Osmanlı torunu Evlad-ı Fatihanlar... Geçmişi bilerek onu unutmadan, geleceğe kanat açanlar... Biz bize benzeriz ve özgün olma iddiasındayız. Kuruluş: Sofya 26 Mart 2008, Halen yayın: İstanbul
29 Nisan 2011 Cuma
Dua ve Bulgar Papaz
4 Şubat 2011 Cuma
Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 2
“Tarihçe-i Vaka-i Zağra,
Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir.”
Yahya Kemal BEYATLI
İstanbul’dan Sofya’ya kadar küçük bir seyahat mazinin kalbimde kalan hayalini sileceğine bilakis daha ziyade alevlendirdi. Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.
Akşam üstü Boğaziçi’nden geçen vapur sabahleyin Burgaz limanına giriyor. Burgaz’ın sokaklarında her köşeden Türkçe işitiliyor.
Sabah erken Burgaz’dan kalkan tren yarı gecede Sofya’ya varıyor. Yol sahilden Filibe’ye kadar ovadan geçiyor. Şimalden bir düziye Balkan tepeleri görülüyor… Aydos, sonra Karinabad, Yanbolu tek kalan camileri ve minareleriyle görünüyorlar. Daha sonra Yeni Zağra ağaçları arasında kaybolmuş bir ova şehri. Daha sonra dağ eteğinde büyük bir dikili taş. Yol arkadaşım söyledi ki bu sütun Rusların meşhur Curanlı (Kalitinovo) müsademesinde düşen askerlerine diktikleri bir abideymiş.
Curanlı abidesinden biraz sonra dağ eteğinde Eski Zağra görünüyor. Bila-ihtiyar Raci Efendi’yi hatırladım. Daha çocukken Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ında, bilmem neye misal, beş on satır okumuştum. Bu misalin altında da bu kayıt vardı: Raci Efendi – Tarihçe-i Vak’a-i Zağra.
Türkçe’de bu nesir nümunesi ayarında güzel bir parça görmedim. Muharrir işgale uğramış bir Türk şehrinin hapishanesinden mahpusların zincirden boşanır gibi çıkışını naklediyordu, bu kadar.
Bu satırların ne muharririni tanıyordum, ne de hangi kitaptan alındığını biliyordum, mamafih daima yüreğimde tesirini hissettim.
Senelerden sonra bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti: Tarihçe-i Vak’a-i Zağra müellifi Raci Efendi. Kitapta bir kıt’a vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi:
Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!
Kitabı satın aldım. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçti. Zağra müftüsü Raci Efendi doksan üçte, General Gurko’nun Eski Zağra’ya ilk defa nasıl girdiğini, Müslümanların çoluk çocuk, kadın ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’s-sıyane (koruyucu melek) gibi yetişip Eski Zağra'yı nasıl kurtardığını, Müslümanların cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul'a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş.
Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'yı Falih Rıfkı (Atay) gibi Türk nasirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir. Onun için de okunmaz !"
Samimi bir eserin ne yaman bir kudreti vardır. Eski Zağra’ya Raci Efendi’nin çizdiği levha haricinde bakamadım. Şehirde bir iki cami ve minare kalmış; lakin Müslümanlık daha o darbede bir defa dağılmış ondan sonra da yavaş yavaş ana vatana hicret etmiş. (Yahya Kemal'in eser hakkındaki değerlendirmesi burada bitiyor.)
Tarihçe-i Vaka-i Zağra kitabını günümüz Türkçesine çevirip bir çok dipnotlarla ilave açıklamalar yaparak Zağra Müftüsünün Hatıraları adıyla bu eseri neşreden M. Ertuğrul Düzdağ şöyle demektedir:
Bu kitap, yıkılan büyük ve mübarek devletimiz Osmanlı’nın son asırda, düşman hıyanet ve vahşetinin dehşet verici bir zaptı, Müslüman halkın çektiği ızdırapların ağlatan, kahreden acıklı destanıdır.
Bu kitap, dininden, kendinden ve tarihinden habersiz, otlar ve taşlar gibi hissiz ve heyecansız yaşayan bugünün ölülerini diriltmek için ecdad eliyle yazılmış bir “şok” eserdir.
