FİLİBELİ AHMED HİLMİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FİLİBELİ AHMED HİLMİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Kasım 2019 Çarşamba

Filibeli Ahmed Hilmi, Mükemmel bir İslâm tarihi: Dursun Gürlek

Gerek “A’mak-ı Hayal” isimli tasavvufi romanıyla, gerekse orijinal bir üslupla kaleme aldığı İslâm Tarihiyle büyük bir şöhret kazanan Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Bey, 1865’te bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de dünyaya geldi. Babası Hazar kıyısında bulunan Akşit Türkmenlerinden olduğu rivayet edilen Şehbender Süleyman Bey’dir. Annesi Şevkiye Hanım ise, Kafkasyalı bir aileye mensuptur.
Ahmed Hilmi Bey, ilk bilgilerini Filibe müftüsünden elde etti. Daha sonra İstanbul’a gelerek eski adı Mekteb-i Sultani olan Galatasaray Lisesine girdi. Buradan mezun olduktan sonra ailesiyle birlikte İzmir’e gitti ve bir süre adı geçen şehirde ikamet etti. Düyun-u Umumiye idaresinde göreve başladı ve memuriyetle Beyrut’a gönderildi. Devrinin modası onu da etkiledi ve Jön Türk neşriyatının etkisinde kalarak Mısır’a gitti. Çaylak adında bir gazete çıkardı. 1901 yılında İstanbul’a geldi ve bir süre sonra Fizan’a sürüldü. İkinci Meşrutiyetin ilanına kadar Trablusgarp’ta kaldı. Bu sürgün hayatı onun hakkında hayırlara vesile oldu. Kadiri tarikatının kollarından biri olan ve Abdullah Selam Esmer el- Arusi Hazretlerine isnat edilen Arusiye tarikatına girdi. Mihrüddin Arusi takma adıyla yazdığı “İki Gavs-ı Enam” ile “Abdülhamid ve Senusiler” adındaki eseri büyük ilgi gördü.
Adları geçen eserlerinde bu tarikatın Afrika’da büyük bir ilgi gördüğünü ve Türkleri sevmeyi adeta tarikatın vazgeçilmez şartlarından biri haline getirdiklerini belirtti.
1 Aralık 1908’de İttihad-ı İslâm adında haftalık bir gazete çıkardı. Okuyucular tarafından ilgiyle karşılanan bu gazetenin birçok yazılarını bizzat kendisi yazdı. Yazıların tasavvufla ilgili olanlarında ‘Mihrüddini Arusi’, mizahla ilgili olanlarında ‘Coşkun Kalender’, hamasilerinde ise, ‘Özdemir’ mahlaslarını kullandı. Daha sonra çıkardığı ‘Hikmet’ isimli gazetesiyle İttihatçılara şiddetli muhalefette bulundu. Arapçayı, Farsçayı ve Fransızcayı mükemmel bilen ve tam bir münevver kimliği taşıyan Ahmed Hilmi Bey akıcı bir üslup sahibiydi.
Bu üslubuyla, orijinal eserleriyle hem İslâm âleminin dikkatini çekti hem de Türk dünyasında büyük yankı uyandırdı. Devrin kalem erbabından Fahri Celâl, bu zat hakkında yazdığı bir makalede şunları söylüyor:
“Gazete idaresinin her tarafı İslâm dünyasından gelen hatıralarla doludur. Çin, İran ve Afganistan’dan gelen halılar, Türkistan’dan ve Kırım’dan gelen kamalar ve diğer hediyeler duvarları süslemektedir.”
Ahmed Hilmi Bey, orta boylu, dolgun vücutlu, pos bıyıklı, dinç bir zattı. Hiç evlenmedi. Kendini tamamen ilme ve irfana verdi. Devrin en velûd, yani çok yazan gazetecilerinden biri oldu. Vaktinin büyük bir bölümünü okuyarak ve yazarak geçirmeyi âdet haline getirdi. Kalaysız bir tencerede kalan pilavdan biraz fazla miktarda yedi ve zehirlenerek 17 Ekim 1914’de elli yaşında Rahmet-i Rahmana kavuştu.
