TARİH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2012 Salı

III. ULUSLARARASI BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI SEMPOZYUMU

T.C
CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ
Manisa Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü
Araştırma ve Uygulama Merkezi

Balkan Harbi'nin 100. yılı hâtırâsına
III. ULUSLARARASI
BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI
SEMPOZYUMU
10-12 MAYIS 2012

 
Süleyman Demirel Kültür Merkezi - MANİSA
BİRİNCİ DUYURU
Merkezimiz tarafından 10-12 Mayıs 2012 tarihleri arasında Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu'nun üçüncüsü Balkan Harbi'nin 100. yılı hâtırâsına düzenlenmektedir.

Sempozyuma gönderilecek bildiriler Balkan Türklerinin tarihi, dil özellikleri, edebiyatı, folkloru, mimarî eserleri, müzikleri ve diğer kültür değerleriyle birlikte hukukî, ekonomik, siyasî ve sosyal statüleriyle ilgili de olabilir.

Sempozyumun ilk iki günü bildiriler sunulacak, üçüncü günü Manisa şehrindeki tarihî ve kültürel mekânlar gezilecektir.

Değerli araştırmacılarımızı şehzâdeler şehri Manisa'da görmek bizleri memnun edecektir. Katılımınızı bekler, bu vesileyle saygılarımızı sunarız.
Yrd. Doç. Dr. Ünal ŞENEL

Merkez Müdürü

Not: Katılımcıların ulaşım ve konaklama giderleri kendileri tarafından karşılanacaktır.
Sempozyum Takvimi:
Bildirilerin konu başlıkları ve özetlerinin son gönderilme tarihi: 25 Şubat 2012
Bildiri metinlerinin son gönderilme tarihi: 15 Nisan 2012

Bildirilerin gönderileceği e-posta adresi: balkanlardaturkvarligi@hotmail.com

16 Şubat 2012 Perşembe

KADER KURBANI, OSMAN KILIÇ



 Bulgaristan Türkleriyle ilgili temel kitaplardan birisi de halen hayatta olan Osman KILIÇ Beyin "Kader Kurbanı" isimli hacimli eseridir. Kanaatimizce bu kitap her Bulgaristan Türkü tarafından okunup başkalarına da okutulması gerekir.   


21 Ocak 2012 Cumartesi

STOYAN DİNKOV: OSMANLI İMPARATORLUĞU BULGAR MİLLETİNİ KURTARDI

Stoyan Dinkov: Osmanlı İmparatorluğu Bulgar milletini kurtardı
Dimitır Nikolov'un röportajı   
Yazar Avrasya Birliği'nin Avrupa Birliğini değiştireceğini düşünüyor.

Yazar Stoyan Dinkov

''Yeşil Bulgaristan'' Partisi lideri yazar Stoyan Dinkov ünlü Bulgar şairi İvan Dinkov'un oğludur. Yeni çıkan ''Osmanlı – Roma İmparatorluğu, Bulgarlar ve Türkler'' adlı kitabında Atilla döneminden günümüze kadar olan genel Bulgaristan ve Türkiye tarihini ele alıyor ve bu kitabında genel kabul güren ''Türk köleliği/esareti'' tezine ters düşüyor. Müellife göre Osmanlı İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun devamı ve Bulgar halkı etnik kimliğini koruma konusunda zor bir süreçte olduğu halde Osmanlı sayesinde etnik varlığını korayabilmiştir. Dinkov'a göre Osmanlı sultanları zamanın Avrupa idarecilerinden daha toleranslı bir idare sürdürmüştür ve ona göre Bulgarlar ve Türkler antik bir milletten türüyor, öyle bir millet ki Atilla zamanında Avrasya bozkırlarını idare eden bir millet. Dinkov, Bulgaristan'ın Türki topluluklarla çok sağlam bir ilgi kurması gerektiğinin altını çiziyor. Ona göre dünyanın geleceği birleşmektir, nasıl ki Avrupa Birliği'nden sonra Asya Birliği gelecekse aynı şekilde Avrasya birliği de kurulacaktır.
- Sayın Dinkov kitabınızda Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesinin Bulgar milletini kurtardığını öne sürüyorsunuz. Neden bu şekilde düşünüyorsunuz?

Osmanlı-Roma İmparatorluğu,
Bulgarlar ve Türkiler

- Şunu bilmemiz gerek, Bulgaristan büyük bir devletin parçasıydı. Dahası günümüzde var olan 52 devlet Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresi altındaydı. Tüm bu devletler günümüzde bağımsız çağdaş birer devlettir. Bu devletler 400 ilâ 600 yıl arasında Osmanlı'nın birer parçasıydılar ve aynı zamanda kendi inancını, yaşayış tarzını ve geleneklerini koruyabildiler. Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen hiç bir millet yoktur. Osmanlı idaresi altına giripte Osmanlı devletinden dolayı etnik kökenini kaybeden millet yoktur. Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesi bizim milletimizi korumuştur, çünkü bu sırada memleketimiz çok ağır bir haldeydi. 14. asırda çok küçük topraklara sahip, güçsüz ve üçe bölük bir devletti. Vidin Bulgaristan'ı dediğimiz parçaya Macaristan göz dikmişti. Sırbistan ve Romanyan'ın da Bulgaristan üzerinde gözleri vardı. Eğer Osmanlılar gelmeseydi tüm zayıfların başına gelen Bulgaristan'ın başınada gelecekti. Yunanistan Trakya topraklarını alacaktı. Sırbistan da bir pay alacaktı, çünkü o zamanlar onların dili bizim dilimize çok yakındı. Vidin Çarlığı da Macaristan'ın bir parçası olacaktı. Dobruca'da Venediklerin idaresi altına girecekti, çünkü oranın yöneticisinin Venediklilerle çok iyi ilşkileri vardı. Bizden geriye ne kalacaktı – hiçbirşey. Osmanlıların gelmesiyle etnik kimliğimiz tekrar sınırsız birliğine kavuştu, bu büyük Osmanlı topluluğundan  bir parça olsa da... Dobruca, Tırnova ve Vidin tekrar bir bütün oldu. Bulgarların sayısı bir buçuk milyondu. 19. asrın 60 lı yılarında Bulgarlar  7 milyon civarındaydı, bu sayıya Kuzey Yunanistandaki ve Üsküp civarındaki Bulgarlarda dahildir.
- Osmanlı hakkında olumsuz algı olan‚ "kölelik" tanımı nerden geliyor?

- Bu Rusyan'ın emelleri sonucunda gerçekleşiyor. Büyük Ekaterina zamanında Panslavizm görüşü ortaya çıkıyor. Rusya dile dayalı, etnik kökene dayalı olmayan bir temelle Slav milletlerini birleştirmeye çalışıyor. Ruslar bizi Slav sayarak bir kültürel hücüm başlatıyorlar. Ana gayeleri bu toprakları ele geçirip İstanbul'a kadar varmak. Kitlesel bir propaganda başlatılıyor, güya Bulgarlar Slav ve çok çile çekiyorlar. Fakat Bulgaristan'a Rusya'dan çok akıllı adamlar gelmiş, onlardan biri de Dostoyevski'dir – o "kölelerin" ne şekilde yaşadığını çok farklı bir şekilde anlatmış. Ve ben ona güveniyorum.
- Bulgar uyanışı bu propagandanın meyvesi mi?
- Evet, Bulgar uyanışı bu propagandanın ve Mazzini ideolojisinin meyvesidir. Aslında bunda kötü birşey yok lakin bu ideolojilerin İtalya'da özel konumu vardı. Bu ideoloji bizde aynı işlevi görmedi. Mazzini'nin devrimci görüşleri Rusların Panslavizm görüşüyle birleşince küçük bir kaos meydana getirdi.  
- Çoğu milliyetçi kişilerin Türkiye'ye karşı olan olumsuz tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?

- Siz bunun sadece bizde olmadığını biliyorsunuz. Dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki, herzaman karanlık güçler belirli amaçlar doğrultusunda milletleri en yakın dostalarından ayırmışlardır. Biz en yakın dostumuz Türkiye'den ayrı olunca onlar her isteklerinde kolayca başarılı olacaklardır.
- Siz bulgarların kökeni hakkında hangi teoriyi destekliyorsunuz? Bulgarların Türki kökten geldiğini mi, yoksa yeni orataya atılan Fars kökenli olduklarını mı?
- Bu konuda teori olamaz. Gerçekler söz konusu. Bizim tarihimizdeki tüm gerçekler Türk olduğumuzu gösteriyor. Diğerleri hepsi birer teoridir. Diğer teorileri destekleyen hiçbir gerçek delil yok. Neden Nagi Sent – Mikloş hazinesi hakkında konuşulmuyor. Bu kesin kes Bulgarlara ait ve onda Türk elementleri var. Üzerinde Türk ve göçebe atları figürleri yer almaktadır. Bir spekülasyon var, güya üzerindeki güneş ve ay Farisi simgelermiş. Lakin onun üzerinde güneş ve ay değil yıldız ve hilal var. Bu ikisi Türklerde İslam'dan önce de vardı. Bu simgeler Han Omurtag döneminde de vardı. Bu simgeler aynı zamanda Osmanlıların da simgeleridir. Osmanlılar İslam topraklarını fethedince bu simgeler İslam'ın simgeleri haline geldi. 
- Türki topluluklarla yakınlaşma Bulgaristan'a yarar sağlar mı?