Bu kitap, bütün propaganda vasıtaları ile “dostumuz” olduğu telkin edilen, can, kan ve din düşmanlarımızın yüzlerindeki maskeyi yırtacak; onların mukallid uşaklarının suratlarına çarpacak ve katillerine koyun gibi teslim olan bazı gafilleri uyandıracak tarihi bir feryattır.
(Not: Bu eser, Hüseyin Raci Efendi’nin oğlu Binbaşı Necmi Raci tarafından 1910 yılında Osmanlıca olarak İstanbul’da bastırılmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından 1970’li yıllarda Tercüman Gazetesi’nin 1001 Temel Eser serisi arasında günümüz harfleriyle neşredilmiştir. 1990 yılında Timaş Yayınları tarafından ve en son 2004 yılında da İz Yayınları tarafından basılmıştır.)
Hüseyin Raci Efendi’nin kitabının başına koyduğu dörtlük:
Aziz-i kavm idik a’da zelil kıldı bizi,
Esir-i bend-i bela vü sefil kıldı bizi;
Bi-gayri hakkin atıp habse bir nice eyyam,
Mudîk-i ye’s ü sitemde alîl kıldı bizi.
M. Ertuğrul Düzdağ günümüz Türkçesine şöyle çevirmiş:
Efendi idik, düşman, zelil kıldı bizi,Derde belaya atıp, sefil kıldı bizi;
Günlerce haksız yere hapiste yatırarak,
İşkence ve kederle, alîl kıldı bizi.
Arif Nihat Asya’nın Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'dan ilham alarak yazdığı
MERSİYE
Huda, ki rûz-i ezelden asîl kıldı bizi,
Resûl-i Ekreme birgün vekil kıldı bizi:
Taraf taraf, yedi iklimi Hakk’a davette
Delil kıldı bizi;
Sonra bilmem ne oldu: Baht-ı siyah,
Hacîl kıldı bizi…
Ve hacaletle büktü boynumuzu
Ve melûl ü melil kıldı bizi…
Düştü bir bir kopup, kanatlarımız…
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”
Bize heybet veren Celal’inden,
Nice yıllar, celil kıldı bizi.
Kainatında Zât-ı Akdes’ine
Halil kıldı bizi.
Sormayın, sormayın fakat: Şimdi,
Hangi eller, sefil kıldı bizi?
Serngûn oldu tahtımız, Tanrı’m;
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”
Cebînimizde tecelli edip Cemalüllah,
Bir zamanlar cemil kıldı bizi;
Elimizden gül açtı bâdiyeler…
Kerem kerem Yed-i Takdir, Nîl kıldı bizi.
Ve zeminin bütün susuzlarına
Sebil kıldı bizi!
Sonra dünyamız oldu zîr ü zeber;
Sonra devran; alîl kıldı bizi!
Yüzümüz yok "Neden, niçin?" demeye…
Azîz-i vakt idik... A'dâ, zelîl kıldı bizi!
Derleyen: Basri Zilabid
1 Şubat 2011 Salı
9 Ocak 2011 Pazar
Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 1
25 Aralık 2010 Cumartesi
BALKANA SEYAHAT, YAHYA KEMAL
PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com
16 Aralık 2010 Perşembe
TUNA BOYU TARİHİ, YAZAR: OSMAN NURİ PEREMECİ
15 Aralık 2010 Çarşamba
9 Aralık 2010 Perşembe
Мюсюлманите честват 100 години Главно мюфтийство
На 8 декември 2010 г. в хотел „Света София” се проведе научна конференция по случай 100 години от основаването на институцията на Главно мюфтийство в Република България.
Сред официалните гости уважили конференцията бяха бившите главни мюфтии Селим Мехмед и Фикри Салих, районни мюфтии и ваизи. Религиозното аташе към посолството на Р.Турция Мазхар Билгин, първият секретар на палестинското посолство Мамдин Зайдан, съветник към палестинското посолство д-р Муса Амад, посланика на кралство Оман, председателят на Израилтянския духовен съвет – Роберт Джераси, Рупен Крикорян, председател на Епархийския съвет на арменската апостолическа църква.
