Başmüftü, müftü ve müftü vekillerinin katılımıyla müftüler arasından seçilecektir. Daha sonra Bulgaristan Mezâhip (Diyanet) Bakanlığı vasıtasıyla Meşihatin/Şeyhülislâmın onayını aldıktan sonra göreve başlayacaktır. Sonra da Başmüftü, Müslüman cemaatin katılımıyla seçilecek müftülerin göreve başlamaları için Meşihatin onayını temin edecektir.
Başmüftü, Bulgaristan Müslümanları ve müftüleri ile iki devletin ilgili kurumları arasında münasebetlerde aracılık edecektir. Dinî işlerle birlikte İslâmî hayır kurumlarının çalışmalarını da takip edecek olan Başmüftü ayrıca nikâh, talâk, veraset ve vesayet gibi İslâm hukuku ile ilgili hususların şer‘î usullerle çözümü, vakıfların idaresi, dinî okulların ve umumî Müslüman okullarının denetiminden sorumludur. (Bu görevlere ilâveten 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Sulh Muâhedenâmesi ile Başmüftünün bir “Nüvvâb” okulu açması ve yeni bir nizâmnâme/tüzük hazırlaması kararlaştırılmıştır.)

İlk Başmüftü Seçimi
Bundan hareketle projesi çizilen müftülük teşkilâtını yeniden yapılandırmak ve Başmüftülüğün fiilen çalışmasını sağlamak amacıyla bir yıl sonra, 25 Nisan 1910 tarihinde Müslüman cemaat sancak müftülerini seçecek delegeleri seçmiştir. Bunun hemen akabinde 9 Mayıs tarihinde o dönemde var olan 14 bölgenin sancak müftüleri seçilmiştir. Bu dönemde ayrıca 20 müftü vekili bulunmaktadır. Oy hakkına sahip bu 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla 8 Arlık 1910 tarihinde ilk Başmüftü seçimi için Sofya’da toplantı düzenlenmiştir. Başmüftünün sancak müftüleri arasından seçileceği kararına uygun olarak Başmüftü adayı olan müftülerin adaylıklarını koymaları daha önceden ilân edilmiştir. Bu ilânda Başmüftü adaylarının yüksek seviyede din eğitimi görmüş ve Bulgaristan vatandaşı olmaları gerektiği ifade edilmiştir.
Bu önemli ve sorumlu makam için iki aday çıkmıştır. Osman Keskioğlu’nun ifadesiyle bunların birincisi: Geniş fıkıh bilgisi, dürüstülük, doğruluk ve kimsenin eline âlet olmama gibi özelliklere sahip olup beş yıldan beri Sofya Müftüsü makamında bulunan Şumnulu Hocazâde Mehmet Muhyiddin Efendi’dir. Babası da daha önce Şumnu Müftüsü olarak görev yapmış değerli bir âlim olan Hocâzâde Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş ve döndükten sonra uzun zaman Şumnu Müftüsü ve aynı şehirdeki Eski Cami Medresesi müderrisi olarak görev yapan değerli bir zattır. İkinci aday ise faal ve atılgan birisi olup Vidin Müftüsü makamında bulunan Süleyman Rüşdi Efendi’dir. Yapılan oylama sonucunda 34 oy sahibinin 25’inin desteğini alan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Bulgaristan Müslümanları tarihinde seçilen ilk Başmüftü olmuştur.


