Osmanlı torunu Evlad-ı Fatihanlar... Geçmişi bilerek onu unutmadan, geleceğe kanat açanlar... Biz bize benzeriz ve özgün olma iddiasındayız. Kuruluş: Sofya 26 Mart 2008, Halen yayın: İstanbul
8 Ağustos 2018 Çarşamba
15 Mayıs 2018 Salı
HACIOĞLU PAZARCIĞI (DOBRİÇ, TOLBUHİN) TARİHİ
Yazan: MACHIEL KIEL, "HACIOĞLUPAZARCIĞI", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/hacioglupazarcigi (15.05.2018).
Kaynaklarda adı Hacıoğlu Pazarcık, Hacıoğlu Pazarı, Pazarcık şeklinde de geçer. Bugün Dobriç adıyla bilinmekte olup XVI. yüzyılda Dobruca’nın iç kesiminde bir Osmanlı kasabası olarak denizden 260 m. yükseklikte kurulmuş, camileri, medreseleri ve tekkeleriyle neredeyse tamamen bir Türk-İslâm merkezi halinde gelişme göstermiştir. Romanya’nın Köstence Limanı’nı Bulgaristan’ın Varna Limanı’na bağlayan kara ve demiryolu üzerinde bulunması önemini arttırır. 1970’lerde yapılan arkeolojik kazılarda geç antik tabaka ile XVI. asırda şehre yerleşenlerin izleri arasında tamamen boş bir alanın bulunması şehirde 600-1500 yılları arasında yerleşim bulunmadığını ortaya koydu. Burada yerleşim ilk olarak XVI. yüzyılda yörüklerle başladı. Bu durum bölgenin en eski Osmanlı tahrir kayıtlarıyla da teyit edilmektedir. 1444’teki Haçlı işgalinden ve 1462’deki Eflak Voyvodası Vlad Tepeş’in kanlı saldırısının ardından Dobruca’nın kurak ve neredeyse susuz iç kısımları boşalmış, geriye sadece Tuna nehri kıyıları ile Karadeniz sahilleri boyunca uzanan, direnmeyi her nasılsa başarabilmiş küçük toplulukların yaşadığı köyler kalmıştır. Bugünkü şehrin yakınlarındaki Odartsi köyü yapılan kazılara göre böyle bir yerleşme yeri durumundaydı.
Hacıoğlupazarcığı’nın ortaya çıkışıyla ilgili Felix Kanitz tarafından 1879’da derlenen yerel efsanelere göre burası ilk evi inşa eden seyyar tâcir Hacıoğlu Bakkal tarafından 300 yıl önce kurulmuştu. Ancak Osmanlı tahrir kayıtları buranın kuruluş tarihiyle ilgili sağlam veriler sunar. Silistre sancağına ait günümüze ulaşan en eski kayıtlar, 924’te (1518) yapılan tahrire dayalı olarak 1530’da düzenlenen muhasebe defterinde olup kasaba hakkındaki ilk bilgileri ihtiva eder (BA, TD, nr. 370, s. 418-433). Burada Varna kazasına bağlı Hacıoğlu adını taşıyan bir köye rastlanır (s. 426). Bu köy o dönemde on dört hânelik (yaklaşık altmış yetmiş kişi) küçük bir yerleşim birimiydi ve hâne reislerinin dokuzu yerel askerî birliğin yedek askerleriydi. Varna kazası o devirde, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Hacıoğlu’nun küçük bir pazar merkezine (pazarcık) dönüştüğü döneme göre daha geniş sınırlara sahipti. 1518’de Varna kazası 1820 müslüman, 651 hıristiyan hânesinden müteşekkildi ve hıristiyanlar genellikle kıyı şeridinde yaşıyordu. Bu rakamlara göre Varna kazasının % 74’ü müslümandı (askerî gücü, sipahileri ve Varna Kalesi’nin müstahfızları hariç). 1518-1550 yılları arasında Varna kazasındaki Hacıoğlu köyü giderek bir kasaba durumuna geldi. Bundan ilk bahseden kişi 1557 yılında Polonyalı seyyah Otwinowski’dir. İstanbul’a giderken uğradığı bu küçük kasaba hakkında günlüğüne “4 Ağustos’ta Pazarcık adlı küçük kasabaya vardık” şeklinde not düşmüştür. Eksik kısımları olan, 977 (1569-70) tarihli bir başka tahrir ise bu küçük kasabanın bir mezraa/köyden civar bölgeler için bir pazar fonksiyonuna ve camilere sahip küçük bir şehre dönüştüğünü dolaylı biçimde gösterir. Söz konusu tahririn başında yer alan Silistre sancağı kanunnâmesinde Pazarcık köyünün pazar vergilerine ve yine Pazarcık’ın pazar vergilerini düzenleyen bir önceki kayıtlara atıflar bulunur. Burada zikredilen ve bugüne ulaşmayan bir önceki tahrir defteri (defter-i atîk) muhtemelen yirmi ile otuz yıl önceye, 947’lerde (1540) gerçekleştirilen tahrirlere dayanmaktadır. Bu durum kasabanın XVI. yüzyılın ikinci çeyreğinde bir köy olmaktan çıktığına işaret eder. 977 (1569-70) tarihli tahririn vakıflarla ilgili kısmı, burada Câmi-i Atîk ile Hacı İbrâhim Camii adlı iki cuma camisinin ve kurucularının isimlerini taşıyan dokuz mescidin bulunduğunu gösterir. Hacı Nasuh Mescidi’nin bir de mektebi vardır. 996 (1588) tarihli Hacı Hamza vakfiyesi ise bu zatın Hacıoğlupazarcığı’nda inşa ettirdiği mescidin durumunu belirler. Aynı yıl Pazarcık’ın Hacı Hamza mahallesinin su şebekesi ve köprüsünün bakımı için özel bir vakıf kuruldu. XVI. yüzyılın ikinci yarısında kasaba gelişme kaydederken merkezi olduğu bölgeye (nahiye) 1569’da Türkçe ad taşıyan, tamamı Türkler’den ibaret toplam 2876 hâneli (14.000 kişi) yetmiş altı köy bağlıydı.
