13 Şubat 2012 Pazartesi

LÜTFEN YARDIM EDİN!


Değerli müslüman kardeşler,
Genç bir müslüman kardeşimizin 5 aylık bebeği önümüzdeki hafta sonuna kadar (17 Şubat 2012) Almanya'da kemik iliği nakli olması gerekmektedir. Toplam ameliyat bedeli 200 000 Euro’dur (yaklaşık 400 000 leva). Yardım eli uzatmak isteyenlerin aşağıdaki banka hesabını kullanmaları şiddetle rica olunur:

DSK Bankası
IBAN: BG08 STSA 9300 0020 1110 53
BIC: STSABGSF
Hesap sahibi: Cemal Cebir

Herkese şimdiden sonsuz teşekkürlerimizi sunarız!

21 Ocak 2012 Cumartesi

STOYAN DİNKOV: OSMANLI İMPARATORLUĞU BULGAR MİLLETİNİ KURTARDI

Stoyan Dinkov: Osmanlı İmparatorluğu Bulgar milletini kurtardı
Dimitır Nikolov'un röportajı   
Yazar Avrasya Birliği'nin Avrupa Birliğini değiştireceğini düşünüyor.

Yazar Stoyan Dinkov

''Yeşil Bulgaristan'' Partisi lideri yazar Stoyan Dinkov ünlü Bulgar şairi İvan Dinkov'un oğludur. Yeni çıkan ''Osmanlı – Roma İmparatorluğu, Bulgarlar ve Türkler'' adlı kitabında Atilla döneminden günümüze kadar olan genel Bulgaristan ve Türkiye tarihini ele alıyor ve bu kitabında genel kabul güren ''Türk köleliği/esareti'' tezine ters düşüyor. Müellife göre Osmanlı İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun devamı ve Bulgar halkı etnik kimliğini koruma konusunda zor bir süreçte olduğu halde Osmanlı sayesinde etnik varlığını korayabilmiştir. Dinkov'a göre Osmanlı sultanları zamanın Avrupa idarecilerinden daha toleranslı bir idare sürdürmüştür ve ona göre Bulgarlar ve Türkler antik bir milletten türüyor, öyle bir millet ki Atilla zamanında Avrasya bozkırlarını idare eden bir millet. Dinkov, Bulgaristan'ın Türki topluluklarla çok sağlam bir ilgi kurması gerektiğinin altını çiziyor. Ona göre dünyanın geleceği birleşmektir, nasıl ki Avrupa Birliği'nden sonra Asya Birliği gelecekse aynı şekilde Avrasya birliği de kurulacaktır.
- Sayın Dinkov kitabınızda Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesinin Bulgar milletini kurtardığını öne sürüyorsunuz. Neden bu şekilde düşünüyorsunuz?

Osmanlı-Roma İmparatorluğu,
Bulgarlar ve Türkiler

- Şunu bilmemiz gerek, Bulgaristan büyük bir devletin parçasıydı. Dahası günümüzde var olan 52 devlet Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresi altındaydı. Tüm bu devletler günümüzde bağımsız çağdaş birer devlettir. Bu devletler 400 ilâ 600 yıl arasında Osmanlı'nın birer parçasıydılar ve aynı zamanda kendi inancını, yaşayış tarzını ve geleneklerini koruyabildiler. Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen hiç bir millet yoktur. Osmanlı idaresi altına giripte Osmanlı devletinden dolayı etnik kökenini kaybeden millet yoktur. Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesi bizim milletimizi korumuştur, çünkü bu sırada memleketimiz çok ağır bir haldeydi. 14. asırda çok küçük topraklara sahip, güçsüz ve üçe bölük bir devletti. Vidin Bulgaristan'ı dediğimiz parçaya Macaristan göz dikmişti. Sırbistan ve Romanyan'ın da Bulgaristan üzerinde gözleri vardı. Eğer Osmanlılar gelmeseydi tüm zayıfların başına gelen Bulgaristan'ın başınada gelecekti. Yunanistan Trakya topraklarını alacaktı. Sırbistan da bir pay alacaktı, çünkü o zamanlar onların dili bizim dilimize çok yakındı. Vidin Çarlığı da Macaristan'ın bir parçası olacaktı. Dobruca'da Venediklerin idaresi altına girecekti, çünkü oranın yöneticisinin Venediklilerle çok iyi ilşkileri vardı. Bizden geriye ne kalacaktı – hiçbirşey. Osmanlıların gelmesiyle etnik kimliğimiz tekrar sınırsız birliğine kavuştu, bu büyük Osmanlı topluluğundan  bir parça olsa da... Dobruca, Tırnova ve Vidin tekrar bir bütün oldu. Bulgarların sayısı bir buçuk milyondu. 19. asrın 60 lı yılarında Bulgarlar  7 milyon civarındaydı, bu sayıya Kuzey Yunanistandaki ve Üsküp civarındaki Bulgarlarda dahildir.
- Osmanlı hakkında olumsuz algı olan‚ "kölelik" tanımı nerden geliyor?

- Bu Rusyan'ın emelleri sonucunda gerçekleşiyor. Büyük Ekaterina zamanında Panslavizm görüşü ortaya çıkıyor. Rusya dile dayalı, etnik kökene dayalı olmayan bir temelle Slav milletlerini birleştirmeye çalışıyor. Ruslar bizi Slav sayarak bir kültürel hücüm başlatıyorlar. Ana gayeleri bu toprakları ele geçirip İstanbul'a kadar varmak. Kitlesel bir propaganda başlatılıyor, güya Bulgarlar Slav ve çok çile çekiyorlar. Fakat Bulgaristan'a Rusya'dan çok akıllı adamlar gelmiş, onlardan biri de Dostoyevski'dir – o "kölelerin" ne şekilde yaşadığını çok farklı bir şekilde anlatmış. Ve ben ona güveniyorum.
- Bulgar uyanışı bu propagandanın meyvesi mi?
- Evet, Bulgar uyanışı bu propagandanın ve Mazzini ideolojisinin meyvesidir. Aslında bunda kötü birşey yok lakin bu ideolojilerin İtalya'da özel konumu vardı. Bu ideoloji bizde aynı işlevi görmedi. Mazzini'nin devrimci görüşleri Rusların Panslavizm görüşüyle birleşince küçük bir kaos meydana getirdi.  
- Çoğu milliyetçi kişilerin Türkiye'ye karşı olan olumsuz tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Siz bunun sadece bizde olmadığını biliyorsunuz. Dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki, herzaman karanlık güçler belirli amaçlar doğrultusunda milletleri en yakın dostalarından ayırmışlardır. Biz en yakın dostumuz Türkiye'den ayrı olunca onlar her isteklerinde kolayca başarılı olacaklardır.
- Siz bulgarların kökeni hakkında hangi teoriyi destekliyorsunuz? Bulgarların Türki kökten geldiğini mi, yoksa yeni orataya atılan Fars kökenli olduklarını mı?
- Bu konuda teori olamaz. Gerçekler söz konusu. Bizim tarihimizdeki tüm gerçekler Türk olduğumuzu gösteriyor. Diğerleri hepsi birer teoridir. Diğer teorileri destekleyen hiçbir gerçek delil yok. Neden Nagi Sent – Mikloş hazinesi hakkında konuşulmuyor. Bu kesin kes Bulgarlara ait ve onda Türk elementleri var. Üzerinde Türk ve göçebe atları figürleri yer almaktadır. Bir spekülasyon var, güya üzerindeki güneş ve ay Farisi simgelermiş. Lakin onun üzerinde güneş ve ay değil yıldız ve hilal var. Bu ikisi Türklerde İslam'dan önce de vardı. Bu simgeler Han Omurtag döneminde de vardı. Bu simgeler aynı zamanda Osmanlıların da simgeleridir. Osmanlılar İslam topraklarını fethedince bu simgeler İslam'ın simgeleri haline geldi. 
- Türki topluluklarla yakınlaşma Bulgaristan'a yarar sağlar mı?

