Belene: Ölüm tarlası!
Kamyonlara
tıkış tıkış doldurulan ilk kafile, zifiri karanlığı yırtan vahşi doğadan gelen
sesler eşliğinde Belene’ye ulaşmıştı.
Günlerce aç
susuz bitab kalmış, kımıldamadan duran, elleri ayakları bağlı mahkumlar,
kasadan itilerek iki metreden aşağı yuvarlandı.
Tortop
olmuştu, her biri. Omuzlarının ve dizlerinin dayanılmaz acısına aldırmadan
ayağa kalkmaları emredildi.
Kafa
travması yaşıyordu, pek çoğu.
Osmanlı’da 4
asır huzur ve bereket kokan 80bin dönümlük Belene, kara günlere namzetti.
Dudakları
susuzluktan gövermişti. Daha bir yudum suya kavuşmadan apar topar ormana
götürülenler, belleri kadar kalın odunları çektiler, durmadan.
Düşen
vuruluyor; vurulan, torbaya konup
Tuna’ya bırakılıyordu.
Yılanlar
timsahlar, daha suya düşer düşmez etini kemiğinden ayırıyor, fıtratlarının
gereğini yapıyorlardı.
Ne de olsa onlar hayvandı, Bulgar
değildi.
Varnalı
Muhammed, Hasköylü Kazım, Pazarcıklı Yusuf, Yukarı Cumalı Emin, Kırcaalili
Necmi, Orhaniyeli Davut, Harmanlılı Bekir, Plevneli Sebahattin…
Gölgenin en
uzun olduğu vakitte düdük sesiyle binler toplanıyordu.
Menüde domuz
kulağı vardı. Daha ilk kaşıkta kusanlar, bir uyarıyla irkildiler: “Yaşamak için yemelisiniz!”
Dünyada
cehennemi yaşamaktı, bunun adı. Bulgar, ne çabuk Bizans günlerine dönmüştü.
Mahkumların
yüzünde haklı bir gurur okunuyordu. Herbiri köyünde kentinde devleşmişti.
Nuri Turgut
Adalı, daha dün sınıfında ilim saçan bir ışıkken şimdi buradaydı.
Daldı gitti,
gözleri. “Öldürenler gafil, ölenler
haklı; düşünen kafalar zindanda saklı” idi.
“Özgürlük uğruna her şey yapacak;
Marks’a değil ancak Hakk’a tapacak; karanlığı bir gün yurttan kovacak”tı.
Kampta her
dakika ölüm var; ama mezarlık neden yoktu?
Oturduğu
sandıktan dayanılmaz bir koku gelir.
Sorar
gardiyana:
“Nedir bu?”
“Senin gibi
bir mahkum. Öldü. Şimdi onu domuzlara atacağız.”
Roman/Pomak/Türk
mahkumların sonu bu idi.
İşte
götürülüyor. Az sonra bir domuzun kursağında yok olup gidecek.
Ama ahirette
tüm azaları bir araya geldiğinde hesap soracak, tüm katillerden.
Adalı’nın 23
koca yıl geçmişti. Almadığı ceza, girmediği cezaevi kalmamıştı.
Neler
görmüştü, bu gözler!
Ağaç
çekerken kenara birkaç odun ve ip bırakan mahkumlar, sayımdan sonra kıyıya
iner, derme çatma sal yapıp Tuna’yı aşmanın yoluna bakarlardı.
Çok geçmeden
izlenirler, Tuna mezarları olurdu. Kurtulabilen birkaç kişi için adeta cennete
kavuşmaktı, sınırın öte yakası.
Yakalanmak
ölmekten zordu. Karanlık zindanlarda çarmıha gerilirler, aç fareler ayak
parmaklarından başlayarak koskoca bedeni birkaç dakikada yok ederlerdi.
Çığlıklar
Belene’nin her yanından duyulur; sabahlara kadar süren işkence faslı 100bin
mahkumun sonu olurdu.
Herbiri bir
önderdi halkı için. Aleksandır, İvanka, Nikol olmayı reddetmişlerdi.
Hilal haça
galip gelecekti; giden bir bedendi, feda ederdi.
Yiğit kadınlar ise dağılmışlardı, her
bir cezaevine…
Filibeli
Emine, İslimiyeli Yasemin, Aydoslu Fatıma, Vidinli Ayşe… Asla olamazdı, Monika,
Melis, Emilya, Katrin…
Çünkü isim
kimlikti. Kimliğini düşüren yolunu kaybederdi.
Kavurucu
sıcakta tarlalarda ırgat kadınlar, kokusuna hasret yavrularını özlüyor, iki
satır yazamıyorlardı.
Gün oldu, Ankara
kapıları açtı. Bulgar’ın istediği tam da buydu. ‘Müslümansız Bulgaristan’ emeline hizmet ediyordu, 2 başkent.
Terkedilen mülkler, Jivkov’un gangsterlerince
iç edildi. Boşaltılan Bulgaristan, gönül eri Sarı Saltuk ile cihad eri 2. Murat’ı
bekliyor.
6 aylık
Türkan bebek katillerinin bulunmasını istiyor.
Tarık Sezai
Karatepe