|
Sağda Mehmet Behçet,
solda Yahya Kemal |
Bir sürü cambaz eline düşmüş sağmal ineğe benziyorum. Her gözüne kestiren nüfuzlu ırkdaşım, güler yüzle ve tatlı dillerle yanıma sokularak dostluğumu kazanmağa çalışıyor, bazıları da üçer beşer kişilik gruplar halinde birleşerek, bağ ve bahçelerinde müşterek ziyafetler vererek bu felekzede adamı kendilerine mal edebilmek için biribirlerile yarış edip duruyorlardı.
Bunların maksatları, beni, kızları veya hemşireleri ile evlendirip içlerine almak mı idi? Buna pek de ihtimal veremiyordum; zira orada evlenmek niyetinde olmadığımı bazılarına ve bilhassa en karagün dostum olan Matmazel Pavlina'ya söylemeyi de ihmal etmiyordum.. Kendisiyle kültüründen istifade etmek için sık sık görüştüğüm ve mahpus bulunduğum zamanlarda hayli yardımlarını gördüğüm ve şimdi maalesef rahmetle anmakta bulunduğum o iyi kalpli aziz meslekdaşımın benim bu kararlarımı, o gibilerine, yavaşça fısıldamış olduğuna da biç şüphe etmiyordum. Buraya gelip yerleşeli bir seneyi geçmişti. Bu müddet zarfında misafirlik ve gariplik gibi komşuluk ve hemşerilik istiyen halim kalmamış ve haftada iki defa çıkan bir gazetenin sahip ve başyazarı ve Türk rüştiye mektebinin müdürü olarak çalışmağa koyulduğum herkesçe biliniyordu.
Rahova, Tuna boyunun en yüksek ve bol manzarası ile ta¬nınmış en dilber kasabası idi. Dar bir tren hattı ile Çervenbreg durağına bağlanan ve en ziyade tağıl yetiştiriciliğile tanınmış olan bu kasabanın o tarihlerdeki nüfusu 18000 idi ve bunun 347 hanesini Türkler teşkil ediyordu.
Çiftçilik, Zahirecilik ve kısmen Balıkçılıkla geçinen bura Türkleri de, bütün Bulgaristan Türkleri gibi, mert, çalışkan, vefalı, sadık ve yükselmeğe gerçekten âşık olan insanlardı. Nitekim, onların bu yüksek vasıflarını yakından gördüğüm ve bilhassa geniş bir Bulgar çoğunluğu arasında erimek tehlikesine maruz bulunduklarını da sezdiğim, için matbaamı ve haftada iki defa intişar eden (Ahali) isimli gazetemi Sofyadan kaldırıp buraya getirmiş ve ömrümün en hamleli yıllarını burada geçirmeğe başlamıştım.
Rahova'nın temiz Türkleri değersiz varlığımı çabucak çenberliyerek adımlarıma ayak uydurmuşlar ve benimle birlikte hamleden hamleye geçerek iki yıl gibi kısa bir zaman zarfında örnek bir cemaat halini almışlardı. Ardı arası kesilmeyen geceli gündüzlü, çalışmalarımın mahsulü olanak Rüştiye okulundan yetişen ve evvelce bu okulu ikmal ederek hayata atılmış olup o yıl açılan (Bozkurt gece kursu)ndan geçen azimkar gençleri ana vatandaki müsbet çalışmalarını uzaktan uzağa işittikçe ve zaman zaman aldığım, mektuplarını okudukça duyduğum haklı sevincimin tahminini bu satırları takip eylemekte bulunan aziz ve kıymettar okurlarıma bırakıyorum.
Evet, artık açıkça anlamağa başlamıştım ki sağmal bir inek gibi sağa sola çekilerek değerlendirmekliğimin ve arttırılmaklığımın başlıca sebebi, yaklaşan belediye seçimlerinde beni kendilerine mal ederek ve kalemimle çenemi kendi hesaplarına çalıştırarak omuzlarıma yerleşmekten ibaretti. Ancak, ince zekâ oyununun ırkdaşlarım tarafından oynanmadığına da artık şüp¬hem kalmamıştı. Zira, (Çiftçi), (Demokrat), (Nasyonal Liberal), (Sosyalist) ve hattâ (Komünist) gibi türlü partilere ayrılmış olan Bulgarlar, mukadderatın kendilerine mahkûm ettiği zavallı ırkdaşlarımı da kendileri gibi bu muhtelif partilere dağıtmış bulunuyorlardı.
