İLMİ YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İLMİ YAZILAR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Aralık 2019 Cumartesi

Bulgar-Makedon İlmi Dergisi - MİNALO'da Yayınlanmış Osmanlı Tarihine Dair Yazılar

Minalo [Geçmiş]:
Bulgar-Makedon İlmi Dergisi,
Editör: G. D. Balaschev, Paspalev Matbaası, Sofya 1909

Bu dergide Bulgarca olarak Osmanlı ve bölge tarihine dair yayınlanmış makalelerin künyeleri aşağıda verilmiştir. Makale başlıkları Türkçe'ye tarafımızdan çevrilmiştir. Makalelerin pdf formatlarına ulaşmak isteyenler bulgaristanalperenleri@gmail.com mail adresi üzerinden irtibat kurabilirler. 
1.
D. Ihchiev, “Privilegiite na hristiyanite-reaya v Osmanskata imperiya i niakoi dokumenti vırhu tiah” [Hristiyan reayanın Osmanlı İmparatorluğunda haiz oldukları imtiyazlar ve buna dair bazı vesikalar], Minalo, yıl 1, kitap 1, Sofya 1909, s. 15-37.
2.
D. Ihchiev, “Privilegiite na hristiyanite-reaya v chastnite sultanski zemi” [Hristiyan reayanın havassı mukataa karyelerinde haiz oldukları imtiyazlar], Minalo, yıl 1, kitap 2, Sofya 1909, s. 135-156.
3.
D. Ihchiev, “Turskite vakıfi v bılgarskoto tsarstvo i dokumenti vırhu tiah” [Bulgar çarlığı dahilinde Türk vakıfları ve onlara dair vesikalar], Minalo, yıl 1, kitap 3, Sofya 1909, s. 239-264.
4.
D. Ihchiev, “Turskite vakıfi v bılgarskoto tsarstvo i dokumenti vırhu tiah - prodıljenie” [Bulgar çarlığı dâhilinde Türk vakıfları ve onlara dair vesikalar - devamı], Minalo, yıl 1, kitap 4, Sofya 1909, s. 346-356.
5.
G. Balaschev, “Sofiyskiyat moneten dom (zarphane) i dva fermana ot 1616-17 god. [Sofya Darphanesi ve 1616-17 yılına ait iki ferman], Minalo, yıl 2, kitap 7, Sofya 1912, s. 217-226.
6.
D. Ihchiev, “Dva berata dadeni na gr. Preslav ot Sultan Mahmud II  (1808-1839)” [Sultan II. Mahmud (1808-1839) tarafından Eski İstanbulluk (Preslav) şehrine verilmiş iki berat], Minalo, yıl 3, kitap 9, Sofya 1914, s. 12-15.
7.
Constantin Moisil, “Despotstvoto na Dobroticha” [Dobrotiç Despotluğu], Minalo, yıl 2, kitap 5-6, Sofya 1911, s. 140-154. Makale Romence’den Bulgarca’ya çeviridir.
8.
G. Balaschev, “Grad Drıstır (Silistra)” [Silistre Şehri], Minalo, ed. P. Deliradev, Sofya 1942, s. 16-23.
9.
G. Balaschev, “Edna istoricheska kniga za Bılgariya pod turskoto igo” [Türk esareti altında Bulgaristan’a dair bir tarih kitabı], Minalo, ed. P. Deliradev, Sofya 1942, s. 39-44.
10.
G. Balaschev, “Arhivata na gr. Kotel i edno pismo na knyaz St. Bogoridi ot 1834 g. do chorbadjiite” [Kotel şehri arşivi ve 1834 tarihli Stefan Bogoridinin çorbacılara bir mektubu], Minalo, ed. P. Deliradev, Sofya 1942, s. 45-47.

30 Kasım 2011 Çarşamba

BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİNİN 3. SAYISI ÇIKTI

 Bursa'da Balkanlı araştırmacıların yayınlanmasında öncülük ettiği bilimsel-hakemli bir dergi olan BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ 3. sayısını yayımladı. 


İçindekiler:

- Arnavutluk'un AB Süreci Ve Kimlik Sorunu, Eduard Caka
- Avrupa Kültürünün Kosovalı Boşnak Gençlerin Din ve Kimlik Algıları Üzerine Etkisi, Muharem Çufta
- Türk ve Kosovalı Öğrencilerin Ölüm Kaygısı Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Feim Gashı
- Hıristiyanlığın Arnavutluk ve Kosova'ya Giriş ve Yayılış Sürecine Kısa Bir Bakış - (I), Sead Paqarızı
- Ataullah Kurtiş Efendi Yönetimindeki Meddah Medresesi, Muhamed Alî
- A Hıstorıcal Glance Upon Tolerance And Mutual Understand Between Relıgıons In Albanıa, Genti Kruja
- Zaim Kardeşlerin Makedonya Hatıraları / Özlemleri, Özay Süleyman
- "Balkanlar ve İslâm: Karşılaşma, Dönüşüm, Kırılma, Devamlılık" Uluslar Arası Sempozyum 03-05 Kasım 2010, Çanakkale, Seda Şahin Ahmetaj



2 Haziran 2011 Perşembe

KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHİ EFENDİ

KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHİ EFENDİ VE ESERİ LEMEAT-I NAKŞBEND ÜZERİNE YAPILAN BİLİMSEL BİR ÇALIŞMAYI OKURLARIMIZA SUNUYORUZ. ÇALIŞMANIN SAHİBİ ENGİN BEDİR BEY'E BİZLERE YAYINLAMA İZNİ VERDİĞİ İÇİN DE KENDİSİNE TEŞEKKÜR EDERİZ.

KİTABIN İÇERİĞİ:

- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ EFENDİ’NİN YAŞADIĞI DÖNEMİN SİYASİ, SOSYAL VE İLMÎ DURUMU
- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ’NİN HAYÂTI VE ŞAHSİYETİ
- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ’NİN ESERLERİ
- LEMAÂT-I NAKŞBENDİYYE’NİN TAVSÎFİ VE GÜNÜMÜZ HARFLERİNE ÇEVİRİSİ
- EK: 1-LEMAÂT-I NAKŞBENDİYYE’NİN FOTOKOPİSİ
KİTABI İNDİR VE OKU

26 Ekim 2010 Salı

BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?

BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?

Sofya şehir meydanında, Bulgaristan-Türkiye ilişkilerinin temel felsefesini anlatan önemli bir sembol bulunmaktadır: Çar II. Aleksandır heykeli. Bu heykel Bulgaristan Parlamentosunun tam karşısında yer almaktadır. Diğer bir ifadeyle, egemen bir devletin, egemenliğinin temsilcisi olan Parlamentosunun tam karşısında, tüm heybetiyle bir Rus İmparatoru durmaktadır. Zira Çar II. Aleksandır, Bulgaristan’ı Osmanlı esaretinden kurtarmış; bunun karşılığında bağımsız Bulgaristan devleti Rusya’ya olan minnet ve sadakatinin göstergesi olarak, yeni kurulan devletin en önemli kurumlarından biri olan Millet Meclisinin tam karşısına bu heykeli dikmiştir. O tarihten bu yana, Bulgaristan için Türkler yıllarca “yüce” Bulgar halkını köle gibi yönetmiş bir düşman; Ruslar ise ülkelerini Türklerin esaretinden kurtaran bir kahraman olarak görülmüştür. Bu algıyı, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp 1923’te yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ne de Bulgaristan’ın 1989’da demir perdeyi indirip Türkiye ile yeniden iki komşu devlet durumuna gelmesi değiştirebilmiştir. Günümüzde Bulgaristan hala tarihi önyargılarını kıramamış ve Türkiye ile ilişkilerinde “büyük devlet-küçük devlet kompleksinden” kurtulamamıştır. Bu kompleks hem dış politikasındaki fevri davranışlarında, hem de sınırları içerisinde yaşayan ve toplam nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden Türk asıllı vatandaşlarına yönelik politikalarında sıkça kendini göstermektedir.
Bulgaristan’ın söz konusu davranışlarına örnek göstermek için çok uzun geçmişe gitmeye gerek yoktur; Borisov hükümetinin son bir yılını değerlendirmek bile yeterli olacaktır. Zira Temmuz 2009’da yapılan parlamento seçimlerinin ardından iktidara gelen Boyko Borisov’un ilk söylemlerinden biri Türkiye’deki Bulgaristan vatandaşlarının seçimlerde oy kullanırken usulsüzlük yapıldığı iddiası; ilk icraatlarından biri de Ankara Büyükelçisini geri çekmek olmuştur. Ardından, Aralık ayı içerisinde, Borisov’un televizyonlardaki tam ekran görüntüleri ile, Bulgaristan Devlet Televizyonu BNT’de 2000 yılından bu yana hafta içi her gün 10 dakika olarak yayınlanan Türkçe haberlerin kaldırılmasının referanduma götürülmesi ile ilgili, ülkedeki aşırı milliyetçi ATAKA partisinin hazırladığı yasa tasarısına Parlamento’da destek vereceğini açıklaması takip etmiştir. Üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden gerek iç politikadaki tartışmalar gerekse dış baskılar sonucunda Borisov, kendi dilinde yayın hakkının temel hak ve özgürlükler alanına girdiğini öğrenmiş; temel hak ve özgürlüklerin ise referanduma götürülemeyeceğini fark ederek açıklamalarını geri çekmiştir. Ancak ilişkilerdeki talihsizlikler bu kadarla kalmamıştır. 2009 yılını bu tartışmalarla kapatan hükümet, yeni yılın ilk günlerini de benzer bir siyasi çıkışla karşılamıştır: Yurtdışındaki Bulgarlar ve Dini İşler Bakanı Bojidar Dimitrov’un, Balkan Savaşları öncesinde ve esnasında Türkiye’den göç eden Bulgarların Türkiye’de bıraktıkları mal ve mülkleri için tazminat ödenmesi talebi ile ilgili “24 Çasa” gazetesine verdiği demeç[3]. Üstelik söz konusu açıklamada, bu durumun Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir engel teşkil edebileceği söylenmiş; diğer bir ifadeyle “Bulgaristan’ın Türkiye’nin AB üyeliğine veto kullanabileceği” mesajı verilmiştir. Hemen ardından Başbakan Borisov çıkarak, tazminat talebinin Bakan Dimitrov’un kişisel bir açıklaması olduğunu; hükümet olarak böyle bir talep ve politikalarının olmadığını söylemiştir. Siyasi bir nabız yoklaması olarak değerlendirilebilecek bu durum, Borisov’un Ocak ayı sonundaki Ankara ziyareti esnasında iki lider tarafından konuşularak netliğe kavuşturulmuştur. Derken takip eden süreçte bu kez parlamentodaki diğer bir milliyetçi parti VMRO tarafından Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma götürülmesi için ülke çapında imza kampanyası başlatılmıştır. Bulgaristan’ın kendi AB üyeliği vatandaşlarına sorulmamışken, bir başka devletin üyeliği için referandum talebi sadece Türkiye tarafından ciddiye alınmamakla kalmamış, karikatürlere bile trajikomik bir durum olarak yansımıştır.
Bulgaristan’ın Türkiye ile ilişkilerinde komplekslerini gösteren vakalar bunlarla da sınırlı değildir. En son geçtiğimiz hafta gazeteler, New York’ta yapılan Balkan Liderleri Zirvesi’nin akşam yemeğinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona girişinin bölge ülkelerinin liderleri tarafından coşkuyla karşılanmasından rahatsız olan Bulgaristan Başbakanı Borisov’un, tepkisini ayağa kalkmayarak gösterdiğini yazmıştır. Sofya basını ise konuyu büyük manşetlerle “Borisov Türkiye’yi disipline etti” başlığı ile vermiştir. Söz konusu davranış Bulgaristan’ın kompleksini en açık bir şekilde bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca, Borisov toplantıdaki konuşmasına “1908’de Osmanlıdan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelen Bulgaristan…” diye başlamış; fakat ne yazık ki bu söylemiyle salondaki davranışı birleştiğinde, onca yıldır oturmuş bir devlet geleneği oluşturamadıklarını tüm dünyaya kendi ağzından deklare eder konuma düşmüştür.
Şüphesiz bu örnekler arasında en uzun vadeli olanını ise Baş Müftülük krizi oluşturmaktadır. Bulgaristan Müslümanlarının 1998’den bu yana devam eden tartışmalı müftülük seçimlerini, Bulgaristan Yüksek İdare Mahkemesi 12 Mayıs 2010’da karara bağlamış ve Komünist dönemde müftülük görevi yapmış olan Nedim Gencev’i Yüksek Dini Şura Başkanı olarak atarken; Bulgaristan Müslümanlarının seçilmiş müftüsü Mustafa Hacı Aliş’in resmi olarak tanınmadığını tescil etmiştir. Kararın ardından ülke çapında mitingler düzenlenmiş; gerek müftülük yetkilileri gerekse Müslüman ahalinin ileri gelenleri tarafından “Müslümanlar arasında bölünmenin sağlanmasına yönelik bilinçli bir devlet politikasının yürütüldüğü ve bu anlamda Nedim Gencev’in hükümet tarafından kullanıldığı ve desteklendiği” sıkça dile getirilmiştir. Ayrıca konu sadece Müslümanların temsil makamı ile ilgili değil; diğer bir boyutu da müftülük teşkilatının yetki alanları ve mal varlıklarının tasarrufu ile ilgili kanunlarca tanınmış olan haklarının kullanılmasına yine kanunlarca engeller konulmuş olmasıdır. Bakıldığında, Bulgar hükümetinin bu müdahalesi her şeyi kontrol etme kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira böylece, geçmişten bu yana sürekli tehdit olarak algıladığı bir grubun “aşırı güçlenmesini” engellemek ve kendi gücünü göstermek istemektedir. Ancak bu tavır güçlü bir devleti değil; tersine “korkuları güçlü” bir devleti andırmaktadır.

Sonuç İtibariyle…

Tarihte Türklerle iç içe yaşamış milletlerden biri olan Bulgarların, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında yaklaşık 500 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. Balkanlar genelinde bakıldığında, Bulgarlar gibi Ortodoks-Slav kökenli Balkan halkları açısından bu dönem, Osmanlı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel baskı ve hakimiyet alanı olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımın altında yatan en temel neden ise 19. yüzyılın başlarından itibaren ulusal mücadelelerini Osmanlı yönetimine karşı vermeleri ve ulus-devletlerini oluşturma sürecinde kendi tarihlerini yeniden kurgularken Osmanlı/Türk karşıtlığı tezini sıklıkla kullanmış olmalarıdır. Tüm bunlar, Bulgaristan’ın siyasal hafızasında tarihten gelen önyargıların yerleşmesine ve Türkiye ile ilişkilerinde büyük devlet-küçük devlet kompleksi oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle süreç içerisinde doğal olarak bir takım evhamlar ve korunma iç güdüsü geliştirmiştir. Dış politikada da kendisini gösteren Bulgar toplumundaki bu yerleşik paradigma, politik söylemlerle zaman zaman ikili ilişkilerde gerilimi arttırsa da, Türkiye’nin güven telkin eden tutarlı adımlarıyla bugüne kadar ciddi bir soruna dönüşmeden aşılmıştır.
Müftülük krizinde gelinen son nokta ise göstermektedir ki, Bulgaristan sadece dış politikasında değil, devlet olarak yerine getirmesi gereken temel sorumluluk alanlarında da başarılı bir sınav verememektedir. Bilhassa AB üyesi bir Bulgaristan’dan beklenen, temel hak ve özgürlükler alanına giren “inanç hürriyeti” konusunda daha hoşgörülü davranabilmesidir. Zira azınlık haklarına saygı, Kopenhag kriterlerinde açık ve net bir şekilde yer almakta; tam üyeliğin vazgeçilmez şartlarından biri olarak sunulmaktadır. Birlik konuyla ilgili birçok antlaşmaya imza atmış ve evrensel değer ve normların savunucusu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Dolayısıyla, azınlıklık hakları başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere saygı sadece bir üyelik kriteri olarak değil, “Avrupalı” olmanın en temel şartlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 2007’de AB üyesi olmuş olan Bulgaristan’ın “ne kadar Avrupalı” olduğu sorusu ön plana çıkmakta ve ülkede halen “temel” bazı sıkıntıların devam ettiği tezi güçlenmektedir.
Bu meselenin AB’ye olan etkisi ise, Birlik’i kendi içerisinde inandırıcılığını kaybetme riski ile karşı karşıya getirme potansiyelinde yatmaktadır. Bir taraftan evrensel değerlerin savunusu olduğunu söylerken, diğer taraftan kendi içindeki ülkeler halen Birlik’in temel değerlerini özümseyememiştir. Daha da önemlisi Birlik bunun karşısında somut bir önlem geliştirememektedir. Demokratik yollarla seçilmiş bir Müftünün devlet tarafından tanınmamasının Avrupalı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir karar, gün geçtikçe hoşgörünün daha da önem kazandığı çağımızda, Bulgaristan’ın daha az toleranslı bir topluma doğru evirilmesine neden olabilecektir.