Başta da belirttiğimiz gibi bu zatın kaleme aldığı eserlerin en önemlilerinden biri de “İslâm Tarihi”dir. Bu eser iki cilttir. Ebüzziya Matbaasında basılan eser sekiz bahse ayrılan uzun bir methal, yani giriş ile başlıyor. Ahmet Hilmi Bey, kitabını İslâm düşmanlarının eserlerini Türkçeye çeviren Abdullah Cevdet’e cevap vermek maksadıyla kaleme aldı. Böylece benzeri olan reddiyelerin en ağır başlılarından, en mükemmellerinden birini ortaya koymuş oldu. Biri 1974’de, diğer ise 1982’de olmak üzere iki kere basılan bu İslâm Tarihini, merhum tarihçimiz Ziya Nur Aksun yaptığı ilavelerle daha kapsamlı ve daha mükemmel bir hale getirdi. Ezcümle Selçuklular Tarihi, Osmanlı Padişahları, Tarikatler ve Vehhabiler gibi son derece önemli bahisleri ekleyerek eseri hayli zenginleştirdi. Böylece eser dört başı mamur bir hale geldi.
Bu vesileyle bir kere daha belirteyim ki eserin asıl konusunu İslâm düşmanlarına verilen cevaplar teşkil ediyor. Ayrıca Türklerin İslâm tarihinde oynadıkları müspet rol ve işgal ettikleri önemli mevki olanca ayrıntılarıyla ve çarpıcı örnekleriyle dile getiriliyor. Yazarımız, Türk milletinin İslâm’la şereflendikten sonra elde ettiği üstün meziyetleri canlı tablolar halinde gözler önüne seriyor ve İslâm tarihine yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Ezcümle şöyle diyor:
Avrupa’nın Doğuyu işgaline Türkler engel oldular. Türk, Hıristiyan Avrupa’ya karşı Müslüman Asya’nın savunucusu oldu. Türkler maddi manevi bütün kuvvetlerini İslâm’ın müdafaasına adadılar.
Türkler, Cezayir’i, Fas’ı, Trablus’u, Mısır’ı aldılar. Lakin tarihi gerçeklerdendir ki, bu memleketleri Türkler almamış olsaydılar, İspanyolların başkanlık ettiği Avrupalılar alacaktı. Acaba Avrupa’nın yarısına sahip olan İspanya hükümetine, Andrea Dorialara, o dehşetli donanmalara, Kuzey Afrika’daki küçük Arap devletleri karşı koyabilecekler miydi?
İslâm medeniyetini mahvetmek için, seller gibi Doğuya akıp gelen vahşi Haçlı sürülerine karşı duran kimdi? Bir Kılıç Aslan, bir Nureddin Zengi, bir Selahaddin Eyyubi değil miydi? O sırada İslâm âlemi yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmişken Abbasi halifesi sarayında vaktini eğlenceyle geçiriyordu. Hâlbuki İslâm sancağı Yavuzların, Kanunilerin elinde şerefle, şanla dalgalandı.
İşte Şehbenderzade, İslâm tarihine bu açıdan bakıyor ve okuyucusuna yeni bir ufuk açıyor.
KAYNAK: 3 KASIM 2019 PAZAR, YENİŞAFAK GAZETESİ (İSTANBUL)  

Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Dursun Gürlek

Gerek sohbetlerimde, gerekse yazılarımda zaman zaman şu cümleyi kullanmaktan kendimi alamıyorum: İstanbul’daki selatin camilerinin tarihi hazireleri, aynı zamanda tarihi hazinelerdir. “Hazire” ile “hazine”yi birbirine karıştıran kültür tarihçilerini (!) bir tarafa bırakacak olursak bu mekânlar gerçekten de tam bir ulema semtleri olarak karşımıza çıkıyor. Konuyla ilgilenenlerin yakından bildiği gibi, İstanbul’da iki bölge - öteden beri – “ulema semti” diye biliniyor. Evet, Fatih ve Süleymaniye camilerinin hayli geniş olan çevresi böyle güzel bir sıfatla anılıyor.
Hayattayken iki büyük Osmanlı padişahına, Fatih Sultan Mehmed Han ile cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’a maddeten de yakın olmayı kendileri için şeref telakki eden birçok âlimin, şairin, sanatkârın öldükten sonra da yine onların yanına, türbelerinin yakınına defnedildiklerini görüyoruz. Bu açıdan bakılınca – yukarıda da belirtildiği üzere – Osmanlı hazirelerini, bir bakıma ulema ve üdeba meşheri diye nitelendirebiliriz. Mesela bu iki büyük hazireden biri olan “Fatih Haziresi” tam bir âlimler bahçesi olarak arz-ı endam ediyor. Sadece âlimler mi, aynı bahçenin sakinleri olan şairler, hattatlar, devlet adamları da kendilerine mahsus sanatkârane yapılmış mezar taşlarıyla ziyaretçilerini selamlıyorlar. Bir-iki isim verecek olursak, tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, kütüphaneci Ali Emiri Efendi, mutasavvıf Ahmed Amiş Efendi, mütercim Âbidin Paşa, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa, gazeteci Ahmed Mithat Efendi, İslâm bilgini Harputlu Hoca İshak Efendi, ünlü tarihçimiz Ahmed Cevdet Paşa’nın “Asrımızın İmam-ı Azamı” diye övdüğü Karinabadlı Ömer Hilmi Efendi ve daha birçok “meşhur” Fatih’in türbesinin hemen yanı başındaki bu hazireye “cennet bahçesi” görünümü veriyor. 