Türk Okuma Yurdu ile Türk kahvesi okulun tam karşısında olduğu için Türk azınlığı her sabahın alaca karanlığında burada toplanarak çay ve kahvelerini içmek vesilesile günün hâdiseleri etrafında görüşüp dertleşirler, ondan sonra da dağılır, işlerine giderlerdi.
Burası, milli kalkınmayı temine çalışmak bakımından benim için de hayli faydalar sağladığından ben de hemen her sabah evimden binaya iner, okul mesaisi başlayıncaya kadar burada biriken kardeşlerimle türlü konular etrafında uzun derin söylentiler yapardım.
|
Trakya'dan Bulgaristan'a
geçerken Yunanlı iki asker
tarafından yaralanan
Mehmet Behçet |
Bir Ocak aynını 20. günü yine böyle bir sabah toplantısında bulunuyordum. Her taraf bembeyaz, karlarla örtülü ve kahvenin hemen alt tarafından geçen Tuna muazzam buz tabakalarile dolu bir halde akıp gidiyordu. Söz sırası o hafta içinde yapılacak belediye seçimlerine gelmişti. İşini gücünü bırakıp sabahtan akşama kadar bu kahvede dama iskambil ve tavla oynayan Ali Kartof, buradaki Türkleri kendisinin bağlı bulunduğu Çiftçi Partisi hesabına kazanmak için ardı arası kesilmiyen bir sürü lâf yığınlarile uluorta konuşmağa başlamış, o tarihlerde iktidar mevkiinde bulunan Çiftçi Partisi hükümetinin Türk unsuruna karşı takındığı müsamahalı vaziyeti uzun boylu anlatmış ve kasabadaki taraftarları hayli toplama baliğ olan Nasyonal Liberal Partisini halkın gözünden düşürmek için de bir sürü örnekler getirdikten sonra ilk cihan savaşına onlar tarafından sokulduklarını ve cephelerde çarpışan kıt'alardaki Türklere bir sürü eziyet çektirmekle beraber domuz eti bile yedirdiklerini söylüyordu.
Oturduğum köşeden yavaşça başımı çevirerek:
-Ali efendi, Ali efendi; diye bağırdım ve:
-Çok memnun olmalısın ki herifler hiç değilse domuz etini olsun esirgememişler de seni büsbütün aç bırakmamışlar. Zira unutma ki sen ve senin gibi çenebazlıkla ömür tüketenler, herkesin gece gündüz durmadan çalıştığı bu yalan dünyada, yalnız aç kalmağa mahkûm olurlar.
Bir Bulgar siyasî partisinin ekseriyet kazanmasını temin için burada lâf atıp duracağına ve böylelikle bir daha ele geçmiyecek olan kıymetli ömrünü boş yere harcayacağına evindeki arık ineklerini yemlerini hazırlamağa, sularını içirmeğe ve ahırlarını temizlemeğe kapansaydın daha mükemmel bir iş yapmış, olmıyacakmıydın?
Emin olabilirsin ki Bulgar partisinin belediye seçiminde, kazanmasını sağlamak için burada bir propaganda yapacağına evinin işi ve çocuklarının nafakasile meşgul olsaydın ruhun da Allahına ibadet etmiş bir mümin ferahlığı duyacaktın..
Bir Türk gazetecisinin ve okul baş öğretmeninin Bulgar ordusunda dövüştürülen Türk askerlerine domuz eti yedirilmiş olduğunu nefretle karşılıyacak yerde onu hoş görmesini çatık kaşlarile dinleyen ak sakallı Hafız Hasan efendi merhum, son cümlemi takdirle karşılamış ve ihtiyarlığına ve o nisbette herkesçe bilinen vakarına rağmen:
- Bravo be Behçet bey!
