2 Ekim 2010 Cumartesi

Emin Saraç Hocaefendi ile yapılan mülakattan Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili bölüm

Türkiye'de yayınlanan RIHLE Dergisi'nin Emin Saraç Hocaefendi ile yaptığı mülakatın bir bölümü Bulgaristanlı Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili. Okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. (Son devir İslam alimlerinden olan Ahmed Davudoğlu ile şuanki Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ayrı ayrı kişilerdir. İsim benzerliğinden dolayı bazen aynı kişi sanılıyor, halbuki öyle değil.)

Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca "hazâ hocaefendi" denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
M. Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu hocaya "Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini" yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim'i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat'ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: "Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü's-Selâm'ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu."Davudoğlu hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu hocayı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu hoca orada iz bırakmıştı. Nitekim İstanbul'a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik. Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat'a böyle bir teklifte bulundum. "O halde hocayla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim" dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu hocaya bu teklifi açınca "Emin hoca, sen bizi Kaf dağında görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?" dedi. "Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu'l-Merâm'ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu" dedim. Düşündü… Düşündü… "Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari" dedi. Kitap çıktığında bana, "Senin nüshan hazırdır. Gel al" dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu.Bir de Fethu'l-Mulhim Şerhu Sahîhi Muslim kitabına o zaman Muhammed Takî el-Osmânî'nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti'nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.

1 Ekim 2010 Cuma

Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri

Dr. İsmail Cambazov

Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.

Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.

Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.

Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:

Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.

Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.

Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.

Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.

Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.

Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.

İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048

Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri

Dr. İsmail Cambazov

Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.

Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.

Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.

Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:

Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.

Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.

Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.

Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.

Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.

Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.

İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048

18 Eylül 2010 Cumartesi

"ÖLÜM VE SÜRGÜN" KİTABI BULGARCA OLARAK TA YAYINLANDI


Amerikalı tarihçi Profesör Cıstin Makkarti’nin Türkiye’de daha once yayınlanmış “Ölüm ve Sürgün”: Osmanlı Müslümanlarının Etnik Temizliği (1821 - 1922) isimli kitabı Ağustos ayında Bulgarca olarak ta okuyuculara sunuldu.
Kitap, Osmanlının son yüzyılında Balkanlarda, Ortadoğu'da ve Asya'da milyonlarca Müslümanın öldürülmesi ve tehcir edilmesinin (zorla göç ettirilmesinin) tarihi olduğu kadar Müslümanların maruz bırakıldıkları etnik ve dinsel kıyımların / ölümlerin nasıl ortaya çıktığının da tarihidir.
Rusya’nın yayılmacı siyasetinin tarihi ve Balkanlar'da yeni ulusların tarih sahnesine çıkışları, genelde, Osmanlı İmparatorluğu'ndan koparılan Hıristiyan halkların bakış açısından anlatılagelmişti bugüne kadar.
"Ölüm ve Sürgün" kitabının Hristiyan Amerikalı yazarı ise bu gelişmeleri, ilk defa olarak emperyalizmin, milliyetçiliğin ve etnik çatışmaların kurbanı olan Türklerin ve ötki Müslümanların bakış açısından dile getirerek Osmanlı Rus Savaşı’ndan sonra Rus, Kazak ve Bulgar gönüllülerin 265 000 müslümanı nasıl öldürdüğünü, yarım milyon kişinin de kıyımdan kurtulmak için çekilen Osmanlı ordusuyla göçe mecbur kalışlarını gözler önüne sermektedir.

17 Eylül 2010 Cuma

PEKİ SİZİN CAMİNİZ HANGİSİ SAYIN GENCEV ?

Minareden sesler
Sayın Gencev “Trud” Gazetesi’ne verdiği mülakatta HÖH milletvekillerini camiye yönlendiriyor. “Cami ey orada, müslüman kişiler olarak oraya gidip namazlarını kılsınlar.” diyor zat-ı alileri.
Sayın Gencev’in bu sözüne diyecek bir şey bulamıyoruz doğrusu. Namaz kılmak isteyene Sofya camisi her zaman açık. Gerçeği söylemek gerekirse Ramazan ayının başından sonuna kadar camide hiç bir milletvekilini görmüş değilim. Ancak, yine üzülerek itiraf etmem gerekir ki, oruç ayında Sayın Gencevi de camide görmüş değilim.
HÖH milletvekilleri ateist bir çevrede doğup büyüdüklerini, dini ne okulda ne de ailede öğrenme imkanı bulduklarını öne sürerek kendilerini mazur görebilirler. Seçim bölgelerinde olduklarını bile söyleyebilirler. Peki sizin mazeretiniz nedir Sayın Gencev?
“Soylu bir adam, Deliormanın en büyük hocasının oğlu” , bölge müftüsü olmuşsunuz, başmüftü olmuşsunuz, İslam ilimleri doktoru olduğunuzu iddia ediyorsunuz, bütün bunlar yetmiyormuş gibi kendinizi bir de profesör ilan ettiniz. Namaz kılmaya Sofya barları ve Knyajevo meyhanelerine sakın gitmiş olmayasınız?! Evet, Sayın Gencev! “İslamda fitne diye bir şey var – insanlar arasında yalan yaymak. Allah’ın en sevmediği şey fitnedir ve fitne çıkaranı lanetler” sözünüze yüzde yüz katılıyorum.
Bu cümleyi “münafık” tabiriyle tamamlamaya kendimi mezun addediyorum. Lügatlar, münafıklığı dini riyakarlık, ikiyüzlülük olarak tanımlıyorlar. Bu tabir, müslüman görünüp gerçekte ateist, müşrik olanların iç dünyalarını açıklamak için kullanılır. “Bilir kişi olarak yönetiminiz altında” tercüme edilen Kur’an-ı Kerim’de münafıklar için şöyle yazıyor: “Bunlar Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Oysa sadece kendilerini aldatırlar da farkında değillerdir.” (Bakara Suresi, 9. ayet)

Yazan:Salih Seren www.genmuftibg.net
Bulgarca’dan tercüme eden: BTG

15 Eylül 2010 Çarşamba

BİR KİTAP Kİ, ÖTESİ...




SOFYA'DA YAYINLANAN MÜSLÜMANLAR DERGİSİNİN HAZİRAN-TEMMUZ 2010 SAYISINDA ÇIKAN İSMAİL A. ÇAVUŞEV İMZALI YAZI.

4 Eylül 2010 Cumartesi

SELÂM SANA EY KUTLU NÖBETÇİ!

Bulgaristan müslümanları dünya gündemine pek gelmezler, geldikleri zaman da konu hep aynıdır: maruz kaldıkları haksızlıklar, baskılar ve zulümlerdir.
Bugün takvim yaprağı 5 Eylül 2010, Ramazan’ın 27. Kadir Gecesi’ni gösteriyor. Bulgaristan müslümanlarından bir avuç samimi müslüman, her türlü kötülüğü nefsinde toplamış olan Nedim Gencev denilen devletçe dayatılmış “sözde başmüftü”nün Sofya’da bulunan ve İslam’ın bu beldedeki kalesi hükmünde olan Başmüftülük binasını ele geçirme teşebbüsüne karşı bir kısmı kendilerini içeri hapsetmek sureti ile diğer bir kısmı da dışarıda olmak üzere nöbet tutmaktadırlar.
Kur’an’ın nazil olduğu bu mübarek gecede...
Bin aydan hayırlı olan bu mübarek gecede...
Meleklerin ve Cebrail’in her türlü hayırlı iş için indiği...
Sabaha kadar esenliğin olduğu bu Kadir Gecesi’nde tutulan bu nöbet ne kutlu bir nöbettir!

Selam olsun size ey Allah’ın bahtiyar kulları!
Zalim Gencev’in para ile tutulmuş Bulgar bodigartlarına karşı yardımcınız Allah’ın melekleri olsun bu gece...
Allah’ın rahmet kapıları üzerinize açılsın bu gece, kalplerinize sekinet, sabır ve sebat versin Yüce Mevlâ...
Rabbim her birinizin meşrebine göre Hz. Ebu Bekir samimiyeti, Hz. Ömer şecaati, Hz. Osman cömertliği ve Hz. Ali cengaverliği versin. Sizinle beraber nöbet tutamayanlar, ne kadar hayıflansa azdır.
***
Bu “Gencev meselesi”ni Rahman’ın bir şefkat tokadı olarak değerlendirmek ve biz Bulgaristan Müslümanları için bir çok hayırlarla dolu olduğunu düşünmek gerekiyor kanaatimce.
Nedir bu meseledeki hayırlar. Birincisi, Allah müslümanların maneviyatını olgunlaştırıyor, onları manevi bir eğitime tabi tutuyor. Haklının yanında olanla zalimin yanında olanı ayırdederek gözler önüne seriyor. İkincisi, Müslümanların kendilerine gelmelerini yitirdikleri değerleri hatırlamalarını temin ediyor. Üçüncüsü de “domuzdan post olmaz, gavurdan dost olmaz” atasözünü bize hatırlatarak saflarımızı sıklaştırmayı temin ediyor.

Şairimiz Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın;
Gündüz geceye muhtaç bana da sen lazımsın!..

Basri Zilabid

3 Eylül 2010 Cuma

POMAK MÜSLÜMAN KARDEŞLERİMİZE YAPILAN ZULMÜN İTİRAFI

Ние, християните, сме виновни за помашкия етнос

С доц. Илона ТОМОВА от Института за населението и човека към БАН разговаря Светослав Метанов

- Доц. Томова, преброителните карти в интернет предизвикаха оживена дискусия. Там са записани американски и африкански етнос. Има ли такива?

- Няма, разбира се! По принцип при преброяванията, когато отиде преброителят и попита каква е вашата етническа принадлежност, е длъжен да запише точно отговора на преброяваните лица. След това вече идва класификацията. Тогава вече отговорите ще бъдат представени по един или друг начин. След 1992 г. редовно между 60 000 и 70 000 души на въпроса не за религиозната, а за етническата принадлежност, казват “българо-мюсюлманин”, “помак”, “ахрянин”. Това са големи натрупвания. 60 000 това са повече, отколкото всички евреи, арменци, руснаци, гагаузи, каракачани и власи, взети заедно.

- Това достатъчно ли е, за да приемем, че има българо-мохамедански етнос?

- Не. Колегите от НСИ са длъжни да запишат така. Когато после те подават информацията в официален вид, тази графа не излиза като “българо-мохамедани”. Ако са се самоопределили твърдо като “турци”, въпреки всички колебания на преброителите, се записват като турци. Записаните като “българо-мохамедани” отиват в графата “българи”. Тази специфична информация от анкетите може да отиде при политици и учени. За нас това е много важно.

Какво всъщност ни казват хората, когато посочат - “аз не съм българин, аз съм помак, мюсюлманин”. Те дават няколко знака. Единият е - аз държа на своята мюсюлманска група и на различията, които имаме. А за това има куп причини - чувство за подцененост, изключване от обществото, от управленски позиции, кариерно развитие, равноправно отношение. Това е знак, че има проблем.

- Записването на графа “българо-мохамедани” като алтернатива на “българи” не задълбочава ли проблема?

- В НСИ по този начин просто си облекчават работата, вместо после да ги вадят от графа “други”. Става дума за последваща обработка. Това вероятно е и причината да запишат формулировки като “американец” и “африканец”. У нас идват малко хора от различни африкански страни и се търси обединителния признак континент. Иначе сте абсолютно прав - няма нито африкански етнос, нито африкански език. Абсурдна е и формулировката “херцеговски” етнос. Бялото братство също не може да е религия. Колкото до българо-мохамеданите, това наистина е много чувствителен въпрос. След първата Балканска война се присъединяват обширни територии в Родопите, по поречието на Места и Струма, където има мюсюлманско население, което говори български. Македонските чети там са изпращали своите юнаци и се осъществява първото им покръстване. След това десетилетия наред, като погледнем как върви идентификацията на тези хора, ще забележим, че там, където е имало най-голямо насилие, те не са станали българи. Правят се опити още през 1912 г., след това през 1940 г. отновоняма никакъв успех, през 1968 г. пак им се сменят имената. И какъв е ефектът - там, където е имало най-голямо насилие и кръв, тези хора отказват да се признаят за българи. Страшимиров казва: “Насилието върху тях беше толкова жестоко и беше подтикнато преди всичко от алчност и после от глупост и лошота. И после тези хора казват - да ни вземе който и да е, да не ни вземат българи.” Това той го пише през 1913 г. като потресен интелектуалец. Насилието тогава е родило отказа от българска идентичност. За мен е много важно като учен да получа данните каква част от хората в Родопите, Пирин, а и в Ловешко са се самоопределили като помаци, за да мога да видя динамиката на групата. Колко от тях се самоопределят като турци? Какво е станало с тях? Дали са напуснали страната, или вече се самоопределят просто като мюсюлмани. Възможно е да установим, че една голяма част все повече се идентифицира като българи, доколко силни са миграционните процеси сред тях и т.н.