Başmüftülük Çalışmaya Başlıyor
Bu seçim yapıldıktan sonra Hocazâde Efendi, değişik sebepler yüzünden (muhtemelen iki devlet arasındaki ilişkiler yüzünden) uzun zaman Şeyhülislâm tarafından verilmesi gereken menşur ve mürâseleyi (müftülük ve kadılık yetki belgesi) alamamakla birlikte göreve başlamıştır. Fiilen bu seçimden sonra çalışmaya başlayan Başmüftülük kurumunda kısa zaman sonra Sofya Müftüsü ve Başmüftü Vekili olarak Duştubaklı Süleyman Faik Efendi görevlendirilmiştir. Ayrıca Başkâtip olarak da Hacıoğlu-Pazarcıklı Mehmed Celil görevlendirilmiş ve kurumun iskeletini oluşturan bu üçlü beş yıl birlikte çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki karışıklıklar sebebiyle 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılan Hocazâde Efendi’nin yerine yeni Başmüftü seçilememiş ve Başmüftülük görevi vekâleten değişik müftüler tarafından yürütülmüştür. Savaş sonrasında, 1920 yılında Süleyman Faik Efendi seçimle işbaşına gelen ikinci Başmüftü olarak, Hocazâde Efendi Başmümeyyiz (Temyiz Hâkimi) ve Mehmed Celil de Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdürü olarak yine göreve başlamışlardır. Bu değerli insanlar, hem ilk dönemlerinde, hem de ikinci dönemlerinde son derece öenmli işlere imza atmışlar. Başmüftülük ve birimlerinin kurulması, gerekli mevzuatın hazırlanması, kadroları yetiştirecek Nüvvâb okulunun açılması, vakıfların düzene konması ile ilgili temeller 1910-1915 arasında atılmış, bazı kusurları olsa da kurumun yapısı 1920-1928 yılları arasında oluşturulmuştur.
Başmüftü olmalarından önceki ve sonraki çalışmaları takdir edilmesi sebebiyle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilmiye sınıfında görev yapanlara verilen üst derecelerden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’ye “Edirne Pâyesi”, Süleyman Faik Efendi’ye ise “İzmir Pâyesi” verilmiştir.

Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/

17 Ağustos 2010 Salı

Sayın Başbakan tebrikler! Amma...


Vedat S. Ahmed

Açık sözlülüğüyle ve mertçe tavırlarıyla birçok insanın gönlünü fetheden ve bazılarınca kurtarıcı gözüyle bakılan Başbakan Boyko Borisov’a Bulgaristan’daki Müslüman-Türk azınlığının yaklaşımı olumsuz tarafı ağır basan rezervlerden oluşuyor. Çünkü sayın Başbakanımız, “Soyadönüş sürecinde” askerî birliğinin başında Deliorman’da bulunmakla kalmamış, seçim öncesinde Amerika’da bilinçli, bilinçsiz veya bilinç altından kaçırılmış “amaç-yöntem” ikilemini içeren talihsiz birkaç söz sarf etmişti. Bunlar ve kendisinin İçişleri Bakanlığı sıralarından gelmesi Bulgaristan’da yaşayan 1 milyonu aşkın Müslüman-Türkün (kendisi ne hikmetse Türk diyemiyor) tereddütlerinin artmasını, hiç kuşkusuz, etkiledi.

Seçim gecesinde verilen büyük sözler
Sayın Boyko Borisov, Türklerin tereddütlerine ve çoğunluğunun kendisine karşı oy vermesine rağmen, büyük bir başarıyla seçimleri kazandı, sırasına göre 87. Başbakanımız oldu. Şöyle veya böyle elindeki “malzeme” ile çalışmasının farkına vardığı için Müslümanları teskîn etme, rahatlatma amacıyla (belki de uyutma amacıyla – zaman gösterecek) kimsenin etnik meseleleri kurcalamaması gerektiğini ve Hıristiyan-Müslüman ayırımı yapmayacağını, kendisiyle ilgili tereddütleri gidereceğini kesinlikle ifade etti.
Bu sözlerini destekler mahiyette bir konuşma bir yıl kadar önce Deliorman’ın Köklüce (Venets) belediyesinde Türklere hitaben yaptı, geçenlerde Rodoplar’daki kardeşlerimize hitaben Kırcaali’de de buna benzer sözler söyledi. Dün ise Deliorman’ın aynı belediyesinin Aydoğdu (İzgrev) köyünde “gördünüz mü ‘sizin isimlerinizi değiştirecek, göçe zorlayacak’ diyenlerin söylediklerinin hangisini yaptık” diyerek Müslümanlara sıcaklık gösterdi ve güven verdi.
