Gazi Osman Paşa'nın İstanbul'da adını taşıyan ilçede bulunan heykeli |
Osmanlı torunu Evlad-ı Fatihanlar... Geçmişi bilerek onu unutmadan, geleceğe kanat açanlar... Biz bize benzeriz ve özgün olma iddiasındayız. Kuruluş: Sofya 26 Mart 2008, Halen yayın: İstanbul
26 Şubat 2012 Pazar
24 Şubat 2012 Cuma
Ünlü Gazeteci, Canlı Aksiyon Adamı, Yetenekli İdareci Re’fet Rodoplu
Refet RODOPLU |
Yazan: Dr. İsmail CAMBAZOV
Seçkin Türk gazetecisi Altan Deliorman’ın “Mustafa Kemal Balkanlar’da” başlıklı kitabını okurken biz Rodopluları yakından ilgilendiren enteresan bir olaya rastladım:
Balkan savaşları içinde (1912-1913) Ardino (Eğri Dere) de müftü bulunan Hasan Vehbi Rodoplu adında bir hoca, Osmanlı ordusuna yardım etmek için halktan altın para toplar. Bir heybenin iki gözüne yerleştirdiği 30 kilo altını sırtlıyarak Gümülcine’deki Osmanlı Başkonsolosluğuna götürür. Fakat et kafalı konsolos bu altınları kabul etmez.
-Doğu Rodoplar artık Bulgaristan’dır ve Sofya’daki Osmanlı Elçiliğine bağlıdır, der ve altınları oraya götürülmelerini tavsiye eder.
Böyle karşılamadan büyük hayal kırkılığına uğrayan müftü efendi asıl niyetinden ve kararından vazgeçmez. Gümülcine’den ter pülçek içinde dönerek sırtındaki haybeyi katırına yükletir, gecelikle keçi patekalarından tutar Sofya’nın yolunu. Dağdan tepeden yürüyerek bir haftada başkente varır ve Osmanlı Sefareti’ni bulur. Altınları tam Sefir Beye (Fethi Okyar) teslim ederken odaya genç, güzel sarışın bir Osmanlı zabiti (subay) girer. Sefir bey kendisine olayı anlatır. Bu zabit, sefarette askeri ateşe olarak çalışan kolağası (yarbay, pod polkovnik) Mustafa Kemal’dir. Olayı anlayınca kolağasının gözleri yaşarır.
-Böyle evlâtlara sahip bir milletin arkası hiç bir zaman yere gelmez, der.
Altan Deliorman’dan bu bilgiyi edindikten sonra iz sürmeye başladım. Hasan Vehbi Hoca’nın kimliğini araştırmaya başladım. Ne yazık ki, Eğri Dere’de, Kırcaali’de, Svilengrad’ta, Kırklareli’nde kendisini tanıyanlar bu dünyayı çoktan terketmişlerdi. Bazı yazılı kaynaklarda Hasan Vehbi Efendi’nin 1913 yılında Gümülcine’de kurulan Batı Trakya Federal Türk Cumhuriyeti’nin, Rodoplar Kesimi Başkanı, Kırklareli Müftülüğünden emekli eiken 1956 yılında yine burada ölüp toprağa verildiğini okudum.
Ancak bu iz sürme hepten boşuna gitmedi. Bir laf vardır, babasını ararken oğlunu buldum, derler. Benim işim de öyle oldu. Sofya Ulusal Kütüphanesi’nin Şarkiyat bölümünde eski Türkçe gazeteleri karıştırırken 1930-lu yıllarda çeşitli gazetelerde Kırcaali Türk Ruştiyesi öğretmeni Re’fet Rodoplu, Kırcaali Türk Ruştiyesi Müdürü Re’fet Rodoplu imzalarına rastlıyordum. Rodoplu soyadına bakılırsa bu aktif gazetecinin bizim taraflardan olacağı kanaatine vardım. Acaba kimdir filân derken bu zatın o ünlü müftünün büyük oğlu olduğunu öğrendim. Çok iyi bir rastlantı.
Ahmet Re’fet Rodoplu Kimdir?
1922 yılında Razgrat’ta çıkartılmaya başlanan daha sonra Sofya’ya taşınan ve başkentte 1927 yılına kadar yayın hayatına devam eden “Deliorman” gazetesini karıştırırken sık sık rastladığım Re’fet Rodoplu imzası dikkatimi çekti. Rodoplu soyadı ilgimi uyandırdı.