XVII. yüzyılda daha da gelişen Hacıoğlupazarcığı 1051 (1641) tarihli Avârız Defteri’nde (BA, KK, nr. 7086) on dokuz mahalleli bir kasaba olarak zikredilir. Bu mahalleler toplamda hepsi müslüman olan 564 hâneye (yaklaşık 2700-2800 kişi) sahiptir. O dönemde henüz hıristiyanlar Hacıoğlu’nda yaşamamaktadır. Hatta 1573’te Dobruca’nın diğer yerlerinde (Balçık, Hırsova, Provadiya, Silistre, Tekfurgöl ve Varna bölgeleri) koyun çobanlarının üçte ikisi müslümanken bu oran Pazarcık nahiyesinde % 100’e ulaşır. Dobruca hıristiyanlarının cizyeleri için derlenen 1025 (1616) ve 1030 (1621) tarihli icmal sicillerinde de hem kasabada hem nahiyede hıristiyanların varlığından bahsedilmemektedir. Hıristiyanlar bu bölgeye çok daha sonraları gelip yerleşecektir. 1667’de Evliya Çelebi, Hacıoğlupazarcığı’nı ‘‘kasaba-i ma‘mûr’’ diye tanımlar ve Başvezir Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın kethüdâsı İbrâhim Ağa’nın muazzam eserinden takdirle bahseder. İbrâhim Ağa, 50.000 altın sikkeye mal olan bir yer altı sistemiyle iki saatlik mesafeden kasabaya su getirtmiş ve çeşmelere dağıtmıştı. 1956’da Petar Miyatev, o tarihteki ismi Tolbuhin olan Hacıoğlupazarcığı’nda Evliya Çelebi’nin bahsettiği Kethüdâ İbrâhim Ağa’nın çeşmelerinden birinin kitâbesini bulup yayımladı. 1075 (1664-65) tarihli olan kitâbe İbrâhim Ağa’dan bir hayır sever olarak söz eder. Aynı zamanda bir hamam ve özellikle de Sultan Çarşısı kadar devâsâ bir bedesten yaptıran İbrâhim Ağa’nın eserleri kasabayı zenginleştirmiştir.
1165 (1752) tarihli Mufassal Avârız Defteri’nde (BA, KK, nr. 2846) kasabadaki mahalle sayısı yirmi bir olarak zikredilir. 794 hâneyle burası Dobruca’nın en büyük merkezlerinden biridir. Nüfusun müslüman olan kısmı bu dönemde de hâlâ yüksek bir orana sahiptir. Bulgarlar ve Ermeniler’den oluşan hıristiyan nüfus ise ancak on bir hâneden ibarettir. Kasabanın giderek zenginleşmesi üzerine Bulgar ve Ermeni tüccar grupları XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kasabaya yerleşmeye başladı ve bunları yahudiler izledi. Bu gruplar kasabaya yerleşmelerinden kısa bir süre sonra kendi kilise ve sinagoglarını inşa ettiler. Ermeni Kilisesi bugün hâlâ ayaktadır ve işlevini sürdürmektedir. Ermeni-Bulgar tarih yazıcılığı (Margos, s. 119) temelsiz delillere dayanarak Hacıoğlu’ndaki Ermeni yerleşiminin çok erken bir dönemde (1659) başladığını iddia eder. Oysa Ermeniler’in Hacıoğlu’ndaki varlığına dair ilk güvenilir kaynak 1165 (1752) tarihli Mufassal Avârız Defteri’dir. Ruslar’ın Kırım’ı 1783’te işgal etmelerinin ardından Hacıoğlu çalışkan bir halk olan Kırım Tatarları’nın bölgeye yerleşmesiyle durumunu korudu.
1806-1812 Türk-Rus savaşı sırasında, General Kamenski kumandasındaki Rus ordusu 1810’da Hacıoğlu kasabasını yerle bir etti ve müslüman nüfusu korkunç bir katliama tâbi tuttu. 1243 (1827-28) savaşı esnasında Hacıoğlu yine Ruslar tarafından işgal edildi ve yıkıma uğradı. Ünlü şeyhülislâm ve şair Ârif Hikmet Bey tarafından 1840’ta İstanbul’a gönderilen ayrıntılı bir raporda da belirtildiği gibi işgalden sonra yaklaşık 100 ev ayakta kalabilmişti. 1840’ta ise kasabada 750 müslüman ve 100 hıristiyan evi vardı. Ârif Hikmet Bey raporda ayrıca, kasabada 4104 müslüman ve doksan sekiz Ermeni erkeğin var olduğunu not etmişti. Ortodoks hıristiyanların (Rumlar) sayısı ise belirtilmemişti. Yine bu rapora göre kasabada sekiz cami (hepsinin ismi verilmiş), beş medrese, bir mescid ve bir hamam mevcuttu.