Muzaffer VATANSEVER
USAK AB Araştırmaları Merkezi

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
Muzaffer Vatansever (Bulgaristan/Kırcaali, 1984), USAK AB Araştırmaları Merkezi bünyesinde Balkanlar üzerine çalışmalarını sürdüren genç araştırmacılardandır. Odaklandığı temel konular Balkanların Avrupalılaşma süreci, Türkiye-Balkan ülkeleri ilişkileri, Balkanlarda Türk azınlığın varlığı ve Yunanistan'ın ekonomi-politiğidir.

Muzaffer Vatansever halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine devam etmekte olup, "Son Dönem Bulgaristan-Türkiye İlişkileri" üzerine tez çalışmasını sürdürmektedir. Bahar 2010 döneminde Sofya Üniversitesi tarafından sağlanan araştırma bursuna hak kazanarak, 15 hafta süreyle Bulgaristan'da alan çalışması yapmıştır. İngilizce ve başlangıç seviyesinde Bulgarca bilmektedir.

17 Ekim 2010 Pazar

ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ


ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ
Ord. Prof. Dr. A. SÜHEYL ÜNVER

Şumnu ve havalisi Romeli'nde büyük ve yerli Türk halkı en çok olan bir ilimiz, Kültürümüz noktasından da bütün incelikleriyle bugün de ele alınmağa layık bir yer,.. Şehir ve varoşları, yakın ve uzak ilçeleri noktasından da önemli. Sonra Şumnu tarihimiz boyunca sıhhî ve idarî teşkilâtı dolayısıyla askerî bir merkez... Kamil Kepecioğlu'nun incelemeleri­ne göre çok zengin vesikalara mâlik bulunuyoruz,

Sonra şehrin camileri, mescidleri, tekyeleri, bir kültür merkezimiz olan kütüphanesi; bilhassa üzerlerinde, birer birer eserleriyle birlikte durduğu­muz hattatları, müzehhif'leri, mücellidleri ve bunların çarşıları çok geniş bir teşkilata sahip[1]..

Romeli'nde adâletimiz sayesinde altı buçuk asırlık kültürel hayatımız­da oraları ne kadar benimsediğimiz ve ihmal etmediğimiz arşiv kayıtlarında en ufak ayrıntılarına kadar yer almıştır. Bunlar her zeman aradığımız nisbette bulunur. Rumeli'nde medeniyetimizin izleri hâlâ vardır. Adetleri­miz, sosyal çalışmalarımız tıbbî ve mistik folklorumuz çok zengindir.

Bugün vesikalarımız bize çok önemli bilgiler veriyor. Fakat bu raporumuz esasları şimdiye kadar, zamanımızda da olduğu gibi hiç ele alınmamış. Osmanlı­ Türk imparatorluğunun İslâm dininin kitabı olan Kur'an ihtiyaçlarını Şumnu dikkate değer bir teşkilatla temin etmesi noktasından yalnız bunun üzerinde durabileceğiz [2]. Diğer hususlarını yazımıza almayacağız [3].

Şehir mahalleleri ve köylerin isimleri üzerinde de durduk. Bunların Romeli'ye âit çok zengin bilgileri içine alan Baş Vekâlet Arşivi'mizde bütün teşkilâtıyla ayrıntılı mevcut olması. bu kaynakları herhalde böyle perakende çalışmalarımız gün ışığına ulaştıracaktır. Evliya Çelebi'nin Şumnu'su da şehirde bilhassa hattat olan ince zevk sahibi Halil Şerif Paşa camii ve imaret teşkilatı, kütüphanesi âdeta asırlar boyu kültür tarihimizi zenginleştirmektedir. Bunlarla şahsi dostum Bulgar müsteşriklerinden aziz “Boris Nedkof” bilhassa ilgilenmiş ve kitaplığında bulunan Türkçe, Arapça, Farsça yazma kitaplarımızı itina göstererek Sofya'daki Kültür Merkezi'ne nakledildiklerini ve üzerlerinde çalışıldığını, hükümetimizin davetlisi olarak Türkiyemizi ziyaretlerindeki devamlı temasımızda kendilerinden öğren­miştim. Aramızdan ayrılmasından çok üzgünüz. Hatırasını bu kadarcık olarak taziz etmeği bir borç sayarım. Keza Şumnu'lu üstad Osman Keskioğlu'ndan ve eşsiz Diyanet İşleri Başkanımız Tevfik Gerçeker de, bizzat resmini çıkardığı bir Şumnu Kur'an-ı Kerimini bize tanıttı. Kendisine teşekkür ederiz.

Şumnu Hattatlığı

Şumnu güzel yazı ekolünün iki devresi vardır. XIX. asırdan önce Kur'an-ı Kerim istinsahında ve bunları Osmanlı İmparatorluğunun yakın ve uzak illerine sipariş üzerine gönderilen mükemmel tezhibli ve nefis ciltli nüshalarını hattatları ve bunların kronolojisi yalnız yazdıkları eserlerden tesbit olunabilir. Fakat bunların hiçbiri toplu olarak bir yerde tesbit olunamadığından dünya yüzünde şark ve garbda dağılanların, Şumnu'da, yazılanların gösterilebilmesi bizim için mümkün olamamıştır.

Bir de Adli Sultan Mahmud'un Rumeli'ye, ilk Rus istilası tahribatını teftiş ve halkın maneviyatını düzeltme maksadıyla seyahati sırasında (sene 1808 -1839) uğradığı Şumnu'da, kendi de hattat olduğundan burada Kur'an yazanların gayretini görmüş, halkın ve hattatların isteği üzerine İstanbul'daki birinci sınıf hattatlardan İbrahim Şevki'yi gönderdikten sonra yazılarda beklenen üstünlük teminedilmiştir, Bu devre eserlerinden mümkün olabilenleri son yarım asırlık araştırmamızda görebilmişizdir.

Yalnız bu devre bile beklenenin üstünde çok zengindir. Ancak bundan bir özet takdim edebileceğiz..

İbrahim Şevki bir ara Silistre'de epi hattat yetiştirmiştir. Ancak Şumnu' faaliyeti hakkında bir yerde kayıtlı bilgi elde edemedik. 1210-1233 (1795 -1818) tarihleri arasında yazdığı mükemmel eserlerini görebildik.

İbrahim Şevki Efendinin öğrencilerinden Süleyman Vehbi de epi hattat yetiştirmiştir. Öğrencilerini eserlerin ketebe'lerinden öğreniyoruz. Bu iki üstadın yazı şivelerinde bir keskinlik vardır. Ancak yazdıkların­dan Kur'an'ların haricinde, celî levhalarından görmek mümkün olmadı. Bunlardan gördüklerimizin hattatlarından şöyle bir liste takdim edebiliriz.

-Ahmed Refik. Şumnulu. Sene 1267­-1268 (1851-1852 ) .Kur'an. 1266 (1850) tarihli bir diğerini gördük. Ahmed Zarifî talebesindendir.

-Ahmed Zarifî. Topçu Ahmed Şükrü öğrencisi. Ahmed Refik, Şumnulu Şaban ve yine oralı Ahmed Fuad'ı yetiştirmiştir. Bunların birer Kur'an'ı vardır. Tarihleri 1283 (1866) ve 1292 (1875)..

-Hafiz Osman Nazifî, 1276 (1859). Üstadı Ömer Vehbi’dir.

-Hafiz Osman Asım. 1291 (1874). Üstadı Hacı Hafız Ahmed Nazifî'dir.

Mehmed Nuri (Şumnulu) 1261 (1845). Üstadı Hüseyin Vehbi. Mehmed Nuri'nin birkaç Kur'an'ını daha görebildik. Bir de Delâil’i görüldü. 1262 (1846) tarihli diğer bir Kur'an'da 1256 (1840) tarihli bir Kur'an'ına 1967’de Ankara'da 3000 TL istediler. 1274 (1857) tarihli bir Kur'an'ını Üstad Tevfik Gerçeker görmüşler, bildirdiler.

-Abdurrahman. Şumnulu. Bir eserini gören hatırlıyor.

-Hafiz Mustafa Şevki. 1262 (1846). Hocası Mehmed Said Tab'i dir.

1270 (1854) tarihli diğer birini de gördük. Bir ara İstanbul'a gelerek Kadıasker Mustafa İzzet Efendi'den feyz almıştır. Şumnu tezhibli bir En'am nüshasını gördük.

Köse İmam. Bir eserini Baha Ersin görmüş.

-Topçu Ahmed Şükrü. Üstadı Şaban Reşad. 1273 (1856) tarihli Kur'an'ı var.

-Hasan Aşıki. Şumnulu..Üstadı Osman Şevki.. 1254 (1838) tarihli çok temiz Kur'an', ve 1256 (1840) tarihli Mevlid'i görülmüştür.

-Hüseyin Vassaf. Şumnulu. Ahmed Şükrü talebesinden. Çok sayıda Kur'an-ı Kerim yazmıştır. 100 tanedir.

-Hacı Hüseyin Hamdi. Şumnulu. Üstadı, Hattat İsmail Zühdü. 1248 (1832) tarihli Kur'an'ı görüldü.

-Osman Nuri, Şumnulu. 1296 (1879) da hayata. Üstadı Hüseyin Hilmi, Ali Osman Hilmi. 1271 (1854) tarihli büyük kıt'ada Kur'an'ından başka epey yazıları var .

-İbrahim Namık. Üstadı Mustafa ,Rıfat. Küçük kıt'ada 1277 (1860) tarihli Kur'an'ı görüldü.

-Hafiz Mehmed Hıfzı, Şumnulu. Bir Kur'an'ı görüldü. Üstadı Hacı Hüseyin Hamdi.,

-İbrahim Edhem, Şumnulu. Dayısı Mehmed Şerif’den yazı öğren­miş. 25 Kur'an yazmıştır. Çok yaşamıştır.

-İsmail Şevki. Üstadı Süleyman Vehbi. 1263 (1847) tarihli bir Kur'an'ını Tokat'ta gördüm.

-Salih Naili. Hafiz. Ali Ulvi'nin öğrencisi. 1273 (1856) tarihli bir Kur'an'ı İstanbul Üniversite Kütüphanesi A. 6647 de. ,

-Hasan Rıza. Üstadı Hacı Mehmed Şevki. 1275 (1858) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa Ktp. N. 15 de.

-Mehmed Nureddin. 1241 (1825) tarihli Kur'an'ı Topkapı Sarayı Hazine K. N. 3 de.. Şumnu sakinlerinden..

-Mehmed Ali Ulvi. İsmail Şevki'nin talebesinden. 1238 (1822 ) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa N. 6 da...

-Hafiz Ali Hamdi. 1255 (1839) tarihli 50. Kur'an'ı.. Mehmed isimli Bir tezhibçinin 1262 (1846) tarihli eseridir.

-Hasan Âşki. 1254 (1838) tarihli bir ''Delâil''i görüldü. Üstadı Hafız Osman Şevki..

-Hüseyin Hamid (Hafız). 1276 (1859) tarihli 37. Kur'an'ı. üstadı Terlikçi Mehmed Said tab'i'dir.,,

-İsmail Besim. 1275 (1858) tarihli Kur'an. Hafız Ahmed Nazili talebesinden. 1277 (1860) da ufak boyda Hizbü'l-Bahri'ye ait bir eseri görüldü.

-Hafiz Osman Raşid, 1246 (1830) tarihli Kur'an'ı var. Süleyman Vehbi öğrencisi.

-Ahmed Fuad. 1292 (1875) tarihli Kur'an’ı, Üniversite Kütüphanesi A. 6591

-Şaban Şumnuludur. Yazı hocası Ahrned Zarifi'dir. Ufak bir Kur'an'ını gördük.

-Hafız Ahmed Nâib. Silistrelidir. Şumnulu Abdurrahman Tevfik öğrencilerindendir. 1261 (1845) tarihli Kur'an'ını gördük.

-Hasan Aman. 1260 (1844) tarihli Kur'anı var. Üstadı Hüseyin Vehbi'dir.


Şumnu Tezhibi ve Ciltçiliği

Yazı ve süsleme san'atımız üzerine, bulundukları ve yaşadıkları Şumnu'da bir ekol yaratan ve en azından iki asır bunu yaşatan, kısmen isimlerini öğrenemediğimiz sanatkarlar kendi olgun usulleriyle dikkate, değer eserler vermişlerdir, Bunların yaptıklarına ''Şumnu işi'' derler. Ciltlerinde bile zilbahar tarzını benimsemişlerdir,

Bunu tarif güçtür. Bunları bulundukları yerde görmeğe dikkat olunursa bunun vereceği alışkanlıkla ayırabilmek mümkündür. Şumnu işlerini biz hattatların Şumnu'lu veya Şumnu'da bulunmaları kaydını koymalarından bulabiliyoruz,

Bunların en mühimlerini hususi ellerde ve birkaçını müze ve kütüpha­nelerimizde bulabildik. Bunlardan sanatkarlarının, bilhassa sahifelerinin altın cetvellerini titizlikle hazırlayan cetvelkeş denen ince çalışan ustaların mahâretlerini bilhassa belirtmek lazımdır.

Tezhipçilerinde bilhassa tarihi klasik yoldan ziyade garbın rökoko süslemelerinin yapıla yapıla bize mahsus karma örnekler esastır; lâkin bunlar çok çeşitli ve değişiktir. İşin ince sanat tarafı da buradadır.

Bu çeşit Kur'anları ve süslemeleri çok gören kolleksiyon sahiplerinden Baha Ersin Şumnu işleri ve değerlerini iyi bilenlerdendi. Eskiden normal fiyatlarla bulunabilirse satın alınabilen bu eserler tahminin üstünde yükselmiştir,

Şumnu'da bu sanâtkarların bulundukları çarşıda pek çok sayıda dükkanları varmış. 60 kadar tahmin ediliyor, Hattatlar Kur'anları evlerinde, köşelerinde itina ile yazarlar ve buradaki sanatkarlar , bunları idare edenlerce taksim olunurmuş. Burada bir günde muhtelif hattatlar tam bir buçuk Kur'an yani 900 sahife kadar yazarlar ve bunları cetvelcilere ve tezhibçilere ve sonra ciltçilerine verirlermiş.

Bunlar hazırlanınca cetvelleri tezhib ve noktaları zaruri işaretleriyle tamamlanınca ciltletilir ve bunlar, buna memur birisiyle katır sırtına yüklenerek pazarlama yeri olan İstanbul'a getirilir. Vezir Hanı'n da bunları bekleyenlere tevdi edilir, yapılan sipariş üzerine getirilen bu Kur'an’ların bedelleri ödenir.

Buna karşılık Şumnu'da bulunmayacak yeni istenenler için lazım gelen aharlı yahut daha ucuz olsun, kendilerinin temin edecekleri Kur’an kağıtları, kalemler, cetveller, sair aletler dediğimiz avadanlıklar, siyah is mürekkepleri, kırmızı mürekkepler, çeşitli kağıtlar, cilt için deriler vesaire satın alınarak götürülür; bu yeni malzemeyle bu işler yürütülür, yalnız buradan cilt derisi götürmezler; zira Şumnu'da bunun â1âsı çıkar.