- İlk yararı halkımız için olacak, kendimizi tanıyacağız. Kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bileceğiz. Çok zamandır aldatıldık, ilk önce Slav diye, şimdiyse Fars kökenli diye. Bu topluma çok kötü yansıyor, çünkü bizde sivil anlayışlı bir toplum yok. Biz kim olduğumuzu bilmiyoruz. Bizler en büyük Türk devletinin mirasçılarıyız yani Atilla'nın. Biz Fransa'dan Moğolistan'a kadar uzanan bir cihan imparatorluğunun varisiyiz, büyük bir cihan devletinin. Atilla'nın oğlu İrnik Batı Rusya'yı, Baltık bölgesini, Kiyev ve Kırım'ı yönetiyordu. Onun yönettiği devlete Bulgaristan diyorlardı hatta Kubrat’ın yünettiği Bulgaristan'dan bile eski. Bu tüm dünyada biliniyor bir tek bizde bilinmiyor. Bu Panslavizm gereğiydi yani kendi tarihimizi bilmememiz.
- Aynı sorun Rusya'daki Bulgarlarda da vardı – Volga Bulgaristan'ının mirasçılarıyla. Onların durumu ne?
- Şuan orda güzel şeyler oluyor. Onların partisi – Bulgar Ulusal Kongresi – en güçlü partidir. Gerçek bir özgür seçimde iktidar olabilirler. 

- Bulgaristan'ın türki devletlerle ilişki kurması sizce ileride Avrasya Birliği'nin kurulmasına yarar sağlar mı?
- İlk önce Asya Birliği olması lazım, sonra Avrupa Birliği ile Asya Birliği birleşecek. Bu dünyanın geleceği. Bizim tarih yazarlarımız yalan yerine gerçekleri yazmaya başlarsa Bulgaristan'ın çok önemli bir yeri olacak. Biz sadece AB üyesi değil aynı zamanda Slavca konuşuyoruz, velevki zorla kabul ettirilmiş olsun. Ve dahası Hristiyanız, yani bir çoğumuz. Geriye kalanı sadece gerçek tarihimizi yazmak.
- Dediniz ki Slavca zorla kabul ettirildi. Bu nasıl olur ki?

- Hristiyanlık kabul edilirken 100 bini aşkın Bulgar katledildi. Bu din Bizans tarafından zorla kabul ettirilidi. Zorla alfabe kabul ettirildi öyle bir alfabe ki 4. asırdaki bir alfabe baz alınarak hazırlanan. Proto–Bulgarlar başka alfabe kullanıyordu – türklerin kullandığı bir çeşit alfabe. Bu alfabeden bazı harfler alınıp yeni alfabeye konulmuştu. Birinci Boris iktidarında Bulgaristan'a Bulgar hanları tarafından kovulan "anti" denen slav kabileleri geri dönüş yaptı. Onlar slav dilini empoze etmişlerdir. Ve böylece herkes Slavca konuşmaya başlamıştır. Bu dönemde insanlar okur yazar değillerdi. Biz alfabeden bahsediyoruz muhtemelen o zaman sadece  1000 kişi okuma yazma biliyordu. Birşeyler öğrenmek istediğinde Slavcayı öğrenmek mecburiyetinde kalıyorsun. Bu Doğu Roma İmparatorluğunun Bulgaristan'ı yok etmedeki güzel bir hareketidir. 
- Peki ya Bulgarlar nasıl etnik kimliğini koruyabildiler?

- Reel olarak bakarsak biz yokuz. İkinci Bulgar Çarlığı Kumanlara ait. Genellikle burda yaşamak isteyen proto–bulgarlar ağır koşullara mahkum edilmiştir – hiçbir yere gitme hakkı olmayan kırsal köylü olarak yaşatılıyorlardı. Ağır vergiler ödüyor, köle gibi çalışıyorlardı. Geri kalanları Kuman ve geri dönüş yapan "anti"lerdi. İkinci Bulgar Çarlığı hanedanı Kumanlardandı.
Not: 26 Haziran 2011 tarihli Novinar Gazetesi'nde (Bulgaristan), Bulgarca olarak yayınlanmıştır.

10 Ocak 2012 Salı

SİYASİ PAZARLIK, AMA NE İÇİN?



Ahali Gazetesi küpürü
 Yıl 1923. Bulgaristan’da Türkçe yayınlanan “Ahali” gazetesinin sahibi, başyazarı ve Rahova Türk Rüşdiye Mektebi Müdürü Mehmed Behçet (Perim), belediye seçimlerinde Çiftçi Birliği’ne destek isteyen Vratsa valisi ile nasıl pazarlık yaptı?

Bulgaristan’ın değerli Türk gençleri!
Burada yayınlanan yazıları kaç kişi okuyor bilmiyorum ancak biz doğru bildiklerimizi yazmaya ve tozlu raflar arasında kalmış kitaplarda bulduklarımızı paylaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda vereceğimiz yazıyı sadece bir kıssa, hikaye gibi görmeyelim, günümüzle mukayese edelim. Mehmed Behçet Perim’in yaptığı pazarlıkla bugün yapılan pazarlıkları bir göz önüne getirelim… Basri Zilabid, BTG Editörü

“Sofya Hatıraları II” isimli kitabında Mehmet Behçet Perim şöyle yazıyor:

Sağda Mehmet Behçet,
solda Yahya Kemal
Bir sürü cambaz eline düşmüş sağmal ineğe benziyorum. Her gözüne kestiren nüfuzlu ırkdaşım, güler yüzle ve tatlı dillerle yanıma sokularak dostluğumu kazanmağa çalışıyor, bazıları da üçer beşer kişilik gruplar halinde birleşerek, bağ ve bahçelerinde müşterek ziyafetler vererek bu felekzede adamı kendilerine mal edebilmek için biribirlerile yarış edip duruyorlardı.
Bunların maksatları, beni, kızları veya hemşireleri ile evlendirip içlerine almak mı idi? Buna pek de ihtimal veremiyordum; zira orada evlenmek niyetinde olmadığımı bazılarına ve bilhassa en karagün dostum olan Matmazel Pavlina'ya söylemeyi de ihmal etmiyordum.. Kendisiyle kültüründen istifade etmek için sık sık görüştüğüm ve mahpus bulunduğum zamanlarda hayli yardımlarını gördüğüm ve şimdi maalesef rahmetle anmakta bulunduğum o iyi kalpli aziz meslekdaşımın benim bu kararlarımı, o gibilerine, yavaşça fısıldamış olduğuna da biç şüphe etmiyordum. Buraya gelip yerleşeli bir seneyi geçmişti. Bu müddet zarfında misafirlik ve gariplik gibi komşuluk ve hemşerilik istiyen halim kalmamış ve haftada iki defa çıkan bir gazetenin sahip ve başyazarı ve Türk rüştiye mektebinin müdürü olarak çalışmağa koyulduğum herkesçe biliniyordu.
Rahova, Tuna boyunun en yüksek ve bol manzarası ile ta¬nınmış en dilber kasabası idi. Dar bir tren hattı ile Çervenbreg durağına bağlanan ve en ziyade tağıl yetiştiriciliğile tanınmış olan bu kasabanın o tarihlerdeki nüfusu 18000 idi ve bunun 347 hanesini Türkler teşkil ediyordu.
Çiftçilik, Zahirecilik ve kısmen Balıkçılıkla geçinen bura Türkleri de, bütün Bulgaristan Türkleri gibi, mert, çalışkan, vefalı, sadık ve yükselmeğe gerçekten âşık olan insanlardı. Nitekim, onların bu yüksek vasıflarını yakından gördüğüm ve bilhassa geniş bir Bulgar çoğunluğu arasında erimek tehlikesine maruz bulunduklarını da sezdiğim, için matbaamı ve haftada iki defa intişar eden (Ahali) isimli gazetemi Sofyadan kaldırıp buraya getirmiş ve ömrümün en hamleli yıllarını burada geçirmeğe başlamıştım.
Rahova'nın temiz Türkleri değersiz varlığımı çabucak çenberliyerek adımlarıma ayak uydurmuşlar ve benimle birlikte hamleden hamleye geçerek iki yıl gibi kısa bir zaman zarfında örnek bir cemaat halini almışlardı. Ardı arası kesilmeyen geceli gündüzlü, çalışmalarımın mahsulü olanak Rüştiye okulundan yetişen ve evvelce bu okulu ikmal ederek hayata atılmış olup o yıl açılan (Bozkurt gece kursu)ndan geçen azimkar gençleri ana vatandaki müsbet çalışmalarını uzaktan uzağa işittikçe ve zaman zaman aldığım, mektuplarını okudukça duyduğum haklı sevincimin tahminini bu satırları takip eylemekte bulunan aziz ve kıymettar okurlarıma bırakıyorum.
Evet, artık açıkça anlamağa başlamıştım ki sağmal bir inek gibi sağa sola çekilerek değerlendirmekliğimin ve arttırılmaklığımın başlıca sebebi, yaklaşan belediye seçimlerinde beni kendilerine mal ederek ve kalemimle çenemi kendi hesaplarına çalıştırarak omuzlarıma yerleşmekten ibaretti. Ancak, ince zekâ oyununun ırkdaşlarım tarafından oynanmadığına da artık şüp¬hem kalmamıştı. Zira, (Çiftçi), (Demokrat), (Nasyonal Liberal), (Sosyalist) ve hattâ (Komünist) gibi türlü partilere ayrılmış olan Bulgarlar, mukadderatın kendilerine mahkûm ettiği zavallı ırkdaşlarımı da kendileri gibi bu muhtelif partilere dağıtmış bulunuyorlardı.