1290 (1873) tarihli Tuna Vilâyeti Salnâmesi’nde Hacıoğlupazarcığı bir kasaba (Hacıoğlu) ve 108 küçük köyden oluşan bir kazanın merkezi olarak tarif edilir. Kasaba o zamanlar 4383 müslüman erkeği içinde barındıran 1750 müslüman hânesine ve 980 erkek, 315 hıristiyan hânesine sahipti. Hâne esasına göre sayıldığında kasaba nüfusunun % 85’i müslümandı. Hâne halkı temelinde ise bu oran % 82’ye düşüyordu, zira hıristiyanlar daha kalabalık ailelere sahipti. Tuna Vilâyeti Salnâmesi’nin istatistik kısmına göre ise Hacıoğlu Pazarcık kasabasında 2011 ev, 584 dükkân, yirmi cami, iki fabrika, yirmi dört hâne, dört medrese, on iki mektep, iki kilise (bir Ortodoks, bir Ermeni), bir sinagog, yirmi dört han, on üç tabakhâne, bir hükümet konağı, bir telgrafhâne ve bir saat kulesi vardı. Kazanın 108 köyünün sekseninin nüfusu tamamen müslüman iken yirmi altı köy karışıktı, iki köyde (dokuz hâneli Kara Kurt ve iki hâneli Selmanköy) sadece hıristiyan nüfus mevcuttu. 108 köyden 105’i Türkçe ad taşıyordu ve bu adlar çoğunlukla köyün kurucularına atfediliyor, bazan da tasvirî yer isimleri oluyordu. Köyler hayli varlıklıydı, büyük koyun sürüleri bulunuyordu. Yirmi dört hâneli Karlı Bey köyü hâne başına 102 koyuna sahipken on üç hâneli Şahinli’de bu rakam doksan dokuzdu.
1872’de Felix Kanitz, Dobruca’nın iç kısımlarının doğal merkezi olarak tarif ettiği Hacıoğlupazarcığı’nın güzel inşa edilmiş caddeleriyle bir yıldız gibi parladığını yazar. Kanitz yerel hastahaneden özellikle bahseder ve burayı, ‘‘bütün dinlerden ve soylardan hasta insanların parmakla gösterilecek ve Avrupa’da daha iyisi olamayacak bir temizlik ve tıbbî bakım eşliğinde tedavi edildiği bir hastahane’’ diye anlatır. Bu sırada Pazarcık’ta 1900 ev vardı ve bunların 760’ı Türk, 1080’i Tatar ve otuzu Çingene eviydi. Hıristiyan azınlık ise 285 Bulgar ve otuz Ermeni evinden müteşekkildi. Kasabada en az onu taş minareli, ikisi ahşap on iki cami, birçok medrese, hamam ve diğer binalar mevcuttu. Kanitz kasabanın toplam nüfusunu o dönemde 14.000 olarak tahmin etmiştir. 1876’da Fransız coğrafyacısı Aubaret ise kazanın 108 köy, 4640 müslüman hânesi ve 523 hıristiyan hânesinden meydana geldiğini, İslâm’ın bu bölgede % 90 oranında hâkim bulunduğunu yazar.
1877-1878 savaşından sonra Hacıoğlu ve bölgesi yeni kurulan Bulgaristan’ın bir parçası oldu. 1882’de ismi Ortaçağ Hükümdarı (Türk-hıristiyan) Dobrotic’in anısına Dobriç şeklinde değiştirildi. Kasabanın nüfusu müslüman halkın Türkiye’ye göç etmesinden ötürü azaldı, onların yerini Doğu Balkan dağlarının fakir bölgelerinden gelen Bulgar hıristiyan yerleşimcileri doldurdu. II. Balkan Savaşı’nın ardından mağlûp Bulgaristan, Güney Dobruca’yı terketmek zorunda kaldı, Dobriç, Balçık ve Silistre Romanya’ya bırakıldı. Romanya’nın bu bölgede hak iddia etmesinin sebebi XIV. yüzyılda Eflak Voyvodası Mirçea’nın kısa bir süreliğine bölgeye hâkim oluşudur. Romen yerleşimciler bölgeye taşındığında Bulgarlar kötü muameleye tâbi tutuldu ve bölgeden çıkarıldı. Romenler kasabanın tarihî ismini değiştirmedi (Pazargic).
II. Dünya Savaşı’nın başında Rusya ve Almanya, Silistre ve Balçık ile beraber bu kasabayı Bulgaristan’a vermesi için Romanya’ya baskı yaptı, bu durum daha sonra uluslar arası antlaşmalarla da teyit edildi. Kasabanın yeni Rumen yerleşimcileri, Dobruca’nın Rumen sınırları içinde kalan topraklarda yaşayan Bulgarlar’la zor kullanarak yer değiştirdi. Savaştan sonra 1948’de kasabanın adı ünlü Rus Mareşal Fyodor Ivanovic Tolbuhin (Stalingrad’daki 58. ordunun kumandanı ve Belgrad’ı Nazi işgalinden kurtaran kişi) adına Tolbuhin’e çevrildi. Modern tarzda neredeyse tamamen yeniden inşa edilen Tolbuhin, bir endüstri merkezi olarak hızla büyüse de şehirde artık camiler ve diğer İslâmî yapılar ortadan kalkmıştı. 1970’e gelindiğinde ayakta kalan sadece iki camisi (bu sayı 1873’te yirmiydi) vardı. Bunlardan biri, XIX. yüzyılın ortalarına ait kubbeli bir cami olup şehirdeki küçük müslüman nüfusa hizmet ediyordu. Diğeri ise XVI. yüzyılın sonlarından kalma Câmi-i Atîk’ti (Eskicami) ve yapı üzerinde bulunan küçük yazıtlarda da belirtildiği gibi birkaç defa geniş tamirattan geçmişti (1753, 1905 ve 1931).