"Deliorman" gazetesi çıkmaz olunca bu imzanın 1925 yılında gene Sofya'da çıkmaya başlayan "Dostluk" gazetesine geçtiğini görüyoruz. Daha sonraları Re'fet Rodoplu 1928 - 1934 yılları arasında Vidin, Varna, Kırcaali'de yaınlanan "Turan" gazetesine geçiyor. Vidin'de çıkarılan "İstikbal" (1931 - 1932), Plovdiv'te yayınlanan "Rodop" (1929 - 1934), "Özdilek" gazeteleri Re'fet Rodoplu'nun derin anlam taşıyan ilgine fikir yazılarına sayfalarını açıyorlar. Yazılar, Rodoplu'nun büyük bir gazeteci, eğitmen, derin fikir adamı olduğunu gösteriyorlar. Her halde İstanbul medreselerinde beş on yıl okumuş bir bilgin olsa gerek, dedim. Geçen asrın 30-lu yıllarında en itibarlı gazetecilerden birisi haline gelen, üç-beş gazetede aynı zamanda yazan Re'fet Rodoplu'nun kimliği ile ilgilendim. Yaptığım araştırmalar karşıma gerçek değerli, eğitimi kıt, fakat çok okumakla kendisini yetiştirmiş, idealist, ülkücü bir fikir adamı çıkardı. '
Re'fet Rodoplu Eğridereli. Hem de içinden. Burada doğmuş 1901 ama, Mustafa Paşa (Svilengrad) kasabasında büyümüş. Çünkü babası, ateşin milliyetçi, ilerici din adamı Hasan Vehbi Efendi XX. asrın başlarında bu şehirde Osmanlı ilçe müftüsüdür. Asıl adı Ahmet olan (Re'fet takma gazeteci adıdır ve merhamet, acımak, yüce anlamlarını ifade eder). Rodoplu ilk okulu Mustafa Paşa'da bitirmiş, orta okulu artık Bulgaristan'a geçmiş olan Eğridere'de ikmal etmiştir. Bu okulun medrese mi, yoksa rüştiye mi olduğu bilinmiyor. Herhalde o yıllar da açılan özel Türk rüştiyesi olsa gerek. Idadiyeyl (lise) de Plovdiv'te bitirdiğini yazıyor gazeteler. Plovdiv'te okuması artık Birinci Dünya Savaşı yıllarına rast geliyor. Bu yüzden yüksek tahsiline devam edemiyor. 18 yaşındaki genç iş hayatına atılmak zorunda kalıyor.
Burada şu ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Ahmet Rodoplu'nun Plovdiv'te idadiye bitirmesi çok önemli bir meseledir, Kaynaklar bu idadiyeniıf herhangi yabancı bir kolej (Fransız, İngiliz, Alman koleji) olduğunu belirtmediklerine göre, demek o düz lisede okumuştur. 1915 - 1918 yıllarında Plovdiv'te Osmanlı idadiyesi bulunmadığına gore, Rodoplu Bulgar lisesi bitirmiştir. Dolayısı ile Eğridere'den Bulgar lisesi bitiren ilk Türk gencidir. Bu yüzden cebinde Bulgar diploması ile (ozamanlarda bu lise herhangi bir fakülteye denktir) hayata atılan Rodoplu'yu 1919 yılında Kırcaali'deki özel Türk rüştiyesinde ders verirken görüyoruz. Bu okulda öğretmen ve müdür olarak 15 yıl çalışan Re'fet Rodoplu bizim dağlarda yüzlerce ilk okul öğretmeni yetiştirmiştir. Ozamanlarda rüştiye tahsilli öğretmenler sadece en büyük ilokullarda bulunuyordu. Ahmet Re'fet Rodoplu'nun gazeteciliğe merak sarıp yazı yazmaya başlamasu, Kırcaaali rüştiyesinde öğretmenliği ve müdürlüğü sırasına rast gelmektedir. Birçok yazısının altında Re'fet Rodoplu - Kırcaali Türk rüştiyesi öğretmeni veya müdürü tamamlamasının bulunması da bunu göstermektedir.
Ahmet Re'fet Rodoplu'nun Bulgaristan Türk eğitim ve kültürüne, hele de Rodop Türklerine hizmeti sadece eğitim ve gazetecilik alanında değildir. Türkler arasında ulusal bilinci oluşturup şekillendirmek, kemalistlerin Türkiye'de hayatın her sahasında yaptıkları reformların Bulgaristan Türkleri arasında da uygulanmasını sağlamak için kurulan birçok toplumsal teşkilatta sorumlu görevler yüklenmiş ve aktif olarak çalışmıştır. Örneğin Bulgaristan'daki Türk ahalisinin eğitim ve kültür hayatında önemli rol oymyan "Muallim-i İslâmiye" (Türk Öğretmenler Birliği), gençlik ve spor cemiyeti "Turan" teşkilatında kurucu üye olarak sorumlu görevlerde bulunmuştur. Eğridere'de "Turan" cemiyetinin başkanlığını yapmış, teşkilâtın Rodoplar'da yaygınlaşmasına, şubelerinin artmasına gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır. Ancak Rodoplunun dağlıların eğitim ve kültürünü yükseltmek suretiyle ulusal bilincini geliştirme çalışmaları, Bulgar Emniyetinin dikkatinden kaçmamıştır. Onun kemalistliği Bulgar şovenlerinin hoşuna gitmemiştir. Bu yüzden 1933 yılında çok sevdiği öğretmenlikten çıkarılmıştır. Gözüdönük Bulgar ırkçıları bununla da yetinmeyerek Trakya- Makedonya Komitası örgütü bu kahramanı idam etme kararı almıştır. Bu durumda Rodoplu canını kurtarmak, davasına Anavatan topraklarında devam etmek için Türkiye'ye sığınmak mecburiyetinde kalmıştır.