Tabii ki, sayın Başbakanın Deliorman ve Rodoplar’ı ziyaret etmesi, oralara bazı yatırımlar yapması, çileli halkımıza maddî anlamda vaatlerde bulunması, konuşmalarıyla güven telkîn etmesi güzel ve takdir edilecek şeyler. Amma velâkin bunlar yıllardır şamarlanan birisinin güvenini kazanmak için çok yetersiz. Ayrıca sayın Başbakanımızın Türklere yönelik şu ana kadar yaptıkları sadece formalite icabı yapılan şeyler gibime geliyor. Hele şöyle biraz ciddî adımlar atsınlar ki, “aferim, bu momça iş yapacak” desinler.

O kadarını Jivkov da yaptı, farkınızı görmeyi bekliyoruz...
Zaten, sayın Borisov’un yaptıkları kadarını, hatta daha fazlasını Jivkov da yaptı... O da bir zamanlar Aydoğdu’nun komşu köyü olan Habip-köyü (Valdimirovtsi’yi) ziyaret etmiş, tıpkı Başbakanımız gibi Palamara da gitmişti... Orada Türklerin gönlünü kazanmaya çalıştı, hatta yakınlığını göstermek için “rabota bubama rabota” diyerek Türkçe kelime bile kullandı. “Türk dostu” Kubadinski de sıkça Palamara gidiyordu... Başbakanımızın dedesini yok eden komünistler, Aydoğdu köyünde büyük şair Nazım Hikmet’i bile konuşturdular... Ayrıca köylerimize önce kooperatifleri, sonra elektriği, yolları, fabrikaları, liseleri, düğün salonu ve çocuk bahçelerini de götürdüler...
Sayın Başbakan, eğer Jivkov’tan farklı iseniz ondan daha fazlasını yapmalı ve onun yaptığı yanlışları yapmamalısınız. O, Müslüman-Türk halkına iş sağladı, okullar yaptırdı, maddî imkânlarını iyileştirdi. Ama aynı zamanda Şumnu, Razgrad ve Kırcaali Türk tiyatrolarını önce Bulgar tiyatrolarının çatısı altına soktu, sonra da kapattı... Türk okullarını kapattı, onunla da yetinmeyerek Türkçe derslerini seçmeli hale, daha sonra da yasaklı hale getirdi... Din eğitimini tamamen yasaklayıp hocalara “camilere gelen Müslümanları ateist yapma görevi” verdi, onunla da kalmayıp sonunda Gencev gibi beynamazı Başmüftü yaptı... Filibe’de iş başına getirdikleri Cami Encümenine Taşköprü Camii’ni de o sattırdı...
Söz uzanur ger kalanın der isem...
Sayın Başbakanımız! Bizim bir şairimiz var, kendisi aynı zamanda sizin gibi paşa ve siyasetçi olan Ziya Paşa bakın ne diyor:
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!

Kaynak: Ajans B

18 Aralık 2009 Cuma

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Vedat S. Ahmed
Başmüftü Yardımcısı

Bulgaristan Türkleri arasından yetişen son derece önemli şahsiyetlerden biri Osman Keskioğlu’dur. Zira değerli hocamız Dr. İsmail Cambazov’un kullandığı “ayaklı kütüphane” nitelemesine hakikaten lâyık birisi olup ilmi ve irfanıyla ve bu yoldaki azimli çalışmalarıyla çok zengin ve geniş ilmî birikime sahip olduğunu göstermiştir.
İbrahimoğlu Seyfullah’ın oğlu olarak Burgaz kazası Karînâbâd (Karnobat) kasabasına bağlı Koca Balkan eteklerinde yer alan ve o yıllarda yaklaşık 1000 nüfusu olan Rupça köyünde dünyaya gelen Osman Keskioğlu’nun doğum tarihiyle, hatta doğum yılıyla ilgili birkaç görüş vardır. Bu görüşler arasında 1907, 1908 ve 1909 yılları yer almaktadır. Bu yıl farkının Hicrî ve Rumî tarih kullanımından kaynaklanmış olacağını düşünmekteyim. 1908 yılında doğmuş olması muhtemel olmakla birlikte, biz, birkaç kaynakta belirtilen 22. 02. 1907 tarihini esas aldık.