Bu mukaddimeyi, sözü kültür dünyamızın renkli isimlerinden Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’ye getirmek için yaptım. Evet, daha çok “A’mâk-ı Hayâl” isimli tasavvufi romanıyla tanınan ve sevilen bu zat da, Fatih haziresinde yatıyor ve ne yazık ki onun mensup olduğu tarikatın bugünkü müntesiplerinden başka hiç kimse mezarının yerini bilmiyor. İtiraf edeyim ki bu konuda benim de malumatım yoktu. Bir gün, bu tarihi mekânda dolaşırken, hazire görevlisi yanıma yaklaşıp, hocam, zaman zaman Manisa’dan gelen bir grup Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin kabrini soruyorlar, ben de bilmediğim için cevap veremiyorum. Biliyorsan lütfen bana da göster, dedi. Görevliye, az müsaade et deyip biraz dolaştıktan sonra Hazretin kabrini – mezar taşındaki hayli silik yazıları okumak suretiyle – buldum. Belki de o beni buldu. Mezarlık görevlisine haber verip sevinmesine vesile oldum. Unutmadan söyleyeyim, merhumun kabri hazirenin orta yerinde, Ahmed Cevdet Paşa’yla Gazi Osman Paşa’nın arasında bulunuyor.
Geçen gün, arkadaşım Ömer Lekesiz Yeni Şafak’taki köşesinde “Filibeli Ahmed Hilmi’ye rahmet” başlığıyla yayımladığı yazısında bu zatın eserlerini sıraladı ve merhum hakkında ayrıntılı bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ni gösterip onun en meşhur eseri A’mâk-ı Hayâl hakkında da bir iki cümle sıraladı. Gerçekten de bu eser onu ölümsüzleştiren bir çalışmadır. Nitekim hakkında söylenen “birkaç söz”de şu ifadelere yer veriliyor:
“Bu kitabı hakikat endişesi ile dolu olan vicdanlar, sonu olmayan bahisleri seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu memleket ve bu millet hayli Raci’ler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir.
Okuyucularımıza takdim ettiğimiz bu hikâyeler (Acaba hikâye mi?) teveccühe mazhar olursa kendimizi bahtiyar sayarız. Çünkü bu hikâyeye gösterilecek rağbet, ciddi mes’elelere yakınlık duyma manasını ifade edecektir. Bunun ise okuyucularımızdan esirgenmemesi gerekir. Bu muhterem millette, hakikat endişesiyle müteessir binlerce hassas yürek olduğunu dost ve düşmana isbat etmiştir.”
Son günlerde yayınevlerinin yayınlamak için birbirleriyle yarış ettikleri A’mâk-ı Hayâl’i bendeniz 1997’de Latin harflerine aktardım ve eser Timaş Yayınları arasında neşredildi. Bugünlerde Devlet Tiyatroları tarafından da sahneleniyor.
Merhumun diğer önemli bir eseri ise, “Senusiler ve Onüçüncü Asrın En büyük Mütefekkir-i İslâmisi Seyyid Muhammed es- Senusi” ismini taşıyor. Bunu da “Abdülhamid ve Seyyid Muhammed el- Mehdi ve Asrı Hamidi’de Âlem-i İslâm ve Senusiler” ile birlikte kısmen sadeleştirip yayına hazırladım. Eser, yine 1997 yılında Bedir Yayınevinden çıktı. Hacmi küçük, fakat muhtevası önemli olan bu kitap, “Onüçüncü hicri yüzyılda Kuzey Afrika’da İslâmî hizmetler ve manevi fütuhat yapan Senusilik tarikatı ve büyük şeyhi Seyyid Muhammed İdris es- Senusi hakkında bilgi vermekte ve bundan sonra da Sultan İkinci Abdülhamid’in saltanatı zamanında, İslâm Dünyası ve Senusiler konusunda yazarın şahsi düşüncelerini ve değerlendirmelerini ihtiva etmektedir.” 
Haftaya -inşallah- Şehbenderzade’nin hayatından ve en “baba” eserinden söz edeceğim.
KAYNAK: 27 EKİM 2019 PAZAR, YENİ ŞAFAK GAZETESİ (İSTANBUL)