- След катобезработицата в тези региони е висока, вероятно става въпрос за икономическа емиграция?

- Емиграцията винаги започва като икономическа. Но трябва да се изследват групите, които дават най-голяма емиграция. При българите мюсюлмани наблюдаваме висока миграция. През 90-те години именно те най-много подаваха документи за американска зелена карта.

Когато сега преброителите ги срещнат по родните места, една голяма част могат да се самоопределят като американци. Преди време имах любопитен случай. Аз това “американец съм, не съм българин” преди време го чух от едно българче от Пловдив, което правеше докторантура в САЩ. Четири години бе прекарал там и напетата бе дошъл на колегиум в Будапеща и твърдеше, че е американец българофон. Бяха му достатъчни 4 години докторантура, за да престане да бъде българин, каквито са били предците му поколения наред.

- Какво доказва това?

- Тези българи мюсюлмани, които са се чувствали жертва на много силен натиск и на социално изключване, лесно стават испанци, португалци и т. н. В много по-голяма степен децата им ще останат в чужбина и няма да се върнат. А това е изключително лоялно население. Много дисциплинирано и трудолюбиво. Когато те казват - помак съм, те дават знак, че държавата не прави нужното, за да ги приобщи. Това трябва да имат предвид политиците.

- През 70-те години в Югославия Тито създаде националност мюсюлмани и видяхме 20 г. по-късно до какви кръвопролития доведе това?

- При преброяванията навсякъде по света на въпроса за етнос се записва начинът, по който човек се самоидентифицира. Но пак казвам, тези данни не са за публична, а за чисто научна употреба. По този начин могат да се набележат и ефективни политики за приобщаване. Трябва да престане лейбълизирането и заклеймяването на тези хора като нелоялни български граждани, родоотстъпници и предатели. Вчера четох форума на “Труд” и там един българин мюсюлманин бе написал, че винаги с гордост се е самоопределял като такъв и че всичките му усилия са били отдадени на тази страна. Тези хора се боят от говоренето в медиите и от политици като Волен Сидеров, Красимир Каракачанов, Яне Янев - само могат да доведат до нов натиск върху групата. Когато ние ги изключваме, те се самозатварят.

- Какво е решението?

- Просто трябва да бъдат равноправно включени във всички сфери на социалния живот и на всички нива. Те не трябва да чувстват пречки в професионалното си израстване заради това, че са мюсюлмани. Не трябва да мислят, че няма да бъдат избрани на високи постове заради религията си. Не трябва да бъдат обиждани в детската градина, в училището и в университета за това, че са такива. Не трябва да срещат административни трудности. Не може чиновник от Гоце Делчев да отсъди и да казва - няма да правим средно училище в Корница, Брезница и Лъжница, защото искаме децата ви да слязат в града, а не да получават образование в затворени ниско културни общности. Ние искаме да махнем децата оттам, за да можем да им повлияем. Това обижда. Там има над 2000 деца. Когато ти им кажеш, че няма да направиш училище, ефектът е обратен. Тези деца просто няма да получат никакво образование. Ще спрат да учат след 8-и клас. Всички тези, които крещят: помаците не са добри българи, пращат децата си да учат в чужбина и може би те никога няма да се върнат.

- Добре, но ако използваме термина “българо-мохамедани”, би трябвало да има етноси “българо-православни”, “българо-католици”, а аз може би трябва да се самоопределя като “българо-атеист”?

- Пак казвам, това е голяма група от хора, около 70 хиляди души. Идентичността не е фиксирана категория. Тя е променлива. Когато Гърция започна да полага грижи за каракачаните, те престанаха да се пишат като българи и все по-често се самоопределят като каракачани или гърци. Същото може да се каже за македонците. През 1992 г. за такива се обявиха 10 000 души, а през 2001 г. - само 5000. Тези процеси трябва да се следят внимателно. Ако в тези райони има засилени инвестиции, изграждане на инфраструктура и повече работа, това води до промяна на идентичността и до приобщаване.

www.trud.bg

29 Ağustos 2010 Pazar

Hüseyin Mevsimle "Bogdan Filov Günlükleri" üzerine yapılmış bir söyleşi


Българистът Хюсеин Мевсим е удивен от делото на археолога политик

Хюсеин Мевсим е роден през 1964 г. в кърджалийското село Козлево. Завършил е българска филология в пловдивския университет „П. Хилендарски”, а понастоящем е доцент в катедрата по български език и литература към анкарския университет. Поет и преводач - главно на поезия и драматургия – негово дело са преводите на Ст. Стратиев, Ст. Цанев, Хр. Бойчев, Антон Баев, а сега и на дневниците на Богдан Филов.

- Защо дневниците на Богдан Филов в годините на Балканската и Първата световна война? Какво лично вас ви провокира, за да посегнете към книгата?

- Дневниковите записки и описания на Филов за Балканските и Първата световна война, а така също документалните свидетелства на други български учени и преподаватели за въпросните събития, над които в момента работя и предстои скоро да бъдат издадени на турски, съдържат неимоверно ценна информация и данни, допринасящи за възстановяването на представата за, най-общо казано, културните паметници на Балканите.

- С какво мислите, че ще заинтригуват турските читатели?

- Струва ми се, че дневниците на световноизвестния български учен предполагат три възможни и противоречиви прочита, три ракурса. По-конкретно, някои читатели няма как да не оценят дейността на Филов по описването, регистрирането и опазването на културно-историческите паметници като твърде полезна и навременна. Благодарение на неговата активност и застъпничество много паметници са запазени, той предотвратява тяхното безследно изчезване или физическо унищожаване. Да си припомним само писменото му обръщение към военните власти с настоятелната молба да се предприемат строги мерки за опазването на джамията "Селимие" и нейната изключително богата на ценни ръкописи библиотека; за предотвратяването на граничещото с вандалщина нехайно отношение на цивилни и военни лица към ориенталските килими в Егейска Македония. Другият прочит е предназначен повече за историци на изкуството и предлага рядка възможност за реставриране на знанията и представите за култово-архитектурни паметници на траки, римляни, византийци, османски турци и др. в описаната география. В това отношение безценни са фотографиите му, малка част от които са приложени в книгата, а като цяло предстои да бъдат отпечатани в един албум от Турското историческо дружество. Третият прочит е, че по време на Балканските войни българските военни и цивилни власти са изнесли много ценни исторически, етнографски и археологически старини, проявили са едва ли не грабителско отношение спрямо копринени килими, оръжия, трофеи, свещени ръкописи и т.н.

- Смятате ли, че до известна степен българите са длъжници на г-н Филов? Заради политика Филов загърбваме историка и археолога от световна величина. Политическата сянка на Филов се оказа по-дълга от академичната. Какво мислите за това?

- Съгласен съм, че Филов е археолог и историк на изкуството от световна величина. Жалко, че до промените нямаше как да бъде опознат като такъв. Изключително трагична и определено поучителна е съдбата му в политически план. По моему изходът е в преодоляването на едностранчивото разглеждане и оценяване на дадена личност. Преиздаването на трудовете му безспорно ще спомогне за отърсването на учения от надвисналата над него дебела политическа сянка.

- Мен лично ме изненада заглавието на преводната ви книга - Rumeli'nin Esaret Günleri - за читателите ни ще преведа – "Румелия в дните на робство". Дневниците, събрани от Петър Петров през 1993 г., излязоха под заглавие "Пътувания из Тракия, Родопите и Македония". Кое ви накара да се спрете на такова заглавие и мислите ли, че то по-точно отразява същността на съдържанието им? Да не забравяме, че Македония продължава да бъде една от най-тъжните и романтични страници в българската история!

- Предложеното от мен заглавие бе "Дневниците на Богдан Филов", но колегите в издателство "Тимаш", може би най-голямото в момента в Турция, в последния момент са проявили инициатива и са се спрели върху един по-гръмогласен вариант. Не е трудно да предположим, че с такова ударно заглавие се цели и заковаването на читателското внимание.

- Неотдавна в Турция излезе книгата ви Bulgar Gözüyle Bursa (“Бурса през български очи”), в която, опирайки се на пътеписи и спомени от Никола Начов, Васил Кънчов и Петър Даскалов, давате ценни сведения за града от онова време. За мен беше любопитно, сравнявах написаното от вас с това на един друг автор - американец от гръцки произход, чийто корен е от Бурса - Джефри Еугенидес! Работейки над книгата, срещнахте ли нещо, което ви изненада, което не сте очаквали?

- Тази книга е първата стъпка от обхватния ми проект под работното заглавие "Анатолия и Румелия през български очи", в който включвам предимно документална литература, а именно – спомени, очерци, пътеписи, биографии, описания на градове и местности... – от български автори с различно място в йерархията на националната литература за исторически и географски реалии в пределите на Османската империя или Република Турция. След Бурса предстоят книги за Одрин, Истанбул (предвиждам да бъдат поне в три тома, като първият е под печат в издателството на Турското историческо дружество в Анкара и включва Ефрем Каранов, Михаил Маджаров и Никола Начов). Надявам се да изложа българския поглед и оценка върху събитията, за които в турските научно-изследователски среди съществува оскъдна представа. А този поглед, особено през XIX в., е изключително важен, понеже е "вътрешен", а не "външен", какъвто например е погледът на един френски или английски пътеписец, описал Османската империя.
Причините, поради които тримата автори пътуват и пребивават в Бурса, са различни и твърде интересни. Първо се пътува до Истанбул, оттук с кораб през Мраморно море до градчето Мудания, а останалото 40-километрово разстояние се изминава с файтон или влак. Например Н. Начов, който е от Калофер и ни е познат с разностранните си изследвания върху Българското Възраждане, тръгва за Бурса през размирната за Балканите и Мала Азия 1879-а, веднага след Руско-турската война, за да потърси наследството на баща си, починал в Бурса, където бил известен абаджия. На място той установява наследството, което се състои от кантори в прочутите търговски копринени центрове и ханове на първата османска столица. Междувременно авторът, за пръв път излизащ от пределите на родния си край, решава да си води бележки, в които отразява до най-малки подробности своите впечатления от посетените места, превърнали се днес в ценен източник за възкресяването на социалния, търговския, транспортния живот в Османската империя през онези години. Самият факт, че са написани от 19-годишния силно впечатлителен младеж, без да преминат през ситото на предубедителното и тенденциозно отношение, по моему още повече остойностява тези "пътни бележки". Васил Кънчов пък, оставил фундаментални трудове за етнографията и демографията на Македония и убит твърде нелепо (1902) в кабинета си като министър на просвещението в правителството на Ст. Данев, посещава Бурса и близките градчета през 1899 г., като особено стойностни са описанията на ландшафта и сведенията, които предлага за училищата и състоянието на учебно-образователното дело в града. Неговият своеобразен пътепис е публикуван за пръв път в сп. "Българска сбирка". Докато Петър Даскалов се озовава в Бурса през 1909 г. като кореспондент на всекидневника "Вечерна поща" и в поредица от материали под заглавие "Надникване в Анадола" отразява не само впечатленията си от Второто бурсенско търговско-промишлено изложение, но много живо описва самия град, атмосферата и архитектурните му забележителности.

- И тримата автори описват уникалното местоположение на града – в полите на Улудаа – Олимпос и на 18-20 км от Мраморно море, с лековитите му води, с дъхавите праскови, с кестените и черниците, от които се приготвя чудесно сладко, с бубарството – Каза хан – последната спирка по Пътя на коприната. Но аз мисля, че Бурса е скъпа на нас българите и с друго, сигурна съм, че се досещате!