1970’te kasabanın Eskicami çevresindeki eski merkezi etnolojik müze kompleksi ilân edildi ve büyük çapta restore edilerek yeniden yapıldı. Karadeniz kıyılarından gelen turistlerin ilgisini çekecek geleneksel tarzda bir otel, kafeler, barlar ve eski zanaatkârların, dokumacıların, çömlekçilerin, nalbantların sergilendiği birçok dükkân ve birçok restoran yapıldı. Eskicami de restore edildi, ancak minaresi kaldırıldı ve bütün yapının İslâmî bir ibadethane olarak tanınması imkânsız hale getirildi. Komünizmin çöküşünden sonra kasabaya XIX. yüzyıldan kalma Bulgarca ismi (Dobriç) tekrar verildi. 2012 verilerine göre şehrin nüfusu 90.375’tir. Vilâyette ise bu sayı 112.203’e ulaşır. Nüfusun % 87,5’unun Bulgarlar’dan, % 6,8’inin Türkler’den oluştuğu kaydedilir. Sanayi sayesinde hızlı gelişme göstermektedir. Sanayi faaliyeti olarak metalürji, un, bitkisel yağ, dokuma, mobilya, ayrıca tarım aletleri parçaları üreten fabrikalarla hayvan yemi fabrikaları vardır.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Dağlı), VIII, 24; Tuna Vilâyeti Salnâmesi 1290, s. 296-301; F. Kanitz, Donau-Bulgarien und der Balkan, Leipzig 1882, III, 240-243; R. Vulpe, La Dobroudja à travers les siècles, Bucarest 1930; P. Miyatev, “Osmanoturski epigrafski pametnitsi v Dobrudža”, Kompleksna Naučna Dobrudžanska Ekspeditsiya prez 1954 godina (ed. I. Penkov – K. Krǎstev), Sofia 1956, s. 254-258; H-J. Kornrumpf, Die Territorialverwaltung im östlichen Teil der Europäischen Türkei (1864-1878), Freiburg 1976, s. 272; Str. Dimitrov v.dğr., Istoriya na Dobrudža, Sofia 1988, II, 8-75; Feridun M. Emecen, “XVI. Asırda Balkanların Kuzeydoğu Kesiminde İskân Tipleri ve Özellikleri Hakkında Bazı Notlar”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi: Tebliğler, Ankara 1990, s. 543-550; Ljudmila Dončeva-Petkova, Odǎrci, Sofia 1999-2002, I-II, tür.yer.; Balkanlar’da Osmanlı Vakıfları: Vakfiyeler, Bulgaristan (haz. Halit Eren v.dğr.), İstanbul 2012, I, 218-220, 226-227; L. G. G. Aubaret, “Province du Danube”, Bulletin de la société de géographie, VIe serie, XII, Paris 1876, s. 153; Ch. Kesyakov, “Stari Putovaniya prez Bǎlgaria”, Periodičeski Spisanie, XXI-XXII, Sofia 1887, s. 369 (Otwinovsi); A. Margos, “Armenskata koloniya v Hadžioglu Pazardžik prez Osmanskoto vladičestvo”, Izvestiya Narodeniya Muzej Varna, sy. 18 (33), Varna 1982, s. 119-125; Mahir Aydın, “Ahmed Arif Hikmet Beyefendi’nin Rumeli Tanzimat Müfettişliği ve Teftiş Defteri”, TTK Belleten, LVI/215 (1992), s. 119-121; Kemal Karpat, “Dobruca”, DİA, IX, 484, 485.
12 Nisan 2018 Perşembe
BULGARİSTANLI CESUR BİR KADIN: ZEYNEP İBRAHİM-ZAFER
Zeynep İbrahim 1958 yılında Kornitsa’da doğdu. Ailesi, yukarıda bahsedilen
sürgün ailelerden biriydi. Beş yıl süreyle Plevne’nin Slavovitsa köyüne sürgün
edilmişlerdi. Sürenin sonunda köylerine dönmeyi beklerken bu defa Tolbuhin’in
(şimdi Dobriç) Feldfebel Dyankovo (Bayrampınar) köyüne sürgün edildiler, oradan
da Şumnu’nun Kliment (E.mberler) köyüne. 1980 yılında Şumnu Pedagoji Enstitüsü
Filoloji Fakültesi’ne yazılan Zeynep İbrahim, iki yıl sonra ismini değiştirmeyi
reddettiği için okula ara vermek zorunda kalmış. Bir yıl sonra okula devam
etmesine izin verilmiş ancak bu sefer 1984-1985 yıllarında yapılan ve tüm
Müslümanları kapsayan zorla isim değiştirme döneminde 3 yakını ile birlikte
hapse mahkûm edilmiştir. Aralık 1986 tarihine kadar Sliven hapishanesinde
kalmış, akabinde Mihaylovgrad’ın (şimdi Montana) Botevo köyüne sürgün
edilmiştir. Burada kardeşi İbrahim İbrahimov ve kuzenleri Yusuf Babeçki,
Vahide Babeçka ve Kemal Babeçki ile beraber 1988’de İliya Minev’in kurduğu ve başkanı olduğu Bağımsız
İnsan Hakları Koruma Cemiyeti’nin Mihaylovgrad şubesi ile irtibata geçmiş ve
beraber çalışmaya başlamışlardır. Türk
gençlerinin amacı, Bağımsız İnsan Hakları Koruma Derneği aracılığıyla
Bulgaristan Türklerinin yaşadığı baskıları Batı medyasına duyurmaktır. Nitekim 1988’de
ve 1989 yılı Ocak ayı başında yabancı gazetecilere röportaj veren Türk üyeler,
asimilasyonu ve uygulanan baskıları anlatmak suretiyle seslerini Liberation, Le
Monde gibi gazetelere duyurmuşlardır.[1] Zeynep İbrahim’in 1989 yılının ocak ayında Bulgaristan’ı ziyaret edecek
olan Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın görüşme yapacağı kişiler listesine girmesi sağlanır, ancak Bulgar
istihbaratı bunu haber alarak görüşmeyi engellemek için onu önce tutuklar daha
sonra da Pomak Türklerine önderlik edebileceği korkusuyla[2]
ailesiyle birlikte 3 Şubat 1989’da Avrupa ülkelerinden birine sınır dışı eder. Oradan
Türkiye’ye sığınırlar. Mert, cesur ve haksızlıklara boyun eğmeyen Zeynep
İbrahim Hanım, zafere ve özgürlüğe kavuşmanın sevincini soyadında yaşatmak için
Türkiye’de “Zafer” soyadını aldı. Bugün Bulgar ve Rus Dili ve Edebiyatında
“Prof. Dr.” olan Zeynep Zafer Ankara ve Gazi üniversitelerinde öğretim
üyesidir.