İlk öğrenimini köyünde gören Osman Seyfullah, savaş yıllarından dolayı bazı engellerle karşılaşmış, o yüzden ilkokulu birkaç yıl geç tamamlamıştır. İlkokulu tahsil ettikten sonra 1924/1925 eğitim yılında Şumnu’da faaliyet gösteren rüşdiye/ortaokul seviyesindeki Medrese-i Âliye’ye kaydolmuş ve dört yıllık orta öğrenimini orada görmüştür. Bu okulda öğrenci olduğu sıralarda hocalık yapanlar arasında Mustafa Hayri Efendi, Ali Rıza Efendi, Necip Asım Efendi, Ahmed Kemal, Vidinli Rüstem Cemil gibi kişiler vardır.
Osman Seyfullah, 1928 yılında kaydolduğu Nüvvâb Medresesi’nin Tâlî/Lise Kısmı’ndan 1933 yılında sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olarak mezun olmuştur. Hemen ardından Nüvvâb’ın Âlî/Yüksek Kısmı’na kaydolmuş ve 1936 yılında yüksek öğrenimini fevkalâde dereceyle tamamlamıştır. Medresetü’n-Nüvvâb’ta okuduğu yıllarda bir çok hocadan ders almakla birlikte üzerinde en fazla tesiri olanlar arasında Yusuf Ziyaeddin Ezherî bulunmaktadır, bunu yazdığı eserlerinde her fırsatta dile getirmesinden anlamaktayız. Ayrıca Emrullah Feyzullah Efendi, Süleyman Sırrı ve bir yıl kadar derslerine giren Hasip Safvetî’nin tesiri de görülmektedir.
Nüvvâb’tan mezun olduğu 1936 yılının sonlarına doğru sınıf arkadaşları Ahmet Hasan (Davudoğlu) ve Muharrem Abdullah (Devecioğlu) ile birlikte Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdüriyeti tarafından tahsis edilen bursla Başmüftülük tarafından eğitim amacıyla Mısır’a gönderilmiştir. Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin Şeriat/İslâm Hukuku Fakültesi’nde dört yıllık eğitimini tamamladığı 1940 yılında mezun olarak Bulgaristan’a dönmüştür.
Döner dönmez Şumnu’ya yerleşen ve Nüvvâb’a öğretmen olarak atanan Osman Seyfullah, okuldaki görevini 1950 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıncaya kadar sürdürmüştür. Bu zaman zarfında okulun Tâlî ve Âlî kısımlarında değişik dersleri okutan Osman Seyfullah’ın özellikle Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı, Hadis, Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi dersleri okuttuğu kaynaklarda görülmektedir.
Bu esnada Şumnulu Beyzadeoğulları ailesinden Halise hanımla evlenmiş ve bu evliliklerinden Muallâ ve Şevkiye adlı iki kızları doğmuştur.
10 Eylül 1950’de ailecek Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşen ve Keskioğlu soyadını alan Osman Seyfullah, 4 Ekim 1950 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde Arapça tercümanlığı görevini üstlenmiş ve bu kurumdaki görevinde 10 yıl kadar kalmıştır. Ayrıca 18 Kasım 1959’da Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Arapça okutmanı olarak ek görev üstlenmiştir. Ertesi yıl ise aynı fakülteye öğretim görevlisi olarak atanmış ve yaklaşık 13 yıl Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları derslerini okutmuştur.
Aynı zamanda 16 Mart 1961 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu üyesi olan Keskioğlu, bu kurum Din İşleri Yüksek Kurulu’na dönüştürüldükten sonra 7 Ekim 1965’te kuruma tercüman olarak görevlendirilmişшчи. 31 Aralık 1965’te Bakanlar Kurulu kararnamesiyle aynı kurul üyeliğine atanmış ve bu görevdeyken 4 Ağustos 1976 tarihinde emekliliğe ayrılmıştır.
Anadili Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Bulgarca da bilen Osman Keskioğlu’nun uzun yıllar Türk Dil Kurumu üyesi olduğu da bazı araştırmacılar tarafından bildirilmiştir. Keskioğlu, ilim dünyasına sağladığı katkılardan dolayı 1986 yılında Selçuk Üniversitesi tarafından “fahrî doktor” unvanına lâyık görülmüştür.