Diye haykırmaktan kendisini alamamıştı. Hafız Hasan efendi ile 93 ten evvel Mahkemei Şer'iye başkâtipliğinde bulunmuş olan seksenlik Abdurrahim efendinin bu ifadelerimi doğru ve çok yerinde bulmuş olmaları Belediye Seçimi karşısında beş altı yüz rey sahibi olan Türk azınlığının oynayabileceği roller etrafında uzun derin konuşmama yol açmış oluyordu.
Bulgar siyasî partilerinin hiç birine âlet olmadığım Bulgaristandaki Türklerin cümlesince malûmdu. Bu sabit karakterimden ötürüdür ki, çok şükür mevlâya, bugün dahi onların müşterek sevgilerine mihrak olmuş bulunmanın hazzile mesudum.
Oradaki ırkdaşlarımın hayat ve istikballeri bakımından bugün dahi değişmiyen en açık kanaatim, onların o siyasî vatanda bulundukça türlü Bulgar partilerine ayrılmaktansa bölünmez bir gönül, fikir ve iş birliği yaparak haklarını kendi varlıklarına dayanmak suretile korumak ve kurtarmakta tecelli ediyordu ve çünkü o tarihlerde bütün Bulgaristanda bir milyonu mütecaviz Türk unsuru mevcuttu. Bu amaca varılabilmek için milletçe yürünecek tek yol: Karşılıklı sevgi; karşılıklı inan ve güvenden ibaretti.
Muhtaç olduğumuz (Millî Birlik) ve (Millî Kuvvet) amacına ancak bu yoldan, varabilirdik.
Okulun ilk ders zilini duyarak kahveden ayrıldığım sırada arkadaşlarımın yüzlerine baktım; Ali Kartof da dahil olmak üzere, hepsinin gözleri yaşla dolmuş ve koca kahveyi derin bir sessizlik kaplamış bulunuyordu..
İlk dersten çıkıp öğretmenler odasına geldiğim zaman arkadaşlarımın ayakta ve okulun malî ve idarî işlerini çevirmek için seçilmiş olan Encümeni Maarif reis ve azalarından maada her biri şimdi hakkın rahmetine kalmış olan Yusuf Hafız Hasan, Abdi Usta, Derviş Mercof, Ramiz Şekerci, Mustafa Ağoşef ve Molla Mehmet Hacı Bayramof gibi Türk ileri gelirleri de iskemlelerde oturmuş, beni bekliyorlardı. Akıncı dedelerimizin bu değerli torunları asil bir saygı severlikle ayağa kalkıp oturduktan sonra derakap maksada geçmişler ve bir hafta sonraki Belediye Seçimi münasebetile sabahleyin kahvede söylediğim sözlerin kendilerinde derin bir intibaha sebebiyet verdiğini ve bu itibarla milletçe ne yapmak icap ediyorsa hemen karar almak üzere benimle görüşmeğe geldiklerini ifade etmişler ve kasabanın bağlı bulunduğu Vratsa vilâyeti valisi Petkodekof'un Türklerle temasta bulunmak üzere üç gün sonra kasabaya geleceğini söylemişlerdi.
Bu millî karar, hepimizi çocukça sevindirmiş ve gözlerimiz yaşarmış olduğu bir halde birbirimizi tebrik etmemize sebep olmuştu.
Yapılacak işleri derhal kararlaştırmıştık. Ancak bir arkadaşın ortada bulunmayışı hepimizi müşterek bir endişeye düşürmüştü: Yıllardan beri azılı bir komünist olarak tanınmış sonradan kayın pederim olan kunduracı Ahmet Mercof..