- İlk yararı halkımız için olacak, kendimizi tanıyacağız. Kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bileceğiz. Çok zamandır aldatıldık, ilk önce Slav diye, şimdiyse Fars kökenli diye. Bu topluma çok kötü yansıyor, çünkü bizde sivil anlayışlı bir toplum yok. Biz kim olduğumuzu bilmiyoruz. Bizler en büyük Türk devletinin mirasçılarıyız yani Atilla'nın. Biz Fransa'dan Moğolistan'a kadar uzanan bir cihan imparatorluğunun varisiyiz, büyük bir cihan devletinin. Atilla'nın oğlu İrnik Batı Rusya'yı, Baltık bölgesini, Kiyev ve Kırım'ı yönetiyordu. Onun yönettiği devlete Bulgaristan diyorlardı hatta Kubrat’ın yünettiği Bulgaristan'dan bile eski. Bu tüm dünyada biliniyor bir tek bizde bilinmiyor. Bu Panslavizm gereğiydi yani kendi tarihimizi bilmememiz.
- Aynı sorun Rusya'daki Bulgarlarda da vardı – Volga Bulgaristan'ının mirasçılarıyla. Onların durumu ne?
- Şuan orda güzel şeyler oluyor. Onların partisi – Bulgar Ulusal Kongresi – en güçlü partidir. Gerçek bir özgür seçimde iktidar olabilirler. 

- Bulgaristan'ın türki devletlerle ilişki kurması sizce ileride Avrasya Birliği'nin kurulmasına yarar sağlar mı?
- İlk önce Asya Birliği olması lazım, sonra Avrupa Birliği ile Asya Birliği birleşecek. Bu dünyanın geleceği. Bizim tarih yazarlarımız yalan yerine gerçekleri yazmaya başlarsa Bulgaristan'ın çok önemli bir yeri olacak. Biz sadece AB üyesi değil aynı zamanda Slavca konuşuyoruz, velevki zorla kabul ettirilmiş olsun. Ve dahası Hristiyanız, yani bir çoğumuz. Geriye kalanı sadece gerçek tarihimizi yazmak.
- Dediniz ki Slavca zorla kabul ettirildi. Bu nasıl olur ki?

- Hristiyanlık kabul edilirken 100 bini aşkın Bulgar katledildi. Bu din Bizans tarafından zorla kabul ettirilidi. Zorla alfabe kabul ettirildi öyle bir alfabe ki 4. asırdaki bir alfabe baz alınarak hazırlanan. Proto–Bulgarlar başka alfabe kullanıyordu – türklerin kullandığı bir çeşit alfabe. Bu alfabeden bazı harfler alınıp yeni alfabeye konulmuştu. Birinci Boris iktidarında Bulgaristan'a Bulgar hanları tarafından kovulan "anti" denen slav kabileleri geri dönüş yaptı. Onlar slav dilini empoze etmişlerdir. Ve böylece herkes Slavca konuşmaya başlamıştır. Bu dönemde insanlar okur yazar değillerdi. Biz alfabeden bahsediyoruz muhtemelen o zaman sadece  1000 kişi okuma yazma biliyordu. Birşeyler öğrenmek istediğinde Slavcayı öğrenmek mecburiyetinde kalıyorsun. Bu Doğu Roma İmparatorluğunun Bulgaristan'ı yok etmedeki güzel bir hareketidir. 
- Peki ya Bulgarlar nasıl etnik kimliğini koruyabildiler?

- Reel olarak bakarsak biz yokuz. İkinci Bulgar Çarlığı Kumanlara ait. Genellikle burda yaşamak isteyen proto–bulgarlar ağır koşullara mahkum edilmiştir – hiçbir yere gitme hakkı olmayan kırsal köylü olarak yaşatılıyorlardı. Ağır vergiler ödüyor, köle gibi çalışıyorlardı. Geri kalanları Kuman ve geri dönüş yapan "anti"lerdi. İkinci Bulgar Çarlığı hanedanı Kumanlardandı.
Not: 26 Haziran 2011 tarihli Novinar Gazetesi'nde (Bulgaristan), Bulgarca olarak yayınlanmıştır.

17 Ocak 2012 Salı

SOFYA HATIRALARI - I, MEHMET BEHÇET PERİM

Mehmet Behçet Perim'in Sofya Hatıraları - I isimli kitabına da ulaştık çok şükür. Elimizde Osmanlı'nın son ve Cumhuriyetin ilk döneminde Milli Eğitim Bakanlığı, uzun yıllar Türk Ocakları'nın başkanlığını yapmış, diplomat Hamdullah Suphi Tanrıöver'in "Şişli Camii Kütüphanesine yadigârım" el yazısını taşıyan fotokopi nüshası bulunmaktadır.  

10 Ocak 2012 Salı

SİYASİ PAZARLIK, AMA NE İÇİN?



Ahali Gazetesi küpürü
 Yıl 1923. Bulgaristan’da Türkçe yayınlanan “Ahali” gazetesinin sahibi, başyazarı ve Rahova Türk Rüşdiye Mektebi Müdürü Mehmed Behçet (Perim), belediye seçimlerinde Çiftçi Birliği’ne destek isteyen Vratsa valisi ile nasıl pazarlık yaptı?