Ahmet Re'fet Rodoplu'nun çok taraflı yeteneği, bitmez tükenmez enerjisi, Türkiye'de daha da gelişmiş ve bol meyveler vermiştir. Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz yörelerinde bucak müdürlüğü, tahrirat kâtipliği, kaymakam vekilliği, belediye başkam yardımcılığı yapmıştır. Bütün bu idari mevkilere rağmen Rodoplu, daha Bulgaristan'da başladığı gazeteciliği de bir tarafa atmamıştır. 1930 yılında Ahmet Gültekin (Arda), Mustafa Uguz Peltek ve Terziköylü Hasanoğlu Mustafa ile birlikte Kırcaali'de çıkarmaya başladığı "Özdilek" gazetesini Lüleburgaz'a taşıdı. Bu gazeteyi bir süre hem tek başına çıkardı ve hem de onlarca Doğu Trkya gazetesinde okkalı yazılar yazdı. Bu gazetelerin listeleri sayfalara sığmaz, işte beşi-onu: Milli Gazete (Edirne), Trakya'da Yeşiyurt (Kırklareli), Edirne Postası (Edirne), Yeni İman (Tekirdağ), Batı Trakya (İstanbul), Önder (Keşan), Babaeski (Babaeski), Hür Fikir (Lüleburgaz), Yeni Fikir (Kırklareli), Ulus (Ankara), Vize Postası (Vize), Anayurt (Ankara), Birlik (Edirne), Tekirdağ (Tekirdağ), Kolay İlân (İstanbul) gazete ve dergilerinde sık sık Re'fet Rodoplu imzasını bulmak mümkündür. Rodoplu'nun Bulgaristan Türk basınında yazdığı yazıların ana konusu azınlık hakları, Türk okulları, kültürü meselesi idi. Türkiyedeki gazeteciliğinin ana konusu ise Bulgaristan Türklerinin durumu oldu. Rodoplu'nun "Deliorman", "Dostluk", "Turan", "Rodop", "İstikbal", "Özdilek" gazetelerinde yazdığı yazılar toplansa ciltlere sığmaz. Türkiye'de yazdıkları ise koskoca bir kitap dizisini besleyecek kadar çoktur.
Anavatanda 33 yıl Türk kültürüne hizmet eden Ahmet Re'fet Rodoplu 1970 yılında yerleştiği İstanbul'da (Bakırköy) Bulgaristan Türklerine, göçmenlerine yardım cemiyetlerinde, derneklerinde çalışmıştır. Rodop - Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Demeğinin onursal başkanlığını yapmıştır. Bundan başka Mustafa Kemal Derneği Büyük Devrim Konseyinde, Halk Evleri Derneği Atatürk Enstitüsünde, Türk Basın Birliğinde aktif çalışmalarda ve değerli katkılarda bulunmuştur. Onun Türkiye'de Esperanto dilinin gelişip yaygınlaşmasında büyük hizmetleri vardır.
Türk ulusuna gazeteci, yazar, idareci ve toplumcu olarak 59 yıl hizmet vermiş olan Ahmet Re'fet Rodoplu 10 Nisan 1984 tarihinde Çapa hastahanesinde hayata gözlerini yummuştur. Gömütü Kozlu mezarlığındadır. Nur içinde yatsın.
KAYNAK: KırcaaliHaber.com
KAYNAK: KırcaaliHaber.com
23 Şubat 2012 Perşembe
EĞRİDERE'YE YENİ MÜFTÜ VEKİLİ TAYİN EDİLDİ
34 yaşındaki Erhan Recep Kırcali Bölge müftülüğünün, Ardino Belediyesinin yeni müftü vekili oldu.
Genç ilahiyatçı, Ardino ve Cebel Belediyelerindeki 42 cami encümeninden sorumlu olacak ve onları yönetecek. Müftü vekili, Başmüftü Dr. Mustafa Hacı’nın talimatı ile tayin edildi. Yeni tayin edilen vekil yerel Cami Encümeniyle tanışmak için Kırcali Bölge müftüsü Beyhan Mehmed’in eşliğinde Ardino’ya gitti.
Misafirler, imam Orhan Yakub ve Cami Encümen Başkanı Tefik Eminov tarafından karşılandılar. Onlar, 300 yıl önce inşa edilen ve il genelinde tek olan iki minareli şehir camisini ziyaret ettiler. Cami içindeki kütüphane ise yeni vekilin ofisi olarak kullanılacaktır.
Kırcali Bölge müftüsü Beyhan Mehmed, şu ana kadar Aytos, Şumen ve Pleven Bölge müftülüklerinde müftü vekillerinin bulunduğunu belirtti. Beyhan Mehmed: “Müslüman cemaatinin hizmetinde olacağımızdan dolayı müteşekkir ve mutluyum” dedi. Kırcali Bölge müftülüğü 222 Cami Encümenini kapsamaktadır, bu nedenle üstlenilen sorumluluk büyüktür. Erhan Recep 1977 yılında Kirkovo’ya bağlı Benkovski köyünde doğdu. Sofya Yüksek İslam Enstitüsü mezunudur. Evli, iki çocuk babasıdır. Ahryansko köyünden rahmetli İsmail Mustafov 1950’de Ardino’nun son müftüsü idi.