Türk Okuma Yurdu ile Türk kahvesi okulun tam karşısında olduğu için Türk azınlığı her sabahın alaca karanlığında burada toplanarak çay ve kahvelerini içmek vesilesile günün hâdiseleri etrafında görüşüp dertleşirler, ondan sonra da dağılır, işlerine giderlerdi.
Burası, milli kalkınmayı temine çalışmak bakımından benim için de hayli faydalar sağladığından ben de hemen her sabah evimden binaya iner, okul mesaisi başlayıncaya kadar burada biriken kardeşlerimle türlü konular etrafında uzun derin söylentiler yapardım.
Trakya'dan Bulgaristan'a
geçerken Yunanlı iki asker
tarafından yaralanan
Mehmet Behçet
Bir Ocak aynını 20. günü yine böyle bir sabah toplantısında bulunuyordum. Her taraf bembeyaz, karlarla örtülü ve kahvenin hemen alt tarafından geçen Tuna muazzam buz tabakalarile dolu bir halde akıp gidiyordu. Söz sırası o hafta içinde yapılacak belediye seçimlerine gelmişti. İşini gücünü bırakıp sabahtan akşama kadar bu kahvede dama iskambil ve tavla oynayan Ali Kartof, buradaki Türkleri kendisinin bağlı bulunduğu Çiftçi Partisi hesabına kazanmak için ardı arası kesilmiyen bir sürü lâf yığınlarile uluorta konuşmağa başlamış, o tarihlerde iktidar mevkiinde bulunan Çiftçi Partisi hükümetinin Türk unsuruna karşı takındığı müsamahalı vaziyeti uzun boylu anlatmış ve kasabadaki taraftarları hayli toplama baliğ olan Nasyonal Liberal Partisini halkın gözünden düşürmek için de bir sürü örnekler getirdikten sonra ilk cihan savaşına onlar tarafından sokulduklarını ve cephelerde çarpışan kıt'alardaki Türklere bir sürü eziyet çektirmekle beraber domuz eti bile yedirdiklerini söylüyordu.
Oturduğum köşeden yavaşça başımı çevirerek:
-Ali efendi, Ali efendi; diye bağırdım ve:
-Çok memnun olmalısın ki herifler hiç değilse domuz etini olsun esirgememişler de seni büsbütün aç bırakmamışlar. Zira unutma ki sen ve senin gibi çenebazlıkla ömür tüketenler, herkesin gece gündüz durmadan çalıştığı bu yalan dünyada, yalnız aç kalmağa mahkûm olurlar.
Bir Bulgar siyasî partisinin ekseriyet kazanmasını temin için burada lâf atıp duracağına ve böylelikle bir daha ele geçmiyecek olan kıymetli ömrünü boş yere harcayacağına evindeki arık ineklerini yemlerini hazırlamağa, sularını içirmeğe ve ahırlarını temizlemeğe kapansaydın daha mükemmel bir iş yapmış, olmıyacakmıydın?
Emin olabilirsin ki Bulgar partisinin belediye seçiminde, kazanmasını sağlamak için burada bir propaganda yapacağına evinin işi ve çocuklarının nafakasile meşgul olsaydın ruhun da Allahına ibadet etmiş bir mümin ferahlığı duyacaktın..
Bir Türk gazetecisinin ve okul baş öğretmeninin Bulgar ordusunda dövüştürülen Türk askerlerine domuz eti yedirilmiş olduğunu nefretle karşılıyacak yerde onu hoş görmesini çatık kaşlarile dinleyen ak sakallı Hafız Hasan efendi merhum, son cümlemi takdirle karşılamış ve ihtiyarlığına ve o nisbette herkesçe bilinen vakarına rağmen:
- Bravo be Behçet bey!
Diye haykırmaktan kendisini alamamıştı. Hafız Hasan efendi ile 93 ten evvel Mahkemei Şer'iye başkâtipliğinde bulunmuş olan seksenlik Abdurrahim efendinin bu ifadelerimi doğru ve çok yerinde bulmuş olmaları Belediye Seçimi karşısında beş altı yüz rey sahibi olan Türk azınlığının oynayabileceği roller etrafında uzun derin konuşmama yol açmış oluyordu.
Bulgar siyasî partilerinin hiç birine âlet olmadığım Bulgaristandaki Türklerin cümlesince malûmdu. Bu sabit karakterimden ötürüdür ki, çok şükür mevlâya, bugün dahi onların müşterek sevgilerine mihrak olmuş bulunmanın hazzile mesudum.
Oradaki ırkdaşlarımın hayat ve istikballeri bakımından bugün dahi değişmiyen en açık kanaatim, onların o siyasî vatanda bulundukça türlü Bulgar partilerine ayrılmaktansa bölünmez bir gönül, fikir ve iş birliği yaparak haklarını kendi varlıklarına dayanmak suretile korumak ve kurtarmakta tecelli ediyordu ve çünkü o tarihlerde bütün Bulgaristanda bir milyonu mütecaviz Türk unsuru mevcuttu. Bu amaca varılabilmek için milletçe yürünecek tek yol: Karşılıklı sevgi; karşılıklı inan ve güvenden ibaretti.
Muhtaç olduğumuz (Millî Birlik) ve (Millî Kuvvet) amacına ancak bu yoldan, varabilirdik.
Okulun ilk ders zilini duyarak kahveden ayrıldığım sırada arkadaşlarımın yüzlerine baktım; Ali Kartof da dahil olmak üzere, hepsinin gözleri yaşla dolmuş ve koca kahveyi derin bir sessizlik kaplamış bulunuyordu..
İlk dersten çıkıp öğretmenler odasına geldiğim zaman arkadaşlarımın ayakta ve okulun malî ve idarî işlerini çevirmek için seçilmiş olan Encümeni Maarif reis ve azalarından maada her biri şimdi hakkın rahmetine kalmış olan Yusuf Hafız Hasan, Abdi Usta, Derviş Mercof, Ramiz Şekerci, Mustafa Ağoşef ve Molla Mehmet Hacı Bayramof gibi Türk ileri gelirleri de iskemlelerde oturmuş, beni bekliyorlardı. Akıncı dedelerimizin bu değerli torunları asil bir saygı severlikle ayağa kalkıp oturduktan sonra derakap maksada geçmişler ve bir hafta sonraki Belediye Seçimi münasebetile sabahleyin kahvede söylediğim sözlerin kendilerinde derin bir intibaha sebebiyet verdiğini ve bu itibarla milletçe ne yapmak icap ediyorsa hemen karar almak üzere benimle görüşmeğe geldiklerini ifade etmişler ve kasabanın bağlı bulunduğu Vratsa vilâyeti valisi Petkodekof'un Türklerle temasta bulunmak üzere üç gün sonra kasabaya geleceğini söylemişlerdi.
Bu millî karar, hepimizi çocukça sevindirmiş ve gözlerimiz yaşarmış olduğu bir halde birbirimizi tebrik etmemize sebep olmuştu.
Yapılacak işleri derhal kararlaştırmıştık. Ancak bir arkadaşın ortada bulunmayışı hepimizi müşterek bir endişeye düşürmüştü: Yıllardan beri azılı bir komünist olarak tanınmış sonradan kayın pederim olan kunduracı Ahmet Mercof..
Onun kızıl komünist, benim de o derece mutaassıp bir milliyyetperver oluşumuz, o güne kadar yaptığımız umumi toplantılarda biribirimizi amansız bir halde hırpalamaklığımıza sebebiyet verdiği için onu da aramıza almak teklifini yapmağa kimsenin cesareti yoktu. Bu sebeple, iş evinde 8-10 münevver kalfa çalıştıran ve bu yüzden 60 - 70 rey teminine muktedir olan bu adam, gerçekten (Nuh) dediğine (Peygamber) demiycek kadar çetin bir arkadaştı. Aramızdaki şiddetli çarpışmalara rağmen onu da bu teşebbüse katma işini bizzat ben deruhte ettim ve kendisine kardeşçe bir mektup göndererek okula gelmesini rica ettim. Rahmetlinin asil ve merdane bir ifade ile:
- Hemen geliyorum..
Diye yolladığı haberin hatırasına bütün ömrümce hürmetkâr kaldığımı iki oğlumun annesi de takdirle inanmış olduğu içindir ki maddî ıstıraplarımın her türlüsüne rağmen fani ömrümü çok mes'ut bir aile reisi olarak yaşıyorum.
Ocak ayının güneşli bir pazar günüdür. Çiftçi Partisi mensupları, yakalarındaki Portakal renkli rozetleriyle mağrur bir halde sokakları doldura doldura dolaşıyorlar ve zaman zaman:
Yaşasın, çiftçiler, yaşasın Stamboliski, kahrolsun muhalifler... diye haykırıyorlardı.
Saat iki. Çiftçi Partisinin bando mızıkası parti marşını çala çala sokakları dolaşıyor; benim de pansiyoner olarak bulunduğum evin cümle kapısı hızlı hızlı çalınıyordu.
Kapıyı açtım; Ahretliğim Gemici Hüseyin ağa nefes nefese karşıma dikildi ve:
- Bütün arkadaşlar sizi okuma yurduna bekliyorlar...
Dedi. Bu haberi esasen bekliyordum; ağır ağır yola çıktım ve biraz sonra (Türk okuma yurdu)’nun eşiğinde göründüm. Binayı sarsarcasına yükselen muazzam bir alkış tufanı beni bir yaprak gibi içeriye uçurdu ve Vratsa valisinin karşısına bir dev gibi çıkardı.
Vali, gerçekten nazik ve terbiyeli bir adamdı. İsviçredeki Hukuk tahsilini ikmal ederek memleketine dönmüş olan bu mütekâmil insan ilk bakışta muhatabına önem ve inan vermekte gecikmiyordu.
Kısa bir tanıtma ve tanışmayı müteakip söze başlayan vali, Çiftçi partisine bağlılıklarını ötedenberi işittiği Rahova Türklerinin dertlerini dinlemek ve onların belediye seçiminde Bul¬gar kardeşlerile birleşerek kazanacakları zaferi yakından görmek için buraya geldiğini söyledi ve Rahova Türklerinin çiftçilikle geçinen iyi vatandaşlar olmaları hasebile bu partiye âzami muzaharette bulunacaklarından, esasen emin olduğunu ilâve etti.
Ötedenberi takdirkârı bulunduğum değerli vali Petkodakof’u şu anda karşımla görmekle ve onu, hizmetinde bulunduğum kahraman Tuna boyu Türkleri adına selâmlamakla bah¬tiyar olduğumu beyan ederek söze başladım ve kendisile açık ve kardeşçe bir konuşma yapabilmemiz için her şeyden evvel, bir kamp ve bir maktel olmayan Türk okuma yurdunu dolduran jandarmaların, ellerindeki silahları, kırbaçları ve boyunlarına asılı eski zaman kılıçlarile birlikte kapı dışarı edilmeleri lüzumuna benimle birlikte kendisinin de inanmış olacağına ihtimal verdiğimi ve eğer kendilerine Türkler tarafından en ufak bir saygısızlıkta bulunulacak olursa mesuliyetinin bizzat şahsıma râci olacağını belirterek belediye seçimi karşısında Rahova Türklerinin almak istedikleri durumun izahına girişeceğimi söyledim.
Valinin bir parmak işareti, güya kendisini korumak ve hakikatte Türkleri korkutmak için getirilmiş olan müsellâh jandarmaların, uzun kılıçları, kırbaçları ve çakar almaz tüfeklerile birlikte, bir saniye içinde oradan defolup çıkmalarına kifayet etmiş oldu ve müteakiben Tuna boyu Türkleri adına benim mütevazı sesim perde perde yükselmeğe başladı..
Maksadımız açıktı:
Alınlarımızın kara yazısı, bizleri, kendi hemcinslerimiz olan Bulgarlar arasında azınlık hayatı geçirmek durumuna düşürmüş bulunuyordu. Buna rağmen kendilerini yine yabancı saymadığımız için bugüne kadar geçen zaman zarfında – öteki azınlıklara bakarak – vefa ve sadakatten asla ayrılmadığımızı ve nitekim bu sadakatimizi genel savaşta arslanlar gibi dövüşmek suretile isbat etmiş olduğumuzu söyledim ve sırası gelmişken Türklerle Bulgarlar arasındaki tarihî münasebetlerden kısaca bahsetmek istediğimi ilâve ettim.
Büyük Türk ırkının (Bulgar) adı ile anılan kısmı daha beşinci asırda Karadeniz sahillerine ve Tuna kıyılarına inmişti.
Aslen Türk olan Bulgarlar iki yüz sene sonra Dinyester, Tuna ve Prut nehirlerinin teşkil ettikleri bir açı içine yerleşmişler ve Tuna ile Balkanlar arasındaki bölgelere ve hattâ Trakya ovalarına inmiye başlamışlardı. Bizans hükümdarı, aslen Türk olan Bulgarları buralardan söküp atmak için teşebbüse geçmiş, fakat muvaffak olamamıştı. Zira büyük Asparuh'un komutası altında Varna'ya kadar ilerleyen muazzam bir Türk ordusu Tuna ile Balkan dağları arasındaki yerlere ve dolayısile buralarda yerleşik olan Slavlara hâkim olmuşlardı. Bunların gelenek ve görenekleri Büyük Asya Türklerinin gelenek ve göreneklerine aynen benziyordu. Bunların da bayraklarında ayni ırktan olan öteki Türklere ait sancaklar gibi at kuyruğu vardı. Asparuh, durup dinlenmeden Bizans İmparatorluğu ile savaşa devam ediyor; Bizans İmparatoru, Asparuh ordularına yenildikçe haraç vermeyi kabul ediyor, haraç vermek ten usandıkça da saldırma teşebbüslerine geçiyordu. Asparuh tan sonra iktidar mevkiine geçen Tervelhan, Bizans İmparatoru İkinci Jüstiniyen'le ittifak etmiş ve Çar unvanını almıştı.