Yarım asırdan fazla süren çileli ve yorucu bir ilim yolculuğundan sonra Osman Keskioğlu, 4 Ağustos 1989 tarihinde vefat etmiş ve Ankara’nın Asrî Cebeci Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Eşi Halise hanım daha önce vefat etmiş, kızı kimyacı Prof. Dr. Muallâ Keskioğlu ve damadı Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) üyesi Prof. Dr. Gürol Ataman ise 2 Ağustos 1986’da vukû bulan bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişlerdir. Küçük kızı Şevkiye yıllardan beri İngilizce tercüman olarak Ankara’da görev yapmaktadır.
***
Osman Keskioğlu, 80 yıla yakın ömründe yapıp ortaya koyduklarıyla çok yönlü bir şahsiyet olduğunu ispatlamıştır. Onun bu farklı yönlerini ele alarak biraz daha yakından tanımak faydalı olacaktır.
Osman Seyfullah öğrenciliğinde arkadaşları arasında ön plana çıkan, seçilen birisidir. 1930 yılının Ekim ayında okul açılınca öğrenciler tarafından düzenlenen boykotun beş kişilik tertip komitesinde bulunması ve bu hususla ilgili olarak yayınladıkları “Maskeli Takdirler Karşısında” adlı çağrı bunun delillerinden sadece biridir. O, okuldaki sosyal ve eğitim etkinliklerine aktif olarak katılan ve bu şekilde öğrencilik dönemini iyi bir şekilde değerlendiren bir kişidir. Özellikle bu yıllarda kendisini istilâ eden kitap tutkusu onun ileriye yönelik hayat çizgisini belirleyen çok önemli bir etken olmuştur.
Osman Seyfullah, Nüvvâb öğrencilerinin kurup çalıştırdığı Müsterşidler Cemiyeti’nin çalışmalarına katılmış, derneğin kütüphanesinin zenginleşmesi ve düzenli olarak çalışması yönünde sorumlulardan biri olarak çaba sarf etmiştir. O, ayrıca çalışkan öğrencilerin istifadesine sunulmuş olan son derece zengin ve çok değerli eserlere sahip Şerif Halil Paşa Kütüphanesi’nden de istifade imkânına sahip olmuştur. Öyle ki, 1942 yılında Macar Türkolog Herbert Duda’nın girişimiyle bu tarihî kütüphane Millî Kütüphane’nin Şarkiyat Şubesi’ne bağlı bir birime dönüştürülmüş, kitapların yeni şartlara göre tasnifi başlatılınca Osman Seyfullah bu işe memur edilmiş ve 1950 yılına kadar bu sorumlu görevi sürdürmüştür. Bununla birlikte Mısır’da bulunduğu zamanlarda Kahire Kütüphanesi’nin zengin kaynaklarından istifade etme imkânı bulmuş ve vaktinin büyük bir kısmını orada geçirmiştir. Bu birikime sahip olan Keskioğlu, nâtıkasının pek kuvvetli olmaması sebebiyle kendisini yazmaya adamış ve hayatının sonuna kadar buna bağlı kalmıştır.
Osman Keskioğlu, daha Nüvvâb öğrencisi olduğu zamanlarda aktif bir şekilde yazmaya başlamış ve değişik dergi ve gazetelerde yayınladığı dinî ve fikrî içerikli kısa yazıları, şiir ve hikâyeleri onun bu yönde gelişime müsait olduğunu ortaya koymaktadır. 1931 yılında Nüvvâb öğrencilerinden birkaçının dinî içerikli nasihat kitapçıkları/broşürleri yayınlanmış , bunların arasında Osman Seyfullah’ın Öğütlerim adlı kitapçığı da vardır. Bu arada ilk şiirlerini de 1931 yılında İntibah gazetesinde yayınlamaya başlamış, bunları daha sonra Dostluk, Emel ve Medeniyet gazetelerindeki şiirleri izlemiştir. Mısır’dan döndüğü 1940 yılından itibaren ise Medeniyet gazetesinde devamlı yazılar yazmıştır. Zaten o dönemde gazetenin başında da önce okul arkadaşı ve yakın dostu Mehmet Fikri, daha sonra ise köylüsü ve 12 boyunca Şumnu’da okul arkadaşı olan Salih Pehlivan bulunmaktadır. Ayrıca Nüvvâb’taki öğrenciliği sırasında öğrenci arkadaşlarıyla neşrettikleri Emel gazetesinin başyazarlığını da yapan Osman Seyfullah’ın gazetede hem şiirleri hem de yazıları görülmektedir.