В приветственото си слово главния мюфтия на мюсюлманите в България д-р Мустафа Хаджи каза:
"Ние сме тук, за да покажем, че мюсюлманското вероизповедание в България съществува вече 100 години. Нашите предци са основали тази институция с цялата си искреност и въпреки проблемите си. Когато вероизповеданието преживява трудности, мюсюлманите показаха, че са по-сплотени от всякога и това показва, че когато едно дело се върши честно и без користни намерения, то има успех".
"За съжаление, някои хора всячески се опитват да злепоставят мюсюлманското население в България, но ние няма да сведем глава. Ние ще продължим в рамките на демократичността и на това, което ни позволяват българските закони и българската Конституция.
Приветствени слова бяха поднесени и от бившите главни мюфтии, които изразиха благодарност за поканата на такова важно събитие, като изтъкнаха, че винаги подкрепят демократично избраното ръководство на Главно мюфтийство.
След приветствията, конференцията продължи с доклади изнесени от д-р Исмаил Джамбазов, доц. Ибрахим Ялъмов, д-р Антонина Желязкова и д-р Мюмюн Исов.
Главният мюфтия д-р Мустафа Хаджи награди медии и интелектуалци с плакети за принос към изповеданието. На събитието се показа изложба, която представи изповеданието до наши дни.
Пресслужба на Главно мюфтийство
Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN
Vedat S. Ahmed
Her toplumun oluşum ve gelişiminde eşsiz yere sahip olan kişiler vardır.Bu kimseler fikirleriyle, fikirlerinden de çok hayatlarıyla bulundukları toplumun gelişmesine son derece büyük hizmette bulunurlar. Aşağıdaki satırlarımızda sizlere böyle bir kimse olan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’yi imkânlar dahilinde tanıtmaya çalışacağız.
Bulgaristan Türklüğünün merkezi olan Şumnu’da yıllarca müderrislik ve müftülük vazifesini ifa eden Hacı Hüseyin Efendi’nin oğlu Mehmed Muhyiddin 1859 yılında dünyaya gelir. Hacı Hüseyin Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş, daha sonra Şumnu Eski Cami Medresesi’nde uzun zaman müderrislik yapmış, Şumnu müftüsü olarak da görev yapmıştır. Meşhur Hocazâdeler ailesinin bir ferdi olarak ilk tahsilini doğduğu yerdeki medreselerde tamamladıktan sonra İstanbul’a giden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, orada da gerekli eğitimi aldıktan sonra icazet/diploma alır ve hizmet için memleketine döner.
Hayatın hızlı akışına Yankovo köyünde Ramazan hocası olarak atılır. Ancak böyle alim, ferasetli, girişken bir kişi orada kalamayacağı için babasının görev yaptığı Eski Cami Medresesi’nde müderris/öğretmen olarak görevlendirilir. Daha sonra Şumnu Müftülüğü’ne tayin edilir. Bu görevini 1905 yılında Sofya Müftüsü oluncaya kadar sürdürür. O yıllarda Sofya Müftülüğü aynı zamanda Merkez Müftülük olarak çalışmakta, Sofya Müftüsü ise, resmen olmasa da, Başmüftü fonksiyonlarını icra etmektedir.
1909 yılında bağımsızlığını elde eden Bulgaristan ile Osmanlı devleti arasında ülkede kalan Müslüman cemaatin haklarını koruma amacına dayalı İstanbul Anlaşması imazalanmıştır. Bu anlaşma gereğince daha önceleri pek net olmayan Başmüftü meselesi netleşmiş ve buna binaen bir yıl sonra ilk Başmüftü seçimi düzenlenmiştir.