Yüz otuz sene sonra hanlık mevkiine geçen Çar Krum zamanında Türk-Bulgar saltanatı büyük bir gelişmeye erişmiş; Macaristan, Makedonya ve şimdi (Sofya) adı ile anılan Serdika kıtaları baştan başa Türklere intikal etmiş bulunuyordu.

Bizans İmparatoru, bir aralık, Krum han’ı, püskürtmek teşebbüsüne geçmiş ve neticede dehşetli bir yenilgiye uğrayarak savaş meydanında can vermişti.

Bu emsalsiz zaferden büsbütün cesaretlenen Krumhan, Edirne önlerinde yeni bir zafer kazandıktan sonra İstanbul surlarına dayanmış ve Bizanslıların yeniden harekete geçmelerine imkânı vermemek için yeni yeni savaş araçları hazırlamağa koyulmuştu.

İstanbul'u fethedemeden ölen Krumhan ve onu takiben iktidar mevkiine geçen Omurtak Han'dan sonra hâkim unsur olan Türk - Bulgarlar kendilerini yavaş yavaş kaybetmeğe başladılar ve Slav muhitinde hâkim unsur oldukları halde 200 sene gibi kısa bir zaman zarfında önce öz dillerini kaybettiler, sonra da Kiril ve Metodi isimli iki papasın, tesiriyle hıristiyanlığı kabul ederek Slavlık içinde eriyip gittiler.

Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Bulgar hanının adı artık Türkçe değildi.

Uzun müddet türlü istilâlar altında kalan bu hırıstiyan dünyası 14. asrın sonlarına doğru Osmanlı Türklerine geçti ve 1908 tarihine kadar bu idare altında kaldıktan sonra (Bulgar Hükümeti) adı altında yeni bir Ortodoks Slav devleti ha-linde inkılâp etti.

Anlaşılıyor ki bugünkü Bulgar milleti tarih sahnesine, önce Türk olarak çıkıyor, ondan sonra da (Türklük) ve (Türkler) sayesinde siyasi bir mevcudiyet halini iktisap ediyor.

Ortada bu derece yakın bir kan ve tarih kardeşliği dururken, bugünkü Bulgar devletini idare edenlerin, hasbel kader azınlık durumuna geçmiş olan Türklere kayıtsız kalamıyacağı, Türklerin de, kendilerine en ziyade yâr olacak bir parti ile el ve iş birliği yapmaktan geri durmıyacağı pek tabiîdir; ancak kendilerinin inan ve güvenlerinin kazanılması için her şeyden evvel onların milletçe muhtaç oldukları imkânların kendilerine bol bol verilmesi icabeder.

İstiyeceğimiz şeyler gayet basittir:

Çocuklarımızın refah içinde okuyup yüksek tahsile devamlarını ve iyi vatandaşlar olarak yetişmelerini sağlamak için bugünkü rüştiye okulunun yarının lisesi haline inkilâbını temin edecek bol para verilmesinin ve okur yazar gençlerimizin, tahsil derecelerine göre, bütün devlet dairelerinde ödevlendirilmesinin şimdiden teahhüt edilmesi ve teahhüdün en kısa bir zamanda meydana getirileceğini tevsik edecek bir nevi mukavelenamenin hükümet ve iktidar partisi adına değerli vali ile Rahova Çiftçi Partisi başkanı tarafından imzalanmasıdır. Bu takdirde 650 adet sadık Türk reyinin şu mütevazı avuçlarımın içinde bulunduğuna inanılmasını dilerim.

Dedim ve şu anda tasviri mümkün olmayan muazzam bir alkış tufanı içinde, kulaklarımın, uğuldadığını hissettim.

Çiftçi Partisinin Rahova başkanı, millî izzeti nefsinin hırpalanmış olmasından doğan hırçın bir lisanla:

- Yahu teahhüdümüzü yerine getirmediğimiz takdirdi bize karşı ne yapabilirsiniz?

Diyecek oldu; fakat oturduğum yerden ok gibi fırlayarak:

- Evvelce de arzetmiştim ki icapları yapılmayacak olan teahhütnamenizi bütün bir cihan, efkârı umumiyesine bir paçavra halinde gösterebilmemize yetecek kalemimizle gezetemiz, Çiftçi Partisi karşısında, (dostluk) veya (düşmanlık) cephelerinden birine geçmek için kahraman Rahova Türklerinin emirlerine muntazırdır...

Dedim.

Parti başkanının yeniden vermek istediği cevabı valinin tek parmağıyle yaptığı işaret bir anda susturmuş ve o gece Türk Maarif Encümeni reisinin evinde vali şerefine verilen bir ziyafette seçkin öğrenciler ve gençler tarafından söylenen Türkçe ve Bulgarca güzel şiirler, monologlar ve milli şarkılar valinin daha oracıkta Maarif Vekiline ve parti genel sekreterine; hitaben yazdığı mektupların bizzat bana verilmesini ve Rahova Türklerinin, ittihattan kuvvet doğacağına dair olan nasihatlarımı dikkatle dinleyerek onu fiil ve tatbik sahasına atmış olmalarının mükâfaatını bir hafta gibi kısa bir zamanda kazanmalarını temin etmiş ve fakat, ne yazık ki, bir hafta içinde yapılmasına başlanan bu yardımın sonu gelmeden dahilî bir ihtilâl neticesinde Çiftçi Partisi devrilmiş ve bu devriliş 30,000 Bulgarin yine Bulgarlar tarafından tepelenmesine sebep olmuştu.

8 Ocak 2012 Pazar

PROF. DR. İBER ORTAYLI: BULGARİSTAN TÜRKLERİ, TÜRKTÜR.

İsatnbul'da bulunan Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü ve dünyaca ünlü Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. İlber Ortaylı, bir soru üzerine Bulgaristan Türklerinin nereden geldiklerini cevaplıyor.