[1]
Zafer, Zeynep, “Bulgaristan Türklerinin 89 Göçünü Hazırlayan Eritme
Politikasına Karşı Direnişi”, 89 Göçü:
Bulgaristan’da 1984-89 Azınlık Politikaları ve Türkiye’ye Zorunlu Göç,
Editörler: Neriman Ersoy-Hacısalihoğlu ve Mehmet Hacısalihoğlu, İst. 2012,
199-234.
[2]
Ahmet Şerif Şerefli, Bulgaristan’daki
Türkler (1879-1989), Ank. 2002, s. 584.
11 Nisan 2018 Çarşamba
İSLAM TARİHİNDEN NOTLAR-1: HULEFA-İ RAŞİDİN, BASRİ ZİLABİD
MEHMET: BALKAN MUHACİRİ (Roman), ZİYA YAMAÇ
İsa Cebeci Anlatıyor
Mercan Civan soruyor, İsa Cebeci Anlatıyor...
Mercan Civan
Öncelikle sizinle röportaj yapmamı kabul ettiğiniz için teşekkür etmek istiyorum. İlk olarak bize kendinizden bahseder misiniz? İsa CEBECİ kimdir?
İsa Cebeci her şeyden önce bir eğitimcidir ve 5 yıldan beri emeklidir. Bulgaristan’ın Dobriç iline bağlı Glavantsi (Pirli Yenimahalle) köyünde doğmuş olmasına rağmen kendini Deliormanlı kabul eder. Bunun sebebi doğduğu köyün idari bakımdan Dobriç iline ve Tervel ilçesine bağlı olmasına rağmen, Deliorman coğrafi ve etnik bölgesinin sınırları içerisinde bulunmasıdır. Köydeşlerinin konuştuğu ağız büyük Deliorman ağzına mensuptur. Köyün Dobruca bölgesine yakın oluşu ve Dobriç’e bağlı oluşu kafaları karıştırmıştır. Hayatının büyük bir bölümü bu iki Türk bölgesinde geçtiği için hem Deliormna’ı hem de Dobruca’yı sever ve eserlerine konu eder.
6 Mayıs 1942 yılında ormanı ve yeşili bol bir yörede doğduğu için tabiatı çok sevmiş, çok değerli saymıştır. Babası ilkokul öğretmenliği ve çiftçilik yaparak geçimini sağlamaya çalışmıştır. Ev hanımı olan annesi 8 doğum yaptıktan sonra vereme yakalanmış ve 31 yaşında toprağa düşmüştür. Çocuklarının kimisi kazadan, kimisi de hastalıklar yüzünden hayata veda etmiştir. Ancak 3 kardeş hayata tutunabilmiştir. Babalarının yeni evliliği onlara daha 4 kardeş kazandırmış, ölenleri bir yere kadar telâfi ettirmiştir. Çocuklukları yokluk ve sefalet içinde geçmiş olmasına rağmen direşkenlik ve çalışkanlıkları sayesinde ele güne karışmayı başarmışlardır.
İsa Cebeci 1960 yılında Dobriç Pedagoji (İlköğretmen okulu). 1970 yılında Şumen kentindeki Sofya Üniversitesi filyalinde Türkçe-Coğrafya bölümünü (ön lisans), 1974 yılında Sofya Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü (lisans) bitirmiştir. Böylece üç öğretmen diplomasıyla Bulgaristan’ın ve Türkiye’ni ilk, orta ve lise dengi okullarında 40 yıl öğretmenlik yapmıştır. Mesleki çalışmalarıyla birlikte şiir ve müzik sanatları üzerine yoğunlaşmış, okulda ve okul dışında sahne ve konser çalışmalarına etkin biçimde katılmıştır. Bu çalışmaları emeklilik yıllarının da ayrılmaz bir parçasıdır.
Bu soru beni tanıyanlara yöneltilse, çoğu şair ve yazar olduğumu, bir kısmı türkolog olduğumu, başka bir kısmı folklor araştırmacısı ve sazcı olduğumu söyler ki, bu cevapların hepsinde az veya çok isabet vardır. Yakınımda olanlar tam bir kitap kurdu olduğumu da söyleyebilir. Gerçekten de kitap edinmeyi ve okumayı çok severim. Şiirden romana, dilcilik kitaplarından tarihe üç dilde kitap okurum. Bunun dışında Bulgarca ve Rusçadan tercümeler de yaparım. Son zamanda internetten gazete, dergi ve araştırma yazıları da vaktimin büyük bir kısmını doldurmaktadır.
Edebiyatta 45 yıl… Nasıl geçti bu kadar zaman?
Aslında 45 yıl değil, 50 yıldan beri edebiyatla ilgim var zira ilk şiirim 1960 yılında Bulgaristan’da çıkmakta olan HALK GENÇLİĞİ gazetesinde yayımlanmıştır. İlk şiir denemelerime ve muhabere yazılarıma lise 3. sınıfta başlamıştım. Yani edebiyat uğraşlarıma başlayalı yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçmiş. Nasıl geçti bu kadar zaman? Zamanın hızlı hızlı akmaktan ve çabuk çabuk geçmekten başka işi var mı ki?
Biz onun nasıl geçtiğini anlayamadık bile. Günlük işlerle, geçim derdiyle boğuşurken, zamandan saatler ve dakikalar çalıp sanatla da haşır neşir olurken, çeşitli hedeflere ulaşmak isterken bir de baktım ki, pamuk tarlasına dönmüş başım, yetmişe sularına dayanıvermiş yaşım. Oysa artık aramızda görünmüyor birçok dostum ve arkadaşım…
Şiirleri yazarken ilham aldığınız, yazar, olay veya manzara oldu mu?