Bulgaristan’ın değerli Türk gençleri!
Burada yayınlanan yazıları kaç kişi okuyor bilmiyorum ancak biz doğru bildiklerimizi yazmaya ve tozlu raflar arasında kalmış kitaplarda bulduklarımızı paylaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda vereceğimiz yazıyı sadece bir kıssa, hikaye gibi görmeyelim, günümüzle mukayese edelim. Mehmed Behçet Perim’in yaptığı pazarlıkla bugün yapılan pazarlıkları bir göz önüne getirelim… Basri Zilabid, BTG Editörü

“Sofya Hatıraları II” isimli kitabında Mehmet Behçet Perim şöyle yazıyor:

Sağda Mehmet Behçet,
solda Yahya Kemal
Bir sürü cambaz eline düşmüş sağmal ineğe benziyorum. Her gözüne kestiren nüfuzlu ırkdaşım, güler yüzle ve tatlı dillerle yanıma sokularak dostluğumu kazanmağa çalışıyor, bazıları da üçer beşer kişilik gruplar halinde birleşerek, bağ ve bahçelerinde müşterek ziyafetler vererek bu felekzede adamı kendilerine mal edebilmek için biribirlerile yarış edip duruyorlardı.
Bunların maksatları, beni, kızları veya hemşireleri ile evlendirip içlerine almak mı idi? Buna pek de ihtimal veremiyordum; zira orada evlenmek niyetinde olmadığımı bazılarına ve bilhassa en karagün dostum olan Matmazel Pavlina'ya söylemeyi de ihmal etmiyordum.. Kendisiyle kültüründen istifade etmek için sık sık görüştüğüm ve mahpus bulunduğum zamanlarda hayli yardımlarını gördüğüm ve şimdi maalesef rahmetle anmakta bulunduğum o iyi kalpli aziz meslekdaşımın benim bu kararlarımı, o gibilerine, yavaşça fısıldamış olduğuna da biç şüphe etmiyordum. Buraya gelip yerleşeli bir seneyi geçmişti. Bu müddet zarfında misafirlik ve gariplik gibi komşuluk ve hemşerilik istiyen halim kalmamış ve haftada iki defa çıkan bir gazetenin sahip ve başyazarı ve Türk rüştiye mektebinin müdürü olarak çalışmağa koyulduğum herkesçe biliniyordu.
Rahova, Tuna boyunun en yüksek ve bol manzarası ile ta¬nınmış en dilber kasabası idi. Dar bir tren hattı ile Çervenbreg durağına bağlanan ve en ziyade tağıl yetiştiriciliğile tanınmış olan bu kasabanın o tarihlerdeki nüfusu 18000 idi ve bunun 347 hanesini Türkler teşkil ediyordu.
Çiftçilik, Zahirecilik ve kısmen Balıkçılıkla geçinen bura Türkleri de, bütün Bulgaristan Türkleri gibi, mert, çalışkan, vefalı, sadık ve yükselmeğe gerçekten âşık olan insanlardı. Nitekim, onların bu yüksek vasıflarını yakından gördüğüm ve bilhassa geniş bir Bulgar çoğunluğu arasında erimek tehlikesine maruz bulunduklarını da sezdiğim, için matbaamı ve haftada iki defa intişar eden (Ahali) isimli gazetemi Sofyadan kaldırıp buraya getirmiş ve ömrümün en hamleli yıllarını burada geçirmeğe başlamıştım.
Rahova'nın temiz Türkleri değersiz varlığımı çabucak çenberliyerek adımlarıma ayak uydurmuşlar ve benimle birlikte hamleden hamleye geçerek iki yıl gibi kısa bir zaman zarfında örnek bir cemaat halini almışlardı. Ardı arası kesilmeyen geceli gündüzlü, çalışmalarımın mahsulü olanak Rüştiye okulundan yetişen ve evvelce bu okulu ikmal ederek hayata atılmış olup o yıl açılan (Bozkurt gece kursu)ndan geçen azimkar gençleri ana vatandaki müsbet çalışmalarını uzaktan uzağa işittikçe ve zaman zaman aldığım, mektuplarını okudukça duyduğum haklı sevincimin tahminini bu satırları takip eylemekte bulunan aziz ve kıymettar okurlarıma bırakıyorum.
Evet, artık açıkça anlamağa başlamıştım ki sağmal bir inek gibi sağa sola çekilerek değerlendirmekliğimin ve arttırılmaklığımın başlıca sebebi, yaklaşan belediye seçimlerinde beni kendilerine mal ederek ve kalemimle çenemi kendi hesaplarına çalıştırarak omuzlarıma yerleşmekten ibaretti. Ancak, ince zekâ oyununun ırkdaşlarım tarafından oynanmadığına da artık şüp¬hem kalmamıştı. Zira, (Çiftçi), (Demokrat), (Nasyonal Liberal), (Sosyalist) ve hattâ (Komünist) gibi türlü partilere ayrılmış olan Bulgarlar, mukadderatın kendilerine mahkûm ettiği zavallı ırkdaşlarımı da kendileri gibi bu muhtelif partilere dağıtmış bulunuyorlardı.