28 Aralık 2011 Çarşamba

MEHMET BEHÇET PERİM'İN SOFYA HATIRALARI

MEHMET BEHÇET, Nevrokop (Gotse Delçev) kasabasının Satovça köyünde doğdu. Edirne'de Sultaniye'de okudu. Uzun yıllar gazetecilik yaptı. "Ahali", "Kocabalkan", "Bulgaristan", "Tuna Boyu", "Mücadele" gazetelerini, "Altın Kalem" dergisini çıkardı. Bulgaristan Türk Muallimler Mecmuası'nın ve Türkçe çıkan öteki dergilerin muharrirliğini yaptı. 1927'de Türkiye'ye göç etti.
Burada da sanatçılığını sürdürdü. 1965'te İzmir'de vefat etti. Önceleri Panakoğlu Mehmet Behçet diye bilinen Behçet, sonradan "Perim" soyadını aldı.
Şiirler, fıkralar, hikâyeler, romanlar, destanlar yazdı ve bir çoğunu şu başlıklarla yayımladı: "Geçit Ver Kamçı" (Şiirler ve Destanlar), "Görüşler ve Duyuşlar" (fıkralar), "Adam Düştüğü Yerden Kalkar" (hikayeler), "Balkan Çiçekleri" (roman), "Göçmen Ahmet" (roman), "Sofya Hatıraları" vs.
İşte çok nadir bulunan kitaplarından Sofya Hatıraları'nın ikinci kısmını elde etmiş bulunuyoruz. PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

17 Ağustos 2011 Çarşamba

BEKLENEN KİTAP ÇIKTI: Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi

Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi, Yazan: Dr. İsmail CAMBAZOV, Kitap İstanbul'da yayınlandı. İlgilenenlere duyurulur. 488 sayfa, 2. hamur kağıt. 
KİTABIN ÖNSÖZÜ'NDEN

Bu kitabı, daha üniversiteyi bitirirken çalışmaya başladığım “Yeni Işık” gazetesi ile ilgili anılarımı anlatmak niyeti ile yazmaya başladım. Fakat gerekli bilgileri, belgeleri toplarken gördüm ki,Bulgaristan’da Türk basınını anlatmadan, “Yeni Işık”ı anlatmak imkânsız. Hem de “Yeni Işık” sadece benim çalıştığım yıllarla sınırlı değil. İşin evveliyatı ve sonu var. Ben işi baştan tutmaz isem, anılarım boşlukta sallanıp kalacak. Kolları sıvamışken, Bulgaristan’da Türk gazeteciliğinin tarihini şöyle bir özetleyelim, dedim. Araştırmalarım esnasında, Bulgaristan‘da Türk basınının tarihi ile ilgili tek bir kitap çıkmadığını gördüm. Binaenaleyh, Bulgaristan’da yeni nesiller kendi öz basınının zengin geçmişini, tarihini bilmiyorlar. Türkiye’de çıkarılan dört - beş derleme, inceleme kitabından da haberleri yok. Zaten o kitaplar da artık sadece kütüphanelerde, arşivlerde bulunuyor.
Bu düşünceler beni Mithat Paşa‘nın “Tuna” gazetesinden başlayarak günümüze kadar Türk gazeteciliğine bir göz atmaya yöneltti. Büyük araştırmacı, Bulgaristan Türk gazeteciliğinin canlı tarihi olan sayın Mehmet Türker Acaroğlu’nun değerli derlemsinden yola çıkarak, bizim gazeteciliğimizin tarihini canlandırmaya çalıştım.
Anlattığım “Yeni Işık” gazetesi bir parti, hem de iktidardaki Bulgaristan Komünist Partisi‘nin gazetesidir. Pek tabii sayfalarında partinin iç ve dış siyasetini, ekonomik, kültürel, sosyal politikalarını yansıtacaktır. Haksızı haklı, eğriyi doğru göstermeye çalışacaktır.
Şimdi işler düzlüğe çıktıktan, demokrasiye geçtikten sonra ahkâm kesmek kolay. Bu gazeteyi çıkaranları eleştirmek, ayıplamak kolay. Ama, o zamanki “Komünist Faşizmi” koşullarına dönüp “Yeni Işık”ı o kuşular içinde inceleyenler bize hak vermesinler olamaz. O zaman “Yeni Işık”tan başkasını yapmak mümkün değildi.
Bu kitapta kötülüğe ya da iyiliğe örnek gösterdiğim arkadaşları da, eleştirmek, değerlendirmek fikrinden uzağım. Okuyucuya, hele de arkamızdan gelen nesillere telkin etmek istediğim fikir şu:
İçinde çalıştığımız objektif ve subjektif ortam bizi yanılttı. Birçok yanlışlıklar yaptık, günahlar işledik. Siz bizim karışık, inişli-çıkışlı hayatımızdan ibret alınız ki, yanlışlıklarımızı tekrarlamayasınız.

Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Dr. İsmail CAMBAZOV

Kitabı satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

15 Temmuz 2011 Cuma

Gül’ün Bulgaristan heyetindeki ‘casus’

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bulgaristan heyetinde, Türkiye için casusluk yaptığı için 46 yıl önce Ankara’ya gönderilen Osman Kılıç da (91) yer aldı
ANADOLU AJANSI
Bulgaristanda temaslarda bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün heyetinde yer alan 91 yaşındaki Osman Kılıç 46 yıl sonra memleketini görme heyecanını yaşadı.
Kılıç’ın yaşam öyküsünü heyet üyeleri, Gül’ün dün milletvekilleri, akademisyenler ve gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında öğrenme fırsatını yakaladı.
Heyet üyeleri, kendilerini tek tek tanıtırken Cumhurbaşkanı Gül, en uzun konuşma fırsatını 91 yaşındaki Kılıç’a verdi. Kılıç’ın kendini “Şumnu’da doğup büyüdüm” cümlesiyle kısaca tanıtmak istemesi üzerine Gül, onu yaşam öyküsünden daha çok bahsetmesi için teşvik etti.

1920 yılında Şumnu’da doğduğunu ve bu şehirde büyüdüğünü, ilk öğretimden yüksek öğrenime kadar bütün öğrencilik dönemini de Şumnu’da geçirdiğini söyleyen Kılıç, eğitim hayatının önemli bir bölümünün de Şumnu’daki Şerif Halil Paşa “Tombul” Camisinde gerçekleştirdiğini dile getirdi. Şumnu’nun Osmanlı döneminde Rusya sınırındaki “serhat şehir” olduğunu ve burada garnizon bulunduğunu anlatan Kılıç, yaşam öyküsünü şu cümlelerle dile getirdi:

‘İdama çarptırdılar’
“Bulgaristan’da 1948 yılında komünizm dönemi başladı. O zaman ülkede 3 milyona yakın Türk azınlık vardı. Türk nüfusunu ateizme karşı koruma sorumluluğu da bana düştü. O dönemde beni ateizm karşıtı olduğumdan dolayı yargılayamadıkları için Türkiye lehine casusluk yapmakla suçladılar ve idam cezasına çarptırdılar. Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Türkiye Cumhuriyetinin nüfuzu sayesinde cezam müebbete çevrildi ve daha sonra yapılan girişimlerle takas yoluyla
Türkiye’ye geldim. O zaman Bulgaristan’da bıraktığım 2.5 yaşındaki kızımı ondan sonra ilk kez Türkiye’de 19 yaşında gördüm. Türkiye’ye gönderildiğim 1965 yılından sonra ilk kez Şumnu’ya geliyorum. Çok heyecanlıyım ve sevinçliyim.”
Kılıç, öğrenim gördüğü ve daha sonra medresesinde hocalık yaptığı Şerif Halil Paşa Camisini Cumhurbaşkanı Gül ile birlikte gezerken o döneme dair anılarını da paylaştı. Medrese içindeki kütüphane ve dersliklerden bahseden Kılıç, medrese yakınlarında kaldığı yeri de Cumhurbaşkanı Gül’e eliyle işaret etti. Kılıç, Cumhurbaşkanı Gül’e kendisini Bulgaristan ziyaretine davet etmesinden dolayı da şükran duyduğunu söyledi.
Şumnu’ya bağlı Hitrino ilçesinde efsane pehlivanlardan Koca Yusuf’un heykel açılış törenine katılan Gül, akşam saatlerinde Türkiye’ye döndü.

8 Temmuz 2011 Cuma

BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR


BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR[1]