Şiir sanatı genelde duygulanmalara dayalı bir sanattır. Alabildiğine aydınlık bir bahar gününde gördüklerinden ve duyduklarından etkilenirsin, coşkulu duyguların kucağına düşersin. Biraz edebiyat donanımın varsa, hissettiklerini dizelere dökersin, şiir olur. Güzel yüzlü, güzel huylu, sevimli tavırlarıyla dikkatini çeken biri duygularını harekete geçirir, kaleme sarılırsın, coşkulu dizeler döktürürsün. Çocuk yaştakiler ise annelerine vurgun olurlar, öğretmenlerine hayranlık duyarlar. Bunu güzel sözlerle anlatıp şiir yaratmaya çalışırlar. Ama edebi donanımları ve dil malzemeleri yeterli olmadığı için bunu çocukça yaparlar. Edebiyatta karar kılanların da kendine kılavuz seçtiği, hayranlık duyduğu yazarlar vardır. Bizim yetiştiğimiz yıllarda ve ülkede en çok bilinen ve tanınan iki şair vardı: Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali. S. Ali daha çok bir roman ve öykü yazarı olarak tanınmış olmasına rağmen hece veznini çok iyi kullanan bir klasik şairdir de. Beni Nazım Hikmet kadar o da etkilemiştir. Şiirle müziği birleştirmeye çalıştığım için ölçülü şiire daha çok değer veririm ve da daha büyük ustalık olduğuna da inanırım. S. Ali’nin birçok şiiri bugün bestelenmiştir. Gençliğimizde yakınımızda onların eserleri vardı. Daha sonra Yunus Emre’yi, Âşık Veysel’i, Karacaoğla’nı ve daha birçok halk ozanını tanıdık ve sevdik, onlara özendik.
Bir edebiyat türü seçeceğiniz zaman nelere dikkat edersiniz?
Hayatta edebi türlere konu olabilecek o kadar çok şey var ki! Şiirlerle genelde yaşanılmış duyguların ifade edildiğini yukarıda da belirtmiştik Aşkta mutluluk olduğu gibi mutsuzluk da, karamsarlık da olabiliyor. Bunları kısa şiirlerle anlattığımız gibi, hikâyelerle de anlatabiliriz. Bazı kişiler şiirle anlatmayı tercih ettikleri halde bazıları da düzyazıyla anlatırlar; öykü veya roman yazarlar. Şiir çok farklı bir türdür. Onda duygu yoğunluğu vardır, az sözle çok şey anlatılır. Şiir adeta sıkıştırılmış hava yahut da konsantre deterjan gibidir. Az sayıda sözle çok etki yapan ölçülü bir yazın türüdür şiir. Duygunun, düşüncenin ve müziğin bileşimidir âdeta. Şiirde ustalaşmış kişiler mısralardan oluşan uzun eserler de yazarlar. Yapma destanlar buna bir örnektir. Edebiyatçılar, bütün türler arasında en zor yazılanın da şiir olduğu konusunda birleşirler. Benim tercih ettiğim yazılar düşünce yazılarıdır. Çocuklar için yazdığım şiirlerde dahi düşünce üstüngelir, mesaj vardır. Eğitimci şairlerin eserlerinde genelde mesaj vardır, zira onlar genç kuşakları hep iyiye, güzele, doğruya ve topluma yarar sağlayan davranışlara yöneltmeye çalışırlar. Toplumsal olaylara tepki vermek için genelde deneme ve köşe ve sohbet yazılarına önem veririm. Bu şekilde 6. sorunuza da cevap verildiğini düşünüyorum. Zaman zaman bilimsel araştırmalara da kitlenirim.
Bugüne kadar hedeflediklerinizi gerçekleştirebildiniz mi?
Ben, bütün hedeflediklerini gerçekleştirip de dünyaya veda edenlerin var olduğunu sanmıyorum. İnsan, ömrünün çeşitli dönemlerinde önüne bir takım hedefler koyuyor ve bunlara ulaşmak için çaba gösteriyor. Birçoklarına ulaşıyor ama bazen beklenmedik toplumsal gelişmeler oluyor ve hedeflere ulaşmayı engelliyor. Çocukluk yıllarımda pedagoji okulunu bitirmeyi hedeflemiştim. Bitirdim ve hemen öğretmenliğe başladım. Beş yıl geçti, yüksek öğrenim yapmaya heveslendim. Yeni hedef koydum. Üniversiteye girecek, Türkoloji okuyacaktım. Bu hedefim gerçek oldu. Daha sonra kitap yazmak için çalışmalara başladım. Altı adet kitabım yayımlandı. Şimdi iki tane şiir kitabım basımevinde. Dergi ve gazetelerde yayımlanmış deneme ve köşe yazılarımı bir dosyada topladım. Deliorman Türk halk şiirlerini derledim. Büyük kardeşim Ahmet Cebeci ile onu yayınlamak yakın hedeflerimden biri. Bir hedef gerçek olduğunda bir başkası veya birkaç tanesi gündeme geliyor. Üniversite hocası olmayı istedim lâkin önümüzdeki engelleri aşamadım, o hedefime ulaşamadım. Ama iki adet bilimsel eserim oldu. Bazı bilimsel toplantı ve sempozyumlara katıldım.
Seyahat esnasında veya her zaman yanınızda not defteri taşır mısınız:
Ben yanımda not defteri nadir bulundururum. Onları genelde okuduğum kitap ve kaynaklardan aldığım bilgileri not etmek için kullanırım. Ama bir yol yazısı yazmak istiyorsam seyahat esnasında not tutar, fotograf çekerim. Makale ve araştırma yazılarımda tuttuğum notlardan yararlanırım.
Çalışma hayatınızda çocuklarınızı ihmal etiğinizi düşündünüz mü? İyi bir baba olabildiniz mi?