Türk Okuma Yurdu ile Türk kahvesi okulun tam karşısında olduğu için Türk azınlığı her sabahın alaca karanlığında burada toplanarak çay ve kahvelerini içmek vesilesile günün hâdiseleri etrafında görüşüp dertleşirler, ondan sonra da dağılır, işlerine giderlerdi.
Burası, milli kalkınmayı temine çalışmak bakımından benim için de hayli faydalar sağladığından ben de hemen her sabah evimden binaya iner, okul mesaisi başlayıncaya kadar burada biriken kardeşlerimle türlü konular etrafında uzun derin söylentiler yapardım.
Trakya'dan Bulgaristan'a
geçerken Yunanlı iki asker
tarafından yaralanan
Mehmet Behçet
Bir Ocak aynını 20. günü yine böyle bir sabah toplantısında bulunuyordum. Her taraf bembeyaz, karlarla örtülü ve kahvenin hemen alt tarafından geçen Tuna muazzam buz tabakalarile dolu bir halde akıp gidiyordu. Söz sırası o hafta içinde yapılacak belediye seçimlerine gelmişti. İşini gücünü bırakıp sabahtan akşama kadar bu kahvede dama iskambil ve tavla oynayan Ali Kartof, buradaki Türkleri kendisinin bağlı bulunduğu Çiftçi Partisi hesabına kazanmak için ardı arası kesilmiyen bir sürü lâf yığınlarile uluorta konuşmağa başlamış, o tarihlerde iktidar mevkiinde bulunan Çiftçi Partisi hükümetinin Türk unsuruna karşı takındığı müsamahalı vaziyeti uzun boylu anlatmış ve kasabadaki taraftarları hayli toplama baliğ olan Nasyonal Liberal Partisini halkın gözünden düşürmek için de bir sürü örnekler getirdikten sonra ilk cihan savaşına onlar tarafından sokulduklarını ve cephelerde çarpışan kıt'alardaki Türklere bir sürü eziyet çektirmekle beraber domuz eti bile yedirdiklerini söylüyordu.
Oturduğum köşeden yavaşça başımı çevirerek:
-Ali efendi, Ali efendi; diye bağırdım ve:
-Çok memnun olmalısın ki herifler hiç değilse domuz etini olsun esirgememişler de seni büsbütün aç bırakmamışlar. Zira unutma ki sen ve senin gibi çenebazlıkla ömür tüketenler, herkesin gece gündüz durmadan çalıştığı bu yalan dünyada, yalnız aç kalmağa mahkûm olurlar.
Bir Bulgar siyasî partisinin ekseriyet kazanmasını temin için burada lâf atıp duracağına ve böylelikle bir daha ele geçmiyecek olan kıymetli ömrünü boş yere harcayacağına evindeki arık ineklerini yemlerini hazırlamağa, sularını içirmeğe ve ahırlarını temizlemeğe kapansaydın daha mükemmel bir iş yapmış, olmıyacakmıydın?
Emin olabilirsin ki Bulgar partisinin belediye seçiminde, kazanmasını sağlamak için burada bir propaganda yapacağına evinin işi ve çocuklarının nafakasile meşgul olsaydın ruhun da Allahına ibadet etmiş bir mümin ferahlığı duyacaktın..
Bir Türk gazetecisinin ve okul baş öğretmeninin Bulgar ordusunda dövüştürülen Türk askerlerine domuz eti yedirilmiş olduğunu nefretle karşılıyacak yerde onu hoş görmesini çatık kaşlarile dinleyen ak sakallı Hafız Hasan efendi merhum, son cümlemi takdirle karşılamış ve ihtiyarlığına ve o nisbette herkesçe bilinen vakarına rağmen:
- Bravo be Behçet bey!
Diye haykırmaktan kendisini alamamıştı. Hafız Hasan efendi ile 93 ten evvel Mahkemei Şer'iye başkâtipliğinde bulunmuş olan seksenlik Abdurrahim efendinin bu ifadelerimi doğru ve çok yerinde bulmuş olmaları Belediye Seçimi karşısında beş altı yüz rey sahibi olan Türk azınlığının oynayabileceği roller etrafında uzun derin konuşmama yol açmış oluyordu.
Bulgar siyasî partilerinin hiç birine âlet olmadığım Bulgaristandaki Türklerin cümlesince malûmdu. Bu sabit karakterimden ötürüdür ki, çok şükür mevlâya, bugün dahi onların müşterek sevgilerine mihrak olmuş bulunmanın hazzile mesudum.
Oradaki ırkdaşlarımın hayat ve istikballeri bakımından bugün dahi değişmiyen en açık kanaatim, onların o siyasî vatanda bulundukça türlü Bulgar partilerine ayrılmaktansa bölünmez bir gönül, fikir ve iş birliği yaparak haklarını kendi varlıklarına dayanmak suretile korumak ve kurtarmakta tecelli ediyordu ve çünkü o tarihlerde bütün Bulgaristanda bir milyonu mütecaviz Türk unsuru mevcuttu. Bu amaca varılabilmek için milletçe yürünecek tek yol: Karşılıklı sevgi; karşılıklı inan ve güvenden ibaretti.
Muhtaç olduğumuz (Millî Birlik) ve (Millî Kuvvet) amacına ancak bu yoldan, varabilirdik.
Okulun ilk ders zilini duyarak kahveden ayrıldığım sırada arkadaşlarımın yüzlerine baktım; Ali Kartof da dahil olmak üzere, hepsinin gözleri yaşla dolmuş ve koca kahveyi derin bir sessizlik kaplamış bulunuyordu..
İlk dersten çıkıp öğretmenler odasına geldiğim zaman arkadaşlarımın ayakta ve okulun malî ve idarî işlerini çevirmek için seçilmiş olan Encümeni Maarif reis ve azalarından maada her biri şimdi hakkın rahmetine kalmış olan Yusuf Hafız Hasan, Abdi Usta, Derviş Mercof, Ramiz Şekerci, Mustafa Ağoşef ve Molla Mehmet Hacı Bayramof gibi Türk ileri gelirleri de iskemlelerde oturmuş, beni bekliyorlardı. Akıncı dedelerimizin bu değerli torunları asil bir saygı severlikle ayağa kalkıp oturduktan sonra derakap maksada geçmişler ve bir hafta sonraki Belediye Seçimi münasebetile sabahleyin kahvede söylediğim sözlerin kendilerinde derin bir intibaha sebebiyet verdiğini ve bu itibarla milletçe ne yapmak icap ediyorsa hemen karar almak üzere benimle görüşmeğe geldiklerini ifade etmişler ve kasabanın bağlı bulunduğu Vratsa vilâyeti valisi Petkodekof'un Türklerle temasta bulunmak üzere üç gün sonra kasabaya geleceğini söylemişlerdi.
Bu millî karar, hepimizi çocukça sevindirmiş ve gözlerimiz yaşarmış olduğu bir halde birbirimizi tebrik etmemize sebep olmuştu.
Yapılacak işleri derhal kararlaştırmıştık. Ancak bir arkadaşın ortada bulunmayışı hepimizi müşterek bir endişeye düşürmüştü: Yıllardan beri azılı bir komünist olarak tanınmış sonradan kayın pederim olan kunduracı Ahmet Mercof..
Onun kızıl komünist, benim de o derece mutaassıp bir milliyyetperver oluşumuz, o güne kadar yaptığımız umumi toplantılarda biribirimizi amansız bir halde hırpalamaklığımıza sebebiyet verdiği için onu da aramıza almak teklifini yapmağa kimsenin cesareti yoktu. Bu sebeple, iş evinde 8-10 münevver kalfa çalıştıran ve bu yüzden 60 - 70 rey teminine muktedir olan bu adam, gerçekten (Nuh) dediğine (Peygamber) demiycek kadar çetin bir arkadaştı. Aramızdaki şiddetli çarpışmalara rağmen onu da bu teşebbüse katma işini bizzat ben deruhte ettim ve kendisine kardeşçe bir mektup göndererek okula gelmesini rica ettim. Rahmetlinin asil ve merdane bir ifade ile:
- Hemen geliyorum..
Diye yolladığı haberin hatırasına bütün ömrümce hürmetkâr kaldığımı iki oğlumun annesi de takdirle inanmış olduğu içindir ki maddî ıstıraplarımın her türlüsüne rağmen fani ömrümü çok mes'ut bir aile reisi olarak yaşıyorum.
Ocak ayının güneşli bir pazar günüdür. Çiftçi Partisi mensupları, yakalarındaki Portakal renkli rozetleriyle mağrur bir halde sokakları doldura doldura dolaşıyorlar ve zaman zaman:
Yaşasın, çiftçiler, yaşasın Stamboliski, kahrolsun muhalifler... diye haykırıyorlardı.
Saat iki. Çiftçi Partisinin bando mızıkası parti marşını çala çala sokakları dolaşıyor; benim de pansiyoner olarak bulunduğum evin cümle kapısı hızlı hızlı çalınıyordu.
Kapıyı açtım; Ahretliğim Gemici Hüseyin ağa nefes nefese karşıma dikildi ve:
- Bütün arkadaşlar sizi okuma yurduna bekliyorlar...
Dedi. Bu haberi esasen bekliyordum; ağır ağır yola çıktım ve biraz sonra (Türk okuma yurdu)’nun eşiğinde göründüm. Binayı sarsarcasına yükselen muazzam bir alkış tufanı beni bir yaprak gibi içeriye uçurdu ve Vratsa valisinin karşısına bir dev gibi çıkardı.
Vali, gerçekten nazik ve terbiyeli bir adamdı. İsviçredeki Hukuk tahsilini ikmal ederek memleketine dönmüş olan bu mütekâmil insan ilk bakışta muhatabına önem ve inan vermekte gecikmiyordu.
Kısa bir tanıtma ve tanışmayı müteakip söze başlayan vali, Çiftçi partisine bağlılıklarını ötedenberi işittiği Rahova Türklerinin dertlerini dinlemek ve onların belediye seçiminde Bul¬gar kardeşlerile birleşerek kazanacakları zaferi yakından görmek için buraya geldiğini söyledi ve Rahova Türklerinin çiftçilikle geçinen iyi vatandaşlar olmaları hasebile bu partiye âzami muzaharette bulunacaklarından, esasen emin olduğunu ilâve etti.
Ötedenberi takdirkârı bulunduğum değerli vali Petkodakof’u şu anda karşımla görmekle ve onu, hizmetinde bulunduğum kahraman Tuna boyu Türkleri adına selâmlamakla bah¬tiyar olduğumu beyan ederek söze başladım ve kendisile açık ve kardeşçe bir konuşma yapabilmemiz için her şeyden evvel, bir kamp ve bir maktel olmayan Türk okuma yurdunu dolduran jandarmaların, ellerindeki silahları, kırbaçları ve boyunlarına asılı eski zaman kılıçlarile birlikte kapı dışarı edilmeleri lüzumuna benimle birlikte kendisinin de inanmış olacağına ihtimal verdiğimi ve eğer kendilerine Türkler tarafından en ufak bir saygısızlıkta bulunulacak olursa mesuliyetinin bizzat şahsıma râci olacağını belirterek belediye seçimi karşısında Rahova Türklerinin almak istedikleri durumun izahına girişeceğimi söyledim.
Valinin bir parmak işareti, güya kendisini korumak ve hakikatte Türkleri korkutmak için getirilmiş olan müsellâh jandarmaların, uzun kılıçları, kırbaçları ve çakar almaz tüfeklerile birlikte, bir saniye içinde oradan defolup çıkmalarına kifayet etmiş oldu ve müteakiben Tuna boyu Türkleri adına benim mütevazı sesim perde perde yükselmeğe başladı..
Maksadımız açıktı:
Alınlarımızın kara yazısı, bizleri, kendi hemcinslerimiz olan Bulgarlar arasında azınlık hayatı geçirmek durumuna düşürmüş bulunuyordu. Buna rağmen kendilerini yine yabancı saymadığımız için bugüne kadar geçen zaman zarfında – öteki azınlıklara bakarak – vefa ve sadakatten asla ayrılmadığımızı ve nitekim bu sadakatimizi genel savaşta arslanlar gibi dövüşmek suretile isbat etmiş olduğumuzu söyledim ve sırası gelmişken Türklerle Bulgarlar arasındaki tarihî münasebetlerden kısaca bahsetmek istediğimi ilâve ettim.
Büyük Türk ırkının (Bulgar) adı ile anılan kısmı daha beşinci asırda Karadeniz sahillerine ve Tuna kıyılarına inmişti.
Aslen Türk olan Bulgarlar iki yüz sene sonra Dinyester, Tuna ve Prut nehirlerinin teşkil ettikleri bir açı içine yerleşmişler ve Tuna ile Balkanlar arasındaki bölgelere ve hattâ Trakya ovalarına inmiye başlamışlardı. Bizans hükümdarı, aslen Türk olan Bulgarları buralardan söküp atmak için teşebbüse geçmiş, fakat muvaffak olamamıştı. Zira büyük Asparuh'un komutası altında Varna'ya kadar ilerleyen muazzam bir Türk ordusu Tuna ile Balkan dağları arasındaki yerlere ve dolayısile buralarda yerleşik olan Slavlara hâkim olmuşlardı. Bunların gelenek ve görenekleri Büyük Asya Türklerinin gelenek ve göreneklerine aynen benziyordu. Bunların da bayraklarında ayni ırktan olan öteki Türklere ait sancaklar gibi at kuyruğu vardı. Asparuh, durup dinlenmeden Bizans İmparatorluğu ile savaşa devam ediyor; Bizans İmparatoru, Asparuh ordularına yenildikçe haraç vermeyi kabul ediyor, haraç vermek ten usandıkça da saldırma teşebbüslerine geçiyordu. Asparuh tan sonra iktidar mevkiine geçen Tervelhan, Bizans İmparatoru İkinci Jüstiniyen'le ittifak etmiş ve Çar unvanını almıştı.