Ne yazık ki bütün bunlar her işimizde olduğu gibi şifahi olarak yürütülmüş, elimize yazılı bir defter veya not geçmemiştir. Bazı Kur'an-ı kerimlerdeki fiyat farkları yazan ve İmzasını atan hattata göre değişir. Mesela: Ahmed yazısıyla olan 120 kuruş ise Mehmed Efendinin büyükçe olanı 150 kuruşa gidiyor.

Yeni siparişler için bunlardan örnek sahifeler ve ayrıca tezhiplerine , örnekler gösterilirmiş ki bunlardan kitapçı Raif Bey'den elde edebildiğimiz bir kaç örneği misal olarak gösterebiliriz.,

Yine teessürle bildiririz ki biraz da olgun sanatkarlarının itinalarından ve elden ele süslenmesi dolaşmış olanlarınkinde olduğu gibi tezhipçilerinin isimlerini bilemiyoruz. Bunların çoğu kollektif çalışmışlardır. İstanbul'da da böyle olmasından anlıyoruz.

Şumnu'da hattatlar ve müce1lidler çarşısında çalışan 1255 (1839) de Ali Hamdi yazısıyla Kur'an'ı tezhib eden Mehmed isimli bir sanatkarın ismini verebiliyoruz.



Belleten, sayı 185.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bütün bunlar için İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesinde Dr. Süheyl Ünver Türk Kültür Tarihi Arşivinde Şumnu dosyasına her zaman başvurulabilir, Bu arada Romeli'nde bıraktığımız eserlerimiz üzerine Kâmil Kepelioğlu defterlerini incelemek lazımdır.


[2] İmparatorluğumuzun Kur'an ihtiyacı yalnız. Şumnu değil Erzurum, Sarranbolu, Amasya, Afyon, Edirne, Isparta, Tokat, Larende, Kastamonu, Bolu ve şüphesiz en fazla İstanbul'da yüzlerce hattatın yazdıkları şaheserlerle karşılanmaktaydı, Ama bunlar arasında Şumnu en önemli yeri alır, Matbaanın memleketimize bundan 250 yıl önce gelmesinden beri de Kur'an-ı Kerim yazmaları yanında Tab'ları menedilmiştir. Bunun tarihi 11'i asra ulaşmaktadır.

[3] 1286 (1869) tarihleri Tuna Vilayeti salınamesi'ne göre (İ.Ü.K) Şumnu civarıya bir sancağımızdır ve mutasarrıllıktır. Hududu içinde 40 büyük cami ve mescit, 5 büyük hamam, 34 koltuk meyhane, 2 Koğuşlu karakol, 1 Telgrafhane, 1 Hastahane, 1 memleket meydan saati, 6 medresesiyle imaret, 22 mektep, 6 kilise havra ve manastır ve türbeleriyle 10 tekke... Kamil Kepecioğluna göre yalnız Şumnu'da 27 cami, 9 tekke ve zaviye, 2 şehir hamamı, 5 den fazla tarihi kitabeleriyle çeşme, köprü, 1 taşhan ve sayılamıyaeak derecede çok vakıf tesisler bu arada yer almaktadır ..

12 Ekim 2010 Salı

BULGARİSTAN'DAN YETİŞEN MÜELLİF ve MUTASAVVIFLAR

BULGARİSTAN'DAN YETİŞEN MÜELLİF ve MUTASAVVIFLAR
Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ
GİRİŞ

Bulgaristan’daki Türk-Müslüman nüfus varlığı Osmanlılardan önceki dönemlere kadar uzanmaktadır. Polonyalı Türkolog Tadausz Kowalski, XX. Yüzyılda Kuzeydoğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den yola çıkarak bu bölgede bir grup Kuzey Türkünün yaşadığım ve bunların daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen İzzeddin Keykavus’a tabi Türklere karıştığını belirtir.

Bu Anadolu Türkleri, Keykavus’un bölgeden ayrılmasından sonra orada kalmışlardır. Her ne kadar 1300 yıllarında mânevî liderleri Sarı Saltuk’un ölümüyle bir bölümü Anadolu’ya dönmüşlerse de bir kısmı orada kalmaya devam etmiştir.[1]

Sarı Saltuk ve Yesevî tarîkatına bağlı erenler, Bulgaristan Türklüğünün mânevî hayatında önemli bir yere sahiptir. Bu konuda yazılı kaynaklardaki bilgiler çok sınırlıdır. En eski kaynak sayılabilecek Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Bulgaristan’da etkinlik sahibi üç ereni Yesevî mensûbu olarak sayar: Varna-Batova’da Akyazılı Baba (III, 377-378), Filibe yolu üzerinde Kademli Baba (III, 377-378), Kaligra’da Sarı Saltuk (I,656-660).

Çalışmamızda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden yola çıkarak, 1285/1866 yılında Rusçuk’ta basılan Tuna Vilâyeti Salnamesini, vakıf ve arşiv kayıtlarım inceleyip Osmanlı’nın kuruluşunda tekke ve dervişlerin yerini araştıran Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri”[2] adlı makalesini, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mimarisi (İstanbul, 1982) adlı eserinin Bulgaristan’ı içine alan IV. cildini temel kaynak olarak kullanacağız. Ayverdi cihat defterlerinden hareketle başbakanlık arşivi ve vakıf kuyûdatından belli başlı şehirlerdeki tekke sayılarını adları ile tesbit etmeye çalışmıştır.

Kanunî Sultan Süleyman döneminde yapılan vakıf tahrirlerine göre Rumeli’nde 205, Paşa livâsında 67, Silistre livâsında 20, Çirmen livâsında 4 zaviye ile bu yörede toplam 297 zaviye bulunduğu görülmektedir.[3] Tuna Vilâyeti Salnamesi’nde (1285/1868) bu sayı 86, Ayverdi’nin eserinde ise 174’tür.

Biz söz konusu kaynaklardan hareketle Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda tasavvuf, tarîkat ve tekkelerle ilgili bir panaroma çıkarmak isterdik. Ancak bir tebliğ kapsamında bunun mümkün olmadığı açıktır. Bununla birlikte Tuna Vilâyeti Salnamesi ile Ayverdi’nin eserinde verilen il ve ilçelere âid tekke ad ve sayıları bu konuda bir fikir verir düşüncesindeyiz.

Salname’ye göre Rusçuk’ta 7, Şumnu’da 10, Razgrat’ta 4, Eskicuma’da l, Plevne’de 5, Niğbolu’da l, Tutrakan’da l, Varna’da l, Hacıoğlupazarcığı’nda 2, Vidin’de 7, Berkokofça’da 2, Vıraça’da 2, Rahova’da l, Sofya’da 18, Köstendil’de 16, Samakov’da 2, Tırnova’da 4, Lofça’da l, Osmanpazarında l olmak üzere toplam 86 tekke bulunmaktaydı. Filibe, Aydos tarafı bu sayıya dahil değildir.

Ayverdi’ye göre ise: Aydos’ta l, Çırpan’da 3, Çirmen’de 2, Dubniçe’de 4, Filibe’de 15, Hasköy’de l, Razgrad’da 5, İhtiman’da l, Karinabad’da 3, Kızanlık’ta 5, Köstendil’de 11, Lofça’da 5, Niğbolu’da 10, Plevne’de 3, Pravadi’de 2, Rusçuk’ta 15, Samakov’da 5, Silistre’de 9, Hacıoğlupazarcığı’nda l, Sofya’da 16, Şumnu’da 13, Tatarpazarcığı’nda 10, Tırnova’da l, Varna’da 5, Vidin’de 7, Vıraça’da 2, Yanbolu’da 8, Yenizağra’da 4, Eskizağra’da 7 olmak üzere toplam 174 tekke tesbit edilmiş bulunmaktadır.

İntişâr-ı İslam Târihi kaynakları Türk dünyasının İslamlaşmasında; İslam’ın Anadolu, Kafkasya ve Balkanlarda yayılmasında “Alperen” denilen Horasan menşeli Babaî dervişleri ile Yesevî mensuplarına ve Ahilere ayrı bir önem atfederler. Özellikle 615-616/1218-1219 yılları arasındaki Cengiz-Moğol istilası Orta Asya menşeli tasavvuf ricâlinin yerlerinden oynayıp Anadolu ve Balkanlara doğru hareketine vesile oldu.

Târihçi Aşık Paşazade’nin Rum erenleri dediği; Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm diye dörde ayırdığı Ahiler, Balkanlar’da ünlü seyyah İbn Batûta’nın da dikkatini çekmiştir.

Horasan menşeli bir Yesevî sayılan Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi ve Orhan ile ilgili menkıbeleri târihî açıdan çok sağlıklı rivâyetler kabul edilmese de, serhad yörelerindeki gazalara iştirak eden Türkmenlerin ekserisinin Bektâşî dervişi olduğu söylenebilir.

I. Murad döneminde Rumeli’ne geçen Ahilik daha sonraki yıllarda Şumnu, Varna ve Dobruca ile diğer Hıristiyan yörelerde Osmanlı akınlarına öncülük etmiştir.

Ahiler Anadolu’da esnaf teşkilatına dönüşürken Balkanlarda ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekteydiler. Nitekim Yıldırım Bayezid, Dimetoka’da bir zaviye yaptırıp ona vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra’da Kılıç Baba zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba zaviyesi gibi Paşa livâsında 67 zaviye vardı.[4]

Bulgaristan yöresinde kuruluş döneminde açılan tekkelerin büyük çoğunluğu Rumeli’nin İslamlaşma sürecinde görüldüğü gibi Yesevî yoluna bağlı Bektaşî mensuplarındandı. Abdurrahman Küçük, Bulgaristan’daki cami, medrese, tekke ve türbelerin çokluğuna bakarak Bulgaristan Türklerinin inanç yapısının Horasan-Anadolu inanç yapışı ile benzeştiğine dikkat çekmektedir.[5] Özellikle Deliorman Bölgesi bu anlamda önemli bir merkez durumundaydı. Şeyh Bedreddin’in, isyanında kendisine üs olarak burayı seçmesi bunu destekleyen bir delildir.

Osmanlı döneminde Alevîlik’in Anadolu’da; Bektâşîlik’in de Rumeli’nde belli bir etkinliği vardı. Nitekim Bektâşî tekkelerinin kapatıldığı yıllarda (1826’dan sonra) Bulgaristan’da hayli mal varlığına sahip on beş kadar Bektâşî tekkesi bulunmaktaydı. Deliorman’ın genellikle Razgrad, Rusçuk, Niğbolu yörelerinde bulunan bu tekkelerin bölgedeki tesirlerinin sürekliliğini göstermektedir.[6]

Çalışmamızın temel konusu Bulgaristan’da yetişen müellif mutasavvıflar olduğundan biz, çok kısa biyografik bilgilerle yetineceğiz. Bulgaristan doğumlu olmamakla birlikte faaliyetleri ve isyanı sebebiyle bu yörede etkili olduğundan Şeyh Bedreddin olayına da kısaca temas etmeliyiz. Çünkü onun başlattığı bâtınî-şiî tasavvufî hareket daha sonraki yıllarda Bulgaristan’da hep varlığını hissettirecektir.



ŞEYH BEDREDDÎN OLAYI

Genel olarak “Bedreddin Simâvî” diye bilinen bu şahıs, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla meşhurdur. Simavlı olmadığı halde Simavna ile Simav’ın telaffuz yakınlığından, ya da eserlerine şerh yazmış bulunan Abdullah İlahî’nin Simavlı oluşundan karıştırılarak “Simâvî” lakap ve nisbesiyle anılır olmuştur.

Şeyh Bedreddin bugün Yunanistan sınırları içinde bir köy olan Samavina (Ammovounon)’da doğdu. Babasının burada kadı olduğu rivâyet ediliyorsa da bu kaleyi fetheden gazilerden olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü annesi Dimetoka Rum beyinin ihtida etmiş kızı olduğuna bakılırsa babasına savaş esiri olarak verilmiş olmalıdır.

Şeyh Bedreddin Edirne, Bursa ve Konya’da bir eğitim gördükten sonra Kudüs ve Kahire’ye gitti. Oralarda bir süre kaldı. Muhtelif hocalardan ders okuduktan sonra hacca gitti. Hac dönüşü tekrar Kahire’ye döndü ve orada Sultan Berkuk’un oğluna üç yıl süreyle öğretmenlik yaptı.

Mısır’da bulunduğu sırada önceleri çok sıcak bakmadığı tasavvuf yoluna sülûk etti ve Hüseyin Ahlatî’ye intisâb etti. Sıkı riyâzat sonucu hastalanınca şeyhi kendisini doğuya seyahate gönderdi. Tebriz’de Timur’un otağına misafir oldu. Daha sonra tekrar Kahire’ye dönerek sülûkünü tamamladı ve şeyhinin vefatından sonra yerine geçti. Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer Alevîlerle meskûn bölgelerde dolaştı.

Şeyh Bedreddin Anadolu’yu dolaştığı sırada genellikle Alevi-Türkmen gruplarıyla temas etti, tasavvufî-bâtınî bir üslub ile bir kıyam harekelinin tohumlarım attı. Anadolu’dan Rumeli’ye geçti ve Edirne’ye yerleşti. Şeyh Bedreddin’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı yıllar Ankara savaşından sonra Osmanlı devletinin parçalandığı fetret dönemine rastlar.

Edirne’de hükümranlığım ilan etmiş bulunan Musa Çelebi Bedreddin’i kazasker tayin edince nüfuz ve şöhretini artırmış oldu. O bu durumdan yararlanarak şeyhliği şahlığa çevirme sevdasına kapıldı.

Yeniden Osmanlı birliğini kurmaya çalışan Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’ye galip gelince Şeyh Bedreddin’i kazaskerlik görevinden azletti, iki oğlu ve kızıyla beraber İznik’te ikamete mecbur etti.

Şeyh Bedreddin’in halîfeleri Börklüce Mustafa İzmir’de Urla yarımadasının kuzeyinde yer alan Karaburun’da; Yahudi dönmesi Torlak Kemal Manisa’nın kızılbaşlarla meskun yörelerinde isyan başlattılar.

Şeyh Bedreddin de hac bahanesiyle İznik’ten ayrılıp Kastamonu ve Sinop yoluyla Karadeniz’e; oradan Eflak voyvodasının yanına gitti. Eflak’tan da o günün Osmanlı toprakları olan Silistre, Dobruca ve Deliorman bölgelerinde taraftar toplamaya başladı. Kendisi için ayaklanma merkezi olarak, potansiyel itibariyle Bektaşî ve Alevî etkisi fazlaca olan Deliorman bölgesini seçti. Şerafettin Yaltkaya, 622/1225 yılında Baba İshak taraftarlarının Dobruca’ya geldiğini belirtir.[7] Börklüce Mustafa, etrafına topladığı 5000 kişilik grupla isyan etti ve İzmir Sancak Beyini katl ile Saruhan sancak beyini bozguna uğrattı. Nihayet Bayezid Paşa ve Şehzade Murad komutasındaki ordu Börklüce ve adamlarını mağlub etti. Manisa’da etrafında 3000 adamıyla isyan eden Torlak Kemal ve adamlarım aynı ordu dağıttı ve isyanın Anadolu ayağı bastırılmış oldu.

Kazasker bulunduğu sırada etrafına hayli adam toplayan Bedreddin ise Deliorman’da oturmuş Anadolu’daki isyanın büyümesini bekliyordu. Ancak Anadolu’daki taraftarları mağlub ve perişan olunca etrafına toplanan insanların mânevîyatı sarsıldı.