Ben bir öğretmen olarak milletin çocuklarıyla meşgul olduğum gibi kendi çocuklarımla da çok ilgilendim. Bulgaristan’ın Türklerle meskün olan küçük bir köyünde geçen aile hayatımız çocuklarımızın iyi yetişmesi için çok yararlı ve verimli olmuştur. Oğlum bir buçuk yaşında iken Şumen şehrinde yüksek öğrenime başladım.
Döndüğümde yine köyümde öğretmenlik yaptım. Onlara Türkçe ve Bulgarca okumayı daha 5 yaşında öğrettim. Okula gittiklerinde yaşıtları alfabe öğrenirken onlar çıtır pıtır kitap okuyorlardı ve benden yeni yeni kitaplar getirmemi istiyorlardı. Evimde zengin bir kitaplık oluşturdum. Daha ilk okulda kitap okumanın tadına vardılar. Okulda da çok başarılı oldular. Bunun dışında oğluma da kızıma da bağlama çalmayı öğrettim. Onlarla ilgilenmenin de ötesinde eşimle birlikte çalışmalarımızla da onlara örnek olduk. Öğretmen olmama rağmen 25 yıl boyunca yaz tatillerimizi ailece kooperatifin tütün tarlalarında geçirdik. Böylece çocuklarım beyin emeğiyle beden emeğini nöbetleşe kullanmayı öğrendiler. Dengeli ve başarılı bir insan olmak için sadece okumak yetmiyor, gereğinde beden işini de severek yapmak gerekiyor. Bir eğitimci olarak emeğin en büyük eğitmen olduğuna inanmışımdır. Emeğin (kafa ve kol emeği) içinde yetişen çocuklar daha başarılı ve ahlâklı oluyorlar. İyi bir kitap kurdu olan eşimse onlara bol bol masallar anlatarak insani meziyetler aşılamıştır. Şimdi oğlum İstanbul’da tıp doktoru, kızım Ankara’da müzik öğretmeni. Öğrenim yıllarında bize sorun yaratmadıkları için eşim Selim Hanımla birlikte onlara çok müteşekkiriz.
Günde kaç saat çalışıyorsunuz?
Okuldan ayrılalı belirli bir çalışma düzeni oluşturamadım. Yazmak istediğim çok konular var ama onların üzerinde çalışmaya yeterince vakit ayıramıyorum.Haftada iki gün Halk Eğitim Merkezinde müzik çalışmalarına katılıyor. Deliorman türkü grubumuz var, haftada bir gün onları çalıştırıyorum. Çorluda oturan emekli göçmen öğretmenlerle haftada iki defa buluşuyoruz. Köydeşlerimizle birlikte her bahar piknik yapıyoruz ve onlara sunmak için bedii programlar hazırlıyoruz.Bazen yurt dışına veya yurt içinde gezilere katılıyoruz. Son zamanlarda “facebook” denen iletişim ve paylaşım türü de bir hayli vaktimizi çalıyor. Çoğu kez gündüzleri dinlenmeye vakit bulamıyoruz. Son zamanda moda olduğu gibi “çok yoğunuz”. Ev masraflarını ödemek, ev ihtiyaçlarını tedarik etmek de yine zaman istiyor. Emeklilik yatmaktan ibaret değil ki…
Genç kalem dostlarınıza neler tavsiye edersiniz?
Güzel ve çekici ürünler verebilmek için her şeyden önce çok okumak, çok bilgi ve izlenim biriktirmek gerekiyor gerekiyor. Ancak beynini yükleyenlerin başkalarına verecek bilgileri olabilir. Ancak çok okuyanlar kolay ve güzel yazarlar. Bugünkü genç kuşak yazarlarının işi bize kıyasla hem kolay, hem daha zor. Kolay olan tarafı bilgi edinmek ve biriktirmektir. Kitaplar ve teknik bilişim araçları büyük imkânlar veriyor. Zor olan tarafı ise oturup da yazmak. Şimdi insanın dikkatini çekecek o kadar çok eğlence türleri var ki, onların etkisinde kalmamak mümkün değil. Bir tarafta Tv ve bilgisayar, diğer yanda müzik araçları, eğlence merkezleri durmadan usanmadan insanların kafalarını bombardıman ediyor. Bu kadar uyarıcıdan kendilerini tecrit etmeleri hiç de kolay değil. Şair veya yazar olmak isteyenler eğlenceden uzak durma sabrını ve konular üzerine odaklanma gücünü gösterebilmeliler. Tek sözle önlerine çıkabilecek her türlü fiziki ve manevi engeli yenmeye hazır olmalılar.
ÖMRÜM ATEŞTEN GÖMLEK (Hatırat), AHMET CEBECİ
16 Şubat 2018 Cuma
30 Ocak 2018 Salı
Tırnova'da Gazi Firuz Bey Camii ve Kitabesi
HACI HASAN AĞA'NIN DOBRİÇ BÖLGESİNDE YAPTIRDIĞI ÜÇ CAMİ
1864 yılında Hacı Hasan Ağa tarafından Orlyak / Turpçular köyüne yaptırılan cami. Halk ağzında köyün adı Tupçular şeklindedir. |
1868 yılında Hacı Hasan Ağa tarafından Benkovski/ İkizce köyüne yaptırılan cami.Halk ağzında köyün adı Ekisçe şeklindedir. |
29 Ocak 2018 Pazartesi
БАЙРАКЛИ ДЖАМИЯ - САМООКОВ / SAMOKOV BAYRAKLI CAMİİ
БАЙРАКЛИ ДЖАМИЯ
През XIX в. силуетът на града се доминира от минаретата на четири големи джамии и осем малки, и от часовниковата кула, която чиято камбана биела по европейски. Другите значителни обществени постройки тогава били малко – градската баня, четирите църкви, хановете, Голямата чешма на площада в чаршията. Извън града били разположени огромните комплекси на видните и самоковите.