Yüz otuz sene sonra hanlık mevkiine geçen Çar Krum zamanında Türk-Bulgar saltanatı büyük bir gelişmeye erişmiş; Macaristan, Makedonya ve şimdi (Sofya) adı ile anılan Serdika kıtaları baştan başa Türklere intikal etmiş bulunuyordu.

Bizans İmparatoru, bir aralık, Krum han’ı, püskürtmek teşebbüsüne geçmiş ve neticede dehşetli bir yenilgiye uğrayarak savaş meydanında can vermişti.

Bu emsalsiz zaferden büsbütün cesaretlenen Krumhan, Edirne önlerinde yeni bir zafer kazandıktan sonra İstanbul surlarına dayanmış ve Bizanslıların yeniden harekete geçmelerine imkânı vermemek için yeni yeni savaş araçları hazırlamağa koyulmuştu.

İstanbul'u fethedemeden ölen Krumhan ve onu takiben iktidar mevkiine geçen Omurtak Han'dan sonra hâkim unsur olan Türk - Bulgarlar kendilerini yavaş yavaş kaybetmeğe başladılar ve Slav muhitinde hâkim unsur oldukları halde 200 sene gibi kısa bir zaman zarfında önce öz dillerini kaybettiler, sonra da Kiril ve Metodi isimli iki papasın, tesiriyle hıristiyanlığı kabul ederek Slavlık içinde eriyip gittiler.

Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Bulgar hanının adı artık Türkçe değildi.

Uzun müddet türlü istilâlar altında kalan bu hırıstiyan dünyası 14. asrın sonlarına doğru Osmanlı Türklerine geçti ve 1908 tarihine kadar bu idare altında kaldıktan sonra (Bulgar Hükümeti) adı altında yeni bir Ortodoks Slav devleti ha-linde inkılâp etti.

Anlaşılıyor ki bugünkü Bulgar milleti tarih sahnesine, önce Türk olarak çıkıyor, ondan sonra da (Türklük) ve (Türkler) sayesinde siyasi bir mevcudiyet halini iktisap ediyor.

Ortada bu derece yakın bir kan ve tarih kardeşliği dururken, bugünkü Bulgar devletini idare edenlerin, hasbel kader azınlık durumuna geçmiş olan Türklere kayıtsız kalamıyacağı, Türklerin de, kendilerine en ziyade yâr olacak bir parti ile el ve iş birliği yapmaktan geri durmıyacağı pek tabiîdir; ancak kendilerinin inan ve güvenlerinin kazanılması için her şeyden evvel onların milletçe muhtaç oldukları imkânların kendilerine bol bol verilmesi icabeder.