Kaynak: Başmüftülük resmi web sitesi
21 Şubat 2012 Salı
III. ULUSLARARASI BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI SEMPOZYUMU
T.C
CELAL BAYAR ÜNİVERSİTESİ
Manisa Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü
Araştırma ve Uygulama Merkezi
Balkan Harbi'nin 100. yılı hâtırâsına
III. ULUSLARARASI
BALKANLARDA TÜRK VARLIĞI
SEMPOZYUMU
10-12 MAYIS 2012
Süleyman Demirel Kültür Merkezi - MANİSA
BİRİNCİ DUYURUMerkezimiz tarafından 10-12 Mayıs 2012 tarihleri arasında Uluslararası Balkanlarda Türk Varlığı Sempozyumu'nun üçüncüsü Balkan Harbi'nin 100. yılı hâtırâsına düzenlenmektedir.
Sempozyuma gönderilecek bildiriler Balkan Türklerinin tarihi, dil özellikleri, edebiyatı, folkloru, mimarî eserleri, müzikleri ve diğer kültür değerleriyle birlikte hukukî, ekonomik, siyasî ve sosyal statüleriyle ilgili de olabilir.
Sempozyumun ilk iki günü bildiriler sunulacak, üçüncü günü Manisa şehrindeki tarihî ve kültürel mekânlar gezilecektir.
Değerli araştırmacılarımızı şehzâdeler şehri Manisa'da görmek bizleri memnun edecektir. Katılımınızı bekler, bu vesileyle saygılarımızı sunarız.
Yrd. Doç. Dr. Ünal ŞENEL
Merkez Müdürü
Not: Katılımcıların ulaşım ve konaklama giderleri kendileri tarafından karşılanacaktır.
Sempozyum Takvimi:
Bildirilerin konu başlıkları ve özetlerinin son gönderilme tarihi: 25 Şubat 2012
Bildiri metinlerinin son gönderilme tarihi: 15 Nisan 2012
Bildirilerin gönderileceği e-posta adresi: balkanlardaturkvarligi@hotmail.com
16 Şubat 2012 Perşembe
KADER KURBANI, OSMAN KILIÇ
Bulgaristan Türkleriyle ilgili temel kitaplardan birisi de halen hayatta olan Osman KILIÇ Beyin "Kader Kurbanı" isimli hacimli eseridir. Kanaatimizce bu kitap her Bulgaristan Türkü tarafından okunup başkalarına da okutulması gerekir.
13 Şubat 2012 Pazartesi
LÜTFEN YARDIM EDİN!
Değerli
müslüman kardeşler,
Genç
bir müslüman kardeşimizin 5 aylık bebeği önümüzdeki hafta sonuna kadar (17
Şubat 2012) Almanya'da kemik iliği nakli olması gerekmektedir. Toplam
ameliyat bedeli 200 000 Euro’dur (yaklaşık 400 000 leva). Yardım eli
uzatmak isteyenlerin aşağıdaki banka hesabını kullanmaları şiddetle rica
olunur:
DSK
Bankası
IBAN: BG08 STSA 9300 0020 1110 53
BIC: STSABGSF
Hesap sahibi: Cemal Cebir
Herkese şimdiden sonsuz teşekkürlerimizi sunarız!
IBAN: BG08 STSA 9300 0020 1110 53
BIC: STSABGSF
Hesap sahibi: Cemal Cebir
Herkese şimdiden sonsuz teşekkürlerimizi sunarız!
21 Ocak 2012 Cumartesi
STOYAN DİNKOV: OSMANLI İMPARATORLUĞU BULGAR MİLLETİNİ KURTARDI
Stoyan Dinkov: Osmanlı İmparatorluğu Bulgar milletini kurtardı
Dimitır Nikolov'un röportajı
Yazar Avrasya Birliği'nin Avrupa Birliğini değiştireceğini düşünüyor.
Yazar Stoyan Dinkov |
''Yeşil Bulgaristan'' Partisi lideri yazar Stoyan Dinkov ünlü Bulgar şairi İvan Dinkov'un oğludur. Yeni çıkan ''Osmanlı – Roma İmparatorluğu, Bulgarlar ve Türkler'' adlı kitabında Atilla döneminden günümüze kadar olan genel Bulgaristan ve Türkiye tarihini ele alıyor ve bu kitabında genel kabul güren ''Türk köleliği/esareti'' tezine ters düşüyor. Müellife göre Osmanlı İmparatorluğu Roma İmparatorluğunun devamı ve Bulgar halkı etnik kimliğini koruma konusunda zor bir süreçte olduğu halde Osmanlı sayesinde etnik varlığını korayabilmiştir. Dinkov'a göre Osmanlı sultanları zamanın Avrupa idarecilerinden daha toleranslı bir idare sürdürmüştür ve ona göre Bulgarlar ve Türkler antik bir milletten türüyor, öyle bir millet ki Atilla zamanında Avrasya bozkırlarını idare eden bir millet. Dinkov, Bulgaristan'ın Türki topluluklarla çok sağlam bir ilgi kurması gerektiğinin altını çiziyor. Ona göre dünyanın geleceği birleşmektir, nasıl ki Avrupa Birliği'nden sonra Asya Birliği gelecekse aynı şekilde Avrasya birliği de kurulacaktır.
- Sayın Dinkov kitabınızda Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesinin Bulgar milletini kurtardığını öne sürüyorsunuz. Neden bu şekilde düşünüyorsunuz?