Onun kızıl komünist, benim de o derece mutaassıp bir milliyyetperver oluşumuz, o güne kadar yaptığımız umumi toplantılarda biribirimizi amansız bir halde hırpalamaklığımıza sebebiyet verdiği için onu da aramıza almak teklifini yapmağa kimsenin cesareti yoktu. Bu sebeple, iş evinde 8-10 münevver kalfa çalıştıran ve bu yüzden 60 - 70 rey teminine muktedir olan bu adam, gerçekten (Nuh) dediğine (Peygamber) demiycek kadar çetin bir arkadaştı. Aramızdaki şiddetli çarpışmalara rağmen onu da bu teşebbüse katma işini bizzat ben deruhte ettim ve kendisine kardeşçe bir mektup göndererek okula gelmesini rica ettim. Rahmetlinin asil ve merdane bir ifade ile:
- Hemen geliyorum..
Diye yolladığı haberin hatırasına bütün ömrümce hürmetkâr kaldığımı iki oğlumun annesi de takdirle inanmış olduğu içindir ki maddî ıstıraplarımın her türlüsüne rağmen fani ömrümü çok mes'ut bir aile reisi olarak yaşıyorum.
Ocak ayının güneşli bir pazar günüdür. Çiftçi Partisi mensupları, yakalarındaki Portakal renkli rozetleriyle mağrur bir halde sokakları doldura doldura dolaşıyorlar ve zaman zaman:
Yaşasın, çiftçiler, yaşasın Stamboliski, kahrolsun muhalifler... diye haykırıyorlardı.
Saat iki. Çiftçi Partisinin bando mızıkası parti marşını çala çala sokakları dolaşıyor; benim de pansiyoner olarak bulunduğum evin cümle kapısı hızlı hızlı çalınıyordu.
Kapıyı açtım; Ahretliğim Gemici Hüseyin ağa nefes nefese karşıma dikildi ve:
- Bütün arkadaşlar sizi okuma yurduna bekliyorlar...
Dedi. Bu haberi esasen bekliyordum; ağır ağır yola çıktım ve biraz sonra (Türk okuma yurdu)’nun eşiğinde göründüm. Binayı sarsarcasına yükselen muazzam bir alkış tufanı beni bir yaprak gibi içeriye uçurdu ve Vratsa valisinin karşısına bir dev gibi çıkardı.
Vali, gerçekten nazik ve terbiyeli bir adamdı. İsviçredeki Hukuk tahsilini ikmal ederek memleketine dönmüş olan bu mütekâmil insan ilk bakışta muhatabına önem ve inan vermekte gecikmiyordu.
Kısa bir tanıtma ve tanışmayı müteakip söze başlayan vali, Çiftçi partisine bağlılıklarını ötedenberi işittiği Rahova Türklerinin dertlerini dinlemek ve onların belediye seçiminde Bul¬gar kardeşlerile birleşerek kazanacakları zaferi yakından görmek için buraya geldiğini söyledi ve Rahova Türklerinin çiftçilikle geçinen iyi vatandaşlar olmaları hasebile bu partiye âzami muzaharette bulunacaklarından, esasen emin olduğunu ilâve etti.
Ötedenberi takdirkârı bulunduğum değerli vali Petkodakof’u şu anda karşımla görmekle ve onu, hizmetinde bulunduğum kahraman Tuna boyu Türkleri adına selâmlamakla bah¬tiyar olduğumu beyan ederek söze başladım ve kendisile açık ve kardeşçe bir konuşma yapabilmemiz için her şeyden evvel, bir kamp ve bir maktel olmayan Türk okuma yurdunu dolduran jandarmaların, ellerindeki silahları, kırbaçları ve boyunlarına asılı eski zaman kılıçlarile birlikte kapı dışarı edilmeleri lüzumuna benimle birlikte kendisinin de inanmış olacağına ihtimal verdiğimi ve eğer kendilerine Türkler tarafından en ufak bir saygısızlıkta bulunulacak olursa mesuliyetinin bizzat şahsıma râci olacağını belirterek belediye seçimi karşısında Rahova Türklerinin almak istedikleri durumun izahına girişeceğimi söyledim.