Bu seçim, Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Sofya Müftüsü vazifesinde bulunduğu sıralarda 8. 12. 1910 tarihinde ülkedeki 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla gerçekleşir. Bu yüksek makam için iki aday vardır: Vidin Müftüsü Süleyman Rüşdi ve Sofya Müftüsü Hocazâde Mehmed Muyiddin. Seçim neticesinde dokuz oya karşılık yirmibeş oyla Hocazâde Efendi seçimle iş başına gelen ilk Başmüftü olur. Seçimin akabinden usulü gereğince Hocazâde Efendi, hem Bulgaristan Hâriciye ve Mezâhib Nezâreti (Dışişleri ve Mezhebler/Dinler Bakanlığı)’nın onayını, hem de İstanbul’daki Meşihat’tan mürasele-i şeriyye alarak Bâb-ı Âlî’nin/Hilâfet makamının onayını alır.
Beş yıl Başmüftülük makamında kalan Hocazâde gerçek bir Müslüman alimin sergilemesi gereken tavırdan hiçbir zaman bir nebzecik olsun taviz vermemiş ve olup bitenler karşısında suskun kalmamıştır. Öyle ki, kendisine sorulmadan azledilen bir müftüden dolayı Dışişleri Bakanlığı’na gidip “Bana sorma ihtiyacı duymadan müftüyü görevinden aldığınıza göre bana ihtiyacınız yok anlaşılan?!” diyerek mührü teslim etmiş ve istifasını vermiştir. Bu olay üzerine Bakanlık’tan kendisine böyle bir şeyin bir daha olmayacağı teminatının verilmesi üzerine Hocazâde makâmına geri dönmüştür.
Hocazâde Mehmed Muhyiddin’in önemli hizmetinden biri de Balkan Savaşı esnasında esir düşen Osmanlı askerleri için yardım kampanyası başlatmasıdır. Başmüftü olarak Osmanlı Sefareti ile iyi münasebetlerde bulunmuş olan Hocazâde, o zamanlar Sofya’da askerî ateşe olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa ile defalarca görüşmüştür. Paşa, kendisini makâmında ziyaret ederek sohbetlerinden istifade etmiştir.
Üstün hizmetleri ve derin fıkhî bilgisi sebebiyle Hocazâde’ye Osmanlı Meşîhatı tarafından önemli bir rütbe olan “Edirne Payesi” verilmiştir.
Hocazâde’nin 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılmış, bazılarına göre ise istifa etmiştir. Fakat yine Başmüftü Kaymakamı ve daha sonra Divân-ı Âlî-i Şer’î (Yüksek Şeriat Mahkemesi) Reisi/Başkanı olarak görev yaptığı için Sofya’da kalmıştır. Emekliliğe ayrılınca doğum yeri Şumnu’ya dönmüş ve hayatının son anlarını burada geçirmiştir.
Hocazâde yaşadığı doksan yıl içinde daha delikanlılığından başlıyarak yetmiş küsür yılını Bulgaristan’daki Müslüman toplumunun hizmetine vakfetmiştir. Onun tarih sayfalarına silinmeyen harflerle yazılmış hizmetlerinden bazıları şunlardır: Başmüftü seçildikten sonra Başmüftülük’te titiz, disiplinli bir çalışma başlatmıştır. Onun zamanında Başmüftülüğe bağlı bütün kurumlar organizeli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeye başlamışlardır. Vakıf mallarının düzenli bir şekilde yöentilip kullanılmasını sağlamıştır.
1919 yılında kabul edilen ve bugüne kadar etkisini sürdüren Bugaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdâre ve Teşkilatı Nizâmnâmesi’nin hazırlanmasında faydalı katkılarda bulunmuştur. 1920 yılında Nüvvâb Medresesi’nin içtüzük ve programını hazırlayan sekiz kişilik komisyonla katılmıştır. Din dersleriyle ilgili konularda çok büyük emeği olmuştur.
Divân-ı Âlî-i Şer’î reisliğinde bulunduğu 1924 yılında nikâh ve talâk işlerini düzenleyen ve bugün de ülkemiz Müslümanlarına bu hususlarda ışık tutabilecek olan Münâkehât ve Müfârekât (evlilik ve boşanma) Nizamnâmesi’ni hazırlayan altı kişilik komisyonda bulunmuştur. Emeklilik yıllarında Nüvvâb’ın Âlî Kısmı’nda Usûl-i Fıkıh dersleri okutmuştur.