Yazan: Plamena Stoyanova
Bulgarca’dan tercüme eden: Basri Zilabid

5 Ekim 1912 tarihinde Balkan Savaşı patlak verir. Bulgaristan’ın her yerinde var olan umut ve heyecan basına da yansımış durumdadır. En aşırı eleştiriyi adet edinmiş muhalif basın bile Hristiyan Balkan devletlerinin bu siyasî ve askerî hareketini, “Asyalı istilacıya” karşı hakiki bir birlik olarak görmekte ve onaylamaktadır. Türkiye, Balkan topraklarından sürülmeli, kazanılan topraklar ise kendi aralarında paylaşılmalıdır. Bütün gözler cereyan eden askerî hareketlere dikilmişken, cephe gerisinde de savaşın kızıl kıyametinden geri kalmayan dramatik olaylar yaşanmaktadır.
Savaşın daha ilk aylarında Bulgar Ortodoks Kilisesinin teşebbüsü, Çar Ferdinand’ın, Geşov hükümetinin ve VMRO[2] yönetiminin desteği ile Pomakların hristiyanlaştırılması başlar[3].
St. Şişkov’un yazdığı gibi, “Bu fırsat her zaman bulunmayan, en uygun, en elverişli bir andı, o gün bütün gerekçeler hem insanî, hem hristiyanlığa uygun hem de doğru idi.”[4] Siyasî olayların gidişatı gereksiz gürültü ve tantana yapmadan asimilasyon politikası yürütmenin mümkün olduğu anlamına geliyordu. Hükümetin her attığı adımı tenkit etmeyi adet edinmiş muhalif gazeteler bile bu meseleyle ilgili 1913 yılının sonuna kadar herhangi bir habere yer vermemişlerdir.
Sadece Tsırkoven Vestnik (Kilise Gazetesi), Filibe Metropoliti Maksim’in idaresi altında başlayan hristiyanlaştırmayı öven makaleler neşreder. Gazete sayfalarında Pomaklar, Nisan Ayaklanması (1876) ve Rus-Türk Savaşı (1877-1878) gibi Bulgar kurtuluş mücadelesinin en kritik anlarında Bulgar karşıtı hareketlerde bulunmakla açık açık itham edilmişlerdir. Pomaklar ki, “… bir zamanlar bizim erkek ve kız kardeşlerimiz olan bu insanlar bizim en büyük, en acımasız ve en fanatik düşmanlarımız olmuşlardır.”[5] Ancak hemen arkasından şöyle bir açıklama gelmektedir: “Fakat bunun için onların bir suçu yok, onların kaderi herkesçe malum, çok kötü bir kader…”[6]
Pomaklar, dağlık bölgelerde yaşarlar, resmî zevatın bir kısmına göre Osmanlı istilası esnasında zorla İslamlaştırılmışlardır. Müslümanlıkları sebebiyle Bulgarlarca, dil farklılığı sebebiyle de Türkler tarafından izole edilmiş ve muhtemelen “yeni mühtedilere” yan gözle bakılması sebebiyle İslam dinini Bulgar dili ve âdetleriyle telif eden kapalı bir toplum olarak ortaya çıkmışlardır.  Balkan Savaşı’nın başlamasıyla onlar için de kötü günler başlamış, “Büyük Bulgaristan” hayali dinle ilgili yeni endişeler doğurmuştur. Pazarcık şehrinin önde gelenleri “Farklı dinler, farklı yabancı idealleri getirir”[7] diye Başbakan İvan Geşov’a mektup yazar ve esaret yıllarında Bulgarların Rumlaşarak, Romenleşerek veya Türkleşerek milyonlarca soydaşını kaybettiğini dile getirirler. “Kiliseye gereken şey, cemaatini aramaktır”, yani onları din vasıtasıyla Bulgarlaştırması gerekir.[8] Hedef tahtasına ilk olarak kurtarılmış bölgelerde yaşayan Pomaklar oturtulmuştur. Hristiyanlaştırmanın müteşebbislerine göre Bulgar hristiyanlarla Pomakların Müslüman kalbi arasındaki uçurumun bertaraf edilmesinin tek yolu, onları hristiyanlaştırmaktır.
Böylece Bulgar ordusunun zafer sarhoşluğu ortamında, 1912 yılı sonundan 1913 yılının yaz aylarında kadar, Rodoplarda, Batı Trakya’da ve Makedonya’da yüzlerce yerleşim yeri (köyler, mahalleler, kulübeler) hristiyanlaştırılmıştır. Bu bölgelerde hristiyanlaştırılanların sayısı 200.000 civarındadır[9]. Seçime yer yoktur: “Hristiyanlığı kabul etmeleri gerektiğine dair mesele Pomakların önüne açıkça ortaya konulmuştur.”[10] Kilise ve hükümetin baskısına, her tarafa korku salan çetelere dayanamayan Pomaklar hristiyanlığın safına geçerler.
Vaftizler genellikle bütün köy için topluca yapılır. İnsanlar köy meydanına toplanır, üzerlerine kutsanmış su serpilir, haçı öperler ve İslam’dan yüz çevirdiklerinin simgesi olarak domuz etinden bir parça yedirilir. Bundan sonra erkekler feslerini Bulgar şapkası ile değiştirmekte, kadınlar ise feracelerini çıkarıp hristiyan kadınların kullandığı başörtüsünü takmak mecburiyetinde bırakılmaktadır. Yeni hristiyan olanlar hristiyan isimlerini de onları vaftiz eden papazlardan alırlar[11]. “Ben Türk’üm, Bulgar olanı istemem”[12] gibi ifadeler fanatizm olarak görülmüş, evlerinde gizlenenler ise güvenlik güçleri tarafından çıkarılmış ve onlar da vaftiz edilerek hristiyanlaştırılmış. Minarelerin dibine bomba konularak havaya uçurulduğuna, baskı uygulandığına[13], dinini muhafaza etmek için fidye ödendiğine[14] dair kanıtlar vardır. İntiharla son bulmuş gerçek insanî trajediler de söz konusudur.[15]
35 yıldır yani Kurtuluş’tan (1878) bu yana İslam’dan vazgeçip Bulgar olarak temayüz etmelerinin beklentisinde olan hristiyanlaştırmanın müteşebbisleri tarafından suçlanan bu insanların trajedisini anlatabilmek zordur[16].
Zorla dinlerinin değiştirilmesi onların bütün dünyalarını allak bullak eder. Bulgar dilini muhafaza etmiş olmalarına rağmen, onların bakış açıları yüzyıllardan beri İslam dini tarafından şekillenmiştir. İsimlerinin değiştirilmesi, yabancı gözlere karşı yüzlerinin bile kapalı olması gereken kadınların feracelerini çıkartmaları, birden fazla eşi olan erkeklerin zorla ikincisini boşamak zorunda bırakılması[17], Müslüman olarak pis saydıkları hayvandan bir parça etin yenilmek zorunda bırakılması onların hayatlarına yapılmış çok acı bir müdahaledir.
Resmî olarak kilise hristiyanlaşmanın gönüllü olduğunun[18] borazanlığını yapsa da, hatta bu isteğin Pomakların kendilerinden geldiğini söylemeye kalksa da, kilise misyonerlerinin raporları gerçek tavrın ne olduğunu ortaya koymaktadır: “Özellikle yaşlı insanlarda yeni dinin onlara büyük bir acı verdiği görülüyor”[19].
Kilisenin hristiyanlaştırma esnasında zorlama olmadığı hakkındaki değişmez tutumu bu inisiyatifin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra da aynı şekilde kalacak, hatta Filibe Metropoliti Maksim kendi hayat hikâyesini anlattığı hatıratında bir kez daha zorbalığı inkâr edecek, ancak “bazı yerlerde bu gibi olaylar olduysa bunlar istisnai ve mahalli olaylardır.”[20] diyecektir.
Buna karşılık Pomakların oldukça sık rastlanan aktif ve pasif karşı koyma eylemleri olmuş, bu eylemler Bulgar ordusunun savaş meydanındaki başarı durumuna göre çeşitli şekil ve ölçülerde kendini göstermiştir.
1913 yılının başlarında Er Köprü, Dryanovo ve Bogutevo köylerinin sakinleri hristiyanlaştırma esnasında uygulanan zulmü protesto ettikleri ve açıkça 500 yıl önce kendilerinin İslamlaştırılmasıyla benzerlik kurdukları bir mektubu Bulgaristan Millet Meclisi Başkanı S. Danev’e gönderirler. Mektup anonimdir. Mektubu yazanlar isimlerini yazmaya cesaret edememişlerdir.[21] Bu Pomakların tepkilerini ifade ettikleri tek belge değildir. Ancak o da diğer bütün protestolarda olduğu gibi neticesiz kalmıştır.
Hristiyanlaştırma devam etmektedir, ancak Pomaklar da kendileri için yeni olan hristiyanlık kanunlarını atlatacak yolları bulurlar. Mesela, hristiyanlarla akrabalık tesis edilmesini önlemek için 12-13 yaşındaki erkek ve kızların çabucak evlendirilmesi. İmamlar hristiyanlığa meyilli Pomak ailelerini sistemli bir şekilde hesaplaşmakla tehdit etmekte, zenginler ise bazı Pomakları evlerinde saklamaktadır.[22] Birçok Müslüman baba, papazların evlerine girmesine müsaade etmemektedir. Papazlara göre ise bu “Asya fanatizmi” hem kendi çocuklarının kurtulmasına hem de sadece hristiyanlığın onların kadınlarına verebileceği hürriyete engel olmaktadır.
Erkekler hristiyanlığı kabul etmeye zorlanacakları ihtimaline karşı evlerinden uzak genellikle dağlara çıkarlar veya kendilerine ya da başkalarına ait hayvan sürüleriyle dolaşırlar. Papazlara göre, bu meselenin çözülebilmesi için sürü sahiplerinin bulundukları yerde hristiyanlaştırılması, diğerlerinin ise köylerine döndürülüp yeni dine o kadar da meyilli olmayan akrabalarıyla beraber hristiyanlığı kabul etmeleri gerekir.[23]
Kilise idaresinin açıkgözlülüğünü belirtmeden geçemeyiz. Türk ordusunda görev yapmış ve esir düşmüş Pomakların hristiyanlığı kabul etmeleri halinde evlerine dönmeleri/salıverilmeleri hakkındaki teşebbüs onlara ait. Esirlerin bu isteklerinin yerine gelmesi için resmî olarak dilekçe vermeleri gerektiğinden, bu belgeler “babalar evlerine döndüklerinde aile efradının kötü duruma düşmemesi için” ailelerinin de acele ile hristiyanlaştırılması için kullanılmıştır[24].
Kilisenin eski imamlara emekli maaşı bağlanması teklifi de oldukça ileri görüşlüdür.[25] Şiddetli dirençlerini kırmak için onlara hayatta kalma alternatifi sunmak, bundan daha iyi bir yol mu var?
Buraya kadar anlatılanlardan sonra bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiğine inanmak zor olsa da böyleleri var, ancak bunun da değişik sebepleri vardır. Kilise idaresine göre bunlardan bazıları Bulgar hristiyan halkına karşı aşırı hareketlerde bulunmuşlar ve kendilerinden intikam alınmasından haklı olarak korkuyorlar. Diğer bir kısmı evlerine dönebilmek için hristiyanlığı kabul eden esir askerlerden oluşmaktadır. Üçüncüleri de ekonomik sebeplerle bağlantılı, gerçekten çok sayıda dilekçe var. Hristiyanlaştırma misyonuyla görevli öğretmen ve papazların raporları Pomak ailelerinin sefalet ve kötü sağlık şartlarında yaşadıklarına şahitlik ediyor. Bazı köyler ateşe verilmiş, Türk ordusunda askerlik yapmış kişilerin evlerinde açlık çekiliyor, kış aylarında ise bütün bunlara kolera salgını da ekleniyor.
Birçok Pomak hanesi, Bulgarlar tarafından yağmalanmış ve Filibe Metropolitliği kendi cemaatine el konulan malların sahiplerine iade edilmesi çağrısında bulunma mecburiyetinde kalmıştır. Kilise, “büyük acılara maruz kalmış Pomak halkına” ve dinlerine geri dönmüş kardeşlerine destek için yardım toplamış ve dağıtmıştır.[26]
Eski dinlerine dönmeyen tahrip edilmiş Pomak köyleri içinse kaynak sadece bir kalem için ayrılabilir. Bu paralarla zarara uğrayanlar sadece kışı geçirebilecekleri barakalar yapabilir. Belgede “merhamet adına yapılmış bir davranış” olarak geçen bu hadise gelecekte bu kişileri hristiyanlaştırma fikri ile çok sıkı bağlantılıdır. Ne demişler, bu dünyada karşılıksız bir şey yoktur.[27]
Pomaklar arasında bu duruma “fırtına geçinceye kadar” rıza göstermeye karar vermiş azımsanmayacak bir kitle de vardır. Ancak şuna kesin olarak inanmaktadırlar: “savaş sona erip barış sağlanınca … biz tekrar Müslüman olacağız”[28]. Yine bu kişiler ormanlarda gizlenmekte ve Allah’a karşı ibadetlerini yerine getirmektedirler. Genç aileler yeni doğan çocuklarını vaftiz etmemekte, cenazeler ise papazın gelip hristiyanlığa göre ayin yapmasına fırsat verilmeden gömülmektedir. Dışarıda hristiyan gibi gözükmekte evlerinde ise Müslüman olarak yaşamaktadırlar.