İstiyeceğimiz şeyler gayet basittir:

Çocuklarımızın refah içinde okuyup yüksek tahsile devamlarını ve iyi vatandaşlar olarak yetişmelerini sağlamak için bugünkü rüştiye okulunun yarının lisesi haline inkilâbını temin edecek bol para verilmesinin ve okur yazar gençlerimizin, tahsil derecelerine göre, bütün devlet dairelerinde ödevlendirilmesinin şimdiden teahhüt edilmesi ve teahhüdün en kısa bir zamanda meydana getirileceğini tevsik edecek bir nevi mukavelenamenin hükümet ve iktidar partisi adına değerli vali ile Rahova Çiftçi Partisi başkanı tarafından imzalanmasıdır. Bu takdirde 650 adet sadık Türk reyinin şu mütevazı avuçlarımın içinde bulunduğuna inanılmasını dilerim.

Dedim ve şu anda tasviri mümkün olmayan muazzam bir alkış tufanı içinde, kulaklarımın, uğuldadığını hissettim.

Çiftçi Partisinin Rahova başkanı, millî izzeti nefsinin hırpalanmış olmasından doğan hırçın bir lisanla:

- Yahu teahhüdümüzü yerine getirmediğimiz takdirdi bize karşı ne yapabilirsiniz?

Diyecek oldu; fakat oturduğum yerden ok gibi fırlayarak:

- Evvelce de arzetmiştim ki icapları yapılmayacak olan teahhütnamenizi bütün bir cihan, efkârı umumiyesine bir paçavra halinde gösterebilmemize yetecek kalemimizle gezetemiz, Çiftçi Partisi karşısında, (dostluk) veya (düşmanlık) cephelerinden birine geçmek için kahraman Rahova Türklerinin emirlerine muntazırdır...

Dedim.

Parti başkanının yeniden vermek istediği cevabı valinin tek parmağıyle yaptığı işaret bir anda susturmuş ve o gece Türk Maarif Encümeni reisinin evinde vali şerefine verilen bir ziyafette seçkin öğrenciler ve gençler tarafından söylenen Türkçe ve Bulgarca güzel şiirler, monologlar ve milli şarkılar valinin daha oracıkta Maarif Vekiline ve parti genel sekreterine; hitaben yazdığı mektupların bizzat bana verilmesini ve Rahova Türklerinin, ittihattan kuvvet doğacağına dair olan nasihatlarımı dikkatle dinleyerek onu fiil ve tatbik sahasına atmış olmalarının mükâfaatını bir hafta gibi kısa bir zamanda kazanmalarını temin etmiş ve fakat, ne yazık ki, bir hafta içinde yapılmasına başlanan bu yardımın sonu gelmeden dahilî bir ihtilâl neticesinde Çiftçi Partisi devrilmiş ve bu devriliş 30,000 Bulgarin yine Bulgarlar tarafından tepelenmesine sebep olmuştu.

BULGARİSTAN’DAKİ MİSYONERLİK TEHLİKESİ

Bulgaristan’daki misyonerlik tehlikesi

Ayhan Demir
Yeni Akit Gazetesi/İstanbul




Bulgaristan’da yaşayan Müslüman halklar (Türkler, Pomaklar ve Romanlar), özellikle Todor Jivkov’un iktidarda kaldığı otuz üç yıl boyunca, her fırsatta kimliksizleştirilmek istendi. Türkçe isim seçme, Türkçe eğitim, kamusal alanlarda Türkçe konuşma, ibadet, sünnet, İslami usullere göre cenaze töreni düzenleme, geleneksel kılık-kıyafetlerle dolaşma gibi konularda getirilen yasaklarla, din, dil ve kültürel ananeleri yaşama/yaşatma hürriyeti ortadan kaldırıldı.
Jivkov’un 1989 yılı sonundan iktidardan uzaklaştırılması ve 2007 yılında elde edilen AB üyeliği, temel bazı hakların geri verilmesine vesile olduysa da, bu ülkedeki sorunlar tamamen çözümlenmedi. Seçilmiş Başmüftü ve yerel müftülerin yerine atanmak istenen komünist dönemin ajan müftüsü, yakın döneme kadar Bulgaristan Müslümanlarının başını ağrıtan sorunlardan birisi oldu.
Çoğunluğu ATAKA Partisi mensubu olan ırkçı ve İslam karşıtlarının, ülkedeki Müslümanlara ve camilere yönelik tahrik ve saldırıları ise neredeyse günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Ancak Bulgaristan Müslümanları için, sessiz ve derinden çalışan başka bir tehlike var: Misyonerlik…
Evangelist, Metodist ve Yehova Şahitleri gibi Protestan Hıristiyan cemaatlerin Bulgaristan’daki faaliyetleri oldukça güçlü. Bu misyoner gruplar, daha ziyade Müslüman Romanlar arasında propaganda faaliyetlerini yürütüyorlar. Romanların çoğunluğu 10 yıl öncesine kadar Müslüman’dı. Ancak bugün pek çoğu Hıristiyan oldu.
Romanlar arasındaki misyonerlik çalışmaları genellikle Almanya, İsviçre, ABD destekli misyoner teşkilatları tarafından yürütülüyor. Müslüman Romanları kiliseye çekmek için büyük gıda ve giysi yardımları yapılıyor. Bunun yanında Romanların yoğun olarak yaşadığı şehir ve köylere kilise evler inşa ediyorlar. Başarılı Roman öğrencileri, Bulgaristan’daki enstitülerde ya da yurt dışındaki okullarda okutup, sonrasında rahip olarak görevlendiriyorlar.
Ülkede faaliyet gösteren misyoner yetimhaneleri, hastaneler ve klinikler de Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çalışıyorlar. Misyonerlerin bu çalışmaları neticesinde Sofya, Montana, Vidin, Vratsa, Küstendil gibi batı Bulgaristan’da yaşayan Romanlar, ne yazık ki, büyük ölçüde İslam ile bağlarını koparmış durumdalar.
Misyonerler, İslami bilgi bakımdan zayıf olan, Smolyan, Devin, Kirkovo gibi Pomak Müslümanların yaşadığı bölgelerde de faaliyet yürütüyorlar. Son birkaç yıldır Müslüman Türk köylerinde de kaset ve kitap dağıtma, film seyrettirme gibi yöntemlerle propaganda yapan misyonerler, en azından bugün için, hedeflerine ulaşabilmiş değiller.
Bulgaristan’da misyonerlik faaliyeti yürüten Ortodokslar, diğerlerine nispeten daha zayıf olsalar da, etkisiz değiller. Ortodokslardan belirli isimler bu faaliyetleri yürütüyor. Özellikle Boyan Sarıev adlı papaz bu konuda ön plana çıkıyor. Müslüman Pomak bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarıev, 1985 yılında polis okulunu bitirdikten sonra, Bulgar istihbaratı adına din adamı olarak çalışmaya başlamış.
Kırcali’de ikamet eden ve Sveti Yoan Predteça Hıristiyanlık ve Gelişim Hareketi’nin başkanlığını yürüten Boyan Sarıev, özellikle Müslüman Türk ve Pomaklar arasında misyonerlik faaliyetinde bulunuyor. Faaliyetlerini sosyal yardımlarla destekleyen Sarıev, zaman zaman büyük para yardımlarında bulunarak Müslümanlığını unutan kimseleri etrafına toplamaya çalışıyor. Ayrıca yetimhanelerde bulunan Müslüman çocukları da vaftiz etmek suretiyle kazanmaya çalışmaktadır. Özellikle Haskovo ve Kırcali bölgelerindeki yetimhanelerle yakından ilgilenmektedir. Yine Sarıev’in öncülüğünde, hiçbir Hıristiyan’ın yaşamadığı Müslüman köylerine kiliseler yapılıyor.
Alfa Research Sosyolojik Araştırma Kuruluşu ve Yeni Bulgar Üniversitesi’nin, Bulgaristan’ın sekiz bölgesindeki 850 Müslüman üzerinde yaptığı bir araştırmanın neticeleri de bu ülkedeki Müslümanların nasıl tehlikeli bir eşikte olduğunu işaret ediyor. Araştırma sonuçlarına göre; Bulgaristan Müslümanlarının yüzde 41'i hiç camiye gitmiyor ve yüzde 59'u hiç namaz kılmıyor. Müslümanların yarısından fazlası nikâhsız yaşamı desteklerken, yüzde 39,8'i domuz eti yiyor ve yüzde 43,3'ü alkol kullanıyor.
Bu veriler üzerine daha fazla söz söylemeye gerek var mı bilemiyorum ama yine de söyleyelim: Türkiye, Bulgaristan’daki Müslümanlar üzerindeki dikkatini dağıtmadan, Müslümanların İslam’la bağlarını kuvvetlendirmeye yönelik girişimlerde bulunmalıdır.