1934 yılında kurulan “Dîn-i İslâm Müdâfileri Cemiyeti”nde de büyük hizmetleri olan Hocazâde, 1949 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Âlim olduğu kadar dindar da olan Hocazâde, faizin yasaklığından dolayı bankada bulunan bir miktar parasının faizini aldığı gibi fakirlere dağıtırmış, özellikle son yıllarında gece gündüz tâat ü ibâdette bulunmuştur.
Hocazâde’nin bir kızı olup Nüvvâb hocalarından Mustafa Reşid (Akalın) ile evlenmiştir. Onlardan olan torunu ise yine Nüvvâb’ın yetiştirdiği en değerli kişilerden ve orada hocalık yapan “kader kurbanı” ile aile kurmuştur.
Derin Arapça ve fıkıh bilgisiyle herkesin takdirini kazanan, tavır ve hareketleriyle, yaşayış ve tevazusuyla ün yapmış olan bu asırlık çınar halkın, öğrencilerin ve hocaların hocası olmuştur. Bu sebeple tarihimizin altın sayfalarında yerini hakkıyla almıştır. Vefat edince cenazeyle ilgili vazifeleri Nüvvâb hocalarından âlim ve fâzıl Yusuf Ziyaeedin Ezherî yerine getirmiş, büyük bir kalabalıkla Şumnu mezarlığına defnedilmiştir.
KAYNAK: www.kircaalibugun.blogspot.com
BAŞMÜFTÜLÜĞÜN 100. YILINDA BOYNUMUZA ASILAN KİLİT
Nahit Doğu
Bulgaristan Başmüftülüğü, kuruluşunun 100.yılını kutlamaya hazırlanıyor. 12 Aralık günü dini kurumumuzun kuruluşunun 100.yılı kutlanırken başkent Sofya’daki Başmüftülük binasının kapısında kilit olacak. Geçtiğimiz günlerde Nedim Gencev’in binayı ele geçirmeye çalışmasından sonra devlet tarafından mühürlenen Başmüftülük binası hala kapalı ve nezaman açılacak sorusuna kimse cevap veremiyor.
Belirsizlik ya da kaos!
Amaca ulaşıldı. Geriye dönüp baktığımızda; yapılan seçimlerle ilgili mahkeme dizisi, bölge müftülüklerinin ele geçirilmesi girişimleri ve bu eylemlerden doğacak ya da devletin alacağı tedbirler kimin yararına olabileceği konusunda varsayımlar üzerine yapılan değerlendirmeler belirsizliğe gidildiğini zaten gösteriyordu. Görünen de oldu.
Günlük dilde ‘kaos’ kelimesine, düzensizlik, kargaşa, dağınıklık ve başıbozukluk manası yüklenir. Şüphesiz her kaosun bir düzeni mevcuttur. Birileri kaos yaratarak kendi düzenini kurdu ve Başmüftülüğün kapısına kilidin vurulmasını sağlayabildi.
Peki, kaosun düzenini istemeyenlerin hiç suçu yok mu? Olmaz mı...
En mühüm olan tarafı unuttular. Nizamın geçici olduğunu unuttular ve kaosun geldiğini çok önceden farkedemediler. Nedenleri başka konu tabi.
Ancak kaosta değişecek şüpheniz olmasın, çünkü kimse hiç değişmeyen bir şeyle karşılaşmamıştır.
Ne var ki, 100.yılında Başmüftülüğün kapısındaki kilit boynumuzda asılı duracak.
Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/
BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ
Vedat S. Ahmed
Kaderin cilvesi Bulgaristan Müslümanlarının hayatlarını azınlık olarak sürdürmelerini lâyık görmüş ve bir asrı aşkın zamandan beri bu böyledir. Bu durumda Bulgaristan Müslümanlarının varlık ve kimliklerini korumaları için son derece önemli olan üç husus vardır. Bunlar, 1929 yılında düzenlenen ilk ve tek Bulgaristan Türkleri Millî Kongresi’nin de ana gündem maddeleridir. Biz onları şöyle sıralayabiliriz:
1. Dinî kimliğin muhafazasını temin edecek dinî kurumlar;
2. Müslüman-Türk kültürünü koruyup geliştirecek hayır/sivil toplum kuruluşları;
3. İlk iki noktanın gerçekleşmesini mümkün kılacak eğitim kurumları.