Osmanlı-Roma İmparatorluğu, Bulgarlar ve Türkiler |
- Şunu bilmemiz gerek, Bulgaristan büyük bir devletin parçasıydı. Dahası günümüzde var olan 52 devlet Osmanlı İmparatorluğu'nun idaresi altındaydı. Tüm bu devletler günümüzde bağımsız çağdaş birer devlettir. Bu devletler 400 ilâ 600 yıl arasında Osmanlı'nın birer parçasıydılar ve aynı zamanda kendi inancını, yaşayış tarzını ve geleneklerini koruyabildiler. Osmanlı İmparatorluğu idaresi altında asimile edilen hiç bir millet yoktur. Osmanlı idaresi altına giripte Osmanlı devletinden dolayı etnik kökenini kaybeden millet yoktur. Bulgaristan'ın Osmanlı idaresi altına girmesi bizim milletimizi korumuştur, çünkü bu sırada memleketimiz çok ağır bir haldeydi. 14. asırda çok küçük topraklara sahip, güçsüz ve üçe bölük bir devletti. Vidin Bulgaristan'ı dediğimiz parçaya Macaristan göz dikmişti. Sırbistan ve Romanyan'ın da Bulgaristan üzerinde gözleri vardı. Eğer Osmanlılar gelmeseydi tüm zayıfların başına gelen Bulgaristan'ın başınada gelecekti. Yunanistan Trakya topraklarını alacaktı. Sırbistan da bir pay alacaktı, çünkü o zamanlar onların dili bizim dilimize çok yakındı. Vidin Çarlığı da Macaristan'ın bir parçası olacaktı. Dobruca'da Venediklerin idaresi altına girecekti, çünkü oranın yöneticisinin Venediklilerle çok iyi ilşkileri vardı. Bizden geriye ne kalacaktı – hiçbirşey. Osmanlıların gelmesiyle etnik kimliğimiz tekrar sınırsız birliğine kavuştu, bu büyük Osmanlı topluluğundan bir parça olsa da... Dobruca, Tırnova ve Vidin tekrar bir bütün oldu. Bulgarların sayısı bir buçuk milyondu. 19. asrın 60 lı yılarında Bulgarlar 7 milyon civarındaydı, bu sayıya Kuzey Yunanistandaki ve Üsküp civarındaki Bulgarlarda dahildir.
- Osmanlı hakkında olumsuz algı olan‚ "kölelik" tanımı nerden geliyor?
- Bu Rusyan'ın emelleri sonucunda gerçekleşiyor. Büyük Ekaterina zamanında Panslavizm görüşü ortaya çıkıyor. Rusya dile dayalı, etnik kökene dayalı olmayan bir temelle Slav milletlerini birleştirmeye çalışıyor. Ruslar bizi Slav sayarak bir kültürel hücüm başlatıyorlar. Ana gayeleri bu toprakları ele geçirip İstanbul'a kadar varmak. Kitlesel bir propaganda başlatılıyor, güya Bulgarlar Slav ve çok çile çekiyorlar. Fakat Bulgaristan'a Rusya'dan çok akıllı adamlar gelmiş, onlardan biri de Dostoyevski'dir – o "kölelerin" ne şekilde yaşadığını çok farklı bir şekilde anlatmış. Ve ben ona güveniyorum.
- Bulgar uyanışı bu propagandanın meyvesi mi?
- Evet, Bulgar uyanışı bu propagandanın ve Mazzini ideolojisinin meyvesidir. Aslında bunda kötü birşey yok lakin bu ideolojilerin İtalya'da özel konumu vardı. Bu ideoloji bizde aynı işlevi görmedi. Mazzini'nin devrimci görüşleri Rusların Panslavizm görüşüyle birleşince küçük bir kaos meydana getirdi.
- Çoğu milliyetçi kişilerin Türkiye'ye karşı olan olumsuz tavrı hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Siz bunun sadece bizde olmadığını biliyorsunuz. Dünya tarihine baktığımızda görüyoruz ki, herzaman karanlık güçler belirli amaçlar doğrultusunda milletleri en yakın dostalarından ayırmışlardır. Biz en yakın dostumuz Türkiye'den ayrı olunca onlar her isteklerinde kolayca başarılı olacaklardır.
- Siz bulgarların kökeni hakkında hangi teoriyi destekliyorsunuz? Bulgarların Türki kökten geldiğini mi, yoksa yeni orataya atılan Fars kökenli olduklarını mı?
- Bu konuda teori olamaz. Gerçekler söz konusu. Bizim tarihimizdeki tüm gerçekler Türk olduğumuzu gösteriyor. Diğerleri hepsi birer teoridir. Diğer teorileri destekleyen hiçbir gerçek delil yok. Neden Nagi Sent – Mikloş hazinesi hakkında konuşulmuyor. Bu kesin kes Bulgarlara ait ve onda Türk elementleri var. Üzerinde Türk ve göçebe atları figürleri yer almaktadır. Bir spekülasyon var, güya üzerindeki güneş ve ay Farisi simgelermiş. Lakin onun üzerinde güneş ve ay değil yıldız ve hilal var. Bu ikisi Türklerde İslam'dan önce de vardı. Bu simgeler Han Omurtag döneminde de vardı. Bu simgeler aynı zamanda Osmanlıların da simgeleridir. Osmanlılar İslam topraklarını fethedince bu simgeler İslam'ın simgeleri haline geldi.