Çelebi Mehmed “Düzme Mustafa” adıyla isyan eden Yıldırım’ın oğlunun işini bitirmek üzere Taselya ve Selanik taraflarına gittiği bir sırada Deliorman’da Bedreddin vak’asını duydu. Oraya daha önce taraftarlarının işini bitiren Bayezid Paşa’yı gönderdi. Etrafındaki adamlarının bir kısmı dağılmış bulunan Bedreddin kolaylıkla ele geçirilip padişahın bulunduğu Serez’e gönderildi. Hakkında fetva olmadan idam edilmedi. Nihayet bir ulema meclisi toplandı ve cemiyet nizamım bozmaya kalkışan Şeyh Bedreddin’e idam cezası verildi. Kanı heder olmakla beraber “malı helaldir” denilmediğinden Serez’de bir dükkanın önünde asıldıktan (823/1420) sonra malı ailesine verildi.

Bedreddin Simâvî, idam edilerek siyasi bir ayaklanma bastırılmışsa da Balkanlarda bu fikrin taraftarları her zaman bulunmuş, zaman zaman haklarında birtakım kararlar uygulanmıştır.

Sünnî tarîk mensûbu bazı şeyhler Balkanlarda bulunan Işık zaviyelerinde Bedreddin’in fîkirlerinin devam ettiğini ve bunlarla mücadele edilmesi gerektiğim ilgili makamlara bildirmişlerdir. Nitekim Sofyalı Bâlî, Nureddinzade M. Mustafa ve Azîz Mahmûd Hüdâyî bunlardandır.[8]

Şeyh Bedreddin’in eserlerindeki cismanî haşir hususundaki fikri, umumî telakkiye aykırıdır. Ona göre beden için baka yoktur ve fenadan sonra beden cüzlerinin yeniden bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden Bâlî Efendi, Kanunî’ye verdiği bir layihada, şeyhi: “Allah katında gazaba uğramış asılmış Şeyh Bedreddin” diye anlatır. Azîz Mahmûd Hüdâyî de sultana arz ettiği layihada “Vâridat adlı bir kitap telif ve içinde haşr-i ecsad ve eşrat-ı saat’i inkar ettiğim ve kendisinin ilhad ve ibaha üzere olduğunu” kaydeder. “Dobruca ve Zağra bölgelerinde bulunan Simavnavî taraftarlarının te’dîb edilmesini ve köylerine sünnî imam tayin edilmesini” ister.[9]

Nureddinzade ise Vâridat üzerine yazdığı şerhin her noktasında, hususiyle cesedlerin haşri meselesinde şeyhe şiddetle hücum eder.

Simavî’nin tasavvufa dair en önemli eseri Vâridat’tır. Bu eserin pek çok şerhleri vardır.



MÜELLİF MUTASAVVIFLAR

Bulgaristan’dan yetişen müellif mutasavvıfların tesbitinde Bursalı Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri adlı eserini esas aldık. Bu eserde eser sahibi on sûfî tesbit edebildik. Bunlara XIX. Yüzyılın sonu ile XX. Yüzyılda yaşamış ve adı geçen eserde yer almayan iki müellif-mutasavvıfı ilave ettik. Ayrıca kütüphane kayıtlarında Bulgaristan şehirlerine nisbetle meşhur olmuş bazı müellif mutasavvıflara sadece isimleri ve eser adlarıyla temas edip geçtik. Eser sahibi olmayan sûfîler ise binlerle ifade edilecek sayıdadır. Onlara hiç girmeyeceğiz. Osmanlı Müellifleri dışındaki kaynaklardan bunlardan başka müellif mutasavvıf tesbiti mümkündür. Biz tebliğimizi onunla sınırladık. Biyografileri verirken hayatları iyi derecede bilinen ve ansiklopedilere geçmiş bulunanlarla ilgili bilgileri muhtasar tuttuk. Matbu kaynaklarda ve yeni çalışmalarda tanıtılan müelliflerin eserlerinin tanıtılmasında fazla detaya girmedik. Şimdi kronolojik sırayla müelliflerimizi tanıtalım.



l- SOFYALI BÂLÎ EFENDÎ (ö. 960/1553)

Bâlî Efendi, bugün Makedonya sınırları içinde kalan Usturumca’da doğdu. Ancak tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladı. Hayatının büyük bir kısmını Sofya’da geçirdiği ve orada medfûn bulunduğu için “Sofyalı” diye ünlüdür. Belgradî kendisini: “Rum meşâyıhının zübdesi ve asrı ulemasının a’lâ ve zübdesi” diye tanıtır. Halvetiyye’nin Çelebi Halîfe’ye bağlı kolundan Kasım Çelebi’ye müntesiptir.

Kanunî’nin iltifatına mazhar olmuş ve kendisiyle birlikte bazı seferlere katılmıştır. Sofya yakınlarında Salihiye denilen yere defnedilmiştir (960/1553). Kadı Abdurrahman tarafından kabrine türbe, yanma bir cami ve zaviye yaptırılmıştır. Uzun yıllar bir kültür merkezi gibi hizmet veren bu yapıların yerinde sadece sembolik bir mezar bulunmaktadır.[10]

Bulgaristan’da Bektaşî-Alevî menşeli tarîkatların etkisini gören Bâlî Efendi talebelerine, sünnî tasavvufun büyük mürşidi Gazzalî’nin eserlerim okumalarını tavsiye ederdi. Kanunî’ye Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin hakkında verdiği layiha, onun bu konudaki titizliğini göstermektedir.

Nureddinzade ve Kurd Mehmed Efendi’yi yetiştirmiştir. Şeriat-tarîkat çizgisinde bir yol izlediği anlaşılan Bâlî Efendi pek çok esere imza atmıştır.[11]

Eserleri

1. Şerh-i Fusûsu’l-hikem, İstanbul 1309, 444 sh.

2. Usûl-i fakr ismiyle anılan Etvâr-ı Seb’a, İstabul Belediye Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 1213, vr. 28 Türkçe; Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd Efendi, nr. 2996, vr.14 Türkçe.

3. Risâletü’l-kazâ ve kader, Konya Yusuf Ağa Ktp. nr. 12, vr. 11 Arapça; Süleymaniye Ktp., Reisü’l-küttab, nr. 55, vr. 330-339 Arapça.

4. Mecmüatü’n-nasâyıh, Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 350, vr. 47 Türkçe.

5. Manzûme-i Vâridat, Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd, nr. 2338, vr. 96 Türkçe.

6. Şerh-i hadîs-i kudsî küntü kenzen, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 3711,vr. 148 Arapça; Süleymaniye-Esad Efendi, nr. 3782, vr. 74-75, Arapça.[12]

Sofyalı Bâlî Efendi hakkında M. Ü. îlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda Ali Haydar Bostancı tarafından Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb’ası adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1996).



2- NUREDDİNZÂDE MUSTAFA MUSLÎHUDDÎN (ö. 981/1573)

Filibeli’dir. 908/1502’de doğdu. Bir müddet ilim tahsili ile meşgul olduktan sonra Halvetî ricâlinden Sofyalı Bâlî (ö.960/1553)’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Şeyhülislam Ebu’s-Suud Efendi ile sohbetlerde bulundu. Onun delaletiyle Küçükayasofya zaviyesine şeyh oldu. Uzun yıllar bu dergâhta şeyhlik etti. Kanûnî ile Zigetvar seferine katıldı ve sefer sırasında vefat eden padişahın naâşını İstanbul’a getirdi. 981/1573 yılında vefat edince Edirnekapısı haricinde Sırttekkesine defnedildi.

Belgradî onun icâzet aldıktan sonra bazı tarîk erbâbına karşı çekilmiş bir kılıç kesildiğini ve Şeyh Bedreddin’in Vâridat’ına red için şerh yazdığını; (bk. vr 113a-114a) Bosnalı Şeyh Hamza ve dervişlerine karşı son derece dikkatli davrandığını anlatır. Tarîkatı Balkanlarda Nureddinzade tarîki diye anılırmış.

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin eserlerinde ve mektuplarında kendisine bağlılığından bahsettiği Nureddinzade müteşerri’ bir şeyhtir. Devlet ricâliyle iyi seviyede bir ilişkisi bulunan bu saygın şeyhe Sokollu Mehmed Paşa saygı duymakta imiş.

Eserleri

1. Muhtelif Sûre Tefsirleri, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 42, vr. 71 Arapça; Millet Ktp., Ali Emiri, nr. 4454, vr. 117a-121a Arapça.

2. Şerhu’n-nusûs (Konevî), Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1278, vr. 165 Arapça.

3. Şerh ala vâridati’l-kübrâ (Bedreddin), Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1103, vr. 123-134 Arapça.

4. Terceme ve şerhu Menâzili’s-sâirîn, Süleymaniye Ktp., H.Reşid Bey, nr. 111, vr. 134 Türkçe.

5. Risâle-i vahdet-i vücûd

6. Risâle-i Mi’rac.[13]



3- KURT MEHMED EFENDİ (ö. 997/1588)

Filibe-Tatarpazarcığı’ndandır. Babası Helvacı Ömer Efendi diye meşhurdur. 931/1524 yılında doğdu. Dinî ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Sahn-ı Semân (Fatih) medresesinde muîd olarak vazifeye başladı. Tasavvuftaki üstadı Sofyalı Bâlî Efendi’dir. Şeyhi onu önce kendi memleketine halîfe olarak görevlendirdi. Ancak Bâlî Efendi’nin vefatından sonra önce onun yerine Sofya’ya; pîrdaşı Nureddinzade’nin vefatı üzerine de 981/1573 yılında İstanbul’a geldi, İstanbul’da K. Ayasofya semtinde, Sokollu Mehmed Paşa camiinde şeyhlik yaptı. Devlet ricâlinin saygısını kazandı. Bir takım seferlere katıldı. III. Murad’ın iltifatına mazhar oldu.

İstanbul’dan önce şeyhinin kabrini ziyaret için Sofya’ya; ardından sıla-i rahim için Tatarpazarcığı’na gitti. Burada hastalanıp vefat edince babasının yanına defnedildi (2 Şevval 997/1588). Eser ve tesir sahibi bir sûfiydi.

Eserleri

1. Mürşidü’l-enam ila dâri’s-selam (Şir’atü’l-İslam şerhi) Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 95, vr. 211 Arapça.

2. el- Mukaddimetü’l-Cezeriyye Tercemesi, Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 25, vr. 138.

3. Etvâr-ı seba Rısâlesi, İstanbul Belediye Ktp., O.Ergin Yzm. Nr. 349, vr. 1-8)

4. Ta’bîrnâme, nşr. Mustafa Tatcı, Ankara 1995; Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr.26589, vr. 48a-50a.

5. Sûre-i Mülk Tefsiri. bk. Tahir, OM, I, 145-146.



4- ATPAZARÎ OSMAN FAZLI (ö. 1102/ 1690)

Şumnulu’dur. İstanbul’da Fatih civarında Atpazarı semtinde ikamet ettiğinden “Atpazarî” diye meşhur olmuştur. İlk tahsilini Şumnu’da tamamladıktan sonra Edirne’ye geldi. Edirne’de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfesi Saçlı İbrahim Efendi’ye intisâb etti. Burada sıkı bir riyâzat ile seyr ve sülûke devam etti. Şeyhinin kendisine kızını vermek istemesi üzerine artık feyz alamayacağı düşüncesiyle İstanbul’a gitti. İstanbul’da yine bir Celvetî şeyhi olan Zâkirzâde Abdullah Efendi’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Zâkirzâde tarafından Aydos kasabasına irşada memur edildi. Şeyhinin vefatına kadar orada kaldı.

Şeyhinin vefatından sonra, önce Filibe’ye; sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’da muhtelif camilerde vaaz ve irşad hizmetlerini devam ettirerek kısa zamanda şöhrete kavuştu. Bu arada Atpazarı’nda Kul Camii imam ve hatipliği hizmetini yürütmekte iken evlendi ve satın aldığı evinin yanına dervişleri için zaviye odaları yaptırdı. Atpazarı’ndaki hizmetinin yanı sıra Ayasofya vakfından maaş alarak Vefa, Süleymaniye, Sultan Selim camilerinde vaizlik etti.

Tekke-medrese veya Kadızade-Sivasîzade mücadelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış bulunan Osman Efendi, kendisine yapılan çeşitli isnadlar sebebiyle önce memleketi Şumnu’da sonra da Kıbrıs Magosa’da ikamete mecbur edildi.

Osman Fazlı Efendi, ilim ve irfânı sayesinde saray muhîtine kadar nüfûz edebilmiş; devrin padişahları IV. Mehmed (Avcı) ve II. Süleyman’ın hürmetlerini kazanmış, açık kalpliliği, doğru sözlülüğü ile Edirne’de padişah IV. Mehmed’in huzurunda muhtelif zamanlarda verdiği vaazlarıyla devlet ricâlini açıkça tenkit etmekten geri kalmamıştı. Onun sürgüne gönderilmesi doğru bildiğini her yerde söylemekten çekinmemesindendi.

Osman Fazlı, Magosa’da sürgünde bulunduğu sırada 1102/1690 yılında vefat ederek oraya defnedildi. Kabri, Magosa’da “Kutup Osman Efendi” namıyla ziyaretgâhtır. Sekiz kadar tasavvufî eseri vardır. 150 kadar halîfe yetiştirmiş; Rumeli ve Anadolu’ya göndermiştir. Bunlar içinde en önemlisi Bursalı İsmail Hakkı’dır. Atpazarî, İbn Arabî ile Konevî’nin eserlerinden yararlanmış; onları okumuş, okutmuş ve şerhler yazmıştır.[14]

Atpazarî Osman Fazlı Efendi hakkında M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Ali Namlı tarafından Bursevî’nin Tamâmu’l-feyz adlı eseri vesîlesiyle bir mukaddime çalışması yapılmıştır (İstanbul 1994). Ayrıca Prof. Dr. Bedrettin Çetiner tarafından “Atpazarî Osman Fazlı ve el-Laihatü’l-berkıyyat Adlı Tasavvufî Tefsir Risâlesi” adıyla bir makale neşredilmiştir.[15]



5- FİLİBELİ AHMED ÜMMÎDÎ (ö. 1106/1694)

Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfelerinden Filibeli İsmail Ümmîdî Efendi’nin oğludur. İsmail Ümmîdî’nin babası da, Halveti meşâyıhından Alaeddin b. Muhsin Efendi’dir. İsmail Efendi, babası Alaeddin Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a gelmiş. Fatih camiinde vaizlik yapmış, bu arada Hüdâyî Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra babasının dergâhına halîfe olarak gönderilmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelip Ayasofya vaizliği de yapan İsmail Efendi Hüdâyî’nin tefsirini cem’ ederek ilim dünyasına büyük katkıda bulunmuştur.

Ahmed Ümmîdî işte böyle bir babanın yanında İstanbul’da yetişti. Babası gibi Fatih camiinde vaizlik, Küçükayasofya yanındaki Hüseyin Ağa zaviyesinde şeyhlik etmiştir. Vefatı 1106/1694’tür. Fatih’te dedesi İsmail Efendi’nin Çiviciler sokağındaki kabri yanına defnedildi. Eserleri yazma halde bulunmaktadır:

l. Mecâlis-i evliya (20 cüz kadar).