8 Ocak 2012 Pazar

PROF. DR. İBER ORTAYLI: BULGARİSTAN TÜRKLERİ, TÜRKTÜR.

İsatnbul'da bulunan Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü ve dünyaca ünlü Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. İlber Ortaylı, bir soru üzerine Bulgaristan Türklerinin nereden geldiklerini cevaplıyor.

4 Ocak 2012 Çarşamba

1 Ocak 2012 Pazar

E - KİTAP SATIŞI

E - KİTAP SATIŞI, Bulgaristan Türklerine dair kitapların elektronik ortamda (PDF ve benzeri şekillerde) satışa sunulmasıdır. 

Balkan'a Seyahat (Osmanlıca), Yahya Kemal, Rahva/Bulgaristan 1923, 32 sayfa. Fiyatı: 5 TL
Tuna Baoyu Tarihi, Osman Nuri Peremeci, İstanbul 1942, 226 sayfa. Fiyatı: 10 TL
Şumnu - Bulgaristan Türklerinin Kültür Hayatı, H. Abdullah Meçik, İzmir 1977, 120 sayfa. Fiyatı: 7 TL
Sofya İslam Ensitüsü Anılar-Belgeler, İsmail Cambazov, Sofya 2005, 220 sayfa. Fiyatı: 10 TL
Medresetü'n-Nüvvab Anılar-Belgeler, İsmail Cambazov, Sofya 2005, 193 sayfa. Fiyatı: 10 TL
İncili Hanımın Varisleri/Naslednitsite na İndjili Hanım (Bulgarca), Müfide Ahmedova, Lom 2006, 95 sayfa. Fiyatı: 5 TL

Not: E-kitaplar CD de alıcıya teslim edilir. Kargo ücreti alıcıya aittir. Ayrıntılı bilgi için: bulgaristanalperenleri@gmail.com 



28 Aralık 2011 Çarşamba

MEHMET BEHÇET PERİM'İN SOFYA HATIRALARI

MEHMET BEHÇET, Nevrokop (Gotse Delçev) kasabasının Satovça köyünde doğdu. Edirne'de Sultaniye'de okudu. Uzun yıllar gazetecilik yaptı. "Ahali", "Kocabalkan", "Bulgaristan", "Tuna Boyu", "Mücadele" gazetelerini, "Altın Kalem" dergisini çıkardı. Bulgaristan Türk Muallimler Mecmuası'nın ve Türkçe çıkan öteki dergilerin muharrirliğini yaptı. 1927'de Türkiye'ye göç etti.
Burada da sanatçılığını sürdürdü. 1965'te İzmir'de vefat etti. Önceleri Panakoğlu Mehmet Behçet diye bilinen Behçet, sonradan "Perim" soyadını aldı.
Şiirler, fıkralar, hikâyeler, romanlar, destanlar yazdı ve bir çoğunu şu başlıklarla yayımladı: "Geçit Ver Kamçı" (Şiirler ve Destanlar), "Görüşler ve Duyuşlar" (fıkralar), "Adam Düştüğü Yerden Kalkar" (hikayeler), "Balkan Çiçekleri" (roman), "Göçmen Ahmet" (roman), "Sofya Hatıraları" vs.
İşte çok nadir bulunan kitaplarından Sofya Hatıraları'nın ikinci kısmını elde etmiş bulunuyoruz. PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

30 Kasım 2011 Çarşamba

BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİNİN 3. SAYISI ÇIKTI

 Bursa'da Balkanlı araştırmacıların yayınlanmasında öncülük ettiği bilimsel-hakemli bir dergi olan BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ 3. sayısını yayımladı. 


İçindekiler:

- Arnavutluk'un AB Süreci Ve Kimlik Sorunu, Eduard Caka
- Avrupa Kültürünün Kosovalı Boşnak Gençlerin Din ve Kimlik Algıları Üzerine Etkisi, Muharem Çufta
- Türk ve Kosovalı Öğrencilerin Ölüm Kaygısı Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Feim Gashı
- Hıristiyanlığın Arnavutluk ve Kosova'ya Giriş ve Yayılış Sürecine Kısa Bir Bakış - (I), Sead Paqarızı
- Ataullah Kurtiş Efendi Yönetimindeki Meddah Medresesi, Muhamed Alî
- A Hıstorıcal Glance Upon Tolerance And Mutual Understand Between Relıgıons In Albanıa, Genti Kruja
- Zaim Kardeşlerin Makedonya Hatıraları / Özlemleri, Özay Süleyman
- "Balkanlar ve İslâm: Karşılaşma, Dönüşüm, Kırılma, Devamlılık" Uluslar Arası Sempozyum 03-05 Kasım 2010, Çanakkale, Seda Şahin Ahmetaj



1 Kasım 2011 Salı

AYDINLARIMIZ BU AY NE OKUYOR

Emel Balıkçi-Şakir, Kırcaali, "ALEV" Kültür Dergisi sahibi, Türkiyeli yazar Hulki Cevizoğlu'nun Osmanlılar Yakılmalı mı Tapılmalı mı kitabını okuyor.
İsmail Çavuşev, Sofya, "Müslümanlar" Dergisi Başredaktörü, Dr. İsmail Cambazov'un Yeni Işık Gazetesi kitabı ile Zahari Soyanov'un Zapiski'lerini ve eski Deliorman gazetesini okuyor.