- Türki topluluklarla yakınlaşma Bulgaristan'a yarar sağlar mı?
- İlk yararı halkımız için olacak, kendimizi tanıyacağız. Kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi bileceğiz. Çok zamandır aldatıldık, ilk önce Slav diye, şimdiyse Fars kökenli diye. Bu topluma çok kötü yansıyor, çünkü bizde sivil anlayışlı bir toplum yok. Biz kim olduğumuzu bilmiyoruz. Bizler en büyük Türk devletinin mirasçılarıyız yani Atilla'nın. Biz Fransa'dan Moğolistan'a kadar uzanan bir cihan imparatorluğunun varisiyiz, büyük bir cihan devletinin. Atilla'nın oğlu İrnik Batı Rusya'yı, Baltık bölgesini, Kiyev ve Kırım'ı yönetiyordu. Onun yönettiği devlete Bulgaristan diyorlardı hatta Kubrat’ın yünettiği Bulgaristan'dan bile eski. Bu tüm dünyada biliniyor bir tek bizde bilinmiyor. Bu Panslavizm gereğiydi yani kendi tarihimizi bilmememiz.
- Aynı sorun Rusya'daki Bulgarlarda da vardı – Volga Bulgaristan'ının mirasçılarıyla. Onların durumu ne?
- Şuan orda güzel şeyler oluyor. Onların partisi – Bulgar Ulusal Kongresi – en güçlü partidir. Gerçek bir özgür seçimde iktidar olabilirler.
- Bulgaristan'ın türki devletlerle ilişki kurması sizce ileride Avrasya Birliği'nin kurulmasına yarar sağlar mı?
- İlk önce Asya Birliği olması lazım, sonra Avrupa Birliği ile Asya Birliği birleşecek. Bu dünyanın geleceği. Bizim tarih yazarlarımız yalan yerine gerçekleri yazmaya başlarsa Bulgaristan'ın çok önemli bir yeri olacak. Biz sadece AB üyesi değil aynı zamanda Slavca konuşuyoruz, velevki zorla kabul ettirilmiş olsun. Ve dahası Hristiyanız, yani bir çoğumuz. Geriye kalanı sadece gerçek tarihimizi yazmak.
- Dediniz ki Slavca zorla kabul ettirildi. Bu nasıl olur ki?
- Hristiyanlık kabul edilirken 100 bini aşkın Bulgar katledildi. Bu din Bizans tarafından zorla kabul ettirilidi. Zorla alfabe kabul ettirildi öyle bir alfabe ki 4. asırdaki bir alfabe baz alınarak hazırlanan. Proto–Bulgarlar başka alfabe kullanıyordu – türklerin kullandığı bir çeşit alfabe. Bu alfabeden bazı harfler alınıp yeni alfabeye konulmuştu. Birinci Boris iktidarında Bulgaristan'a Bulgar hanları tarafından kovulan "anti" denen slav kabileleri geri dönüş yaptı. Onlar slav dilini empoze etmişlerdir. Ve böylece herkes Slavca konuşmaya başlamıştır. Bu dönemde insanlar okur yazar değillerdi. Biz alfabeden bahsediyoruz muhtemelen o zaman sadece 1000 kişi okuma yazma biliyordu. Birşeyler öğrenmek istediğinde Slavcayı öğrenmek mecburiyetinde kalıyorsun. Bu Doğu Roma İmparatorluğunun Bulgaristan'ı yok etmedeki güzel bir hareketidir.
- Peki ya Bulgarlar nasıl etnik kimliğini koruyabildiler?
- Reel olarak bakarsak biz yokuz. İkinci Bulgar Çarlığı Kumanlara ait. Genellikle burda yaşamak isteyen proto–bulgarlar ağır koşullara mahkum edilmiştir – hiçbir yere gitme hakkı olmayan kırsal köylü olarak yaşatılıyorlardı. Ağır vergiler ödüyor, köle gibi çalışıyorlardı. Geri kalanları Kuman ve geri dönüş yapan "anti"lerdi. İkinci Bulgar Çarlığı hanedanı Kumanlardandı.
Not: 26 Haziran 2011 tarihli Novinar Gazetesi'nde (Bulgaristan), Bulgarca olarak yayınlanmıştır.
17 Ocak 2012 Salı
SOFYA HATIRALARI - I, MEHMET BEHÇET PERİM
Mehmet Behçet Perim'in Sofya Hatıraları - I isimli kitabına da ulaştık çok şükür. Elimizde Osmanlı'nın son ve Cumhuriyetin ilk döneminde Milli Eğitim Bakanlığı, uzun yıllar Türk Ocakları'nın başkanlığını yapmış, diplomat Hamdullah Suphi Tanrıöver'in "Şişli Camii Kütüphanesine yadigârım" el yazısını taşıyan fotokopi nüshası bulunmaktadır.
10 Ocak 2012 Salı
SİYASİ PAZARLIK, AMA NE İÇİN?
Ahali Gazetesi küpürü |
Bulgaristan’ın değerli Türk gençleri!