2. Dîvan-ı ilahiyyat, Çorum İl Halk Ktp. nr.2233, vr. 23 Türkçe.

3. Terceme-i keşf-i beyan fi’t-tıb

4. Risâletü’l-ed’ıyye.[16]



6- FENÂYÎ MUSTAFA EFENDİ (l 115/1703)

Şumnulu’dur. Selamî Ali Efendi’nin hulefâsındandır. Beşiktaşlı Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı dergâhta şeyhlik etmiştir. Vefatı 1115/1703’tür. Tasavvuf yoluna girmeden evvel, Yeniçerilerin yirminci bölüğünün odabaşısı olduğu için zamanında Odabaşı Şeyhi namıyla meşhur olmuştur. Eser olarak bir Dîvân’ı vardır.[17]

Şiirleri tasavvufî mazmunlar açısından zengindir:

Ey cemalin pertevin âlemde peyda eyleyen

Yine ol âyinede hüsnün temaşa eyleyen

Bir avuç toprağa salmış câm-ı aşkın cür’asın

Kimini akıl, kimini mecnun u şeydâ eyleyen

Şems-i vahdet zerresinden âb u kîlde var eser

Çeşm ü aklı O’dur dâna vü bina eyleyen

Bir beytinden:

Keşfolur ona bütün mâhiyyet-i kevn ü mekan

Sırrı tevhîd olsa bir ayine-i dilde ıyân



7- BURSALI ÎSMAİL HAKKI (ö. 1137/1724)

İsmail Hakkı, Silsile-i Celvetî adlı eserinde kendi terceme-i hâlini mufassal olarak anlatmaktadır. Kendi ifadesine göre, “aslen İstanbullu olan ailesi büyük yangından sonra Aydos kasabasına hicret etmiş” İsmail Hakkı da orada dünyaya gelmişti. Osman Fazlı Efendi burada Zâkirzâde’nin halîfesi sıfatıyla bulunduğundan, babasının delaletiyle üç yaşında iken onun elini öpmüş, bilahare de İstanbul’da kendisine inabe alarak halîfesi olmuştu. Hilafet hizmetiyle Üsküp, Bursa, Şam ve Üsküdar gibi muhtelif şehirlerde bulundu. Ancak hayatinin büyük bir kısmım Bursa’da geçirdiği ve orada “neşr-i feyz-i tarîk “ eylediği için Bursevî diye meşhur olmuştur.

Bursalı İsmail Hakkı da şeyhi Atpazarî Osman Efendi gibi halk üzerinde büyük bir tesir icra etmiş; hatta bu yüzden II. Mustafa zamanında Nemçe Savaşı’na padişahla beraber iştirak etmesi için Bursa’dan davet olunmuştu (1107/1695). İki yıl kadar devam eden bu muharebede İsmail Hakkı’nın birkaç yerinden yara alacak kadar cansiperane hizmetlerde bulunduğunu görmekteyiz.

Alim ve sûfî hüviyetiyle yüzden fazla eser yazmış bulunan İsmail Hakkı, ulema arasında “velüd” unvanına layık bir müelliftir. Onun en meşhur eseri Rûhu’l-beyân adlı tefsiridir. Onun İslam dünyasında asıl şöhretini sağlayan bu eseridir.

İsmail Hakkı uzun yıllar hizmet ettiği Bursa’da 1137/1724’te vefat ederek Tuzpazarı civarında dergâhı harîmine defnedilmiştir.[18] Bursevî, üzerinde akademik pek çok çalışma yapılmış bir mutasavvıftır.[19]



8- ZARÎFÎ ÖMER EFENDİ (ö. 1210/1795)

Rusçukludur. Sa’di tarîkatı meşâyıhındandır. 1210/ 1795 târihinde memleketinde irtihal eyledi. Bey Mezarlığı karşısında Tonbul Cami-i Şerifi hazîresinde medfûndur. Eserleri Türkçe’dir.

1. Pendnâme: 1271 ve 1327 yıllarında iki defa basılmıştır. Mehmet Aslan tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.[20]

2. Tasavvufnâme: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186 vr. 61-66; Tercüman Gazetesi Ktp. nr. 266, vr. 276-296.

3. Istılâhât-ı Meşâyıh: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186, vr. 48-60.

Zarîfî Ömer Efendi, ismindeki zarafet gibi Türkçe’yi nezih kullanan şaîr sûfîdir. Nitekim Pendnâme’sinden alınan şu mısralar buna delildir.

Kendüden uluya rağbet eyle-gil

Hem kelamı bil edeble söyle gil



Ulu kadrin fehmeden olur ulu

Gözleyen adâb u erkân ve yolu



Ulunun hayr duâsın alasın

Rütbe-i âlî onunla bulasın



Ulularla meşveret kılsa kişi

Çıkarır elbette başa ol işi



Meşveretsiz kim ki iş işleye

Sol nedâmet parmağın çok dişleye[21]



9- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ (1235/1819)

Köstendilli’dir. Tasavvufî derinliği kadar biyografi bilgisi ve bu konuda yazdığı eserlerle ayrı bir ünü ve yeri vardır. Özellikle Bahru’l Velâye adlı eserinde menakıbını yazdığı bin kadar sûfîden son yirmi kadar Köstendil ve çevresinde yaşamış olanlardır.

Süleyman Şeyhî Efendi, 1163/ 1750 yılında Köstendil’de doğdu. Mollazadeler olarak bilinen bir aileye mensuptur. Şiirlerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmıştır. İki yaşlarında babasını kaybettiği için ağabeyi Çelebi İbrahim’in himayesinde büyüdü, ilk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. Çeşitli ilimlerden ikmal-i nüsah eyledi. O günün şartlarında, İstanbul’a gitmeden Bulgaristan’ın Köstendil ve Sofya şehirlerinde ilmî bir derinlik kazanma imkanı vardı. Nitekim kendisi Müderris Şeyh Mustafa Efendi’den tahsil gördüğünü, onunla boş vakitlerinde İbn Arabî’nin Fütuhat’ını mütalaa ettiklerini belirtmektedir.[22]

Süleyman Şeyhî’nin tarîkat ilişkisi ağabeyi Çelebi İbrahim’in tarîkata girmesiyle başlar. Çelebi İbrahim’in Nakşbendî şeyhi Şâmizâde Mustafa Efendi’ye intisâb ettikten sonra Süleyman Efendi de ona intisâb etti. 1193/1779 yılında 30 yaşında şeyhi kendisine tarîkat hilâfeti verdi. Aynı yılın baharında Şâmîzade vefat etti.

Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolundan olduğu anlaşılan Şeyhî Süleyman Efendi, gerek kalemi gerek kelamı ile Bulgaristan yöresindeki Müslüman Türklere büyük hizmet etmiştir. Yetiştirdiği pek çok halîfesini de bu yörelerde istihdam etmiştir.

Şeyhî hayatının tamamına yakınını Köstendil’de geçirmiştir. Ancak eserlerinde onun Üsküp, Yanya, İştip, Edirne, Ohri, Selanik, Nevrokop, Samakov, Sofya ve Yenice gibi şehirlere ya seyahat ettiği veya halîfeleri vasıtasıyla ulaştığı anlaşılmaktadır.

Süleyman Şeyhî, 1235/1819 yılında Köstendil’de vefat etti. Kabri, Bursalı M. Tahir Bey’in ifadesine göre Bulgaristan’ın kuruluşundan sonra başka binaya tahvil edilmiştir.

Süleyman Şeyhî Efendi tasavvufun hem amelî, hem de fikrî cihetiyle ilgilenmiştir. Dolayısıyla çevresinde geniş bir mürîd kitlesi oluşmuş, pek çok eser vermiştir. Onun eserleri tasavvufî adaba, tasavvufî tefekküre, terceme-i hal, tabakat ile şiir ve edebiyata dairdir.

Süleyman Şeyhî Efendi Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıf müellifler arasında en velüd olanlardan ikincisidir. Ancak XIX. yüzyıl gibi karışık bir dönemde yaşamış olması ve Köstendil’in İstanbul’dan uzaklığı sebebiyle yeteri kadar tanınmamıştır.

Müellif mutasavvıfımız, eserlerinin tamamına yakınım Türkçe yazmıştır. Osmanlı müellifleri arasında eserlerinin tamamını Türkçe yazanların sayısı pek azdır.

Eserleri

1. Lemeât-ı Nakşbendiyye: Şeyhi Şamizade Mustafa Efendi ile ağabeyi Çelebi İbrahim’in menakıbını anlatmak üzere yazılmış bir eserdir. Bk. A. Ü. Dil Târih ve Coğrafya Fakültesi Ktp. Yazma Eserler, M. Özak, 570; İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 2000.

2. Dîvân: Süleyman Şeyhî, kendisine ait iki dîvândan bahsediyorsa da bugün sadece biri mevcut ve matbûdur. Yazma nüshası İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 1784; İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 758.

3. Zübde-i Nefehâtü’l-üns: Nefehât’ın özeti mahiyetindedir. Süleymaniye Ktp. H.H.P. nr. 579/ 2; AÜ. D.T.C.F. Ktp. Yazma Eserler, nr. 2477/2.

4. Şerh-i Kelâm-ı Kibar: Hz Ebû Bekir’e izafe edilen bir sözün açıklamasıdır, İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.

5. Mir’atü’l-muvahhidîn: Tasavvufî ıstılahların açıklandığı bir eserdir. Vahdet-i vücûd merkezli yorumlara yer verilmektedir, İ. Ü. Ktp. Serez, nr.1515; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469/ l, Süleymaniye Ktp. H.M.E., nr. 2567.

6. Mektûbat-ı Erbaîn: Türkçe mektuplardan oluşur. Şeyhî Efendinin yazdıkları île kendisine yazılan mektuplardır. İ.Ü. Ktp. Ty. 3460/ 7; Süleymaniye Ktp. M. Arif, M. Murad, nr. 213/1; İst. Bel. O. Ergin, Yzm. nr. 283.

7. Terkîbât-ı Erbaîn: Günlük hayatına dair bazı olaylar, bilgiler ile rüyalar ve tabirlerinden oluşur. Süleymaniye H.M.E. nr. 2710/2; Süleymaniye M. Arif- M. Murad, nr. 213/ 3; Î.Ü. Ktp. Ty, nr. 3469/ 6.

8. Te’vîlât-ı Erbain: Çeşitli konulara dair kırk hadisin şerhidir. Süleymaniye H.M.E. 2710/ l; Süleymaniye, M. Arif, M. Murad, nr. 213/ 4.

9. Mecmûatü’l-Ma’arif: Tasavvufî ıstılahları Türkçe açıklayan bir risâledir. Süleymaniye H.M.E., nr. 2549; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 923/ 2.

10. Kûtü’l-uşşâk: Bir mukaddime, üç tavırdan (bölüm) meydana gelen tasavvufî konulardan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., H.M.E. nr. 2462.

11. Medar-ı Sâlikân: Lema’ât’ın özeti gibi Nakşbendiyye adabını anlatan bir risâledir. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2242/ 2.

12. Etvâr-ı Hâcegân: Konuları itibariyle Medar-ı Sâlikân’a. benzediği için aynı eser sanılmışsa da farklı olduğu anlaşılmaktadır. Nakşbendî usulü ile ıstılahlarından bahseder. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2243/ 3.

13. Nükâtü’l-hikem: Bir mukaddime, üç fasıl ve bir hatimeden oluşan eser, genellikle insan-ı kamil, şeriat, tarîkat, marifet, ve hakikat kavramlarından bahseden hacimli bir eserdir. Süleymaniye Ktp. Serez, nr. 1510; Süleymaniye Ktp.. H.M.E., nr. 2563; AÜ. D.T:C.F. Ktp., Yzm., M. Con., nr. 371/ 2; Almanya Tübingen Devlet Ktp. Arşivi nr.1402.

14. et -Tali’a fî esrâri’l - ilâhiyyeti’s -sermediyye: Meratib-i vücüddan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1504; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 2573; İ. Ü. Ktp., Ty, nr. 923/1.

15. Şerh-i Kelâm-i Vâsıtî: Ebû Bekir Vasıtî’nm bir sözünü şerh için yazılmış risâledir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.

16. Şerh-i Kelimât-ı Bedreddîn: Vâridattan alınan bir bölümün açıklaması ve yorumudur. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469, îst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm., nr. 283.

17. Şerh-i Kelâm-ı Câ’fer-i Sadık: Ca’fer-i Sadık’ın bir sözünün tasavvufî yorumundan ibarettir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.

18. Bahru’l-velâye: Bin civarında tasavvufî büyüğü anlatan bir süfî tabakalıdır. Son kısmında Köstendil meşâyıhına da yer verilmiştir. İ.Ü. Ktp. Ty., nr. 2535; Süleymaniye Ktp., H.H.P., nr. 579/1; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 5428; Almanya Berlin Devlet Ktp. 579/1.

19. Burûku’l-âşikân ve sülükü’l-mürîdân: Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1515. Ali Yılmaz tarafından Mollazade Süleyman Şeyhî Köstendilî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bahrü’l-velâyesi adıyla bir doktora tezi hazırlanmıştır (Ankara Ün. ilahiyat Fak. 1984). M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Mustafa Ejder tarafından Köstendilli Mollazâde Süleyman Şeyhî Efendi’nin Mir’âtü’l-muvahhidîn Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998). Yine aynı fakültede Kazım Aydemir tarafından Köstendilî Süleyman Şeyhî’nin Kütü’l-uşşak ve Huldsatü’l-esrâr Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998).



10- YÛSUF EFENDİ (1282/ 1865)

Şumnuludur. Nakşbendî meşâyıhından ve ilm-i kıraat mutehassıslarındandır. 1282/1865 târihinde Edirne’de irtihal ederek Buçuktepe kabristanına defnedildi. Kur’an-ı Kerîm’in cem’i ve tertîbi hakkında “İm’ân fi cem’i’l-Kur’ân” (Edirne Badi Efendi Ktp. Nr. 2091) isminde bir eseri vardır. Şeyhlik seviyesine yükselmiş olmakla birlikte tasavvufa dair eseri yoktur. Kur’an ilimleriyle ilgili de olsa te’lif sahibi olması itibarıyla biz kendisini müellif mutasavvıflar meyânında zikrettik. Osmanlı Müellifleri’nin zikrettiği bu on müellif mutasavvıftan başka Bulgaristanlı müellifler vardır. İstanbul kütüphane kataloglarına şöyle bir atf-ı nazar edildiğinde hemen göze çarpıveren müellif mutasavvıflardan bazılarını eserleriyle şöylece sıralayabiliriz.

1. Ali Köstendilî: Telvîhât-ı Subhâniyye ve Mülhemât-ı Rahmâniyye (drl. Mehmet Şuhüdî), İst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 345, Türkçe.

2. Saîd b. Mustafa Köstendilî, Tenbîhü’l-ihvân fi Ru’yeti’l-’ayn ve’l-a’yan, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmüd, nr, 3116, Türkçe.

3. İbrahim b. Abdullah Babadağî (ö.1184/ 1770), Teshîlüt-tarîka, Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1582, Türkçe.

4. Alaeddîn Ali Çelebi b. Salih Filibevî (ö. 950/ 1553), Risâle fi deveranis-sufiyye, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr. 860, vr. 125-126, Arapça; Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, vr. 122-125.

5. Salih Fakrî (Fikrî) Filibevî, Şerh-iBeyanü’l-hakaik, Sül. Tırnovalı, nr, 1423, Arp.

6. Rusçuklu Mustafa b. Carullah Beyanî (Ö.1006/ 1597), Tezkiretüş-şu ‘ara, Ankara 1997, Türkçe.

7. Ahmed b. Ebubekir Keşfi Samakovî, Şerhut-tarîkdti’l-Muhammediyye, Beyazıt Ktp., nr. 1611;

8. Yusuf b. Mustafa Silistresi, Sefînetü’l-muttakîn ila sebili Rabbi’l-alemin, Süleyman Ktp., Hekimoğlu, nr. 444, Türkçe.

Bunlardan Köstendilli Ali Efendi, Halvetî meşâyıhından bir zat olup Üsküdar’da medfundur. Şakayık Zeyli’nde İsmet Efendi onun hakkında bilgi vermektedir, (bk. s. 304-314)

Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıflarla ilgili genel bir rakam vermek uzun araştırmalar gerektiren bir husustur. Ancak İstanbul ve Anadolu’da bulunan tarîkatların hemen hepsinin Bulgaristan’da tekkeleri ve temsilcileri bulunduğu biliniyor. Özellikle Halvetîlik ve Celvetîlik bunların başında gelmektedir. Celvetîyye tarîkatı pîri Azîz Mahmüd Hüdâyî’nin Anadolu’da ve Balkanlar’da görevlendirdiği 64 halîfenin 10 kadarının Bulgaristan topraklarında istihdam edilmesi, bu konuda bir fikir verir.[23]



DİĞER MÜELLİF MUTASAVVIFLAR

Osmanlı Müellifleri’nin telifinden sonra Bulgaristan’da yetişmiş iki önemli müellif-mutasavvıf dikkat çekmektedir. Onlar da Filibeli Ahmed Hilmi ve Tırnovalı İsmail Fenni Ertuğrul’dur. Şimdi bu iki zatı kısaca tanıtalım.



11- FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1281/1865-17 EKÎM 1914)

1281/1865 yılında Filibe’de doğdu, ilk tahsilini Filibe müftüsünden aldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdi. Bir müddet ailesiyle İzmir’e gitti. Devir Abdülhamid Han devridir ve ortalıkta dolaşan “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” gibi sloganlar onu da etkilemiş, bir ara güya istibdada karşı mücadele hevesiyle Mısır’a kaçmış, orada “Çaylak” isimli bir gazete çıkarmıştır. Jön-Türk heyecanı onu da sarmış görünmektedir.

1901 yılında İstanbul’a gelir, fakat kısa bir süre sonra Fizan’a sürgüne gönderilir. Ahmed Hilmi Bey 1908 Meşrutiyet ilanına kadar Trablusgarp’ta kalmıştır. Burada bulunduğu yıllar kendisinin tasavvuf ve tarîkatla tanıştığı yıllardır. Orada Kadiriyye şubelerinden Abdullah Selam Esmer Arûsi’ye bağlı bulunan Arûsiye koluna intisâb etti. Muhyiddîn Arûsî takma adıyla İki Gavs-i Enam ile Abdülhamîd ve Senûsîler adı ile iki eser kaleme aldı. Ahmed Hilmi bu eserlerinde tarîkat mensuplarının Kuzey Afrika’da Müslüman fakir halk üzerindeki etkisini ve Türkleri sevmeyi adeta tarîkat şartı gördüklerini anlatır.

Ahmed Hilmi Bey beş-altı yıllık sürgün hayatından sonra daha bir olgunlaşmış olarak 1908 Meşrûtiyetiyle birlikte İstanbul’a döndü, İstanbul’da İttihâd-ı İslam ismiyle haftalık bir gazete neşretmeye başladı. Gazete ancak 19 sayı çıkabildi. Daha sonra İkdam ve Tasvîr-i Efkar gazetelerinde yazdı.

1910 yılında Hikmet adlı İslamî bir gazete çıkardı. Bu gazetede şeyh Muhyiddîn-i Arüsî takma adıyla tasavvufî yazılar yazdı. 1911’den itibaren Hikmet dergisinin yanı sıra Hikmet gazetesini de çıkarmaya başlayarak İttihad ve Terakkî hükümetine karşı mücadele cephesi açmış bulunuyordu. Pek çok olay üzerine kapatılan gazetenin sahip ve başyazarı Ahmed Hilmi Bursa’ya sürgüne gönderildi. Fakat mücadeleden yılmadı. Meşrutiyetten ölümüne kadar geçen altı sene gibi kısa bir zaman dilimine kırk kadar eser ve yüzlerce makaleyi sığdırabilmiştir.

Bir ara Dârü’l-fünûn’da felsefe profesörlüğü de yapan Ahmed Hilmi, felsefe ve tasavvuf konularındaki derinliği ile dikkat çekmektedir.

19. yüzyılın pozitivist ve materyalist felsefî telakkisine karşı fikri mücadeleyi de elde bırakmamış Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti adlı bir eser yazmıştır. 17 Ekim 1914’te bir yemek zehirlenmesinden vefat etmiştir.

Ahmed Hilmi Bey’in sayılan kırkı aşkın eseri bulunmaktadır. Biz burada sadece tasavvufî olanlarına temas edeceğiz:

1. Asr-ı Hamîdî’de Âlem- İslam ve Senûsîler: 124 sayfalık eserde müellif Şeyh Ahmed Senûsi’nin İstanbul’a gelişi münasebetiyle Kuzey Afrika’daki tasavvufî hayat ve tarîkatları anlatmaktadır.

2. İki Gavs-i Enam Abdülkadir ve Abdüsselam (İstanbul 1331): Ahmed Hilmi bu eserinde Abdülkadir Geylanî ve Abdüsselam Esmer’i menkıbevî tarzda anlatmaktadır. Bu eserinde Tarîkatlar ve Ricâl diye bir eserinin varlığından söz ediyorsa da bugün mevcud değildir.

3. A’mâk-ı Hayal: Râcî’nin Hatıraları: (İstanbul 1326). Tasavvufî üslupla yazılmış bir romandır.

4. Tasavvuf-i İslamî

Tamamlanıp neşir imkanı bulunamamış eserleri:

5. Bektâşîler

6. Şeyh Bedreddin

7. Gazal-i Bedeviye.[24]



12- TIRNOVALI İSMAİL FENNÎ ERTUĞRUL (ö. 1945)

1271/ 1855’te Tırnova’da doğdu. Babası Tırnova mahallî idare meclisi azası Mahmûd Bey’dir. İlk tahsilini Halvetî Melamî ricâlinden Ahmed Amiş Efendi (ö.l920)’nin Tırnova’daki sibyan mektebinde yaptı. Sibyan mektebini tamamladıktan sonra medreseye devam ederek İslamî ilimlerde ikmali nüsah eyledi. Medresede talebe iken bir yandan da muhasebe kalemine devam ederek muhasebe öğrendi. Vâridat mukayyidliği ile muhasebecilik mesleğine başlamış oldu. Daha sonra Tırnova muhasebeciliği görevine getirilen Cûdi Efendi’den hem muhasebe bilgisini geliştirdi hem de mûsikî meşk etti. Tırnova’nın Ruslar tarafından işgali üzerine 1876’da İstanbul’a hicret etti. Çeşitli mali görevlerde bulunduktan sonra 1909’da emekli oldu. Eserlerini emekli olduktan sonra vefatına kadar olan dönemde yazdı.

Tasavvufa olan ilgisi, Tırnova’da iken sıbyan mektebinden talebesi olduğu Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi vasıtasıyla başlamış, gelişerek devam etmiştir. Söz konuşu şeyhten ameli olarak tasavvuf öğrendiği gibi tasavvufun tefekkür tarafım da ihmal etmemiştir.

Yaşadığı dönemdeki pozitivist ve materyalist cereyanlara karşı o da Filibeli Ahmed Hilmi gibi duyarlılık göstermiş ve Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali (İstanbul 1928) adıyla bir eser kaleme almıştır. Yine Dozy’nin Târih-i İslamiyet adlı eserme İzale-i Şükuk (İstanbul 1928) adıyla cevap vermiştir. Tasavvuf vadisinde ise Vahdet-i Vücüd ve Muhyiddîn-i Arabî (İstanbul 1928) adıyla özgün bir çalışma yapmıştır, İ.Fenni bu eserinde tasavvufî tefekkürün büyük temsilcisi İbn Arabî’nin görüşlerim savunmaktadır. Bu çalışma Mustafa Kara tarafından yeni harflerle yayımlandı (İstanbul 1991).



NETÎCE

Bahse konu on iki müellif mutasavvıftan dördü Celvetî, üçü Halvetî, üçü Nakşbendî, biri Sa’dî, biri Kâdirî’dir. Bu duruma göre Bektaşîliğin dışında Bulgaristan’da en etkin tarîkatın Celvetîyye olduğu söylenebilir. Bunu Halvetiyye; XX. yüzyıldan sonra ise Nakşbendiyye izlemektedir. Yine incelediğimiz müellif mutasavvıf on iki şahsiyetten dördü Filibeli, üçü Şumnulu, diğerleri ise Sofya, Köstendil, Rusçuk, Tırnova ve Aydos şehirlerindendir. Bu durum Filibe’nin entelektüel yapısını teyit etmektedir.

Bulgaristan’da yetişen bu müellif mutasavvıflar arasında en velüd olanı elbette İsmail Hakkı Bursevî’dir. Onu Köstendilli takip etmektedir. Ardından Atpazarî, Nüreddinzâde, Bâlî Efendi ve diğerleri gelmektedir.

Bulgaristan’ın kültür târihinin yazılabilmesi için tasavvufun en önemli kurumları olan tekke ve tarîkatlar, sûfî ricâli eserleriyle ilim dünyasına tanıtılması ve yazma eserlerin neşredilmesi gerekir. Bizler M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ana bilim dalı olarak bu konuya ayrı bir önem atfetmekte ve bu bölgeden yetişen müellif mutasavvıfların yazma eserlerini yüksek lisans ve doktora çalışması olarak vermekteyiz. Diğer ilim dalları ve müesseselerin de konuya ilgi göstermelerim temenni ederiz. Ayrıca Bulgaristan ve Sofya Kütüphaneleri’ndeki Osmanlıca Arapça ve Farsça yazma eserlerin Arapça ve Türkçe toplu bir katalogunun neşredilmesi araştırmacılar için fevkalade önem arz etmektedir.

Bir temenni ile tebliğimi bitirmek istiyorum: Bulgaristan’daki şehir ve kasabaların yerlerini gösteren ve târihi adları ile çağdaş adlarını veren İngilizce ve Türkçe atlas ve haritalar hazırlanması araştırmacılar için çok faydalı olacaktır.


[1] DİA, “Deliorman” mad., X, 141.

[2] Vakıflar Dergisi, 1942, II, 279-386.

[3] Barkan-Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 943/1546 yılları; Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 301.

[4] bk. Barkan, agm. s. 293.

[5] bk. “Vakıfların Milli Birlikteki Rolleri ve Demir Baba Türbesi”, Vakıflar Dergisi, 1988 sy. XX, s. 400.

[6] bk. Kemal Daşçıoğlu, 1827 (1243) Târihli Muhalle/at Defterine Göre Bektâşî Zaviyeleri, S. Demirel Ü. Sosyal Bil. Ens. Isparta 1996.

[7] İA, XI, 446.

[8] bk. Baki Öz, Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri, İstanbul 1995, s. 140 vd.

[9] bk. H. Kâmil Yılmaz, Hüdâyî, s. 102-106.

[10] DÎA, VI, 406-407.

[11] DİA, V, 20.

[12] bk. Tahir, OM, 1,42; Belgradî, Silsiletü’l-mukarrabîn ve menâkıbu’l-müttakîn, Süleymaniye Ktp, Şehid Ali Paşa, nr. 2819.

[13] Bk. Ataî, Şakdik Zeyli, I. 212 vd.; Belgrâdî, Silsiletü’l-mukarrabîn, vr. 113a-114a; Süreyya, SO, IV, 494 vd.; Tahir OM, 161; Yılmaz, Hüdâyî, s.48, dn 33.

[14] Bk. Osman Fazlı’nın hayatı hakkında Bursalı İ. Hakkı, Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca Uşşâkîzdde Zeyli, 686 vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, n, 43b; Tahir, OM, 1,15; Yılmaz, Hüdâyî, s.247 vd.; DİA, IV, 83 vd.’da eserleri tanıtılmaktadır.

[15] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16-17, (1998-99), s. 7-54.

[16] Bk. Şeyhî, age, II, 96, Uşşakîzâde, age, 124 vd.; İsmet Efendi, Tekmiletü ‘ş-Şekâik, 496-472; Tahir, OM, 1.28; Yılmaz, Hüdâyî, 133, 290.

[17] Mustafa Fenâyi, Şumnulu Dîvânı, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr.160, vr.123, Türkçe.

[18] Bk. Bursevî, kendi hayatı hakkında Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca bk. Uşşakîzade Zeyli, 686vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, II, 43b; Tahir, OM, I, 28 vd.; Yılmaz, Hüdâyî, s.249 vd.

[19] Bk. Ali Namlı, Türkiye Akademik Tasavvuf Araştırmaları Bibliyografyası, İstanbul 1997.

[20] Dîvân, 1994, ÎSAM., T. 811.218 /ZAR. P.

[21] Bk. Tahir, OM, I, 109.

[22] bk. Terkîbât, vr. 210.

[23] bk. Yılmaz, Hüdâyî, s. 130-138.

[24] bk. Ziya Nur, İslam Târihi, İstanbul 1974, esere yazılan mukaddime.

Kaynak: www.hasankamilyilmaz.com

16 Haziran 2010 Çarşamba

Bulgaristan’da neler oluyor?

Ayhan Demir

Bulgaristan Müslümanları, Osmanlı Devleti'nin Balkanlardan çekilmesinden sonra bölgede bırakmak zorunda kaldığı Müslüman toplumlardan bir tanesiydi. Bulgaristan Müslümanları, yaklaşık bir buçuk milyon dolayındaki nüfusuyla, Avrupa ülkelerindeki en büyük azınlık olma özelliğine de sahip. Bulgaristan Müslümanları etnik köken itibarıyla Türk, Pomak, Çingene, Tatar ve Makedonlardan oluşuyor.

Bulgarlar, en geniş din, dil ve kültür haklarına sahip olarak, beş asır boyunca Osmanlılar tarafından idare edildiler. Buna karşılık Bulgarlar, son yüzyılda, bu toprakları Müslümanlara dar etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bulgaristan'da komünizm döneminde İslam'a ve Müslümanlara karşı bir kampanya başlatılmıştı. Komünizmin çökmesinden sonra bu kampanya büyük ölçüde sonlanmışsa da, bu kampanyayı yeniden canlandırmak niyetinde olan birkaç kişinin uğraşları devam ediyor. Bu zulüm ve baskılar karşısında Bulgaristan Müslümanlarının, milli ve milletlerarası sahada, en büyük destek ve güvencesi ise; 19 Nisan 1909'de Türk ve Bulgar hükümetlerince İstanbul'da imzalanan bir protokol ve 29 Eylül 1913'te imzalanan İstanbul Antlaşması gibi milletlerarası hukuka dayanarak kurulan Bulgaristan Baş Müftülüğü'dür.
Bulgaristan Baş Müftülüğü

Bulgaristan Anayasası'nda belirlenen haklar gereğince kabul edilen dinler kanununa göre çalışan bağımsız bir dinî kurum olan Bulgaristan Baş Müftülüğü'ne bağlı; bin civarında imam ve on bölge vaizi, bin 156 cami, cuma namazı kılınmayan 302 mescit, 51 tekke ve türbe bulunuyor. Dinî hizmetler; Sofya'daki Baş Müftülük merkezi ve 16 Bölge Müftülüğü, bin 300'e yakın yerleşim yerinde bulunan ve Müslümanların dinî işlerinden sorumlu olan cami encümenlikleri tarafından yürütülüyor.

Bulgaristan Baş Müftülüğüne bağlı olarak; Sofya'da bir Yüksek İslâm Enstitüsü ve Şumnu [Şumen], Rusçuk [Ruse] ve Mestanlı'da [Momçilgrad] üç İmam Hatip Lisesi bulunuyor. Madan kasabasında ise, bir hafızlık merkezi faaliyet gösteriyor. Kırk devlet okulunda haftada bir saat olmak üzere İslâm Dini dersi okutuluyor, yaz döneminde Müslümanların yaşadığı birçok bölgede Kur'ân kursları düzenleniyor. Bulgarca ve Türkçe kitaplara ilaveten Müslümanlar isimli aylık bir dergi yayınlıyor. Hacc organizasyonu da yapılıyor.