- Вероятно намеквате за асоциацията, която планината поражда с манастира "Полихрон", и съответно – делото на Кирил и Методий, а също и архитектурно-религиозния комплекс "Мурадие", където се намира гробът на принцеса Мара, дадена за съпруга на Мурад I.
Защо да крия – Бурса ми е слабост, но тогавашна Бурса е едно чудесно потвърждение на думите на Солмаз Камуран, познати вече и на българските читатели, че "всички хора са братя под едно небе, с един Бог над тях".
Авторите са впечатлени от космополитния дух на града, в който турци, арменци, гърци, евреи и българите абаджии съжителстват прекрасно. Начов например посещава обителта на мевлевийските дервиши, гледа изпълненията им, наблюдава живота в града по време на Рамазана, обикаля околните села във връзка с вересиите на баща си и оставя безценни наблюдения за състоянието и поминъка им. Даскалов не се чувства чужд в Бурса, защото на всяка крачка се среща с изселници от България, и той се гордее, че те са "културтрегерите на прага на Азия".

- Сведенията за Османската империя през последните години на XIX и началото на XX век от български и сърбохърватски източници са малко ограничени за специалистите. Вашата книга безспорно е един принос, запълва една празнина. Какви са отзивите на академичната общност? Берете ли вече "плодовете" на труда си"?

- Книгата започва с предисловие, в което като основна "ахилесова пета" на османската историография отчитам недостатъчното познаване и боравене с източниците на български, сръбски, хърватски и словенски език. Преодоляването на този недостатък ще спомогне много за разностранното осветляване на събитията. Знаете, че колкото повече и различни погледи има върху едно събитие, толкова повече се увеличава вероятността за неговото обективно осветляване.
Освен широката читателска аудитория книгата привлече вниманието на изследователските кръгове, тя съдържа неоценим материал за краеведите и много бързо навлезе в научно обръщение. За нея се появиха рецензии в "Хюрриет" и притурката за литература на "Джумхуриет", скоро ще бъде представена пред читатели в Бурса и Анкара.

- Книгата е част от проекта ви "Румелия и Анатолия през български очи". Мислили ли сте да я представите на българските читатели? Ако е така, нашите приятели от издателска къща "Памет", издаваща предимно историческа и биографична литература, с радост биха ви помогнали!

- Това е интересна идея, над която непременно си струва да се помисли. Текстовете в книгата ми, а и тези, които ще включа в предстоящото разширено издание, са разхвърляни в различни периодични издания от началото на миналия и по-миналия век, така че тяхното събиране на едно място и представяне би представлявало интерес и за българския читател и изследовател.

- Бяхте официален преводач на срещата между българския и турския премиер в Анкара. Безспорно знаете повече от всички нас за какво са си говорили, но аз, разбира се, не питам за това! Как виждате развитието на по-нататъшните отношения между България и Турция?

- Като човек, роден в едната и живеещ в другата страна, свързан емоционално, рационално и професионално и с двете, много бих искал, въпреки историческите наслоения, негативизма, закостенелите предразсъдъци, от които произтича и така характерната за балканеца омраза към съседа, отношенията между двете да се развиват добре, като всички въпроси се решават по пътя на добронамерения диалог, разбирателството и дипломацията. И да се полагат упорити усилия за взаимното опознаване на културите, изкуствата, традициите и т.н.
Söyleşiyi yapan: Panayotka Panayotova
Kaynak: www.novinar.net

26 Ağustos 2010 Perşembe

MUHAKKAK OKUNMASI GEREKEN BİR KİTAP

Doç. Dr. Kasım Yunusov
Yakınlarda basından Dr. İsmail Cambazov’un OSMAN KILIÇ MAHKEMESİNİN PERDE ARKASI adlı kitabı çıktı. Hemen okumaya başladım ve bitirmeyince de bırakamadım. Hiç mübalağasız, son derece ilginç ve değerli bir eser. Adı geçen olaylar ve kişilerin yaşadıkları insanı okadar çekiyor ve etkiliyor ki, kendini onlardan bir türlü ayıramıyorsun. Okuyucuyu düşünmeye sevkediyor ve yaşananlarla ilgili onda bir çok sorular doğuruyor. Burada, hepsi birbirinden alakalı ve çekici çok sorunlar ortaya atılmış. Hatta, sözü geçen problemlerle ilgilenen okuyucularla kitap üzerinde bir tartışma ve yorumlama organize edilebilir, diye düşünüyorum. Böyle bir etkinliğin herkes için çok faydalı olacağı kanısındayım.

Ama bu ayrı bir konu. Geçelim esere ve onun içeriğine. Yazar kitabına, zamanının çok yetenekli bir şahsı, otoriteli ve Türk halkı tarafından sevilen, sayılan ünlü öğretmen Osman Kılıç’ın ve daha 5 öğrencinin tutuklanması, mahküm edilmesi ve onlarla ilgili olayları, kendilerinin ve başka ilgililer arasındaki ilişkileri konu etmiş. Dolayısıyla bu olaylar alelade olmayıp çok büyük önem taşırlar ve Bulgaristan Türklerinin tarihinde gayet değerli sayfalar oluştururlar.

Aslında sayın Osman Kılıç ağabeyimiz Türkiyede yazdığı ve daha 1989 yılında yayınladığı KADER KURBANI adlı kitabında kendinin ve o 5 öğrencinin başından geçenleri mükemmel bir tazda okuyucularına anlatmış. Fakat eser Türkiyede çıktı ve buralara, bizlere ulaşamadı. Kitabın burada da yayınlanması için gösterilen çabalara rağmen bu gerçekleşemedi. Ülkemizden, ilgilenenler ancak Türkiyedeki tanıdıkları ve yakınları vasıtasıyla kitabı okuyabilmişlerdir. Burada hemen şunu belirtmek isterim ki Dr.Cambazov’un kitabı kesinlikle KADER KURBANI’nın tekrarı değildir. O, olayların başka yönlerini ele almış, onlarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi bulunan kişileri araştırmış, düşüncelerini almış ve eserine aktarmış. Bundan başka bir uzman sıfatıyla o, tarihimizi belirleyen olayları hukuksal açıdan değerlendirme deneyinde de bulunmuş. Kısaca, yapıtının başlığından da anlaşıldığı gibi yazar olup bitenlerin PERDE ARKASI taraflarını vermeye çalışmış. Bu da okuyucunun ilgisini artırıyor ve sonuna kadar onu canlı tutuyor.

Kitabında aktardığı son derece ilginç kişisel olaylarla Dr.İsmail Cambazov, okuyuculara, ülkemizde komünist idaresinin daha ilk yıllarda azınlıklara, bu arada Bulgaristan Türklerine ait çizdiği siyasal stratejisini gösterme deneyinde bulunmuş. Kanaatimce bunu da yazar iyi başarabilmiş.

Tahmin ediyorum ki, halen yöremizde, 60 yıldan fazla önce vuku bulan bu olayları bilen, hatta işitmiş olan dahi pek az insan kalmıştır. Artı, uzun yıllar ağızlarda resmi organların kasıtlı olarak yaydıkları uydurmalar, yalan yanlış yorumları ve değerlendirmeleri geziyordu. İlk kez demokrasi koşullarında bu olaylarla ilgili hakikatı öğrenme imkanımız doğdu. Burada çok ilginç bir taraf da bizlerin, o tüyler ürpertici ve Bulgaristan Türklerini ilgilendiren hadiseleri, Dr.Cambazov’un, onları bizzat tanık olarak, kaleme aldığı yazısından öğrenme şansımızdır.

Ne doğa, ne de toplum olayları tesadüfi oluşmazlar. Onların yeri, zamanı ve kendilerini doğuran etkenler ve nedenler bulunmaktadır. Dolayısıyla eserin yapısı (strüktürü) da bu felsefi ilkelere göre düzenlenmiştir. Kitap on bölümden ibarettir. Dr.Cambazov, birinci bölümde, vuku merkezi olan Şumnu şehri ve yöresi ile ilgili okuyuculara, çok değerli ve okadar da gerekli tarihsel ve kültürel bilgiler aktarmaktadır. ETRAFINA NUR SAÇAN İRFAN YUVASI adını verdiği ikinci bölümde, okuyucuyu Şumnu Nüvvab okuluna götürür ve onun açılışı,yapısı ve faaliyeti ile ilgili etraflıca bilgilendirir. Zaten de bütün olaylar burada zuhur etmiş ve gelişmiştir. Osman Kılıç, beş öğrenci ve onların talihlerini paylaşan, kitapta adı geçen onlarca kişi, bu mukaddes okul çatısı altında yetişmiştir. Yazar, konunun tutuklama, iddianame, yargı ve hapis yılları olan esas kısımlarını tüm ayrıntılarıyla üçüncüden dokuzuncuya dek işlediği bölümlerde açıklamaktadır.

Burada, ardı sıra çıkan ve gelişen olaylar bölümünde, yazarın verdiği zengin belgesel malzeme ile komünstlerin, Bulgaristan Türklerini yoketme stratejisinin düzenlenmesi ve onun daha ilk yıllarda uygulanmaya başlanması açıklanmaktadır. Ülkemizde zuhur eden yeni siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm olayların başı, 9.9.1944 tarihinde gerçekleşen Komünist İhtilalidir, onun meyvesidir. Çünkü komünistler bambaşka bir dünya görüşüne sahiptirler. Onların idealleri, ideolojisi, idare ilkeleri, siyaseti tek sözle her şeyleri kendilerinden önce iktidarda bulunan siyasi güçlerinkine kıyasla taban tabana zıt idi. Dolayısıyla onlar ülkemizin toplum hayatının her alanında, bu arada azınlıkların dini ve kültürel yaşamı ile ilgili mirasladıkları değerleri, durumları kesinlikle aynı tarzda devam ettirme kararında değillerdi. Her şey onların iradesi, ideolojik ve siyasal programları uygunluğunda değişmeye maruzdu ve de değişecekti. Bunların çok önemli bir kısmı, komünistlerin baş rolü oynadıkları, Vatan Cephesi hükümetinin 1944-1948 yılları arasında iktidarı süresinde gerçekleşecekti.

Komünistlerin iktidara geldiği dönemde Bulgaristan Türklerinin en değerli varlığı Nüvvab okulu idi.
Nüvvab okulu 1922/1923 ders yılında Şumnuda açılıp çalışmaya başladı. Onun iki bölümü bulunmaktadır. ”Tali Kısım” denilen normal okul 5 yıl süreliydi, Öğretim süresi 3 yıl olan ve ”Ali Kısım” denilen bir de yüksek bölümü bulunuyordu. Bu kısım 1930 yılında açıldı. 1947 yılına kadar toplam 677 öğrenci Nüvvab’ı bitirdi. O yıl okulun statüsü değiştirildi, Lise oldu. Çok geçmeden de tamamen kapatılıp tarihe karıştı.