Bu yazımızın konusu dinî kurumlarımızın başı olan Başmüftülüğün fiilen kuruluşuna giden yolu izlemek ve 100. yılı münasebetiyle ilk Başmüftü seçimi ele almaktır.
Bulgaristan Müslümanlarının Dinî Yönetiminin Temelleri
Bulgaristan’da din özgürlüğünün temelleri hususunda ilk teminatı Batılı devletlerin baskısıyla imzalanan Berlin Anlaşması’nın 5. maddesinde görmekteyiz. Bu Anlaşma’nın direktifleri doğrultusunda 1879 yılında hazırlanan Bulgaristan’ın ilk temel belgesi Tırnova Anayasası’nın 40. maddesinde din özgürlüğü ve 42. maddesinde din işlerinde mevzuat çerçevesinde bağımsızlık verilmesi söz konusudur. Bunlara rağmen Bulgaristan Müslümanlarının dinî teşkilâtının en üst/merkezî kurumu uzun yıllar oluşturulamamış, bu görevi temsilî olarak uzun zaman Sofya Müftüsü ifa etmiştir.
Bütün eksiklerine rağmen 1895 yılında kabul edilen Müslümanların Dinî İdarelerine Dair Muvakkat Tâlimâtnâme ile bazı ciddî adımlar atılmıştır. Ancak bunların bir kısmı sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Nitekim bu belgeye göre, Bulgaristan Müslümanlarının dinî önderinin Başmüftü, müftülük teşkilâtının üst kurumunun ise Başmüftülük olacağı kararlaştırılmıştır. Ancak bu karar 15 yıl askıda kalmıştır.
Bu konudaki daha somut adımlar 1909 yılında atılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî buhran ve II. Meşrutiyet’in ilânı esnasındaki boşluktan istifade ederek Bulgar Devleti, 22 Eylül 1908 tarihinde bağımsızlığını ilân ederek müstakil bir krallık/çarlık olmuştur. Birkaç ay sonra Bâb-ı Âlî’nin de bu bağımsızlığı kabul etmesi sonucunda iki devlet arasında 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul Protokolü imzalanmıştır. Bu Protokol’e ek olarak iki ülke arasında Müslüman topluluğun hukukunu ele alan bir Mukâvelenâme (Müftülük Sözleşmesi) imzalanmıştır. Sekiz madde ihtiva eden bu ikili antlaşma ile daha önce askıda kalan Başmüftü meselesi kesinleştirilmiştir.
Buna göre, Başmüftü, müftü ve müftü vekillerinin katılımıyla müftüler arasından seçilecektir. Daha sonra Bulgaristan Mezâhip (Diyanet) Bakanlığı vasıtasıyla Meşihatin/Şeyhülislâmın onayını aldıktan sonra göreve başlayacaktır. Sonra da Başmüftü, Müslüman cemaatin katılımıyla seçilecek müftülerin göreve başlamaları için Meşihatin onayını temin edecektir.
Başmüftü, Bulgaristan Müslümanları ve müftüleri ile iki devletin ilgili kurumları arasında münasebetlerde aracılık edecektir. Dinî işlerle birlikte İslâmî hayır kurumlarının çalışmalarını da takip edecek olan Başmüftü ayrıca nikâh, talâk, veraset ve vesayet gibi İslâm hukuku ile ilgili hususların şer‘î usullerle çözümü, vakıfların idaresi, dinî okulların ve umumî Müslüman okullarının denetiminden sorumludur. (Bu görevlere ilâveten 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Sulh Muâhedenâmesi ile Başmüftünün bir “Nüvvâb” okulu açması ve yeni bir nizâmnâme/tüzük hazırlaması kararlaştırılmıştır.)