Bulgaristan Baş Müftülüğü, yürüttüğü faaliyetler vesilesiyle, her yıl onlarca inançsız veya Hıristiyan Bulgar'ın İslam ile şereflenmesine de vesile oluyor. Müslümanlığı benimseyen ama bunu ilan etmeye çekinen pek çok Bulgar var. Kısaca, Bulgaristan Baş Müftülüğü, bu ülkede yaşayan Müslümanların şahdamarı konumunda... Bu sebeple, 130 yılı aşkın bir geçmişe sahip olan Bulgaristan Baş Müftülüğü, özellikle komünist lider Todor Jivkov dönemi başta olmak üzere, her dönemde Bulgar yöneticilerin öncelikli hedefi oldu. Bulgaristan kanunlarına göre, bu ülkede yaşayan Müslümanların, kendi aralarında belirledikleri esaslar doğrultusunda, dinî önderlerini seçme hakları var. Bulgaristan'daki Müslümanlar, 1991 yılından bu yana bu haklarını kullanarak dini temsilcilerini seçiyor. Fakat Müslüman delegeler tarafından seçilen yönetimin ve alınan kararların tescil edilmesi şartı koşuluyor. Tescil işlemi, 2002 yılının sonuna kadar Başbakanlığa bağlı Diyanet Müdürlüğü tarafından yapılmaktaydı. 2002 yılı sonundan itibaren, bu yetki Sofya Şehir Mahkemesi'ne devredildi. Bir başka ifadeyle, Müslümanların dini liderlerini seçmek hakkı, devletin çeşitli kademeleri tarafından, kabul edilmiyor.
İstihbarat ajanı: Nedim İbrahim Gencev

Müslüman delegeler, Baş Müftü ve Yüksek İslâm Şûrası seçimlerinde temsilcilerini belirliyorlar. Ancak, belli odakların desteğiyle, Baş Müftülük çalışmalarını önlemek isteyenler daima seçimlere itiraz ediyorlar. Bu isimlerin başını Bulgar Komünist Parti'nin Baş Müftüsü, istihbarat ajanı bir emekli Yarbay olan Nedim İbrahim Gencev yer alıyor. Gencev, tescil işlemlerine itiraz ederek, yıllardır Baş Müftülüğün çalışmalarını hukukî olarak engelliyor. Ayrıca, hukukî boşluktan istifade ederek, her fırsatta, vakıf mallarını talan ediyor.

Bulgar Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından ülkedeki Müslümanların Baş Müftülüğüne getirilen Nedim İbrahim Gencev, bu göreve getirilmeden önce Kırcaali müftülüğü görevini yürütüyordu. Ondan önce de Bulgaristan'ın gizli polis teşkilatı DS'de çalışıyordu. Bu yönünü kendisi de itiraf etti. Fakat "gizli polis teşkilatında çalıştım" demek yerine sadece "polis teşkilatında çalıştım" diyor. Ardından da ilave ediyor: "Ama asla ihanet etmedim." Ne var ki, Müslümanlara karşı en ağır zulüm ve baskı uygulamalarının yapıldığı bir dönemde Gencev'in, "soyadönüş süreci"ne aktif katılımını, "Bulgaristan'daki Türklere hiçbir baskının olmadığını ve kaçanların birtakım hesaplar peşinde olduklarını" ileri süren açıklamaları bu ihanetin en somut delilidir.

İçkiye olan düşkünlüğü gizli polis teşkilatından atılmasına sebep olan Gencev, rejime sadakatinden dolayı, Türklerin yoğun olarak bulundukları Kırcaali vilayeti müftülüğüne atanmış. Dini meselelerle ilgili olarak sorulan sorulara oldukça cahilane cevap vermemesi için din ilimleri alanında biraz tahsil görmesi için Suriye'ye gönderilmiş. Suriye'de altı aylık bir ilahiyat tahsili gördükten sonra kendisine "ilahiyat doktoru" unvanı verilmiş. Normal şartlar altında birkaç yılda alınabilen bu unvanı, hukuk tahsili görmüş ve gizli polis teşkilatında çalışmış olan İbrahim Nedim Gencev, Bulgaristan'daki komünist diktatör Jivkov yönetimi ile Suriye'deki Hafız Esed yönetimi arasındaki "kültürel işbirliği anlaşması" sayesinde altı ayda gibi kısa bir sürede elde etmiş.

Normal şartlar altında Baş Müftülerin tayinle değil, Müslüman kitleyi temsil edecek delegelerin seçimleriyle belirlenmesi gerektiğinden, komünizmin çökmesinden sonra, Müslümanlar bir kongre düzenleyerek Baş Müftüyü seçimle belirleme kararı aldılar. Müslümanlar kongre kararı alınca Nedim Gencev de: "Kongreye giderek, bu ikiliğe bir son vereceğiz" demişti. Nitekim onun imzasıyla onun taraftarlarından bazıları kongreye geldiler ve Müslümanlar yeni Baş Müftüyü seçtiler. Fakat Nedim Gencev, kongreden sonra da faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. Müftülüğe paralel bir Hayırseverler Cemiyeti oluşturmuş. Kendisinin Baş Müftülük görevinde olduğu sırada yapılan birtakım anlaşmalar ve kontratlarla vakıf mallarımızın çoğu bu cemiyete devredilmiş olduğundan, bugün hala vakıf mallarının geliri bu cemiyete gitmektedir.

Nedim Gencev, 1996 yılında düzmece bir kongre ile kendini Baş Müftü ilan etmiş ve mahkeme de bu durumu tescil etmişti. Gencev, bu dönemde Bulgaristan Müslümanlarına ait birçok vakıf malını satarak zimmetine geçirmiş. Strasburg'taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 26 Ekim 2000 tarihinde aldığı kararla, Nedim Gencev'in 1994 ve 1996 yıllarında düzenlediği konferanslar aleyhinde hüküm vererek; sosyalist hükümet tarafından haksız olarak Müslümanların başına getirildiği, ayrıca devletin haksızlığa karşı gerekli savunma imkânlarını tanımadığı tespit edilmişti. Bunun üzerine Bulgaristan'daki Müslümanlar, 1997 yılında yeni bir kongre düzenlenme kararı aldılar. Bu kongrede mevcut ikiliğe son verilmesi için yeni bir tüzük ve aynı zamanda yeni bir yönetim seçildi. 1997'de yapılan konferans sicilden silindi ve mahkemenin bu konferans için inceleme başlattığı kimseye bildirilmedi. 2000 yılında Baş Müftü Selim Mehmed seçilirken, mahkemenin silme girişimi davası başlattığı yine duyurulmadı. 2005 yılında başka bir konferans yapıldı. Bu kez kayıt gerçekleşti, fakat daha sonra yine sicilden silindi.
Gencev, yeniden sahnede

Aradan geçen on yılı aşkın süre zarfında yapılan üç Baş Müftülük seçimlerine katılmayan Gencev, Nisan 2008'de yapılan kongre sonrasında yeniden harekete geçerek, Baş Müftülük yönetiminin yasal olmadığını ileri sürdü. 2008'deki konferans da mahkeme sicilinden silindi. Gencev, 2008 yılında mahkeme yoluyla bir hafta Baş Müftülük yetkisini aldı. Bu süre zarfında Sofya merkezde Bulgaristan Müslümanlarına ait 27 dönümlük bir arsayı bir Yunan şirketine sattı. Bu satış karşılığında 150 bin Euro'yu zimmetine geçirdiği biliniyor. Nedim Gencev, kendi kurduğu Baş Müftülükte yolsuzluk yaptığı ve zimmetine para geçirdiği iddiasıyla yaklaşık üç yıl önce gözaltına alınmıştı. Bu konudaki davaları hala sürüyor.

Bulgaristan'daki Müslümanlar, son olarak 31 Ekim 2009 tarihinde Olağanüstü Millî Müslümanlar Konferansı düzenlediler. Nedim Gencev, bu konferansa da davetli olmasına rağmen gelmedi. Bulgaristan Müslümanlarının temsilcileri olan imamlar, cemaat-i İslâmiye (encümen) üyeleri ve başkanları bir kez daha dinî temsilcilerini seçtiler. Baş Müftü olarak Mustafa Hacı'yı, Yüksek İslâm Şûrası Başkanı Şabanali Ahmed'i ve şura üyelerini seçtiler. Ayrıca bundan sonraki çalışmalarına esas teşkil edecek yeni tüzük de bu konferansta kabul edildi. Ancak mahkeme, 2009 yılındaki İslam konferansını kayıt altına almadı. Gencev ise, her zaman olduğu gibi, soluğu mahkeme kapısında aldı. Önce Sofya Şehir Mahkemesi ve İstinaf Mahkemesi'ne, ardından Yüksek İdare Mahkemesi'ne itiraz etti. Yüksek İdare Mahkemesi, 12 Mayıs 2010 tarihinde aldığı kararla, eski Baş Müftü Nedim Gencev'in yaptığı itirazı yerinde görerek; Baş Müftülük seçiminin kanuni olmadığı ve hali hazırda görevi başında bulunan yönetimin mahkeme kaydının sicilden silinmesine karar verdi.

Hukuki olmaktan çok, siyasi nitelikteki bu karar; Bulgaristan Müslümanlarının özgür iradesine saygı gösterilmediği ve bazı politik niyetlerin gerçekleştirilmek istendiği anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, Bulgaristan'daki Müslümanların birlik ve bütünlüğünü zedeleyici birtakım sonuçlar doğurması kuvvetle muhtemel olan bu karar, fiili olarak, ülkeyi Todor Jivkov'un komünist rejimine geri götürüyor. 2006 yılında Baş Müftülük hesaplarından bir milyon leva çalan, kendi dininin prensiplerini çiğneyen, Baş Müftülük gayrimenkullerini satarak onu zarara uğratan bir kimsenin Müslümanların meşru temsilcisi olduğunu iddia etmesinin ve "adil bir mahkemenin" bunu kabul etmesinin başka bir izahı olamaz. Bulgaristan'daki Müslümanların Baş Müftülük seçimlerine son tahlilde Sofya'daki bir yargıç karar verecekse, yapılan kongrenin vakit kaybından başka hiçbir anlamı yoktur.

Görünen o ki, Batı Trakya'daki Müslüman Türk Azınlığının, yıllardır uğruna mücadele verdiği "Müftü Seçme" hak ve özgürlüğünün tesis edilmesi yolunda beklentiler artarken, aynı sorun Bulgaristan'a da sıçradı. Bu gayrı hukuki durum, Balkanlarda söz sahibi olmak iddiasındaki Türkiye açısından önemli bir gelişmedir. Türkiye'nin Balkanlara açılan kapısı konumsundaki her iki ülkenin de Avrupa Birliği üyesi olması ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken bir husus. Ancak, bu iki AB üyesi ülkedeki kısıtlamalar karşısında, tek düşünmesi gereken Türkiye ve Türkler değildir. Türk Hariciyesi, "Baş Müftülük makamı üzerinden, Müslümanların hak ve hukuklarına zarar veren, birtakım oyunlara seyirci kalmayacağını" net bir şekilde deklare ederek komşularını düşünmeye davet etmelidir. Batı Trakya ve Bulgaristan Müslümanlarının birlik ve bütünlüğünün, sadece Müslüman ahali için değil, aynı zamanda Batı Trakya ve Bulgaristan devletinin de çıkarına olduğunun altı çizilmelidir.
Milli Gazete, 16/06/2010

18 Aralık 2009 Cuma

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Vedat S. Ahmed
Başmüftü Yardımcısı