Dr.Cambazov’a göre, Bulgaristan Başmüftülüğüne bağlı olmasına, resmen Medresetün Nüvvab adını taşımasına rağmen bu okul hiçbir zaman tamamiyle gerici bir okul olmamıştır. Bilakis o ”Bulgaristan Müslümanlarının gururu, şan şerefi ve kimlik tezkeresidir. ….Türk azınlığı aydın kişiler çıkarabilmişse bunu büyük ölçüde Nüvvab okuluna borçludur.” Şunu da kaydetmek gerekir ki, ”Öğrencilerin ve Bulgaristan Türk aydınlarının istekleri ve baskıları ile o, giderek daha fazla laik eğitim veren bir okul durumuna geldi”. Bu okul genellikle müftü yardımcıları veya müftü yetiştiriyordu. Fakat zengin dil kültürüne ve genel eğitim bilgilerine sahip olan mezunları, Türk okullarına öğretmen de oluyorlar ve çok hazırlıklı öğrenciler yetiştiriyorlardı. Öğretmenlere gelince, çoğu İstanbulda, bir kısmı da Mısır’da vb.yerlerde yüksek tahsil görmüş, alim seviyesinde yetenekli, bilgili kişiler idiler. Yazar onlara ait okuyuculara çok değerli bilgiler vermektedir.
Komünistlerin bu okul için görüşleri ve verdikleri değer çok başkaydı. Onlar Nüvvab’a ve Nüvvab’lılara ”irtica yuvası”, ”gerici”, ”tutucu”, ”yobaz” olarak bakıyorlardı. Fakat onlar ülkenin ve iktidar gücü olarak kendilerinin de çok ağır bir tarihi aşamada bulunduklarının bilincindeydiler. Bu husus kendilerinin dikkatli olmalarını ve ılımlı davranmalarını gerektiriyordu. Özgürlük oynamak mecburiyetindeydiler. Dolayısıyla bir müddet güzel bir siyasi oyun süreci icra ettiler.
Önce onlar kardeşlik, birlik, beraberlik, özgürlük, eşitlik sloganları savuruyorlardı. “Artık vatandaş Bulgar, Türk, Ermeni,Yahudi, Çingene diye ayrılmayacak, herkes eşit haklara sahip olacak, her millet kendi dini ve ilmi hayatını serbestçe teşkilatlandırabilir”, diyorlardı. Türklere, siz de hayatınızı kendi istediğiniz gibi organize edebilirsiniz,Vatan Cephesi komiteleri kurabilirsiniz, dediler. Hayli bilinmezliklere rağmen, bunlardan etkilenen Bulgaristan Türkleri bu arada Nüvvab öğretmenleri ve öğrencileri daha ilk aylarda, kurulan Vatan Cephesi koalisyon hükümetine kucak açtılar, ona dört elle sarıldılar ve candan desteklediler. Her yerde Vatan Cephesi komiteleri kuruldu, Türk gençlik teşkilatları oluşturuldu, Türk Öğretmenler Birliği kuruldu vb. Kapatılmış camiler, okullar açıldı, öğretmenler hatta hocalar, hacılar el üstünde tutuluyordu. Her yerde sevinç, ümit havası esiyordu. Halk sevinçten coşuyordu. Devletin programını gerçekleştirmek için canla başla çalışıyorlar, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Bu aşamada yıldızı parlayan en hazırlıklı, en seçkin, en bilgili, okulda ve okul dışı aktiv çalışmalarıyla ön saflara bulunan Nüvvab’ın örneklik genç öğretmeni Osman Kılıç idi. O, Nüvvab’ın Tali ve Ali kısmını ikmal edip mezun olmuştur. Önce birkaç yıl başka okullarda öğretmenlik etmiş ve 1945/1946 ders yılında Nüvvab’a kadrolu öğretmen olarak atanmıştır.
O öğretmenlerin içinde yeni döneme en yatkın, en hazırlıklı bulunuyor. Hiçbir sakıncasız yeni rejime seviniyor, ona destek veriyor, hiçbir kötü niyeti olmadan tam manasıyla aktif bir Vatan Cepheci olarak çalışıyor. Türk Öğretmenler Birliğinin Sekreteri, onun kapatılmasından sonra kurulan Eğitim İşçileri Birliğine Şumnu İl komitesine temsilci olarak seçilir. Yüksek Eğitim Şurası üyesi olarak da görevlendiriliyor. Bütün bulunduğu kurumlarda vazifelerini mükemmel şekilde icra ederek Türk azınlığı aydınlarını layıkıyla temsil ediyor. Türk okullarında daha iyi eğitim sistemi uygulanması ile ilgili son derece önemli tasarılara ve önerilere imza atıyor. Vasil Kolarov’un, Penço Kubadinskinin vb. komünist liderlerin Şumnu’da ve yörede yaptıkları konuşmaları çok büyük ustalıkla, seçkin bir söz sanatçısı gibi tercüme ediyor, konuşmacıların ve dinleyicilerin büyük takdirini kazanıyor.
Çok maalesef yeni, komünist rejimin coşkulu ve heyecanlı süreci pek uzun sürmüyor. Muhalefeti susturup iktidarı tamamıyla ele geçirince işler değişiyor. Komünistler Türklere verdikleri vaatlerden vazgeçmeye başlıyorlar. Hak-hukuk arayanlar, vaatlerini hatırlatan aydınlar takip ediliyor, tutuklanıyorlar. Acaba komünistler neden Türklere karşı tavrını değiştirmişlerdi? Ne olmuştu? Değişen bir şey yoktu. İyi tutum ve güzel vaatler Bulgaristan Türklerini kendilerine kazandırmak için oynanıyordu. O ilk yıllarda komünistler muhalefetle adeta ölüm kalım savaşı yürütüyordu. Ülkemiz, seçimler, referandum, ondan sonra da genel seçimler yapıyor, son derece kritik bir period yaşıyordu. Bu süreçte komünistlerin azınlıkların, bu arada Bulgaristan Türklerin oylarından ihtiyaçları vardı. Olumlu tavır genellikle bunlardan kaynaklanıyordu. Bundan sonraki gelişmeler onların hakiki amaçlarını ve niyetlerini yeterince kanıtlayacaktı. Türklerle ilgili gizli olarak planladıkları, öngördükleri vazifelerin ve etkinliklerin icrasına geçmek zamanı gelmişti.

Daha 1944 yılının sonunda yapılan Türk Vatan Cephesi kongresinde komünist idarecilerin Bulgaristan Türkleri ile ilgili art niyet taşıdıkları açıkça belli oldu. Kongre yönetimine sadece komünistler seçildi. Önceden ilan edildiğine göre burada Bulgaristan Türk azınlığının dini ve ilmi hayatını teşkilatlandırma sorunu görüşülecekti. Bu konuda beklenenlerle yapılan öneriler arasında ciddi bir geçişme oluşuyor. Bir komünist katılımcı okullarda din derslerinin programlardan çıkarılmasını istiyor. Aralarında Osman Kılıç da bulunan Şumnu grubu Türk dini teşkilat ve eğitim sistemi ile ilgili hazırladıkları ayrıntılı tasarıyı sunma imkanını dahi bulamıyor. Hiçbir şey başaramadan geri dönüyorlar. Sadece işledikleri tasarıyı kongre yönetiminden birine vermekle yetiniyorlar. Bir katılımcıdan da Nüvvab’ın bir Türk lisesine (Gimnaziyaya) dönüşmesi önerisi geliyor.
Bu kongreden sonra Komünist idaresinin bu doğrultuda planlı ve aktiv çalışmaları, Türkler için daha tehlikeli bir aşamaya giriyor. Azınlıkları yok etme programını usulca uygulamaya geçiliyor. Dolayısıyla çok geçmeden yeni emirler gelmeye başlıyor. Artık eşitlik var bahanesiyle ayrıca Türk Vatan Cephesi komiteleri kurmaya hacet olmadığı buyruluyor. Her yerde umum Vatan Cephesi teşkilatları olacak, onlara Türkler de üye olabilirler, yönetim komitelerine de onlardan bir temsilci alınabilir, deniyor. Bu vesileyle Türk Öğretmenler Birliği de feshediliyor, kapatılıyor. Bütün memlekette yeni Eğitim İşçileri Birliği kuruluyor. Buraya Türk öğretmenler de üye olabilirler, yerel teşkilatların yönetimine onlardan birer temsilci alınacağı söyleniyor. Türk gençlik teşkilatlarına da son veriliyor. Onların yerine bütün gençlere ait bir Halk Gençler Birliği kuruluyor.
Böylelikle Türklerin müstakil bir etnik grubu olarak kendi aralarında kendilerine ait hiçbir örgüt ve kuruluşu oluşturamayacakları çok açık anlaşılıyor. Dolayısıyla onlar milli benlik ve varlıklarını korumak imkanından mahrum ediliyorlar.
Komünistler eğitim alanında en büyük, köklü değişiklikler yapmayı düşünüyorlar. Bunu gerçekleştirecek Yüksek Eğitim Şurası meydana getiriliyor. Bu kurulun daha açılış töreninde, Milli Eğitim Bakanlığında Lise öğrenimi Genel Müdürü Dr. Kiril Dramaliev “Memleketimizdeki Türk hususi azınlık okullarına gelince, artık bu irtica ocaklarının mevcudiyetine tahammül edemeyiz” diyor. Bununla o, Türk okullarının kapatılması ile ilgili hükümetin kararlılığını ima ediyor. Bu kurula Türk öğretmenlerin temsilcisi olarak seçilen Osman Kılıç “Azınlık Okulları” komisyonu üyesi olarak çalışıyor. O, Türk okullarının yeni koşullarda devlet tarafından idare edilip çok daha başarılı olabilmeleri tezini savunuyor ve bu alanda çok çaba gösteriyor. Bu amaçla o, önceden hazırladıkları tasarıyı komisyona sunup ve isteklerinin komisyon raporunda yer almasını istiyor. Komisyon başkanı buna itirazda bulunmuyor, fakat onları yüksek makamlara ulaştırıyor. Burada, Türk okullarında eğitimin Türkçe olması ve okul müdürlerinin de Türk olması önerileri önemli yer almıştır. Din derslerinin fakültatif olarak okunması öneriliyor. Bu istekler genel kurulda bir formalite olarak kabul ediliyorlar, fakat sadece yazılı olarak kalıyorlar. Türk okullarının en büyük sorunu devletin onlara mali yardım sağlaması, bu okulların da mali idaresini devletin üstlenmesi. Bundan başka, devlet, Türk okullarına öğretmen yetiştirmesi için, biri Güney Bulgaristan’da (mesela Kırcali’de), diğeri de Kuzey Bulgaristan’da olmak üzere en az 2 pedagoji okulunun açılması isteniyor; Türk öğrencilerinin istedikleri Bulgar okullarına kabulü vb. gibi istekler sunuluyor.

İşte böyle, daha ilk yıllarda Bulgaristan Türklerinin ihtiyaçları ve beklentileri ile komünist idaresinin amaçları, ideolojisi ve azınlık politikası arasında bağdaşılamaz bir geçişme oluşuyor. Türkler kültürel hayatını önce verilen vaatler doğrultusunda, kendi kimliğini, benliğini koruyarak, daha da geliştirerek yeni, demokratik raylar üzerinde sürdürme hevesinde ve çabasında. Komünistler ise yeni siyasal stratejileri kapsamında azınlık haklarına kısıtlamalar getirerek onları yok etmeyi planlıyor. Onların programlarında Bulgarlıktan farklı benliğe, kimliğe ne yer, ne de ihtiyaç var.

Fakat komünistler çizdikleri projelerinin o kadar kolay uygulanamayacağının da farkında. Bütün güçlerini seferber ederek mücadele etmek gerekeceğini de iyi biliyorlar. Onlar için en büyük tehlike Nüvvab’dan geliyor. Onlara göre Nüvvab, hiç de istemedikleri, taşıyamadıkları Türklük, Türkçülük ve Müslümanlık üretiyor, yayıyor. Buna rağmen zamanın müsait olmadığından hemen kapatmaya cesaret edemiyorlar. Öğretmenlerden, onların davalarına en aykırı hareket eden, amaçlarını engelleyebilecek en büyük kuvveti Osman Kılıç’ın yüzünde görüyorlar. Velev ki o, yeni iktidar lehine, onun siyaseti uygunluğunda durmadan uğraşıyor, ona karşı tutumu çok olumlu, aktiv bir Vatan Cepheci, Yüksek Eğitim Şurası üyesi, “Yeni Işık” gazetesine yazdığı yazılarıyla gençleri Halk Gençler Birliğine girmelerine davet ediyor, Georgi Dimitrov’un 65.yıldönümü ile ilgili Şumnu Okuma evinde rapor hazırlayıp okuyor, Nüvvab’da en genç öğretmen olduğundan Vatan Cephesi hükümetinin siyaseti ile ilgi daima gençlerin arasında ve sürekli onlara yardım ediyor ve bu ruhta yapılan tüm etkinliklere katılıyor ve büyük katkısını veriyor, yine de komünistlerin bilincinde o, en azılı düşman olarak kalıyor. İdare onun iyi davranışlarını ve aktifliğini kesinlikle taviz vermeye değer hareketler olarak nitelendirmiyor. Onun en büyük suçu çok hazırlıklı, bilgili, seçkin, otoriteli bir Türk öğretmeni olmasıdır. Türk okullarını savunması, onların kalkınması için gösterdiği çabalar, onun din ve Türkçülük taraftarı olmasını güvenlik organları en büyük milliyetçi olarak nitelendiriyor. İşte bu meziyetleriyle o gözlerine diken gibi batıyor.
Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, komünistler kendi güvenliliği ile ilgili her şeyi kontrol altına almayı ihmal etmemiştir. Vatan Cephesi hükümeti, Nüvvab hocalarını, öğrencilerini izlemek için Şumnu Emniyetinde bir ekip tayin etmiştir. Osman Kılıç çoktan gözetim altında bulunur ve tutuklama için uygun zaman beklenir.