9 Eylül 1944 sonrasında Bulgaristan’daki yönetimi “halk idaresi” ele geçirince ülkede havalar değişmiş, bir taraftan Türklerin sosyal, kültürel ve eğitim hakları genişletilmiş, diğer taraftan da dinî haklar hususunda kısıtlamaya gidilmiştir. Bu değişikliklerin Nüvvâb ve Nüvvâblılar, dolayısıyla Osman Seyfullah üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Verilen haklardan istifade etme ve biraz da yeni şartlara ayak uydurma düşüncesiyle o zamana kadar Osman Seyfullah, O. el-Ezherî veya sadece O. imzasıyla yazılar ve şiirler neşreden yazar ve şair, yeni şekillenmeye başlayan Türk basınında O. Sungur veya Osman Sungur imzasıyla görülmeye başlamıştır. Hatta belirli bir zaman Işık gazetesinin Yayın Kurulu’nda da bulunmuştur. O dönemde çıkan Işık, Yeni Işık, Eylülcü Çocuk ve Halk Gençliği adlı gazete ve dergilerde şiirlerini, edebiyat ve din konularındaki yazılarını yayınlamıştır. Bunların arasında eski sistemi eleştirip yeni düzeni metheden “zamana uygun” ifadelere de rastlanmaktadır. Ancak belirli bir zaman sonra oluşan yeni şartlara “ayak uydurmakta” geri kalması, ayrıca basın sayfalarında yeni şair ve yazarların görülmeye başlaması sebebiyle Osman Sungur yavaş yavaş köşesine çekilmek zorunda kalmış, ilk zamanlardaki gibi yoğun bir şekilde yazı ve şiirler yazmaz olmuştur.
Osman Seyfullah, zorunlu olarak Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşerek kısa bir zamanda kendisini ilim çevrelerine tanıtmış ve takdir kazanmıştır. Bunun neticesinde Ankara’da yayınlanmakta olan İslâm, Anayurt, Vakıflar Dergisi, Diyanet Gazetesi, Diyanet Dergisi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Türk Kültürü gibi basın organlarında pek çok dinî, ilmî ve kültürel içerikli popüler ve ilmî yazı ve makaleleri basılmıştır. Bunların arasında, Bulgaristan’da Medeniyet sayfalarında neşrettiği çalışmalarının bir devamı niteliğini taşıyan dinî konulardaki yazı ve araştırmaları ağır basmaktadır. Bununla birlikte İslâm medeniyeti ve tarihi, Bulgaristan Müslümanlarının tarihi ve kültürü ile ilgili son derece değerli araştırmalar da vardır. Özellikle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki görevi esnasında vakıflarla ilgili araştırmaları, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde göreve başlayınca ise İslâm düşüncesi ve İslâm dünyasındaki ıslahat hareketiyle ile ilgili çalışmaları ağırlık kazanmıştır.