Burada yayınlanan yazıları kaç kişi okuyor bilmiyorum ancak biz doğru bildiklerimizi yazmaya ve tozlu raflar arasında kalmış kitaplarda bulduklarımızı paylaşmaya devam edeceğiz. Aşağıda vereceğimiz yazıyı sadece bir kıssa, hikaye gibi görmeyelim, günümüzle mukayese edelim. Mehmed Behçet Perim’in yaptığı pazarlıkla bugün yapılan pazarlıkları bir göz önüne getirelim… Basri Zilabid, BTG Editörü
“Sofya Hatıraları II” isimli kitabında Mehmet Behçet Perim şöyle yazıyor:
Sağda Mehmet Behçet, solda Yahya Kemal |
Bir sürü cambaz eline düşmüş sağmal ineğe benziyorum. Her gözüne kestiren nüfuzlu ırkdaşım, güler yüzle ve tatlı dillerle yanıma sokularak dostluğumu kazanmağa çalışıyor, bazıları da üçer beşer kişilik gruplar halinde birleşerek, bağ ve bahçelerinde müşterek ziyafetler vererek bu felekzede adamı kendilerine mal edebilmek için biribirlerile yarış edip duruyorlardı.
Bunların maksatları, beni, kızları veya hemşireleri ile evlendirip içlerine almak mı idi? Buna pek de ihtimal veremiyordum; zira orada evlenmek niyetinde olmadığımı bazılarına ve bilhassa en karagün dostum olan Matmazel Pavlina'ya söylemeyi de ihmal etmiyordum.. Kendisiyle kültüründen istifade etmek için sık sık görüştüğüm ve mahpus bulunduğum zamanlarda hayli yardımlarını gördüğüm ve şimdi maalesef rahmetle anmakta bulunduğum o iyi kalpli aziz meslekdaşımın benim bu kararlarımı, o gibilerine, yavaşça fısıldamış olduğuna da biç şüphe etmiyordum. Buraya gelip yerleşeli bir seneyi geçmişti. Bu müddet zarfında misafirlik ve gariplik gibi komşuluk ve hemşerilik istiyen halim kalmamış ve haftada iki defa çıkan bir gazetenin sahip ve başyazarı ve Türk rüştiye mektebinin müdürü olarak çalışmağa koyulduğum herkesçe biliniyordu.
Rahova, Tuna boyunun en yüksek ve bol manzarası ile ta¬nınmış en dilber kasabası idi. Dar bir tren hattı ile Çervenbreg durağına bağlanan ve en ziyade tağıl yetiştiriciliğile tanınmış olan bu kasabanın o tarihlerdeki nüfusu 18000 idi ve bunun 347 hanesini Türkler teşkil ediyordu.
Çiftçilik, Zahirecilik ve kısmen Balıkçılıkla geçinen bura Türkleri de, bütün Bulgaristan Türkleri gibi, mert, çalışkan, vefalı, sadık ve yükselmeğe gerçekten âşık olan insanlardı. Nitekim, onların bu yüksek vasıflarını yakından gördüğüm ve bilhassa geniş bir Bulgar çoğunluğu arasında erimek tehlikesine maruz bulunduklarını da sezdiğim, için matbaamı ve haftada iki defa intişar eden (Ahali) isimli gazetemi Sofyadan kaldırıp buraya getirmiş ve ömrümün en hamleli yıllarını burada geçirmeğe başlamıştım.
Rahova'nın temiz Türkleri değersiz varlığımı çabucak çenberliyerek adımlarıma ayak uydurmuşlar ve benimle birlikte hamleden hamleye geçerek iki yıl gibi kısa bir zaman zarfında örnek bir cemaat halini almışlardı. Ardı arası kesilmeyen geceli gündüzlü, çalışmalarımın mahsulü olanak Rüştiye okulundan yetişen ve evvelce bu okulu ikmal ederek hayata atılmış olup o yıl açılan (Bozkurt gece kursu)ndan geçen azimkar gençleri ana vatandaki müsbet çalışmalarını uzaktan uzağa işittikçe ve zaman zaman aldığım, mektuplarını okudukça duyduğum haklı sevincimin tahminini bu satırları takip eylemekte bulunan aziz ve kıymettar okurlarıma bırakıyorum.
Evet, artık açıkça anlamağa başlamıştım ki sağmal bir inek gibi sağa sola çekilerek değerlendirmekliğimin ve arttırılmaklığımın başlıca sebebi, yaklaşan belediye seçimlerinde beni kendilerine mal ederek ve kalemimle çenemi kendi hesaplarına çalıştırarak omuzlarıma yerleşmekten ibaretti. Ancak, ince zekâ oyununun ırkdaşlarım tarafından oynanmadığına da artık şüp¬hem kalmamıştı. Zira, (Çiftçi), (Demokrat), (Nasyonal Liberal), (Sosyalist) ve hattâ (Komünist) gibi türlü partilere ayrılmış olan Bulgarlar, mukadderatın kendilerine mahkûm ettiği zavallı ırkdaşlarımı da kendileri gibi bu muhtelif partilere dağıtmış bulunuyorlardı.
…
Türk Okuma Yurdu ile Türk kahvesi okulun tam karşısında olduğu için Türk azınlığı her sabahın alaca karanlığında burada toplanarak çay ve kahvelerini içmek vesilesile günün hâdiseleri etrafında görüşüp dertleşirler, ondan sonra da dağılır, işlerine giderlerdi.