Bulgaristan Türkleri arasından yetişen son derece önemli şahsiyetlerden biri Osman Keskioğlu’dur. Zira değerli hocamız Dr. İsmail Cambazov’un kullandığı “ayaklı kütüphane” nitelemesine hakikaten lâyık birisi olup ilmi ve irfanıyla ve bu yoldaki azimli çalışmalarıyla çok zengin ve geniş ilmî birikime sahip olduğunu göstermiştir.
İbrahimoğlu Seyfullah’ın oğlu olarak Burgaz kazası Karînâbâd (Karnobat) kasabasına bağlı Koca Balkan eteklerinde yer alan ve o yıllarda yaklaşık 1000 nüfusu olan Rupça köyünde dünyaya gelen Osman Keskioğlu’nun doğum tarihiyle, hatta doğum yılıyla ilgili birkaç görüş vardır. Bu görüşler arasında 1907, 1908 ve 1909 yılları yer almaktadır. Bu yıl farkının Hicrî ve Rumî tarih kullanımından kaynaklanmış olacağını düşünmekteyim. 1908 yılında doğmuş olması muhtemel olmakla birlikte, biz, birkaç kaynakta belirtilen 22. 02. 1907 tarihini esas aldık.
İlk öğrenimini köyünde gören Osman Seyfullah, savaş yıllarından dolayı bazı engellerle karşılaşmış, o yüzden ilkokulu birkaç yıl geç tamamlamıştır. İlkokulu tahsil ettikten sonra 1924/1925 eğitim yılında Şumnu’da faaliyet gösteren rüşdiye/ortaokul seviyesindeki Medrese-i Âliye’ye kaydolmuş ve dört yıllık orta öğrenimini orada görmüştür. Bu okulda öğrenci olduğu sıralarda hocalık yapanlar arasında Mustafa Hayri Efendi, Ali Rıza Efendi, Necip Asım Efendi, Ahmed Kemal, Vidinli Rüstem Cemil gibi kişiler vardır.
Osman Seyfullah, 1928 yılında kaydolduğu Nüvvâb Medresesi’nin Tâlî/Lise Kısmı’ndan 1933 yılında sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olarak mezun olmuştur. Hemen ardından Nüvvâb’ın Âlî/Yüksek Kısmı’na kaydolmuş ve 1936 yılında yüksek öğrenimini fevkalâde dereceyle tamamlamıştır. Medresetü’n-Nüvvâb’ta okuduğu yıllarda bir çok hocadan ders almakla birlikte üzerinde en fazla tesiri olanlar arasında Yusuf Ziyaeddin Ezherî bulunmaktadır, bunu yazdığı eserlerinde her fırsatta dile getirmesinden anlamaktayız. Ayrıca Emrullah Feyzullah Efendi, Süleyman Sırrı ve bir yıl kadar derslerine giren Hasip Safvetî’nin tesiri de görülmektedir.
Nüvvâb’tan mezun olduğu 1936 yılının sonlarına doğru sınıf arkadaşları Ahmet Hasan (Davudoğlu) ve Muharrem Abdullah (Devecioğlu) ile birlikte Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdüriyeti tarafından tahsis edilen bursla Başmüftülük tarafından eğitim amacıyla Mısır’a gönderilmiştir. Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin Şeriat/İslâm Hukuku Fakültesi’nde dört yıllık eğitimini tamamladığı 1940 yılında mezun olarak Bulgaristan’a dönmüştür.
Döner dönmez Şumnu’ya yerleşen ve Nüvvâb’a öğretmen olarak atanan Osman Seyfullah, okuldaki görevini 1950 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıncaya kadar sürdürmüştür. Bu zaman zarfında okulun Tâlî ve Âlî kısımlarında değişik dersleri okutan Osman Seyfullah’ın özellikle Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı, Hadis, Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi dersleri okuttuğu kaynaklarda görülmektedir.
Bu esnada Şumnulu Beyzadeoğulları ailesinden Halise hanımla evlenmiş ve bu evliliklerinden Muallâ ve Şevkiye adlı iki kızları doğmuştur.
10 Eylül 1950’de ailecek Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşen ve Keskioğlu soyadını alan Osman Seyfullah, 4 Ekim 1950 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde Arapça tercümanlığı görevini üstlenmiş ve bu kurumdaki görevinde 10 yıl kadar kalmıştır. Ayrıca 18 Kasım 1959’da Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Arapça okutmanı olarak ek görev üstlenmiştir. Ertesi yıl ise aynı fakülteye öğretim görevlisi olarak atanmış ve yaklaşık 13 yıl Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları derslerini okutmuştur.
Aynı zamanda 16 Mart 1961 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu üyesi olan Keskioğlu, bu kurum Din İşleri Yüksek Kurulu’na dönüştürüldükten sonra 7 Ekim 1965’te kuruma tercüman olarak görevlendirilmişшчи. 31 Aralık 1965’te Bakanlar Kurulu kararnamesiyle aynı kurul üyeliğine atanmış ve bu görevdeyken 4 Ağustos 1976 tarihinde emekliliğe ayrılmıştır.
Anadili Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Bulgarca da bilen Osman Keskioğlu’nun uzun yıllar Türk Dil Kurumu üyesi olduğu da bazı araştırmacılar tarafından bildirilmiştir. Keskioğlu, ilim dünyasına sağladığı katkılardan dolayı 1986 yılında Selçuk Üniversitesi tarafından “fahrî doktor” unvanına lâyık görülmüştür.
Yarım asırdan fazla süren çileli ve yorucu bir ilim yolculuğundan sonra Osman Keskioğlu, 4 Ağustos 1989 tarihinde vefat etmiş ve Ankara’nın Asrî Cebeci Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Eşi Halise hanım daha önce vefat etmiş, kızı kimyacı Prof. Dr. Muallâ Keskioğlu ve damadı Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) üyesi Prof. Dr. Gürol Ataman ise 2 Ağustos 1986’da vukû bulan bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişlerdir. Küçük kızı Şevkiye yıllardan beri İngilizce tercüman olarak Ankara’da görev yapmaktadır.
***
Osman Keskioğlu, 80 yıla yakın ömründe yapıp ortaya koyduklarıyla çok yönlü bir şahsiyet olduğunu ispatlamıştır. Onun bu farklı yönlerini ele alarak biraz daha yakından tanımak faydalı olacaktır.
Osman Seyfullah öğrenciliğinde arkadaşları arasında ön plana çıkan, seçilen birisidir. 1930 yılının Ekim ayında okul açılınca öğrenciler tarafından düzenlenen boykotun beş kişilik tertip komitesinde bulunması ve bu hususla ilgili olarak yayınladıkları “Maskeli Takdirler Karşısında” adlı çağrı bunun delillerinden sadece biridir. O, okuldaki sosyal ve eğitim etkinliklerine aktif olarak katılan ve bu şekilde öğrencilik dönemini iyi bir şekilde değerlendiren bir kişidir. Özellikle bu yıllarda kendisini istilâ eden kitap tutkusu onun ileriye yönelik hayat çizgisini belirleyen çok önemli bir etken olmuştur.
Osman Seyfullah, Nüvvâb öğrencilerinin kurup çalıştırdığı Müsterşidler Cemiyeti’nin çalışmalarına katılmış, derneğin kütüphanesinin zenginleşmesi ve düzenli olarak çalışması yönünde sorumlulardan biri olarak çaba sarf etmiştir. O, ayrıca çalışkan öğrencilerin istifadesine sunulmuş olan son derece zengin ve çok değerli eserlere sahip Şerif Halil Paşa Kütüphanesi’nden de istifade imkânına sahip olmuştur. Öyle ki, 1942 yılında Macar Türkolog Herbert Duda’nın girişimiyle bu tarihî kütüphane Millî Kütüphane’nin Şarkiyat Şubesi’ne bağlı bir birime dönüştürülmüş, kitapların yeni şartlara göre tasnifi başlatılınca Osman Seyfullah bu işe memur edilmiş ve 1950 yılına kadar bu sorumlu görevi sürdürmüştür. Bununla birlikte Mısır’da bulunduğu zamanlarda Kahire Kütüphanesi’nin zengin kaynaklarından istifade etme imkânı bulmuş ve vaktinin büyük bir kısmını orada geçirmiştir. Bu birikime sahip olan Keskioğlu, nâtıkasının pek kuvvetli olmaması sebebiyle kendisini yazmaya adamış ve hayatının sonuna kadar buna bağlı kalmıştır.
Osman Keskioğlu, daha Nüvvâb öğrencisi olduğu zamanlarda aktif bir şekilde yazmaya başlamış ve değişik dergi ve gazetelerde yayınladığı dinî ve fikrî içerikli kısa yazıları, şiir ve hikâyeleri onun bu yönde gelişime müsait olduğunu ortaya koymaktadır. 1931 yılında Nüvvâb öğrencilerinden birkaçının dinî içerikli nasihat kitapçıkları/broşürleri yayınlanmış , bunların arasında Osman Seyfullah’ın Öğütlerim adlı kitapçığı da vardır. Bu arada ilk şiirlerini de 1931 yılında İntibah gazetesinde yayınlamaya başlamış, bunları daha sonra Dostluk, Emel ve Medeniyet gazetelerindeki şiirleri izlemiştir. Mısır’dan döndüğü 1940 yılından itibaren ise Medeniyet gazetesinde devamlı yazılar yazmıştır. Zaten o dönemde gazetenin başında da önce okul arkadaşı ve yakın dostu Mehmet Fikri, daha sonra ise köylüsü ve 12 boyunca Şumnu’da okul arkadaşı olan Salih Pehlivan bulunmaktadır. Ayrıca Nüvvâb’taki öğrenciliği sırasında öğrenci arkadaşlarıyla neşrettikleri Emel gazetesinin başyazarlığını da yapan Osman Seyfullah’ın gazetede hem şiirleri hem de yazıları görülmektedir.
9 Eylül 1944 sonrasında Bulgaristan’daki yönetimi “halk idaresi” ele geçirince ülkede havalar değişmiş, bir taraftan Türklerin sosyal, kültürel ve eğitim hakları genişletilmiş, diğer taraftan da dinî haklar hususunda kısıtlamaya gidilmiştir. Bu değişikliklerin Nüvvâb ve Nüvvâblılar, dolayısıyla Osman Seyfullah üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Verilen haklardan istifade etme ve biraz da yeni şartlara ayak uydurma düşüncesiyle o zamana kadar Osman Seyfullah, O. el-Ezherî veya sadece O. imzasıyla yazılar ve şiirler neşreden yazar ve şair, yeni şekillenmeye başlayan Türk basınında O. Sungur veya Osman Sungur imzasıyla görülmeye başlamıştır. Hatta belirli bir zaman Işık gazetesinin Yayın Kurulu’nda da bulunmuştur. O dönemde çıkan Işık, Yeni Işık, Eylülcü Çocuk ve Halk Gençliği adlı gazete ve dergilerde şiirlerini, edebiyat ve din konularındaki yazılarını yayınlamıştır. Bunların arasında eski sistemi eleştirip yeni düzeni metheden “zamana uygun” ifadelere de rastlanmaktadır. Ancak belirli bir zaman sonra oluşan yeni şartlara “ayak uydurmakta” geri kalması, ayrıca basın sayfalarında yeni şair ve yazarların görülmeye başlaması sebebiyle Osman Sungur yavaş yavaş köşesine çekilmek zorunda kalmış, ilk zamanlardaki gibi yoğun bir şekilde yazı ve şiirler yazmaz olmuştur.
Osman Seyfullah, zorunlu olarak Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşerek kısa bir zamanda kendisini ilim çevrelerine tanıtmış ve takdir kazanmıştır. Bunun neticesinde Ankara’da yayınlanmakta olan İslâm, Anayurt, Vakıflar Dergisi, Diyanet Gazetesi, Diyanet Dergisi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Türk Kültürü gibi basın organlarında pek çok dinî, ilmî ve kültürel içerikli popüler ve ilmî yazı ve makaleleri basılmıştır. Bunların arasında, Bulgaristan’da Medeniyet sayfalarında neşrettiği çalışmalarının bir devamı niteliğini taşıyan dinî konulardaki yazı ve araştırmaları ağır basmaktadır. Bununla birlikte İslâm medeniyeti ve tarihi, Bulgaristan Müslümanlarının tarihi ve kültürü ile ilgili son derece değerli araştırmalar da vardır. Özellikle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki görevi esnasında vakıflarla ilgili araştırmaları, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde göreve başlayınca ise İslâm düşüncesi ve İslâm dünyasındaki ıslahat hareketiyle ile ilgili çalışmaları ağırlık kazanmıştır.
Osman Keskioğlu, gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla birlikte daha Bulgaristan’da iken içinde bulunduğu zor şartlara rağmen, bazı kitaplar yayınlama imkânı bulmuş, bu konudaki çalışmaları Türkiye’ye varınca hız kazanmıştır. Tespitlerimize göre, müellifin tek başına veya ortaklaşa kaleme alıp Bulgaristan ve Türkiye’de yayınlanan toplam 32 telif eseri bulunmaktadır. Ayrıca Arapçadan tercüme edilmiş 13 kitabı vardır. Bunlara ilâveten biri içinde bulunduğu heyet tarafından, diğeri ise kendisi tarafından müstakil olarak hazırlanan iki Kur’ân-ı Kerim meâli yayınlanmıştır. Bununla birlikte hazır olup yayınlamaya muvaffak olamadığı 20 kadar eseri bulunmaktadır. Müellifin eserlerinin çoğu büyük hacimli, ilmî değerleri yüksek olup pek çok ilmî araştırmaya kaynak olmuşlardır. Eserlerin hemen hemen hepsinin birkaç baskısı bulunmaktadır ki, bazıları büyük tirajlarla basılmış ve 30. baskıya ulaşmışlardır. Peygamber Efendimizin hayatına dair kaleme aldığı eserleri birkaç yabancı dile tercüme edilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun yayına hazırladığı ilk eserleri Nüvvâb hocalığı dönemindeki müktesebatına dayalıdır. Bu eserleri arasında Kur’ân tarihi, fıkıh tarihi, siyer ve İslâm tarihi ile alâkalı olanların bir kısmı Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde alanının ilkleridir ve o dönemin şartlarında son derece önemli kaynak değerleri olduğu gibi, bazıları bugün dahi İslâmî araştırmalarda sıkça atıfta bulunulan eserlerdir. Müellifin kitap ve makaleleri arasında Bulgaristan Türklerinin tarihi, kültürü, kurumları ve edebiyatı ile ilgili çok zengin çalışmalar bulunmaktadır. Bu eserleri, araştırma titizliğinden, çok ansiklopedi zenginliğiyle kaleme alınmıştır. Hem belgelere, hem de tanıklık edilen olaylara dayanarak yazılan bu eserler, Bulgaristan Türkleri ile ilgili araştırmalar yapacak her ilim adamının ilk başvuracağı eserler arasında yer almaktadır.
Bir ilim adamı olarak Osman Keskioğlu sadece yazmakla yetinmemiş, geniş bilgi ve birikimini yıllarca Nüvvâb Medresesi ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ders verdiği öğrencileriyle de paylaşmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osman Seyfullah, 10 yıl boyunca Nüvvâb’ın lise kısmında Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı gibi dersleri okuturken, yüksek kısmında da Hadis ve Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi İslâm Hukuku ile alâkalı dersleri takrir etmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ise 13 yıl boyunca Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları gibi temel İslâmî dersleri vermiştir.
Keskioğlu’nun eğitim-öğretim çalışmaları sadece hocalık yapmaktan ibaret olmayıp teşkilâtçılığı da vardır. 1944 sonrasında Bulgaristan’da yeni esmeye başlayan rüzgâra kapılarak Şumnulu öğretmenler, eskiden yoğun ve çok verimli eğitim çalışmalarıyla bilinen Muallimîn-i İslâmiye ve onun devamı olan Türk Muallimler Cemiyeti’ni ihya etme teşebbüsünde bulunmuşlar ve Türk Öğretmenler Birliği’ni kurmuşlardır. Bu birliğin idaresine genç öğretmenlerden Osman Seyfullah başkan, Osman Kılıç da sekreter olarak seçilmiştir. Ancak komünistler, böyle bir müessesenin kendi çıkarlarına uygun olmayacağı fikrine kapılarak birliğin gelişmesine imkân tanımamışlar ve Türk öğretmenlerin kendi başlarına teşkilâtlanmasının önüne set çekilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun eğitim-öğretim hizmetleriyle ilgili önemli bir husus da hazırlamış olduğu ders kitaplarıdır. Daha Nüvvâb’a gelir gelmez “hocaların hocası” olarak bilinen yarım asırlık eğitim tecrübesine sahip Süleyman Sırrı ve Nüvvâb hocalarından Hâfız Nazif Osman ile birlikte Nüvvab’ın 1. sınıfı için Arapça dersi için Teshîlü’l-Kavâidi’l-Arabiyye adlı ders kitabını hazırlayarak Arapça öğretiminde bazı yeni metotları kullanıma koymuşlardır. Aynı hocalarla birlikte Nüvvâb’ın 2. sınıfının ihtiyaçlarına cevap verebilecek Türk Edebiyatı yardımcı ders kitabı Müntahabât adlı derlemeyi hazırlamışlardır. Bu eserde Tanzimat dönemi ve sonrası Türk edebiyatına ağırlık verilmekle birlikte divan edebiyatı temsilcilerinin eserlerine de yer ayrılmıştır. Ayrıca Nüvvâb’ın yetiştirdiği kısa ömürlü şair Mehmet Fikri’nin iki şiirine de yer verilmiştir. Osman Seyfullah’ın bu alandaki hizmetleri 1945-1946 yıllarında ilkokul ve ortaokullara ders kitapları hazırlama komisyonlarına katılarak devam etmiştir. Yürütülen çalışmalar sonucunda Türk dili ve edebiyatı dersi için beş adet Dilbilgisi ve Okuma ders kitabını hazırlamıştır. Bu ders kitaplarının daha sonra birkaç baskısı yapılmıştır.
Osman Keskioğlu’nun dinî alanda da büyük hizmetleri olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz İslâmî konulardaki eserlerinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı dergi ve gazetede Kur’ân ve hadis yorumları içeren tamamen din konusunda bilgilenme ve İslâmî bilinçlenmeyi hedefleyen yazıları neşredilmiştir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu gibi dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanmasını hedefleyen, din konusunda uzman kişilerden oluşan bir kurumda yıllarca görev yapması Keskioğlu’nun bu alandaki hizmetlerine yeterince işaret etmektedir. Zikredilen görevde bulunduğu esnada kurumunu temsilen Tunus, Somali, İran gibi ülkelerde düzenlenen uluslararası kongre ve toplantılara katılarak İslâmî konularda tebliğler sunmuş olması onun din konusundaki yetkinliğini desteklemektedir.
Osman Keskioğlu’nun burada zikretmeden geçemeyeceğim önemli bir hizmeti de Bulgaristan Türklerinin varlığını, tarihini, kültürünü ve kurumlarını tanıtma ve bunun neticesinde koruma veya ihya etme hususunda olmuştur. O, her zaman Bulgaristan Müslümanlarının dertleriyle dertlenmiş birisidir. Yıllarca yürütmüş olduğu ilmî çalışmalarda Bulgaristan Türklüğü ön planda olmuştur. Daha Kahire’de eğitim gördüğü sıralarda Mısır Millî Kütüphanesi’nde keşfettiği Bulgaristan Türklerinin tarihi ve edebiyatı ile ilgili eserleri istinsah ederek arşivine almış ve kültürümüzün zenginliğini gösterme yönünde ilk adımları atmıştır. Nüvvâb’ta öğretmenlik yaptığı 1948 yılında Dışişleri ve Mezâhip Bakanlığı tarafından istenen Bulgaristan Türklerinin kökenine dair raporu meslektaşı Hâfız Yusuf Yakup ile birlikte tarihî verilere dayanarak hazırlayıp önlerine köklü bir tarih sununca komünist yöneticiler rahatsız kalmışlardır. Özellikle komünizm döneminde Bulgaristan Müslümanlarının birçok sıkıntıya maruz kaldığı 1970-1980’li yıllarda Keskioğlu, hiç durmadan Bulgaristan Müslümanlarının vakıflarını, dinî ve millî müesseselerini doğru bir şekilde tanıtarak hem bu varlığın yok olmasının önüne geçmek, hem de bu eserleri okuyanlara zengin bir tarih ve kültürden doğacak özgüven vermeyi hedeflemiştir. Ayrıca yaptığı çalışmalarla Bulgaristan Türklerinin tarih ve kültürünü ele alacak birçok araştırmacının önünü açmış, istikametini belirlemede etkili olmuştur.
Buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Osman Keskioğlu’nun hem Bulgaristan Türkleri, hem de ilim dünyası için önemli bir kazanım olduğunu, miras olarak bıraktığı eserleriyle yeni ufuklar açmaya devam ettiğini söylemek hiç abartılı olmayacaktır. Onun bu çalışmalarını değerlendirip tanıtmak, yayınlanmayan eserlerinin de yayınlanmasını sağlama yönünde bazı adımlar atmak, başta Bulgaristan Türkleri olmak üzere ilim dünyasının bir vefa borcudur.