Valinin bir parmak işareti, güya kendisini korumak ve hakikatte Türkleri korkutmak için getirilmiş olan müsellâh jandarmaların, uzun kılıçları, kırbaçları ve çakar almaz tüfeklerile birlikte, bir saniye içinde oradan defolup çıkmalarına kifayet etmiş oldu ve müteakiben Tuna boyu Türkleri adına benim mütevazı sesim perde perde yükselmeğe başladı..
Maksadımız açıktı:
Alınlarımızın kara yazısı, bizleri, kendi hemcinslerimiz olan Bulgarlar arasında azınlık hayatı geçirmek durumuna düşürmüş bulunuyordu. Buna rağmen kendilerini yine yabancı saymadığımız için bugüne kadar geçen zaman zarfında – öteki azınlıklara bakarak – vefa ve sadakatten asla ayrılmadığımızı ve nitekim bu sadakatimizi genel savaşta arslanlar gibi dövüşmek suretile isbat etmiş olduğumuzu söyledim ve sırası gelmişken Türklerle Bulgarlar arasındaki tarihî münasebetlerden kısaca bahsetmek istediğimi ilâve ettim.
Büyük Türk ırkının (Bulgar) adı ile anılan kısmı daha beşinci asırda Karadeniz sahillerine ve Tuna kıyılarına inmişti.
Aslen Türk olan Bulgarlar iki yüz sene sonra Dinyester, Tuna ve Prut nehirlerinin teşkil ettikleri bir açı içine yerleşmişler ve Tuna ile Balkanlar arasındaki bölgelere ve hattâ Trakya ovalarına inmiye başlamışlardı. Bizans hükümdarı, aslen Türk olan Bulgarları buralardan söküp atmak için teşebbüse geçmiş, fakat muvaffak olamamıştı. Zira büyük Asparuh'un komutası altında Varna'ya kadar ilerleyen muazzam bir Türk ordusu Tuna ile Balkan dağları arasındaki yerlere ve dolayısile buralarda yerleşik olan Slavlara hâkim olmuşlardı. Bunların gelenek ve görenekleri Büyük Asya Türklerinin gelenek ve göreneklerine aynen benziyordu. Bunların da bayraklarında ayni ırktan olan öteki Türklere ait sancaklar gibi at kuyruğu vardı. Asparuh, durup dinlenmeden Bizans İmparatorluğu ile savaşa devam ediyor; Bizans İmparatoru, Asparuh ordularına yenildikçe haraç vermeyi kabul ediyor, haraç vermek ten usandıkça da saldırma teşebbüslerine geçiyordu. Asparuh tan sonra iktidar mevkiine geçen Tervelhan, Bizans İmparatoru İkinci Jüstiniyen'le ittifak etmiş ve Çar unvanını almıştı.
Yüz otuz sene sonra hanlık mevkiine geçen Çar Krum zamanında Türk-Bulgar saltanatı büyük bir gelişmeye erişmiş; Macaristan, Makedonya ve şimdi (Sofya) adı ile anılan Serdika kıtaları baştan başa Türklere intikal etmiş bulunuyordu.
Bizans İmparatoru, bir aralık, Krum han’ı, püskürtmek teşebbüsüne geçmiş ve neticede dehşetli bir yenilgiye uğrayarak savaş meydanında can vermişti.
Bu emsalsiz zaferden büsbütün cesaretlenen Krumhan, Edirne önlerinde yeni bir zafer kazandıktan sonra İstanbul surlarına dayanmış ve Bizanslıların yeniden harekete geçmelerine imkânı vermemek için yeni yeni savaş araçları hazırlamağa koyulmuştu.
İstanbul'u fethedemeden ölen Krumhan ve onu takiben iktidar mevkiine geçen Omurtak Han'dan sonra hâkim unsur olan Türk - Bulgarlar kendilerini yavaş yavaş kaybetmeğe başladılar ve Slav muhitinde hâkim unsur oldukları halde 200 sene gibi kısa bir zaman zarfında önce öz dillerini kaybettiler, sonra da Kiril ve Metodi isimli iki papasın, tesiriyle hıristiyanlığı kabul ederek Slavlık içinde eriyip gittiler.
Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Bulgar hanının adı artık Türkçe değildi.