Osman Keskioğlu, gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla birlikte daha Bulgaristan’da iken içinde bulunduğu zor şartlara rağmen, bazı kitaplar yayınlama imkânı bulmuş, bu konudaki çalışmaları Türkiye’ye varınca hız kazanmıştır. Tespitlerimize göre, müellifin tek başına veya ortaklaşa kaleme alıp Bulgaristan ve Türkiye’de yayınlanan toplam 32 telif eseri bulunmaktadır. Ayrıca Arapçadan tercüme edilmiş 13 kitabı vardır. Bunlara ilâveten biri içinde bulunduğu heyet tarafından, diğeri ise kendisi tarafından müstakil olarak hazırlanan iki Kur’ân-ı Kerim meâli yayınlanmıştır. Bununla birlikte hazır olup yayınlamaya muvaffak olamadığı 20 kadar eseri bulunmaktadır. Müellifin eserlerinin çoğu büyük hacimli, ilmî değerleri yüksek olup pek çok ilmî araştırmaya kaynak olmuşlardır. Eserlerin hemen hemen hepsinin birkaç baskısı bulunmaktadır ki, bazıları büyük tirajlarla basılmış ve 30. baskıya ulaşmışlardır. Peygamber Efendimizin hayatına dair kaleme aldığı eserleri birkaç yabancı dile tercüme edilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun yayına hazırladığı ilk eserleri Nüvvâb hocalığı dönemindeki müktesebatına dayalıdır. Bu eserleri arasında Kur’ân tarihi, fıkıh tarihi, siyer ve İslâm tarihi ile alâkalı olanların bir kısmı Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde alanının ilkleridir ve o dönemin şartlarında son derece önemli kaynak değerleri olduğu gibi, bazıları bugün dahi İslâmî araştırmalarda sıkça atıfta bulunulan eserlerdir. Müellifin kitap ve makaleleri arasında Bulgaristan Türklerinin tarihi, kültürü, kurumları ve edebiyatı ile ilgili çok zengin çalışmalar bulunmaktadır. Bu eserleri, araştırma titizliğinden, çok ansiklopedi zenginliğiyle kaleme alınmıştır. Hem belgelere, hem de tanıklık edilen olaylara dayanarak yazılan bu eserler, Bulgaristan Türkleri ile ilgili araştırmalar yapacak her ilim adamının ilk başvuracağı eserler arasında yer almaktadır.
Bir ilim adamı olarak Osman Keskioğlu sadece yazmakla yetinmemiş, geniş bilgi ve birikimini yıllarca Nüvvâb Medresesi ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ders verdiği öğrencileriyle de paylaşmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osman Seyfullah, 10 yıl boyunca Nüvvâb’ın lise kısmında Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı gibi dersleri okuturken, yüksek kısmında da Hadis ve Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi İslâm Hukuku ile alâkalı dersleri takrir etmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ise 13 yıl boyunca Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları gibi temel İslâmî dersleri vermiştir.
Keskioğlu’nun eğitim-öğretim çalışmaları sadece hocalık yapmaktan ibaret olmayıp teşkilâtçılığı da vardır. 1944 sonrasında Bulgaristan’da yeni esmeye başlayan rüzgâra kapılarak Şumnulu öğretmenler, eskiden yoğun ve çok verimli eğitim çalışmalarıyla bilinen Muallimîn-i İslâmiye ve onun devamı olan Türk Muallimler Cemiyeti’ni ihya etme teşebbüsünde bulunmuşlar ve Türk Öğretmenler Birliği’ni kurmuşlardır. Bu birliğin idaresine genç öğretmenlerden Osman Seyfullah başkan, Osman Kılıç da sekreter olarak seçilmiştir. Ancak komünistler, böyle bir müessesenin kendi çıkarlarına uygun olmayacağı fikrine kapılarak birliğin gelişmesine imkân tanımamışlar ve Türk öğretmenlerin kendi başlarına teşkilâtlanmasının önüne set çekilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun eğitim-öğretim hizmetleriyle ilgili önemli bir husus da hazırlamış olduğu ders kitaplarıdır. Daha Nüvvâb’a gelir gelmez “hocaların hocası” olarak bilinen yarım asırlık eğitim tecrübesine sahip Süleyman Sırrı ve Nüvvâb hocalarından Hâfız Nazif Osman ile birlikte Nüvvab’ın 1. sınıfı için Arapça dersi için Teshîlü’l-Kavâidi’l-Arabiyye adlı ders kitabını hazırlayarak Arapça öğretiminde bazı yeni metotları kullanıma koymuşlardır. Aynı hocalarla birlikte Nüvvâb’ın 2. sınıfının ihtiyaçlarına cevap verebilecek Türk Edebiyatı yardımcı ders kitabı Müntahabât adlı derlemeyi hazırlamışlardır. Bu eserde Tanzimat dönemi ve sonrası Türk edebiyatına ağırlık verilmekle birlikte divan edebiyatı temsilcilerinin eserlerine de yer ayrılmıştır. Ayrıca Nüvvâb’ın yetiştirdiği kısa ömürlü şair Mehmet Fikri’nin iki şiirine de yer verilmiştir. Osman Seyfullah’ın bu alandaki hizmetleri 1945-1946 yıllarında ilkokul ve ortaokullara ders kitapları hazırlama komisyonlarına katılarak devam etmiştir. Yürütülen çalışmalar sonucunda Türk dili ve edebiyatı dersi için beş adet Dilbilgisi ve Okuma ders kitabını hazırlamıştır. Bu ders kitaplarının daha sonra birkaç baskısı yapılmıştır.