Hüseyin Karamolla, Sofya, Sâbık Milletvekili, halen Başmüftülük Eğitim Dairesi Müdürü, Dr. İsmail Cambazov'un Yeni Işık Gazetesi kitabını okuyor.


Dr. İsmail Cambazov, Sofya, Gazeteci-Yazar. Okuduğu kitaplar Petır Petrov'un Po sledite na nasilieto; Serbest Cumhuriyet Partisi (yazarı beliritlmemiş). Kitapların haricinde Altınoluk ve Avrupa Diyanet Dergilerini takip ediyor. Dr. Cambazov son yıllarda yayınladığı dört eserden sonra Balkanlar'da Yaşayan Müslüman Toplumların Tarihi isimli kitabını yazıyor.  


Vedat S. Ahmed, Sofya, Başmüftü Yardımcısı:  Şu anda okuduğum kitap Hüseyin Yorulmaz'ın kaleme aldığı "Bir Neslin Öncüsü Celal Hoca", daha önce okuduğum kitap ise Dimitır Vandov'un "Dvuboyat mejdu razuznavaneto i kontrarazuznavaneto na Bılgariya i Turtsiya".

Not: Aydınlarımıza yönelttiğimiz soruların cevapları elimize ulaştıkça onları da yayınlayacağız.


12 Ekim 2011 Çarşamba

Mehmed Niyazi'den yeni bir tarihî roman: Plevne



Mehmed Niyazi, 'Çanakkale Mahşeri' ve 'Yemen Ah Yemen' adlı tarihi romanlarından sonra, 'Plevne' (Ötüken Neşriyat) adlı üçüncü tarihi romanını yayımladı.
Yazar, dün romanın tanıtımı için Caferağa Medresesi'nde düzenlenen basın toplantısında Plevne'yi niçin yazdığını anlattı. Mehmet Niyazi, öncelikle, Plevne hakkında Türkiye'de yazılmış eserlerin azlığına değindi. Bizdeki kaynakların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Rusya'da 1980'e kadar 481 eser kaleme alınmış. Mehmed Niyazi'nin cümleleri ile söyleyecek olursak, "Biz emperyalizmin sillesini savaş meydanlarında değil, kütüphanelerde yemişiz. Rusların kumandanını tüm Rusya tanırken, Osman Nuri ve Yunus Paşaları bizde kimseler tanımaz. İşte bu kitabı bunun için yazdım."
Romanda, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osman Nuri Paşa ve Yunus Paşa komutasındaki Osmanlı ordularının Plevne'yi savunması anlatılıyor. Toplantıda, roman üzerinden tarihi bilgiler de veren yazar, Plevne'nin Osmanlı Devleti'nin omurgasının kırıldığı bir savaş olduğunu söyledi. Son romanında, -yayımlanmadan önce okuyan dostlarından- kurgu olmadığı yönünde eleştiriler aldığını ifade eden Mehmed Niyazi şöyle devam etti: "Ben tarihi romanlarımın hiç birinde kurgu yapmadım. Tarihi romancının görevi tarihten kopmadan gelecek nesillere tarih şuurunu vermek ve o acıları bilmesini sağlamaktır. Cemiyetleri en çok motive eden acılardır."
YAVUZ ULUTÜRK İSTANBUL

8 Ekim 2011 Cumartesi

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra


M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ
Tarihçe-i Vak'a-i Zağra
Hüseyin Raci Efendi
“Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...”

Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir...

Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir. 

BİRKAÇ SÖZ

Bu kitap, yıkılan kutsal imparatorlugumuzdaki müslüman halkın ızdırap destanıdır.

93 Harbi sırasında, Rumeli müslümanlarının ugradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getirir.

Hatıraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamış, yurdunu işgal eden düşmanın elinde esir kalmış, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhâcereti» ile istanbul'a göçmüştür.

Kültürümüze yeniden kazandırmaya çalıştığımız bu eser, millî acı ve millî kinin bu kin düşman kadar, hâin aydınlara karşıdır da eşsiz bir âbidesidir. Onun hitabının, yeni nesillere birşeyler anlatabileceği, ne güzel ümid...

Elli yıldır sulh uykusuna yatan «milleti merhûmeyi, cedlerinin bu kanlı macerası, biraz uyandirabilse... Eski mübarek topraklarin —hattâ— hayâlini görebilen birkaç kişi çıkarabilse... Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarına dedesi'nin geldigi yeri, oğluna öğretmek borcunu hatırlatabilse...

Kitabın baştarafına koydugum «Giriş» kismında, eserin tarihî ve coğrâfî bakımlardan da anlaşılıp takip olunabilmesi için, anlatılan hazin vakaların sebebi, 93 Harbi'ne dair, hatırlatıcı bilgileri derledim. Sonuna ise, yine aynı düşünce ile ordumuzun harp yıllarındaki kuruluşuna dair lülzumlu birkaç not ve haddim olmayarak çizmeye çalıştığım bir Rumeli haritasi ekledim.

Eserin diline ancak gerektiği kadar müdâhale ederek, sadeleştirdim. Cümle kuruluşuna ve ûslubuna dokunmadım. Birinci kitaba fasıl ve arabaşlıkları koydum. Manzum olan üçüncü kitabı aynen derc edip, sonuna, açıklamasını ekledim. İlk iki kitapta, metin arasında rastlanan ayetlerin ve sonlardaki arapça bitiş dualarınin yerine meallerini koydum; arapça ve farsça birkaç beyit ve ibareyi ise almadım. Bunların dışında eserin metninde bir ilave, değişiklik veya çıkarma yapmadım. Dipnotlardan yıldızla işaretli olanlar, eserin yazarı ile naşir olan oğluna aittir.

Kitapta geçen bazı yer isimlerinin doğru okunması ve haritadaki mevkilerini bulmak güç oldu. Bu iş için, İ. Halil Sedes'in eserine ekli olan harp haritaları ile eskilerden, 1324'te Mekteb-i Fünün-u Harbiyye-i Şahane matbaasında tab' olunmuş «Avrupayi Osmani Haritası»nı ve 1330'da Şems Matbaasında basılmış «Balkanlıların Hudut Haritasını, yenilerden ise, Harita Umum Müdürlüğünün 1956 basımlı «Türkiye» ve komşuları haritasını esas aldım. Mehazlardaki okunuş farklari elde olmayarak esere de aksetti.

Bana Türkiye Haritası'nı lütf eden, iyi insan, haritacı yarbay M. Orhan Bayrak Bey ile eski haritaları temin eden aziz dost, sahhaf İsmail Özdoğan Bey'e teşekkür borçluyum.

Samimiyetimden başka bir değeri olmayan bu çalışmamın, 93 Harbi'nde Lofça'nın Düzdağ yaylasından Bursa'ya göçen muhterem ecdadım ile milletimin bütün mazlum ve Şehitlerinin ruhlarına rahmet vesilesi olmasını Rabb'imden dilerim.

M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ


Kitabın tamamını İNDİR VE OKU!