Uzun müddet türlü istilâlar altında kalan bu hırıstiyan dünyası 14. asrın sonlarına doğru Osmanlı Türklerine geçti ve 1908 tarihine kadar bu idare altında kaldıktan sonra (Bulgar Hükümeti) adı altında yeni bir Ortodoks Slav devleti ha-linde inkılâp etti.
Anlaşılıyor ki bugünkü Bulgar milleti tarih sahnesine, önce Türk olarak çıkıyor, ondan sonra da (Türklük) ve (Türkler) sayesinde siyasi bir mevcudiyet halini iktisap ediyor.
Ortada bu derece yakın bir kan ve tarih kardeşliği dururken, bugünkü Bulgar devletini idare edenlerin, hasbel kader azınlık durumuna geçmiş olan Türklere kayıtsız kalamıyacağı, Türklerin de, kendilerine en ziyade yâr olacak bir parti ile el ve iş birliği yapmaktan geri durmıyacağı pek tabiîdir; ancak kendilerinin inan ve güvenlerinin kazanılması için her şeyden evvel onların milletçe muhtaç oldukları imkânların kendilerine bol bol verilmesi icabeder.
İstiyeceğimiz şeyler gayet basittir:
Çocuklarımızın refah içinde okuyup yüksek tahsile devamlarını ve iyi vatandaşlar olarak yetişmelerini sağlamak için bugünkü rüştiye okulunun yarının lisesi haline inkilâbını temin edecek bol para verilmesinin ve okur yazar gençlerimizin, tahsil derecelerine göre, bütün devlet dairelerinde ödevlendirilmesinin şimdiden teahhüt edilmesi ve teahhüdün en kısa bir zamanda meydana getirileceğini tevsik edecek bir nevi mukavelenamenin hükümet ve iktidar partisi adına değerli vali ile Rahova Çiftçi Partisi başkanı tarafından imzalanmasıdır. Bu takdirde 650 adet sadık Türk reyinin şu mütevazı avuçlarımın içinde bulunduğuna inanılmasını dilerim.
Dedim ve şu anda tasviri mümkün olmayan muazzam bir alkış tufanı içinde, kulaklarımın, uğuldadığını hissettim.
Çiftçi Partisinin Rahova başkanı, millî izzeti nefsinin hırpalanmış olmasından doğan hırçın bir lisanla:
- Yahu teahhüdümüzü yerine getirmediğimiz takdirdi bize karşı ne yapabilirsiniz?
Diyecek oldu; fakat oturduğum yerden ok gibi fırlayarak:
- Evvelce de arzetmiştim ki icapları yapılmayacak olan teahhütnamenizi bütün bir cihan, efkârı umumiyesine bir paçavra halinde gösterebilmemize yetecek kalemimizle gezetemiz, Çiftçi Partisi karşısında, (dostluk) veya (düşmanlık) cephelerinden birine geçmek için kahraman Rahova Türklerinin emirlerine muntazırdır...
Dedim.
Parti başkanının yeniden vermek istediği cevabı valinin tek parmağıyle yaptığı işaret bir anda susturmuş ve o gece Türk Maarif Encümeni reisinin evinde vali şerefine verilen bir ziyafette seçkin öğrenciler ve gençler tarafından söylenen Türkçe ve Bulgarca güzel şiirler, monologlar ve milli şarkılar valinin daha oracıkta Maarif Vekiline ve parti genel sekreterine; hitaben yazdığı mektupların bizzat bana verilmesini ve Rahova Türklerinin, ittihattan kuvvet doğacağına dair olan nasihatlarımı dikkatle dinleyerek onu fiil ve tatbik sahasına atmış olmalarının mükâfaatını bir hafta gibi kısa bir zamanda kazanmalarını temin etmiş ve fakat, ne yazık ki, bir hafta içinde yapılmasına başlanan bu yardımın sonu gelmeden dahilî bir ihtilâl neticesinde Çiftçi Partisi devrilmiş ve bu devriliş 30,000 Bulgarin yine Bulgarlar tarafından tepelenmesine sebep olmuştu.