Vladimir Ardenski, araştırmalarında bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiklerini belirtse de, bu hiçbir surette kitlesel bir olay değildir.[29]
Kilisenin Pomakları hristiyanlaştırırken camileri kilise ve okullara çevirirken[30] ve İslam ahlakını hristiyan ahlakıyla değiştirirken sadece “Kilise Gazetesi” bu olayları dile getirir. Tabii ki, yapılanları olumlu karşılayan bir üslupta. İkinci Balkan Savaşı’nın başlamasıyla (16 Haziran 1913) tenkitlerini arttıran muhalif basın bu konuda suskunluğunu sürdürmektedir.
Gazete sayfalarında yayınlanan ilk bilgiler 1913 yılının sonlarına doğru kısa haberler şeklinde ve yapılacak seçimler sebebiyledir. Filibe gazeteleri ve “Narodni Prava” (Hukuk-u Milliye) gazetesi M. Takev’in Pazarcık’ta yaptığı seçim konuşmasını yayınlar. Pomakların önünde Takev: “… Kilise çanlarının eritilip sığırlarınızın boyunlarını süslemesini istiyor musunuz?… Dininizi, imanınızı geri almak istiyor musunuz? O zaman Demokrat Parti’ye oy veriniz!”[31] Pomakların hristiyanlaştırılmasına açıkça karşı çıkan az sayıdaki siyasetçilerden biri olan Takev böyle bir konuşma yaptığını inkâr etmektedir[32]. Filibe valisi Sayın Dimitrov’un Takev’in yalan söylediği ve bu gibi propaganda ile “partizanlık”[33] yaptığı hakkındaki sert mukabelesinden sonra “Trakya” Gazetesi’nin sayfalarından “doğruydu, hayır değildi” şeklinde aralarında ciddi bir atışma başlar. Takev’in, Pomakların hristiyanlaştırılması konusuyla siyasi bir propaganda gütmediğini açıklaması[34] tartışmayı vali lehine sonuçlandırmış olur. Takev’in bu açıklamasına Filibe metropolitinin “Eğer Takev bu hristiyan karşıtı propagandaya devam ederse kiliseden aforoz edilecektir”[35] tehdidi de herhalde yardımcı olmuştur.
Kilisenin kesin ve kararlı tepkisi mantıklıdır. O ümitsiz bir şekilde davasını savunmaya çalışmaktadır. Seçim kampanyası ile ilgili haberler 1913 yılının Ekim ayı başlarında basına yansır. Bu tarihte artık Bulgaristan İkinci Balkan Savaşı’nı kaybetmiş, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşmasıyla da tebaasına karşı din hürriyetini iade yükümlülüğü altına girmiştir. 
Kilise misyonlarının raporlarına göre, Pomaklar arasında eski hayat tarzına dönüş hareketi Ağustos ayı sonlarında başlamış ve bu sürecin durdurulması da mümkün gözükmüyor[36]. Din adamlarının ikna, tehdit ve çağrı şeklindeki canhıraş hareketleri başarısızlıkla sonuçlanır. Devlet olaylara seyirci kalmaktan vazgeçer ve zorla hristiyanlaştırmayı yasaklar, Pomak ve Bulgar halkının tırmanan negatif duyguları karşılıklı kavga ve sürtüşmelere sebep olur[37]. Yönetimin desteğini kaybeden kilise mensupları suçun tamamını yeni hristiyanların özgür vicdanına “tecavüz”[38] etmek suretiyle milli bir ihanet içinde olduğunu iddia ettikleri Radoslavov hükümetinde bulurlar.
Bu arada hükümetin ödün vermeyen duruşu “Hukuk-u Milliye” gazetesine şu şekilde yansır: “Bugüne dek hiçbir Bulgar hükümeti Pomakların din ve vatandaşlık özgürlüklerine dokunmamıştır.”[39] Enteresan olan, gözle görülür görüş ayrılığı değil, Radoslavov’un zaten her türlü günahı işlemekle suçladığı kendisinden önceki hükümetlere neden bu suçu da izafe ederek bu fırsattan yararlanmadığıdır. Olan hadiseler için sorumlu oldukları halde… Din özgürlüklerinin kesin olarak iade edildiğine dair resmi açıklama yumuşatılmış bir şekilde sunulmuştur: “… kurtuluş savaşındaki o hengamede dedelerinin dinine geçenlere (hristiyanlık kastediliyor – mütercimin notu) din özgürlükleri verilmiştir[40]. Din değiştirme ile ilgili bu hengâmenin ne menem bir hengâme olduğu açıklanmamış; bunun sorumlusunun kim olduğu sorusuna da cevap verilmemiştir?
Geşov ve Danev hükümetlerine geleneksel olarak karşı duran “Pryaporets” gazetesinin duruşu da aynı. Neden değişik fikirleri savunan bu kadar gazete susmayı tercih ediyor? Herhalde uluslar arası şöhret kazanan Pomakların hristiyanlaştırılması meselesi ülkemizi zora soktuğu için. Ayrıca hem Türk hem de Yunan diplomasisi bu gerçekleri kendi lehlerine çok başarılı bir şekilde kullanmışlarıdır.[41] V. Ardenski’ye göre basının susmasının bir sebebi uygulanan askerî sansür, diğeri de gazetecilerin önemli bir kısmı tarafından rahatsız edici, acıklı millî bir meselenin hristiyanlaştırmak suretiyle çözülebileceğine inanmalarıdır[42]. Ancak onlar yanılıyorlar, çünkü hristiyanlaştırma bu sorunu/meseleyi çözmüyor aksine derinleştiriyor. Bütün bunlara rağmen Geşov direk olarak yüz kızartan bir leke olan hristiyanlaştırma ile suçlanmamıştır. Ancak “Mir” (Barış) gazetesinin Radoslavov’un hristiyanlaşanları seçimi kazanmak için zorla İslam’a çevirdiği hakkındaki iddiasından sonradır ki, “Hukuk-u Milliye” gazetesi tehditvari bir şekilde perdeyi aralamaktadır:
Seçim maksadıyla değil… Hükümet ülkeye din özgürlüğünü getirdi. Ve bunun için takdir edileceği yerde kötüleniyorsa ve bu da halkçı-tsankovistçi hükümetin hiç hoş olmayan işleri sebebiyle hiç ağzını açmaması gereken kişiler tarafından yapılıyorsa, şunu iyi bilsinler ki, liberal hükümetin elinde Pomak meselesine ışık tutacak belgeler vardır. Bu belgelerde Pomakların kim tarafından hristiyanlaştırıldığı ve hristiyanlaştırmanın nasıl yapıldığı apaçık görülüyor. Eğer “Mir” gazetesi bu yolda yürümeye devam ederse kurdu kuzuların yanına (koyun ağılına) davet eder[43].
Çok keskin bir cevap ancak, adlî makamlar tarafından bir soruşturma açılmamıştır. Kilise teşkilatı da savaş sırasında yaptıklarından mes’ul tutulmamıştır.
Kilise zaten çok nazik bir durumdadır. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Ekzarh İstanbul’u terk eder ve Bulgaristan’a döner. Bozguna uğramış, ağır bir krizin içine düşmüş bir devlete bütün gücüyle yardım etmesi gereken bir müesseseye ağır bir ithamda bulunmaya gerek yoktur. Cereyan eden hadiseler neticesinde kilise Bulgaristan’a yeni ilhak edilmiş komşu ülkelerdeki cemaatini kaybetmekle kalmıyor, merkez olma ve potansiyel birleştirici rolünü de Bulgar bilincini canlı tutma ve besleme hakkını da kaybeder. Kendi davasını yani hristiyanlaştırmayı hakkıyla savunamamış kilise, öfke ile Radoslavov hükümetine “Bulgar karşıtı politika”[44] güttüğü tepkisini verir ve acıyla “kazanılanın kaybedildiği”[45] tespitini yapar. Bu gerçekler Bulgar kilisesine karşı tenkidin neden yapılmadığını açıklamaya yetiyor mu? Kilisenin bu hareketi hükümet, muhalefet ve Bulgar toplumunun önemli bir kısmının görüşleriyle uygunluk arz etmiyor mu acaba? Dr. Georgi Çiçovski gibi Pomak savunucuları, Nikolay Vrançev gibi, Nikolay Popfilipov, yazar A. Straşimirov[46] gibi Pomak meselesine aşina olanlar ve yapılan zulümleri yüksek makamlara iletenler neden bir ilgi ve alaka uyandırmıyor veya bir tartışmayı tetikleyemiyor? Herhalde Pomaklara karşı gerçekten bir tahammülsüzlüğün ve anlayışsızlığın var olduğunu söylemek mümkün. Bu durum seçimlerden sonra parlamentoya öncekinden daha fazla Müslüman milletvekilinin girmesiyle daha da kuvvetlenmiştir. Savaş daha yeni bitmiş, acılar hâlâ diri, yabancı bir dine karşı tahammülsüzlük, Müslüman Osmanlı imparatorluğu ile savaş arifesindeki derecesiyle aynı derecede. Hoşgörülü ve özgür Bulgaristan’ın, o kadar da özgür olmadığı, hoşgörüsünün ise her tarafa çekilebilecek bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Mantıkî olarak şöyle bir soru ortaya çıkıyor – Bulgaristan bu Balkan savaşlarından galip olarak çıksaydı hristiyanlaştırılan vatandaşlarına dînî özgürlüklerini geri verecek miydi?  Üstelik Balkanlarda homojen uluslar meydana getirmenin ana silahının asimilasyon politikası uygulamanın kabul edildiği bir zamanda. Peki sınırları içine yeni dahil olmuş diğer milletlere karşı tutumu nasıl olacaktı? Komşuları olan Yunanistan ve Sırbistan’ın savaş sonrası dönemde etnik ve dînî azınlıklara karşı uyguladığı siyasetle Bulgar devletininki farklılık gösterecek miydi acaba? Bu sorunun cevabı ne yazık ki olumsuz.
Bizi bu düşünceye sevk eden Pomakların savaş zamanlarında başına gelenlerdir. Hristiyanlaştırma, Sveti Sinod’un[47] “beklenilmesi gerektiğine dair” çekincelerine rağmen Çingene ve Türkler gibi diğer azınlık gruplarına da sıçramış; bir kısım Türk ve Çingene hristiyanlaştırılmıştır.[48] Hoşgörüden bahsedeceksek Pazarcıklı hristiyanlaştırma konusunda faal kişilerin mektubunu göz önünde bulundurmamız ve yeni ilhak edilmiş yerlerdeki Yunan, Türk veya Romen halkının ne kadarını Bulgar addetmiş olabilirler diye kendimize sormamız gerekir. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki olaylar da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. O dönemdeki Bulgar silahının gücü Ortodoks dünyasında Bulgar kilisesini büyüklük açısından Rus kilisesinden sonra ikinci yere yükseltmiştir. Bulgar din adamları da yeni yerlerde bulduğu halkı değil sadece Bulgar kilisesine bağlama, Bulgar devleti ve ulusuna katmak için çok samimi gayret içerisine girmiştir[49]. Dolayısıyla Pomakların hristiyanlaştırılması diğer Balkan devletlerinin kendi azınlıklarına karşı uyguladıkları yöntemlere belirli bir ölçüde benzemektedir. Gerçekten Sırp ve Yunan idaresine özgü radikal baskılar yok, ancak bu kesinlikle şiddet eylemidir. Burada tuhaf olan şey, Bulgar asimilasyon politikasının etnik olarak farklı bir topluma karşı değil de, tek günahları Müslüman olmak olan Bulgarlara karşı yapılmış olmasıdır.
Hristiyan kilisesinin ortaya koyduğu bütün çaba ve gayretlere rağmen, Pomaklar bu defa da itilmiş kapalı bir toplum olarak tebarüz ediyor ve neticede kilise onlara ulaşamıyor. Belki de tarihin hata ve haksızlıklarını düzeltme isteği çoğunlukla hayal olarak kalıyor, insanî isteklerin zorla bir yöne sevk edilmesine yönelik her adım, doğal olarak bir tepki ve mukavemet doğuruyor ama hiçbir şekilde müspet bir sonuç vermiyor.
Pomakları etnik köklerinden uzaklaştıran ve onları Türk propagandasına açık hâle getiren[50]  hristiyanlaştırma, o zamanın çağdaşları tarafından da araştırmacılar tarafından da çok büyük bir siyasî hata olarak kabul edilmiştir. Sv. Eldırov’a göre ise, hristiyanlaştırma hadisesinde harcanan emekler, kilisenin Makedonya’daki Bulgarların kaderinin ne olacağına dair önemli bir meseleye odaklanması gereken dikkatini başka yöne saptırmıştır[51]
29 Eylül 1913 tarihinden sonra hristiyanlaştırılmış Pomaklar kitlesel olarak İslam dinine dönmeye başlarlar. 1914 yılının Şubat ayının ortalarında Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin heyecenla ve bir hışımda gerçekleştirdiği büyük işten eser kalmaz. Elde kalan sadece Bulgaristan’a yöneltilmiş ağır bir suçlamadır. Çünkü, hem kendi vatandaşlarının haklarını hem de kendi kanunlarını çiğnemiştir, halbuki prensip olarak bunları koruması ve savunması gerekirdi.
Devin şahrinde (Türkçe: Dövlen) hristiyanlaştırma, 1912. Papaz İvan Cacev, Kaynak: Filibe Devlet Arşivi Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 3.