Единствената запазена джамия в Самоков днес е Байракли джамия, наричана Али ефенди Джамия, също и Старата джамия или Джамията на Йокуша (възвишение), и се е намирала вътре в каре от магазини. От всички джамии само тя е с купол, който лежи върху тамбур с 14 прозореца. Както личи на старите фотографии и пощенски картички, останалите 3 големи джамии били с четирискатни покриви с дървени конструкции, покрити с керемиди.
Утвърдило се е мнението, че тя е построена около 1845 г. по поръка на местния първенец Мехмед Хюсреф паша. По устни сведения била финансирана от неговите вуйчовци от с. Шишманово, откъдето била майката на пашата – българка, като благодарност за подарените им гори на Чамурлийската планина. След Освождението библиотеката с ценни ръкописи, основана от пашата, постъпва в новата Народна библиотека. Посветителният надпис на библиотеката върху мраморна плоча с арабски писмена на османотурски език се съхранява в музея.
Според арх. Никола Мушанов, ръководил реставрацията на тази джамия, това е една изцяло подновена джамия на мястото на по-стара, а именно на най-старата Ески джамия. В епохата на османската власт около джамията е имало и други сгради (кулие) като дюкяни, от чиито наеми се е издържала.
Джамията е в характерната за Балканите и Турция османска архитектура, изпълнена с местни строителни материали. Молитвената зала на джамията е четириъгълна постройка, с размери 14/14/14 м, с пристроено аркадно предверие и едно минаре на северозападнатастрана, до чийто балкон водят 54 спираловидни стъпала. Молитвената зала е увенчана с купол с 14 прозореца, а над аркадното предверие се намирало женското отделение харемлък.
Архитектурното решение на джамията е интересно и характерно за местните строителни традиции. Стените са от камък и тухла, а покривът – от дърво. Покривната конструкция и куполът се състоят от естествено криви греди, носени от леки кухи колони с щукатура. При реставрацията през 50-те и 60-те години на XX в. стенописите са свалени и тази дървена конструкция е подновена с нова греда по греда.
Самите стенописи са реставрирани само отчасти, като са почистени от наслоените пушеци от маслените лампи на полилеите. Реставрацията им е извършена от известния самоковски художник Георги (Джони) Белстойнев. При тези реставрационни работи са открити графити на хастара под стенописите: план на църква, подобна на тази в Рилския манастир, и на имената на трима майстори – Йован, Ристо и Косто. Дали това са майсторите-строители, или са зографите Йован Иконописец, Христо Йовевич и Коста Вальов? Можем обаче да приемем тезата на арх. Мушанов, че тримата известни представители на Самоковската художествена школа са работили заедно тук.
Стиловите характеристики на стенописната украса са типичните за Самоковската школа “перя” – гирлянди, букети, вази с цветя, драпирани платове, раковини. Четирите барокови композиции на полусводовете са нарисувани артистично, с размах. Цялото великолепие от багри избухва в слънцето на купола, което по необясними причини е било заличено и е открито едва при реставрацията. Същото се отнася и за пейзажа в молитвената ниша – михраба. Много различни интерпретации има и за Давидовата звезда или Соломонов печат, която организира центъра на купола, който символизира пътя към рая и небето. Такава звезда може да се види в много джамии.
Текст: Невена Митрева
ГОЛЯМАТА ЧЕШМА - САМОКОВ / SAMOKOV BÜYÜK ÇEŞMESİ
ГОЛЯМАТА ЧЕШМА
Голямата чешма отдавна се е превърнала в емблема и символ на Самоков. Чешмата е издигната около 1660 г. на площада в т.н. Горна чаршия. Вече четири века тя доминира центъра на града и е една завършена обществена сграда в османски имперски стил, характерен за столичната архитектура. Построена е като благотворително заведение от емина (управителя) на султанската кухня Мехмед ефенди, факт, който обяснява неоспоримата й прилика с подобни чешми в столицата Истанбул, в Солун и Одрин. Живо описание на чешмата ни е оставил известният пътешественик Евлия Челеби, посетил през 1662 г. Самоков:
„На площада, разположена на най-лично място на чаршията, еминът на султанската кухня Мехмед ефенди ... изградил една чешма, още нова четириъгълна постройка, от всяка страна на която има по два дебели колкото човешка ръка чучури, от които тече и шурти вода”.
Това е една площадна чешма и не е служела за ритуално умиване преди молитви в джамиите. Помислено е не само за пътника, дошъл отдалеч на пазар, но и за птичките – два малки фонтана има и за тях, както и една клетка. Водата била доведена от планината по дървени тръби, съединени с железни скоби. Това обяснява и нейния превъзходен вкус, за разлика от водата от бунарите, изваждана с „климала” – дървени витла, която имала вкус на желязо.
Днес чешмата е включена в градския водопровод, а дървена тръба от стария водопровод може да се види в музея.
През XIX в. Голямата чешма, една от 70-те обществени чешми в града, е една от забележителностите на Самоков. Впечатлила и Константин Иречек, който определил архитектурата на тази вече стара каменна чешма като мавритански стил. Изградена е от различни видове камък с прецизна обработка и мраморни плочи, докарани вероятно отдалеч. Нишите са оформени с островърхи арки и каменни корита. Покривът на чешмата е четирискатен със силно надвесена стреха, покрит с турски керемиди и има лукообразен завършек с шпил. Украсата на чешмата е в нейното архитектурно членение, но орнаментите в каменната пластика са изключително интересни.
На западната стена на чешмата има орнамент, оприличаван на обеца, издялана от едно парче камък. Затова в някои пътеводители я наричат Чешмата с обецата. За обецата може да прочетете, че е на Крали Марко, но това е само опит за митологизиране. Освен това този декоративен елемент е тълкуван и като „зенгия”, т.е. стреме.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)