Osman Keskioğlu’nun dinî alanda da büyük hizmetleri olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz İslâmî konulardaki eserlerinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı dergi ve gazetede Kur’ân ve hadis yorumları içeren tamamen din konusunda bilgilenme ve İslâmî bilinçlenmeyi hedefleyen yazıları neşredilmiştir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu gibi dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanmasını hedefleyen, din konusunda uzman kişilerden oluşan bir kurumda yıllarca görev yapması Keskioğlu’nun bu alandaki hizmetlerine yeterince işaret etmektedir. Zikredilen görevde bulunduğu esnada kurumunu temsilen Tunus, Somali, İran gibi ülkelerde düzenlenen uluslararası kongre ve toplantılara katılarak İslâmî konularda tebliğler sunmuş olması onun din konusundaki yetkinliğini desteklemektedir.
Osman Keskioğlu’nun burada zikretmeden geçemeyeceğim önemli bir hizmeti de Bulgaristan Türklerinin varlığını, tarihini, kültürünü ve kurumlarını tanıtma ve bunun neticesinde koruma veya ihya etme hususunda olmuştur. O, her zaman Bulgaristan Müslümanlarının dertleriyle dertlenmiş birisidir. Yıllarca yürütmüş olduğu ilmî çalışmalarda Bulgaristan Türklüğü ön planda olmuştur. Daha Kahire’de eğitim gördüğü sıralarda Mısır Millî Kütüphanesi’nde keşfettiği Bulgaristan Türklerinin tarihi ve edebiyatı ile ilgili eserleri istinsah ederek arşivine almış ve kültürümüzün zenginliğini gösterme yönünde ilk adımları atmıştır. Nüvvâb’ta öğretmenlik yaptığı 1948 yılında Dışişleri ve Mezâhip Bakanlığı tarafından istenen Bulgaristan Türklerinin kökenine dair raporu meslektaşı Hâfız Yusuf Yakup ile birlikte tarihî verilere dayanarak hazırlayıp önlerine köklü bir tarih sununca komünist yöneticiler rahatsız kalmışlardır. Özellikle komünizm döneminde Bulgaristan Müslümanlarının birçok sıkıntıya maruz kaldığı 1970-1980’li yıllarda Keskioğlu, hiç durmadan Bulgaristan Müslümanlarının vakıflarını, dinî ve millî müesseselerini doğru bir şekilde tanıtarak hem bu varlığın yok olmasının önüne geçmek, hem de bu eserleri okuyanlara zengin bir tarih ve kültürden doğacak özgüven vermeyi hedeflemiştir. Ayrıca yaptığı çalışmalarla Bulgaristan Türklerinin tarih ve kültürünü ele alacak birçok araştırmacının önünü açmış, istikametini belirlemede etkili olmuştur.
Buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Osman Keskioğlu’nun hem Bulgaristan Türkleri, hem de ilim dünyası için önemli bir kazanım olduğunu, miras olarak bıraktığı eserleriyle yeni ufuklar açmaya devam ettiğini söylemek hiç abartılı olmayacaktır. Onun bu çalışmalarını değerlendirip tanıtmak, yayınlanmayan eserlerinin de yayınlanmasını sağlama yönünde bazı adımlar atmak, başta Bulgaristan Türkleri olmak üzere ilim dünyasının bir vefa borcudur.