Güney Bulgaristan’da Banite köyünde (Türkçe: Ilıca) hristiyanlaştırma, 1912.
Kaynak: Filibe Devlet Arşivi, Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 2



[1] Makalenin orijinal başlığı, “Müslüman Bulgarların Hristiyanlaştırılması”dır. Bulgar tarihçilerinin ve Bulgar devletinin resmi görüşü Pomakların, Bulgar olduklarıdır. Çoğunlukla onlar için Bulgar-Muhammedileri veya Müslüman Bulgarlar tabirini kullanırlar. Ancak Pomakların ekseriyeti bu tanımlamaları kabul etmez. Kendilerini Müslüman Pomaklar olarak tanımlar. (B.Z.)    
[2] VMRO – Vıtreşna Makedonska Revolyütsionna Organizatsiya: Makedonya İhtilalci İç Cemiyeti – Son dönemde Bulgarlar ve Makedonyalıların Osmanlı Devletine karşı kurdukları çeşitli komite ve çetelerin en önemlisidir.
[3] Georgiev, V., St. Trifonov, Pokrastvaneto na bılgarite mohammedani 1912-1913.  Dokumenti, [Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması 1912-1913 Belgeler]Sofya 1955, s. 7.
[4] Sbornik ve çest na Plovdivskiya mitropolit Maksim, statiya na St. Şişkov. [Filibe metropoliti Maksim anısına Kitap, St. Şişkov’un makalesi]
[5] “Tsırkoven vestnik”, br. 1, [“Kilise Gazetesi, sayı 1,], 5.01.1913
[6] A.g.g.
[7] Georgiev V., St. Trifonov, İstoriya na bılgarite v dokumenti [Belgelerle Bulgar Tarihi], 2/113, 1992
[8] Georgiev V., St. Trifonov, a.g.e.
[9] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 8
[10] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s 201
[11] Drugite balkanski voyni [Diğer Balkan Savaşları], Fondatsiya Karnegi [Karnegi Vakfı], s. 146, Sofya 1995
[12] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 452
[13] Ardenski, V., Zagasnali ognişta [Sönmüş Ocaklar], s. 67, Sofya 2005
[14] Ardenski, V., a.g.e., s. 68
[15] Ardenski, V., a.g.e., s. 73
[16] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 166
[17] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 301
[18] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 159
[19] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 202
[20] Plovdivski mitropolit Maksim. Avtobiografiya i spomeni [Filibe metropoliti Maksim. Özgeçmiş ve hatıralar], s. 71, Plovdiv 1930
[21] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[22] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[23] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 144
[24] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 154
[25] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[26] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[27] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 180
[28] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 365
[29] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 71
[30] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 168
[31] “Narodni prava” [Hukuk-u Milliye], sayı 200, 7.11.1913
[32] “Trakya”, sayı 3, 8.11.1913
[33]  A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[34] A.g.g., sayı 9, 6.12.1913
[35] A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[36] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 212, 404, 416
[37] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 229, 401, 441; Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[38] “Vıprosıt za novopokrıstenite” [Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi], Kilise Gazetesi, 1.03.1914
[39] Hukuk-u Milliye, sayı 227, 8.12.1913
[40] “Kronoloji”, Hukuk-u Milliye, sayı 238, 21.12.1913
[41] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[42] Ardenski, V., a.g.e., s. 81
[43] “Koy pokrısti pomatsite” [Pomakları kim hristiyanlaştırdı], Hukuk-u Milliye, sayı 57, 11.03.1914
[44] “Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi”, Kilise Gazetesi, sayı 9, 1.03.1914
[45] A.g.m.
[46] Ardenski, V., Svoi, a ne çujdi [Yabancının değil, bizim], s. 21, Sofya 1975; Diğer Balkan Savaşları, s. 147
[47] Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin merkezi yönetim organı.
[48] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 108
[49] Eldırov, S., “Balkanskite pravoslavni tsırkvi i voynite na Balkanite, 1912-1918” – V: sb. Balkanite mejdu mira i voynata XIV-XIX v. [“Balkan Ortodoks Kiliseleri ve Balkanlardaki Savaşlar 1912-1918”, Barışla Savaş Arasındaki Balkanlar XIV-XIX Yüzyıllar] s. 256, Sofya 2002
[50] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 87
[51] Eldırov, S., a.g.m., s. 264