Öğrenci kesiminden bir grup öğrencinin tutumunda oluşan tuhaf bir canlılık güvenlik güçlerinin gözünden kaçmamıştır. Bir ekip de onların peşindedir. İşlerin daha fazla büyümesine izin verilmemeli, acele tedbir alınma gerekçesi düşünülür. O da gecikmez, 24.03.1948 tarihinde önce öğrenciler, 20 gün sonra da 14.04.1948 tarihinde hocaları Osman Kılıç tevkif edilirler.

5 Nüvvab öğrencisi daha 1945 yılında, Bulgaristan Türkleri ile ilgili komünistlerin amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu daha ilk adımlarında fark ederek, Türk okullarının kapatılması, dini ibadetlerin yasak edilerek milli (etnik) kimliğimizin inkar edilmesine ve Türk halkını yok etme yolunu tutuşuna karşı tepki olarak bir örgüt kurarlar. Bu doğrultuda bazı eylemler de gerçekleştirirler. Tutuklama, sorgulama, mahkeme, ceza süreçleri komünistlerin düzenlediği senaryo gereğince icra edilir. Komünist adli sisteminin çok önemli özelliklerinden biri de ön yargı ile çalışmak. O, sistemin her aşamasında mevcuttur. Aşırı şiddet ve işkence uygulayarak önyargı ile istedikleri ifadeleri alırlar ve buna göre de iddianame hazırlanır, duruşma yapılır ve hüküm verilir. Ön yargı ile daha davadan önce Osman Kılıç ve öğrenciler “Halk haini”, “Halk düşmanı”, “Türkiye Casusu” olarak ilan edilirler. Hatta idare tarafından seçişmiş kişiler halk arasında toplantılar yapıp sanıkları kınarlar.
Osman Kılıç’a karşı yapılan suçlama öğrencilerinkinden farklıdır, aralarında ilişki de yoktur. Fakat öğretmenin muhakkak bertaraf edilmesi, etkisiz hale getirilebilmesi için önyargı ile ona ek suçlama ilave edilir. Onu, öğrencilerin ilhamcısı, manevi önderi, teşvikçisi çıkarırlar. Kanıtlayıcı hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu husus hem iddianamede, hem duruşmada yer alır ve hükümde de göz önünde bulundurulur. Dolayısıyla hakiki sebepler perde arkasında bırakılarak, mahkeme de suçunu kanıtlayıcı bir delil dahi gösteremeden, Türkiye lehine ve Bulgaristan aleyhine casusluk işlemiş diye Osman Kılıç idam, öğrenciler de farklı yıllar ağır hapis cezalarına çarptırılır. Daha sonra hocanın cezası da 20 yıl ağır hapis cezasına dönüşür. Böylelikle “Osman Kılıç Mahkemesi” sona erer. Yazar, bundan sonra başlayan ve sonuna kadar süren, mağdurların hayatlarını değiştiren, son derece ağır ve çile dolu hapis yıllarını anlatır.
Fakat bununla komünist hükümetinin Nüvvab’lılarla olan siyasi ve ideolojik kavgası sona ermiyor. Onlar durmadan takip ediliyor, tutuklanıyor ve hapislerde mahvediliyor. Yazar kitabının onuncu bölümünde araştırdığı Nüvvab’lıların “Halk İdaresi Yılları” nda çektikleri çekileri dil getiriyor. Komünizmin ülkemizde iktidara geldiği bu erken yıllarda Türk aydın temsilcilerine karşı gerçekleştirilen davanın türlü anlamı vardır. Her şeyden önce o, Bulgaristan Türklerine verilen büyük bir derstir. Burada esas amaç adı geçen kişilerle hesaplaşmak değil, tüm Türk azınlığını korkutmak, sındırmak, yıldırmak ve susturmaktır. Bundan böyle tüm vatandaşların, bu arada sizlerin her alanda gelişme yolunu sadece biz çizeceğiz, tek sözle biz ne istersek o olacak, demek istemişler. Aynı zamanda, üzerinde durduğumuz olaylar Bulgaristan Komünistlerinin tasarladığı azınlıkları yok etme stratejisini uygulamanın birinci etabı olarak nitelendirilir. Bundan sonraki gelişmeler, dini ibadetlerimize ve kültürümüzle ilgili sistemli olarak, adım adım getirilen kısıtlamalar ve 60 ve 70. yıllarında diğer Müslüman kardeşlerimizin ve 80. yılların ortalarında Bulgaristan Türklerinin hayatında zuhur eden ve yaşanan çok çirkin olaylar kayıtsız şartsız bunları kanıtladı.
Dr. İsmail Cambazov’un yapıtı akıcı, anlaşılır güzel bir dille yazılmıştır. Fakat bu kesinlikle, aynen “Bir varmış bir yokmuş” masallarında veya öykülerinde konuşulduğu gibi, anlamına gelmez. Yazarın kullandığı dil bilimsel esere yakışır bir dildir, anlattıklarının anlaşılması hiç de zor değildir. Çok maalesef bazılarımızın, bu arada kendilerini bakan seviyesinde birileri olarak gören aydın temsilcilerimizin kelime torbası o kadar boşalmış ki, alelade bir iletişimde veya gazetede adi makaleleri dahi anlamakta hayli zorlanıyorlar. Henüz, dil zenginliğinin önemini gereğince anlamış değiliz, gibi geliyor bana. Dolayısıyla Dr.Cambazov’un eseri bu doğrultuda tüm okuyucular için mükemmel bir kaynak rolünü oynayacağı, kanısındayım.

Kaynak: kircaalihaber.com

17 Ağustos 2010 Salı

Sayın Başbakan tebrikler! Amma...


Vedat S. Ahmed

Açık sözlülüğüyle ve mertçe tavırlarıyla birçok insanın gönlünü fetheden ve bazılarınca kurtarıcı gözüyle bakılan Başbakan Boyko Borisov’a Bulgaristan’daki Müslüman-Türk azınlığının yaklaşımı olumsuz tarafı ağır basan rezervlerden oluşuyor. Çünkü sayın Başbakanımız, “Soyadönüş sürecinde” askerî birliğinin başında Deliorman’da bulunmakla kalmamış, seçim öncesinde Amerika’da bilinçli, bilinçsiz veya bilinç altından kaçırılmış “amaç-yöntem” ikilemini içeren talihsiz birkaç söz sarf etmişti. Bunlar ve kendisinin İçişleri Bakanlığı sıralarından gelmesi Bulgaristan’da yaşayan 1 milyonu aşkın Müslüman-Türkün (kendisi ne hikmetse Türk diyemiyor) tereddütlerinin artmasını, hiç kuşkusuz, etkiledi.

Seçim gecesinde verilen büyük sözler
Sayın Boyko Borisov, Türklerin tereddütlerine ve çoğunluğunun kendisine karşı oy vermesine rağmen, büyük bir başarıyla seçimleri kazandı, sırasına göre 87. Başbakanımız oldu. Şöyle veya böyle elindeki “malzeme” ile çalışmasının farkına vardığı için Müslümanları teskîn etme, rahatlatma amacıyla (belki de uyutma amacıyla – zaman gösterecek) kimsenin etnik meseleleri kurcalamaması gerektiğini ve Hıristiyan-Müslüman ayırımı yapmayacağını, kendisiyle ilgili tereddütleri gidereceğini kesinlikle ifade etti.
Bu sözlerini destekler mahiyette bir konuşma bir yıl kadar önce Deliorman’ın Köklüce (Venets) belediyesinde Türklere hitaben yaptı, geçenlerde Rodoplar’daki kardeşlerimize hitaben Kırcaali’de de buna benzer sözler söyledi. Dün ise Deliorman’ın aynı belediyesinin Aydoğdu (İzgrev) köyünde “gördünüz mü ‘sizin isimlerinizi değiştirecek, göçe zorlayacak’ diyenlerin söylediklerinin hangisini yaptık” diyerek Müslümanlara sıcaklık gösterdi ve güven verdi.
Tabii ki, sayın Başbakanın Deliorman ve Rodoplar’ı ziyaret etmesi, oralara bazı yatırımlar yapması, çileli halkımıza maddî anlamda vaatlerde bulunması, konuşmalarıyla güven telkîn etmesi güzel ve takdir edilecek şeyler. Amma velâkin bunlar yıllardır şamarlanan birisinin güvenini kazanmak için çok yetersiz. Ayrıca sayın Başbakanımızın Türklere yönelik şu ana kadar yaptıkları sadece formalite icabı yapılan şeyler gibime geliyor. Hele şöyle biraz ciddî adımlar atsınlar ki, “aferim, bu momça iş yapacak” desinler.

O kadarını Jivkov da yaptı, farkınızı görmeyi bekliyoruz...
Zaten, sayın Borisov’un yaptıkları kadarını, hatta daha fazlasını Jivkov da yaptı... O da bir zamanlar Aydoğdu’nun komşu köyü olan Habip-köyü (Valdimirovtsi’yi) ziyaret etmiş, tıpkı Başbakanımız gibi Palamara da gitmişti... Orada Türklerin gönlünü kazanmaya çalıştı, hatta yakınlığını göstermek için “rabota bubama rabota” diyerek Türkçe kelime bile kullandı. “Türk dostu” Kubadinski de sıkça Palamara gidiyordu... Başbakanımızın dedesini yok eden komünistler, Aydoğdu köyünde büyük şair Nazım Hikmet’i bile konuşturdular... Ayrıca köylerimize önce kooperatifleri, sonra elektriği, yolları, fabrikaları, liseleri, düğün salonu ve çocuk bahçelerini de götürdüler...
Sayın Başbakan, eğer Jivkov’tan farklı iseniz ondan daha fazlasını yapmalı ve onun yaptığı yanlışları yapmamalısınız. O, Müslüman-Türk halkına iş sağladı, okullar yaptırdı, maddî imkânlarını iyileştirdi. Ama aynı zamanda Şumnu, Razgrad ve Kırcaali Türk tiyatrolarını önce Bulgar tiyatrolarının çatısı altına soktu, sonra da kapattı... Türk okullarını kapattı, onunla da yetinmeyerek Türkçe derslerini seçmeli hale, daha sonra da yasaklı hale getirdi... Din eğitimini tamamen yasaklayıp hocalara “camilere gelen Müslümanları ateist yapma görevi” verdi, onunla da kalmayıp sonunda Gencev gibi beynamazı Başmüftü yaptı... Filibe’de iş başına getirdikleri Cami Encümenine Taşköprü Camii’ni de o sattırdı...
Söz uzanur ger kalanın der isem...
Sayın Başbakanımız! Bizim bir şairimiz var, kendisi aynı zamanda sizin gibi paşa ve siyasetçi olan Ziya Paşa bakın ne diyor:
Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde!