İlk Başmüftü Seçimi
Bundan hareketle projesi çizilen müftülük teşkilâtını yeniden yapılandırmak ve Başmüftülüğün fiilen çalışmasını sağlamak amacıyla bir yıl sonra, 25 Nisan 1910 tarihinde Müslüman cemaat sancak müftülerini seçecek delegeleri seçmiştir. Bunun hemen akabinde 9 Mayıs tarihinde o dönemde var olan 14 bölgenin sancak müftüleri seçilmiştir. Bu dönemde ayrıca 20 müftü vekili bulunmaktadır. Oy hakkına sahip bu 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla 8 Arlık 1910 tarihinde ilk Başmüftü seçimi için Sofya’da toplantı düzenlenmiştir. Başmüftünün sancak müftüleri arasından seçileceği kararına uygun olarak Başmüftü adayı olan müftülerin adaylıklarını koymaları daha önceden ilân edilmiştir. Bu ilânda Başmüftü adaylarının yüksek seviyede din eğitimi görmüş ve Bulgaristan vatandaşı olmaları gerektiği ifade edilmiştir.
Bu önemli ve sorumlu makam için iki aday çıkmıştır. Osman Keskioğlu’nun ifadesiyle bunların birincisi: Geniş fıkıh bilgisi, dürüstülük, doğruluk ve kimsenin eline âlet olmama gibi özelliklere sahip olup beş yıldan beri Sofya Müftüsü makamında bulunan Şumnulu Hocazâde Mehmet Muhyiddin Efendi’dir. Babası da daha önce Şumnu Müftüsü olarak görev yapmış değerli bir âlim olan Hocâzâde Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş ve döndükten sonra uzun zaman Şumnu Müftüsü ve aynı şehirdeki Eski Cami Medresesi müderrisi olarak görev yapan değerli bir zattır. İkinci aday ise faal ve atılgan birisi olup Vidin Müftüsü makamında bulunan Süleyman Rüşdi Efendi’dir. Yapılan oylama sonucunda 34 oy sahibinin 25’inin desteğini alan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Bulgaristan Müslümanları tarihinde seçilen ilk Başmüftü olmuştur.
Başmüftülük Çalışmaya Başlıyor
Bu seçim yapıldıktan sonra Hocazâde Efendi, değişik sebepler yüzünden (muhtemelen iki devlet arasındaki ilişkiler yüzünden) uzun zaman Şeyhülislâm tarafından verilmesi gereken menşur ve mürâseleyi (müftülük ve kadılık yetki belgesi) alamamakla birlikte göreve başlamıştır. Fiilen bu seçimden sonra çalışmaya başlayan Başmüftülük kurumunda kısa zaman sonra Sofya Müftüsü ve Başmüftü Vekili olarak Duştubaklı Süleyman Faik Efendi görevlendirilmiştir. Ayrıca Başkâtip olarak da Hacıoğlu-Pazarcıklı Mehmed Celil görevlendirilmiş ve kurumun iskeletini oluşturan bu üçlü beş yıl birlikte çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki karışıklıklar sebebiyle 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılan Hocazâde Efendi’nin yerine yeni Başmüftü seçilememiş ve Başmüftülük görevi vekâleten değişik müftüler tarafından yürütülmüştür. Savaş sonrasında, 1920 yılında Süleyman Faik Efendi seçimle işbaşına gelen ikinci Başmüftü olarak, Hocazâde Efendi Başmümeyyiz (Temyiz Hâkimi) ve Mehmed Celil de Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdürü olarak yine göreve başlamışlardır. Bu değerli insanlar, hem ilk dönemlerinde, hem de ikinci dönemlerinde son derece öenmli işlere imza atmışlar. Başmüftülük ve birimlerinin kurulması, gerekli mevzuatın hazırlanması, kadroları yetiştirecek Nüvvâb okulunun açılması, vakıfların düzene konması ile ilgili temeller 1910-1915 arasında atılmış, bazı kusurları olsa da kurumun yapısı 1920-1928 yılları arasında oluşturulmuştur.
Başmüftü olmalarından önceki ve sonraki çalışmaları takdir edilmesi sebebiyle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilmiye sınıfında görev yapanlara verilen üst derecelerden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’ye “Edirne Pâyesi”, Süleyman Faik Efendi’ye ise “İzmir Pâyesi” verilmiştir.
Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/