Kaynak: Ajans B

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Salih Bozov'un kitabı Türkçe'ye çevrildi: İsimleri Uğruna

2005 yılında
V
İmeto
Na
İmeto
adıyla Bulgarca yayınlanan kitap İsmail Çavuş'un çevirisi ve İstanbul Sultangazi Belediyesinin basımıyla okuyucunun eline ulaştı. Bu sayede milyonlarca Türk okuyucusu Bulgaristan Pomak Türklerinin uğradığı zulümleri şahitlerin dilinden öğrenme imkanına kavuşmuş oldu. Emeği geçenlere teşekkürler, Allah onlardan razı olsun. BTG

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Önceki baskıların psikolojik devamı ve komplekslerimiz

“Aa, senin kızın Türkçe biliyor mu? ”


Bu soruyu duyunca deli oluyorum. Sofya doğumlu ve yine başkentin göbeğinde büyümüş 14 yaşındaki kızımın Türkçe konuşuyor olması, neredeyse bir mucize sanki. Büyük şehirde yaşarken Türkçe konuşma yasağı mı getirildi, ne? Şehirli çocukların Türkçe konuşuyor olması sanki suç sayılır. “Aman kafası karışmasın”, “Aman okulda Bulgarcasını etkilemesin, İngilizcesi var, yorulmasın, şaşırmasın, Türkçe konuşmaya utanıyor, sıkılıyor”- ister inanın, ister inanmayın bunlar her gün karşılaştığım mazeretler. Bunu söyleyenler de annelerdir. Bir de Anadili diyoruz! Ana sütüyle beraber, ben kızıma anadili sevgisini de aşılamadıysam, yazıklar olsun bana, annelik vazifem yarıda kalmış demektir.
Çocuğunuzun Türkçe konuşuyor olması onu diğerlerinden daha zengin, daha birikimli, daha bilgili bile yapacaktır. Okulda ve sokakta dışlanmasın diye, özünden uzaklaştırmak mı istiyoruz evlatlarımızı? Çok yanlış yoldayız! Anadili ve kimliğiyle barışık bir çocuk, toplumda da daha huzurlu, okulda daha başarılı, büyüdüğünde de hayata daha hazırlıklı bir kişi olacaktır. Sofya’da okulunda tek Türk öğrenci olan kızımla evde sadece Türkçe konuşurken, Bulgar eserleriyle birlikte, Türk çocuk edebiyatı da okuturken içim çok rahat. Eminim ana dili Türkçesi ile, babasının yurt dili Yunanca ile, vatan dili Bulgarca ve okulda öğrendiği bir iki yabancı dille o benden, sizden ve anadilinden sakınan yaşıtlarından çok daha kozmopolit ve özüne sadık bir yetişkin olacaktır gelecekte.
Kafası da karışmaz inanın zamane çocukların, evde Türkçe konuşuyor olması, sınıf birincisi olmasını da asla engellemez. Bilge bunun canlı kantı. Ukalalık yaptım belki, ama sadece gözümün önündeki örneği vermek istedim. Bu ara “Aa, kızın Türkçe biliyor mu” sorusunu duymaya devam ettikçe, yakında komplekslerimizden sıyrılamayacağımız gibime geliyor.


* * * * * * * * *


Merlin, Arel, Denis, Melisa’nın Ayşe, Fatma, Mehmet üzerindeki galibiyeti


Geçenlerde bir arkadaşımın oğlu oldo, adını Arel koydular. İsmin anlamı nedir, ne değildir, derken, kafamı kurcalayan birşeyi sizinle paylaşmak istedim.
Modern yaşam koşullarında genç Türk aileleri, Bulgar toplumundan fazla farklı görünmeme arzusuyla yeni bebeklere de birbirinden ilginç isimler seçer. Özellikle kentlerde yaşayanlar, “Çocuğum ileride zorluk çekmesin” veya “Bulgarlar daha rahat telafuz etsin” diye belki, geleneksel Türk isimleriyle yakından uzaktan ilgisi olmayan adlar koyuyor çocuklarına.
Şehirli olmanın bir seçkin belirtisi olarak algılanıyor “Bulgarcaya” yakın isim seçmek.
Arel mi dersin, İrel mi, Merlin mi, Erik veya Denis... İisim seçme özgürlüğü gibi bir hakka diyeceğim yok, ama bütün bunlar bizim önyargılarımız ve komplekslerimizin bir işareti. Topluma kendini kabul ettirmenin yolu ve çoğunluğun bir parçası olma anlayışımıza güzel Türk isimlerini kurban ettik galiba. 1985’te Kalaşnikov zoruyla Savina Ananieva Davidova oldum ya ( ne isim ama, Bulgarca dışında herşeye benziyor) – şimdi hiç böyle bir baskıcı ve şiddet politikasına gerek yok- çünkü biz kendimiz gönül razılığıyla kimliğimizi gizlemeye can atıyoruz.
Sevda Dükkancı, KırcaaliBugün
http://kjbugun.blogspot.com/

15 Temmuz 2010 Perşembe

MÜFTÜLÜK MESELESİ TÜRKİYE BASININDA



Bulgaristan'daki Müslümanlar, atanmış müftü Gencev ve adamlarına karşı, Sofya başta olmak üzere tüm ülkede protesto gösterileri düzenleyerek, seçilmiş Baş Müftü Mustafa Hacı ve diğer Bölge Müftülerine destek veriyorlar.

Bulgaristan’da müftülük nöbeti

Batı Trakya'daki Müslüman Türk Azınlığının, yıllardır uğruna mücadele verdiği "Müftü Seçme" hak ve özgürlüğünün iade edilmesi beklenirken, aynı sorun Bulgaristan'a da sıçradı. Bulgaristan'ın eski komünist lideri Todor Jivkov döneminde, Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından, ülkedeki Müslümanların Baş Müftülüğü'ne atanan Nedim İbrahim Gencev, Yüksek İdare Mahkemesi'nin 12 Mayıs 2010 tarihinde aldığı kararla, yeniden Baş Müftü olarak atandı. Mahkeme ayrıca Baş Müftülük seçiminin kanuni olmadığı ve hali hazırda görevi başında bulunan yönetimin mahkeme kaydının sicilden silinmesine karar verdi. Bulgaristan'daki Müslümanların yoğun katılımıyla, 31 Ekim 2009 tarihinde olağanüstü toplanan Millî Müslümanlar Konferansı neticesinde Baş Müftü seçilen Mustafa Hacı ve Yüksek İslâm Şûrası Başkanı seçilen Şabanali Ahmed, mahkemenin bu kararının siyasi ve gayr-ı hukuki olduğunu söyleyerek, atanmış müftü Gencev'e karşı mücadele ediyorlar. Bulgaristan'daki Müslüman halk da, kararın alındığı tarihten beri, Sofya başta olmak üzere tüm ülkede protesto gösterileri düzenleyerek, seçilmiş Baş Müftü Mustafa Hacı ve diğer Bölge Müftülerine destek veriyorlar.
Gencev, Dobric'e "müftü" atadı

Yaklaşık bir ay önce, Todor Jivkov yönetiminin müftüsü Nedim Gencev, hiç düzenlenmemiş bir Yüksek Müslüman Şurası oturumunda alındığını iddia ettiği kararı ve başka sahte belgeleri mahkemeye sunarak, Dobric'e "yeni müftü" atamasını tescil ettirdi. Çok basit dinî bilgilerden bile bîhaber olan ve halk arasında "Huligan Hasan" olarak tanınan Hasan Solak, Gencev'in "yeni müftüsü" oldu. Geçen hafta Dobric Müftülüğüne gelen Hasan Solak, Bölge Müftüsü Bilâl Darcan'dan, müftülüğün kendisine teslim edilmesini talep etti. Bu talebi kabul edilmeyen Solak, müftülük devir-tesliminin 13 Temmuz 2010 günü saat 10.00'da yapılması için noter vasıtasıyla davet gönderdi.
Gencev'in adamları müftülüğe giremediler

Belirlenen saatte müftü Gencev'in avukatı ve davetin gönderildiği noter yetkilisi, Bölge Müftülüğüne geldiler. Bu esnada bölgede faaliyet yapan imamların çoğu ve Müslüman cemaat, Tekke Camiinde bulunan Bölge Müftülüğü binasının girişinde "müftü efendiyi" bekliyorlardı. Camii önünde bekleyen otuzun üzerinde imam, Gencev destekçilerinin müftülük binasına girmesine müsaade etmeyerek; "müftü" olarak atanmak istenen şahsın, bir müezzin kadar dahi İslâmî bilgiye sahip olmamasına rağmen, müftü olmaya yeltenmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Dobric bölgesi imamları, camilerden uzak hayat sürdüren kişilerin kendilerine müftülük yaptırmama konusunda kararlı olduklarını bildirdiler. Mevcut kalabalığı gören Gencev'in "müftüsü" müftülüğe gelmeye cesaret edemedi. Bulgaristan'daki Müslümanlar, tüm baskı ve zorlamalara karşı dayatılmış müftü ve baş müftülere karşı direnmeye devam edeceklerini ve AB üyesi Bulgaristan yönetiminden, Müslümanların ibadet ve müftülük seçme haklarına saygı göstermesini beklediklerini ifade ediyorlar.

Bulgaristan'daki Müslümanların bir diğer beklentisi ise, her zaman olduğu gibi, Türk halkı ve Türk dış işlerinin kendilerini desteklemeye devam etmesi.15 Temmuz 2010 Milli Gazete/Türkiye

Bulgaristan'daki Müftülük meselesini gündemde tuttuğu için Milli Gazeteye teşekkür ederiz. BTG

7 Temmuz 2010 Çarşamba

BULGARİSTAN’DA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜNE VURULAN DARBE

TÜRK DÜNYASI İNSAN HAKLARI DERNEĞİ

BASIN BİLDİRİSİ 06.07.2010

Toplum içinde insanların huzur içinde insanca yaşayabilmesi için, hangi dine ve inanca sahip olurlarsa olsunlar, inandıklarının gereklerini yerine getirme özgürlüğüne sahip olmaları gerekir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 18. maddesinde yer alan, “Her şahsın düşünce, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına ve topluca, açık veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.” ifadesi bu hakkın garanti altına alınmasına yöneliktir.

Oysa Bulgaristan’ın otoriter yaklaşımı; “ancak bizim atadığımız insanlar size inancınızın gereğini yapmanızı sağlar” anlayışından başka bir şey değildir. Oysa dini özgürlüğün devlet otoritesi tarafından karşılanması gereken tarafı, insanların günlük yaşamlarında, dinlerinin gereğine uygun olarak, diledikleri kişi veya kişileri tanıma / yetkilendirme hakkını kullanma, devletinde bunun gerektirdiği şartları sağlama yükümlüğü, şeklinde tanımlanmaktadır.

Yani her birey ibadetlerini serbestçe yapabilmeli, Devlet, bireyleri dinsel inançlarından dolayı baskılamamalı / yönlendirmemeli ve onlar adına tercihler yapmamalıdır. Tam tersi, vatandaşını her türlü baskılara karşı korumalıdır.

Bulgaristan devlet yöneticileri, Avrupa Birliği üyesi bir ülke olarak, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini hiçe sayan, hukuki olmayan, tamamen siyasi nitelikteki bir kararla, Müslümanların dini işlerine müdahale ederek, bütün teamülleri hiçe sayarak, Bulgaristan Baş Müftülüğüne 1,5 milyon Müslüman'ın oylarıyla seçilmiş olan Mustafa Aliş Haci’nin Baş müftülük yetkisini, Bulgaristan Yüksek Temyiz Mahkemesinin, Jivkov dönemini aratan bir kararına dayanarak adaletsiz bir şekilde iptal etmiştir. Bu insanlık adına kabul edilemez.

Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. maddesi ile koruma altına alınmıştır. Bu özgürlüklerin nasıl sınırlandırılabileceği de bu maddenin 2. fıkrasında tanımlanmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin temel bakış açısı ise “din özgürlüğü mutlaktır, sınırlandırılamaz” şeklinde ifade edilebilir.

Bulgaristan Müslümanlarına ait olan ve seçimle getirdikleri Bulgaristan Müftülüğü’nün, Bulgaristan devleti tarafından gasp edilmesi, Müslümanların din ve vicdan özgürlüğünün gaspıdır. Bu davranış hem devletin Müslümanları her türlü baskıya karşı koruma anlayışına ters, hem de Bulgaristan Müslümanlarını rencide edici niteliktedir.

Bulgaristan devleti tarafından yapılan Müftü ataması, Bulgaristan Müslümanlarının karşı baskıcı, yok sayma anlayışının açık bir göstergesidir. Müslümanların dini yaşamını sürdürdükleri cami encümenlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmalar, Baş müftülüğün internet sitesinin kapatılması, Avrupa Birliğinin temel değerleri ile ters düşen uygulamalardır.
Müslümanlarının özgür iradesine saygı gösterilmeyen bu anlayış, özgür Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilen Bulgaristan’ın, din ve vicdan özgürlüğünü yok sayan bir uygulamasıdır.

Politik amaçlar için din ve vicdan özgürlüğünü hiçe sayan, barışı dinamitleyen bu anlayışı kabul edilemez bulduğumuzu, Bulgaristan’ı Todor Jivkov'un komünist rejiminden daha geriye götürdüğünü, başta Avrupa Birliği üyesi olan ülkelerin kamuoyları olmak üzere bütün dünyaya duyururuz.

Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Bulgaristan'ı, ülkedeki Türk azınlığın, insan hakları ve özgürlüklerine yeteri kadar saygı göstermediği gerekçesiyle eleştirmiştir. Bulgaristan Devleti bu eleştirileri ortadan kaldıracak süreçler başlatmak yerine, Ulusal Güvenlik Ajansı aracılığı ile, kesintisiz bir biçimde Müslümanlara karşı baskı ve tehditlerine devam etmekte, insanların dini önderlerini seçme özgürlüğünü kısıtlamaktadır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini temel alan Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'nin kararlarını hiçe sayan din ve vicdan özgürlüğüne aykırı uygulamalar yapan Bulgaristan’da, Avrupa Birliğinin temel kabullerini oluşturan insan hakları ve özgürlüklere dayalı bir yönetim anlayışının “Müslümanlar” için de işletilmesini istiyoruz.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına aykırı olan bu uygulamaya bütün insanlığın tepki vermesini bekliyoruz. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde bulunan “İnsan Hakları İnceleme Komisyonu”nun bu hukuksuz olaya seyirci kalmamasını, yaşananları yerinde incelemek üzere, sivil toplum kuruluşlarının da içinde bulunduğu bir heyet oluşturarak harekete geçmesini talep ediyoruz.

Abdullah Buksur
Türk Dünyası İnsan Hakları Derneği Gn. Bşk.
İHAF General Secretary
Human Rights Activist

30 Haziran 2010 Çarşamba

Bulgaristan müslümanlarının bugün karşı karşıya oldukları üç sorun

ИЗЛЕЗЕ ОТ ПЕЧАТ ПРЕКРАСНА КНИГА ЗА ДЕЦАТА:

Главно мюфтийство начело с д-р Мустафа Хаджи издаде дълго очакваната книга за децата Моята прекрасна религия 1-2. Книгата се състои от 240 цветни страници. Подготвена е от общо 14 души, трима от които са автори и изцяло според съвременните педагогически изисквания.

- Информацията, която може да се намери в повечето книги по ислямско вероучение са преминали от езикова, стилистична и педагогическа редакция.
- Книгата е насочена към удовлетворяване нуждата от знания на читателя по темите на вероучението и благодарение на използвания метод отправя послание към духовното му усъвършенстване.
- За да бъде привлекателна всяка тема започва с разказ.
- Айетите от Свещения Коран и хадисите на Пратеника ни, които поставят основните принципи на темата са предадени на видно място в рамки.
- Пояснени са мъдростите, които се крият в ибадетите и е акцентирано върху ползите от тях.
- За по-лесното усвояване на темата на много места е използван метода „въпрос-отговор”.
- Използвани са визуални елементи за по доброто разбиране на темата като богат снимков материал.
- В темите е включен житейския опит и спомени на велики ислямски личности, които са пример за нас в изпълнението на религията ни.
- В края на всеки раздел са поместени тестове и въпроси, с които всеки може да провери знанията си.

28 Haziran 2010 Pazartesi

HACI NEDİM, BEN NE DEDİM?

HACI NEDİM, BEN NE DEDİM?

(Nedim GENÇEF'e)



Hacı Nedim, ben ne dedim?
Kör şeytana uyma, dedim.
Öz halkına kıyma dedim.
Böyle dedim ve ekledim:

Seni yetiştiren: Milis.
Aramıza sokan: İblis
Baban mümin, kendin müflis.
Kuzu kürklü bir komünist.

Ne mescittir, ne medrese
Ders aldığın yer: KDS. (*)
İnanmazsın sen hadise,
Hesabına gelmez ise.

Halin gülünç ve de acı.
Polis taktı sana tacı.
Sen Sofya'da öptün Haç'ı
Ve Mekke'de oldun Hacı.

Sana paye, unvan veren,
Asla olmaz bize yaren.
Aslı gayen bizi ruhen
Çökertmektir içeriden.

Oturduğun koltuk çürük.
Seni orda tutmaz Türklük.
Gaspettiğin Başmüftülük.
Baş günahtır, baş kötülük.

Yok mu sende hiç insanlık?
Nerde kaldı Müslümanlık?
Yeter artık bu ajanlık,
Nifakçılık ve düşmanlık.

Hacı Nedim, ben ne dedim?
Din senden çok ırak dedim.
Nedimliği bırak, dedim.
Soytarılık yasak, Nedim!

Kurtol KURTUL
Varna, 07.08.1993
(*) KDS-Komunist Bulgar Emniyeti

Balkanlar'da Türk Kültürü dergisine bir okur tarafından faksla gönderilen şiiri aynen paylaşıyoruz.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Bulgaristan'da müslüman olan her yer "Gencev'e Hayır!" dedi

Deliorman müslümanları Genceve karşı yürüdüler
Nedim Gencev’in Yüksek İslam Şurası Başkanlığı’na tekrar tayin edilmesine karşı Razgrad Belediyesi Kültür Merkezi’nin önünde Cuma günü barışçıl protesto gösterisi yapıldı.
“Gencev’e hayır, sindirilmeye hayır, müslüman cemaatin manipüle edilmesine hayır” sloganıyla Bölge Müftülüğü tarafından organize edilen mitinge Razgrad ilinin tüm imam ve cemaat-i islamiye encümenlerinin de dahil olduğu yüzlerce müslüman katıldı.
DPS-HÖH Razgrad milletvekilleri Dr. Hasan Ademov, Ramadan Atalay ve Dr. Nigar Sahlim ile HÖH Razgrad İl Başkanı Ahmed Ahmedov ve belediye başkanları da protestoya destek vermek için halkın arasında hazır bulundular.
Bölge müftüsü Mehmed Alâ, yönettiği mitingin açılış konuşmasında, son zamanlarda Bulgaristan müslümanlarının haklarını kısıtlamaya, onları bölmeye ve sindirmeye yönelik bir opersyonun yürürlükte olduğunu söyledi.
“Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin son kararı bir kez daha göstermiştir ki, Bulgaristan müslümanlarının yasal temsilcilerini seçme konusundaki özgür iradesi, ortada bir mahkeme kararı olduğu bahanesine sığınılarak siyasi faktörler tarafından itibarsızlaştırılmış ve manipüle edilmiştir.” Mehmed Alâ, Nedim Gencev başkanlığındaki 30 üyeli Yüksek İslam Şurası’nın 16’sının vefat ettiğini ve 10’unun da üyelikten noter huzurunda vazgeçtiklerine dair imzalarını kastederek, “Sofya Şehir Mahkemesi yargıcı tescil kararını verirken, ölü canların ticaretinin yapıldığı ve ölülerin dirilerin kaderine karar verdiği rus romanını okuyordu herhalde” dedi.
Bölge müftüsünün asimilasyon sürecine katılımından tutun da vakıf mallarını kötüye kullanma iddialarına kadar neredeyse bütün konuşması Genceve yönelikti.
Mehmed Alâ sözlerine şöyle devam etti: “Bugün Bulgaristan, komunizm rejiminin geçmişe ait olumsuz izlerini silmeye çalışırken, toplumun onu hiç bir şekilde onaylamaması ve reddetmesine rağmen Nedim Gencev’in ısrarla müslüman topluma lider olarak kabul ettirilmeye çalışılması bir çağdışılıktır. Allah’tan dileğimiz odur ki, bu biraraya gelmemiz bizim birlik ve beraberliğimizi pekiştirsin, hepimizin iyilik ve mutluluğuna vesile olsun.”
Müftü efendinin konuşmasından sonra Razgrad bölgesi imamları adına bir bildiri okundu. Bildiride 31 Ekim 2009 tarihinde yapılan son ulusal kongrede seçilen Müslüman Cemaati idaresine tam destek verildiği belirtildi. Protesto gösterisi yapılan dua ile sona erdi.

Dolni Tsibır köyünde protesto gösterisi
18 Haziran 2010 tarihinde Montana ilinin Dolni Tsibır köyünde seçilmiş Başmüftülük yönetimi lehinde ve Nedim Gencev’in idareye getirilmesi aleyhinde protesto gösterisi yapıldı.
Protestoya, Oryahovo ve Byala Slatina Cemaat-i İslamiye Başkan ve üyeleri ile Vratsa köylerinin imamları, ayrıca yerli müslüman halkın da dahil olduğu yaklaşık yüz kişi katıldı. Bölge müftüsü Necati Ali, Başmüftülükten misafirler ve bölge vaizi İbrahim Demirli eylemde hazır bulunanlar arasındaydı.
Protesto bildirisi okundu, Bölge müftüsü Necati Ali ve köy imamı Davud Hoca konuşmalarında köylerinde var olan vakıf mallarının Gencev tarafından nasıl yağmalandığını halka anlattılar. Yerli müslümanlar ülke genelinde yapılan protesto gösterilerine destek verdiklerini de bu şekilde göstermiş oldular.
Velingrad şehrinde yürüyüş – miting
Yüksek Temyiz Mahkemesinin 12.05.2010 tarihinde verdiği Nedim Gencev’i müslüman topluma önder olarak yasallaştıran kararı, yağan yağmura rağmen 18 Haziran 2010 tarihinde Velingrad şehrinde başta Bölge müftüsü Abdullah Salih olmak üzere imamlarla beraber Pazarcik ilinden toplam 500 müslüman tarafından protesto edildi.
Velingrad merkez camiinden “Gencev’e hayır!”, “Gencev aşağı!”, “Gencev hırsızdır, Gencev yalancıdır!”, “Allahü Ekber!” nidaları ile başlayan yürüyüş çarşıda bulunan meydana kadar devam etti.
Burada Bölge müftüsü, Müslüman Cemaatin bir çok sorununa değinen ateşli bir konuşma yaptı. Konuşmasında ülkemiz yöneticilerine çağrıda bulunarak müslümanların huzurunu bozan bu saçma hukuk durumuyla ilgili tavır almalarını istedi. Bu adaletsizlikten sonra müslümanların kendilerini Bulgaristan’ın ikinci sınıf vatandaşı hissettiğini ve Bulgaristan idarecilerinin ülkede yaşayan müslümanlara üvey annelik yapmaya son vermesinin zamanının gelip geçtiğini de sözlerine ekledi.
DPS-HÖH Avrupa Parlamentosu milletvekili Metin Kazak, HÖH Genel Başkan Yardımcısı Ruşen Rıza, HÖH Merkez Yönetim Bürosu Gen. Sekreteri Mustafa Karadayı, HÖH İl Başkanı ve Merkez Meclis üyesi Ömer Hamza ve muhtarlar, “bu defa bir adım dahi geri atmayacağız, sonuna kadar mücadele edeceğiz ve eğer gerekirse yıllar once gösterdiğimiz gibi tekrar birliğimizi göstereceğiz” diyen protestocu müslümanlar arasına katılarak onlara destek verdiler.

Sliven’de de protesto edildi
Protesto gösterisi saat 18.30’da başladı. Bildiri okundu, bunu müteakiben cemaat-i islamiye başkanları ve imamların konuşmalarıyla devam etti.
Milletvekili Sn. Yanko Yankov ile HÖH İl Başkanı Mustafa Mustafov toplantının misafiri idiler. Sliven ve Yanbol illerinden gelen yaklaşık 400 müslümanın katıldığı mting 19.45’te Aytos Bölge Müftü yardımcısı Akif Akifov’un yaptığı dua ile sona erdi.
18 Haziran 2010 tarihinde Varna’da Nedim Gencev’e karşı miting – yürüyüş düzenlendi
Protesto gösterisinde imamlar ve cemaat-i islamiye temsilcilerinin de dahil olduğu yaklaşık 250 insan yeraldı.
Miting Varna ili Bölge Müftü yardımcısı Rasim Rasim tarafından yürütüldü. Nedim Gencev’in sattığı bütün vakıf mallarını bir bir açıkladı. Protestoda Dobriç Bölge Müftüsü Bilal Darcan ve Varna HÖH İl temsilcileri hazır bulundu. Protestocular, “Hırsıza hayır!” , “Devlet Güvenlik İstihbaratına hayır!”, “Şeytan Gencev’e hayır” sloganları attılar.


Nedim Genvev’e karşı kitlesel protesto gösterisi
18 Haziran Cuma günü saat 18.00’de Plovdiv Cuma Camii önünde Nedim Gencev şahsına karşı kitlesel protesto gösterisi düzenlendi.
Biraraya gelen müslümanlar sabık Başmüftü Selim Mehmed’in okuduğu protesto bildirisini dinledi. Plovdiv’deki protestoya Avrupa Parlamentosu milletvekili Sn. Metin Kazak, DPS-HÖH Genel Başkan Yardımcısı Sn. Ruşen Rıza, Yönetim Bürosu Genel Sekreteri Sn. Karadayı ve Plovdiv Milletvekili Tuncay Naimov iştirak ederek müslümanlarla aynı duygu ve düşünceleri paylaştıklarını gösterdiler. Protesto gösterisinde Plovdiv merkez ve il genelinden tüm imam ve cemaat-i islamiye başkanları da hazır bulundu.
Yürüyüş Cuma Camii’nden başladı, trafiğe kapalı ana caddeden geçilerek Plovdiv merkez meydanına varıldı. Burada başta müslüman cemaat olmak üzere tüm Bulgar halkı için yapılan dua ile son buldu. 300 kişinin katıldığı yürüyüş Plovdiv Bölge Müftüsü Osman Hilmi ve yardımcısı Kemal Raşid’in himayesinde gerçekleşti.

Beş yüzün üzerinde müslüman Smolyan’da protesto gösterisi yaptı

Smolyan’da beş yüzün üzerinde müslüman Gencev’in iplerini elinde tutan perde arkası güçlere karşı protesto gösterisi yaptı.
Smolyan şehri Svoboda (Hürriyet) Meydanında biraraya gelen beş yüzün üzerinde müslüman, bir daha dinlerini özgürce yaşama ve önderlerini serbestçe seçebilme haklarını aradılar. Smolyan şehrinin birleşmesinin kutlandığı günde, il genelinden bütün müslümanlar da devletin vatandaşların dini haklarına müdahalesine, müslümanlara sözde lider olarak ateizme ve totalitarizme hizmet etmiş kişilerin zorla kabul ettirilmesine karşı birleştiler.
Protetso gösterisinde Bulgaristan müslümanlarının hak ve özgürlüklerini zarara uğratan ve kısıtlayan Gencev’in kirli geçmişine ve işlediği suçlara dair bilgiler verildi. Sözde “soya dönüş” hareketine destek veren ve dünyaya Bulgaristan müslümanlarının tam bir özgürlüğe sahip ve bu münasebetle sevinçli oldukları yalanını yutturmaya çalışan komunizm döneminin gizli istihbarat servisi DS ajanlarının idareye dönmesi yeni bir asimilasyon sürecinin emareleri olduğuna dair endişeler dile getirildi. İlin 10 belediyesinden imamların görüşüne göre koşullar yerine getirilmiş durumda.
Smolyan’ın Raykovo mahallesi imamı Hüseyin Bekir, “Ülkedeki bazı çevreler müslümanları çok gerilere, “Rodina” Cemiyeti’nin kurulduğu zamana döndürme emelini taşımaktadırlar. Rodop müslümanlarını “aydınlatmak” ve “aslına döndürmek” için şimdi bu faşist organizasyon tekrar canlandırılmak istenmektedir” dedi.
Smolyan Bölge müftüsü Necmi Dıbov konuşmasında Bulgaristan müslümanlarının bugün karşı karşıya olduğu sorunları dört boyutta incelemek gerektiği üzerinde durdu:
1. Hukuki – Yüksek Ruhani İslam Şurası adıyla yönetim kurulu üyelerinin % 50’sinin ölü olduğu bir organizasyon mahkemece tescil edilmiştir. Bu en azından ölülerle alay etmektir; aynı şekilde, bazı kurumların yaptığı küstahlığı anlayamayacak derecede sandıkları Bulgaristan’da yaşayan 1,5 milyon müslümanla da alay etmektir.
2. Ahlaki – müslümanlar, baba ve dedelerinin Belene kamplarında çürümelerine sebep olanları idareci olarak seçecek kadar mazoşist değildir. Onlarca müslümanın acılarına sebep olduktan sonra aynı muhbir ve satılmışlar şimdi “mesih-kurtarıcı” rölüne soyunma küstahlığını göstermektedirler.
3. Öğrenimle ilgili – bugün Bulgaristan’da 300 yüksek İslam ilahiyatı mezunu gerçeği varken, Suriye’de 3 ayda doktora öğrenimini bitirmiş “Dr.” Gencev, müslümanlar arasında idari makamlar için bir iddiada bulunamaz.
4. Toplumsal – arkasında toplum desteği olmayan kişiler kendilerini lider olarak ilan ediyorlar, halbuki hiç bir müftü, imam ve müslüman onları istememektedir. Bu şekilde onlar Bulgaristan müslümanlarının şerefini ayaklar altına almakta, Avrupa ve İslam dünyası önünde saygınlıklarının sıfırlanmasına sebep olmaktadırlar.
Müftü efendi, Gencev kuklasının arkasında duran ve ipleri elinde tutanlara seslenerek, “Bulgaristan müslümanlarını etnik unsura göre ayrıştırma denemelerinin hepsi temelsizdir, şimdiye kadar da uygulanmış bütün teşebbüsler başarısızlığa mahkum olmuştur. Bugün müslümanlar kendileri aleyhine yapılan kirli planları, planyayıcıların tahmin etmediği ileri görüşlülükte görmektedir. Aynı zamanda müslümanlar hafızası kısa ve geçmişte tam da dini bağlamda sebep olunan kötülükleri hiç bir şekilde unutmuş değillerdir.” dedi.
Protesto gösterisinde DPS-HÖH Milletvekili Arif Aguş ve Elin Andreev hazır bulundular. Sayın Aguş, Bulgaristan müslümanlarıyla ilgili olup bitenlerin Avrupa kurumlarına iletildiğine ve gerekli önlemlerin alınacağına dair toplananlara güvence verdi.
Protesto gösterisine katılan bütün müslümanlar, bundan sonra imamlarla birlikte Bulgaristan müslümanlarının adalet mücadesini, hak, irade ve isteklerini daha etkili bir şekilde seslendirmeye hazır olduklarını beyan ettiler.
Gotse Delçev’te protesto gösterisi
18 Haziran 2010 Cuma günü saat 18:00 de saatlerce yağan sağnak yağmura rağmen beşyüzün üzerinde müslüman Gotse Delçev’te protesto gösterisinden vazgeçmedi. Ancak yağmur civar yerleşim birimlerinden gelecek bine yakın kişiye ne yazık ki engel oldu.
Protesto gösterisi “İslam ve geleceğimiz için, kendimiz ve çocuklarımız için” sloganı altında gerçekleştirildi. Miting yürüyüşünde başta Bölge müftüsü Aydın Muhammed olmak üzere Koçan köyü imamı İzzet Calev, Lıjnitsa köyü imamı Mahmud Kamber, Kraişte köyü imamı İsmail İsmailçev, Konarsko köyü imamı Recep Bikov, Dolno Dryanovo köyü imamı Davud Macır, Ablanitsa köyü Cemaat-i İslamiye Encümenliği Başkanı Arben Terzi gibi imam ve cemaat-i islamiye başkanları konuşma yaptılar.
DPS-HÖH milletvekilleri Musa Palev, Aliosman İmamov ve Ayruş Haci de protesto gösterisinde hazır bulunarak desteklerini belirttiler.
Yapılan konuşmalarda üzerinde durulan noktalar şunlardı:
1. Genç imamların geleneksel olmayan İslam öğrettiklerine dair iddialar
2. Cami encümenliklerinin kaydının silinmesi
3. Müslümanların iç işlerine devlet ve mahkemenin müdahalesi
4. Müslüman olmayanların müslümanların iç dini işleri ile ilgili görüş beyan etmesi
Konuşmacıların hatırlattıkları bir şey de seçimleri kazandığı günün akşamında sayın başbakanın müslümanların rahat olmaları gerektiğine dair verdiği sözdü. Ancak bugün biz psikolojik ve ekonomik saldırıya maruz kaldığımız gibi sözde başbakana bağlı gücü elinde bulunduran bakanlıkların da devamlı baskılarına muhatap oluyoruz. Bunu sayın başbakan biliyor mu yoksa bilmiyor mu? Eğer biliyorsa bunu neden yapıyor, bilmiyorsa neden buna izin veriyor.
Bölge müftüsü başbakana seslenerek şöyle dedi : “Sayın Başbakan, Gencev sizin eski meslekdaşınız onu yanınıza işe alın, müslümanlara zorla kabul ettirmeye çalışmayın!”

Ruse’de de protesto gösterisi yapıldı
13 Mayıs 2010 tarihli Yüksek Temyiz Mahkemesi’nin Başmüftü Dr. Mustafa Hacı başkanlığındaki Bulgaristan Müslüman Cemati’nin tescilini silmesi ve Nedim Gencevi iade etmesine karşı, 18 Haziran 2010 Cuma günü Ruse Bölge Müftülüğü’ne bağlı tüm Cemaat-i İslamiye Encümenliklerinden gelen 600 civarında müslümanın katıldığı protesto gösterisi yapıldı.
Protesto yürüyüşü polis eşliğinde Ruse Bölge Müftülüğü ile Ruse Cemaat-i İslamiye Encümenliği’nin bulunduğu 19 Fevruari, 25 nolu adresten başladı. “Gencev aşağı”, “Vakıf mallarını çalanlara hayır”, “Adalet istiyoruz” , “Yaşasın Bulgaristan” sloganları atan protestocular Nikolaevska ve Aleksandrovska sokaklarından geçtiler. Svoboda (Hürriyet) meydanına gelindiğinde Gencev taraftarı olan ve herkesçe bilinen Danço-politikata protestoculara hakaret ve küfürler yağdırdı. Ruse Belediyesi önünde kısa bir duraklama yapıldı burada protestocular Belediye Başkanı B. Yotov’un talimatıyla belediye sınırları içnde tüm cemaat-i islamiye encümenliklerinin silinmesi protesto edildi. Yürüyüşün başlangıç noktasından son noktası olan Opera meydanına kadar protestocular Nedim Gencev klikinden olan Turgut, Muradov ve diğerleri tarafından büyük bir dikkatle izlendi.
Ruse Bölge Müftüsü Bulgaristan Müslüman Cemaatinin tüm bölge müftülerinin altına imzasını koydukları bildiriyi okudu. Katılımcılara, etraftan dinleyenlere ve medyaya direk olarak 1,5 milyon Bulgaristan müslümanın duygularını ve özgürlüğünü rencide eden durum hakkında bilgi verdi.
Slivo pole kasabası, M. Vranovo ve Smirnenski köyü imamları da birer konuşma yaptılar. Konuşmalarında Başmüftü Dr. Mustafa Haci başkanlığındaki Bulgaristan Müslüman Cemaati’ni desteklediklerini belirterek durdukları pozisyonu beyan ettiler. Protesto gösterisi bütün katılımcılarla beraber Bızın köyü imamının yaptığı dua ile saat 17:00’de sona erdi.

Dobruca da “Genceve hayır” dedi
18 Haziran 2010 tarihinde Dobriç’te saat 14:00 itibarıyla Tekke Camii önünden başlayan yürüyüş vilayet ve belediye binalarının önünden geçerek Svoboda (Hürriyet) meydanına ulaştı.
Protesto yürüyüşüne 500’ün üzerinde müslüman iştirak etti. “Gencevi istemiyoruz”, “2009 yılında yapılan ulusal müslüman kongresinin kaydedilmesini istiyoruz” pankartları dikkat çekti. Protesto bildirisi okundu ve müslümanlar rahat bırakılmaları ve Başmüftülerini kendilerinden başkalarının seçmemesi ümid ve temennisiyle Yüce Mevla’ya el açıp dua ettiler. Müslümanlar seslerini duyurana kadar protestolara devam edeceklerine dair and içtiler.

Veliko Tırnovo’da da protesto edildi
Bugün, saat 16:00’da Veliko Tırnovo Bölge Müftülüğü protesto gösterisi düzenledi.
Bölge müslümanlarından 500 kişinin katıldığı miting cami önünde yapıldı. Müslümanlar oybirliği ile Dr. Mustafa Haci’ya desteklerini ifade ettiler.
Kaynak: www.genmuftibg.net