Burası, milli kalkınmayı temine çalışmak bakımından benim için de hayli faydalar sağladığından ben de hemen her sabah evimden binaya iner, okul mesaisi başlayıncaya kadar burada biriken kardeşlerimle türlü konular etrafında uzun derin söylentiler yapardım.
Trakya'dan Bulgaristan'a geçerken Yunanlı iki asker tarafından yaralanan Mehmet Behçet |
Bir Ocak aynını 20. günü yine böyle bir sabah toplantısında bulunuyordum. Her taraf bembeyaz, karlarla örtülü ve kahvenin hemen alt tarafından geçen Tuna muazzam buz tabakalarile dolu bir halde akıp gidiyordu. Söz sırası o hafta içinde yapılacak belediye seçimlerine gelmişti. İşini gücünü bırakıp sabahtan akşama kadar bu kahvede dama iskambil ve tavla oynayan Ali Kartof, buradaki Türkleri kendisinin bağlı bulunduğu Çiftçi Partisi hesabına kazanmak için ardı arası kesilmiyen bir sürü lâf yığınlarile uluorta konuşmağa başlamış, o tarihlerde iktidar mevkiinde bulunan Çiftçi Partisi hükümetinin Türk unsuruna karşı takındığı müsamahalı vaziyeti uzun boylu anlatmış ve kasabadaki taraftarları hayli toplama baliğ olan Nasyonal Liberal Partisini halkın gözünden düşürmek için de bir sürü örnekler getirdikten sonra ilk cihan savaşına onlar tarafından sokulduklarını ve cephelerde çarpışan kıt'alardaki Türklere bir sürü eziyet çektirmekle beraber domuz eti bile yedirdiklerini söylüyordu.
Oturduğum köşeden yavaşça başımı çevirerek:
-Ali efendi, Ali efendi; diye bağırdım ve:
-Çok memnun olmalısın ki herifler hiç değilse domuz etini olsun esirgememişler de seni büsbütün aç bırakmamışlar. Zira unutma ki sen ve senin gibi çenebazlıkla ömür tüketenler, herkesin gece gündüz durmadan çalıştığı bu yalan dünyada, yalnız aç kalmağa mahkûm olurlar.
Bir Bulgar siyasî partisinin ekseriyet kazanmasını temin için burada lâf atıp duracağına ve böylelikle bir daha ele geçmiyecek olan kıymetli ömrünü boş yere harcayacağına evindeki arık ineklerini yemlerini hazırlamağa, sularını içirmeğe ve ahırlarını temizlemeğe kapansaydın daha mükemmel bir iş yapmış, olmıyacakmıydın?
Emin olabilirsin ki Bulgar partisinin belediye seçiminde, kazanmasını sağlamak için burada bir propaganda yapacağına evinin işi ve çocuklarının nafakasile meşgul olsaydın ruhun da Allahına ibadet etmiş bir mümin ferahlığı duyacaktın..
Bir Türk gazetecisinin ve okul baş öğretmeninin Bulgar ordusunda dövüştürülen Türk askerlerine domuz eti yedirilmiş olduğunu nefretle karşılıyacak yerde onu hoş görmesini çatık kaşlarile dinleyen ak sakallı Hafız Hasan efendi merhum, son cümlemi takdirle karşılamış ve ihtiyarlığına ve o nisbette herkesçe bilinen vakarına rağmen:
- Bravo be Behçet bey!
Diye haykırmaktan kendisini alamamıştı. Hafız Hasan efendi ile 93 ten evvel Mahkemei Şer'iye başkâtipliğinde bulunmuş olan seksenlik Abdurrahim efendinin bu ifadelerimi doğru ve çok yerinde bulmuş olmaları Belediye Seçimi karşısında beş altı yüz rey sahibi olan Türk azınlığının oynayabileceği roller etrafında uzun derin konuşmama yol açmış oluyordu.
Bulgar siyasî partilerinin hiç birine âlet olmadığım Bulgaristandaki Türklerin cümlesince malûmdu. Bu sabit karakterimden ötürüdür ki, çok şükür mevlâya, bugün dahi onların müşterek sevgilerine mihrak olmuş bulunmanın hazzile mesudum.
Oradaki ırkdaşlarımın hayat ve istikballeri bakımından bugün dahi değişmiyen en açık kanaatim, onların o siyasî vatanda bulundukça türlü Bulgar partilerine ayrılmaktansa bölünmez bir gönül, fikir ve iş birliği yaparak haklarını kendi varlıklarına dayanmak suretile korumak ve kurtarmakta tecelli ediyordu ve çünkü o tarihlerde bütün Bulgaristanda bir milyonu mütecaviz Türk unsuru mevcuttu. Bu amaca varılabilmek için milletçe yürünecek tek yol: Karşılıklı sevgi; karşılıklı inan ve güvenden ibaretti.
Muhtaç olduğumuz (Millî Birlik) ve (Millî Kuvvet) amacına ancak bu yoldan, varabilirdik.
Okulun ilk ders zilini duyarak kahveden ayrıldığım sırada arkadaşlarımın yüzlerine baktım; Ali Kartof da dahil olmak üzere, hepsinin gözleri yaşla dolmuş ve koca kahveyi derin bir sessizlik kaplamış bulunuyordu..
İlk dersten çıkıp öğretmenler odasına geldiğim zaman arkadaşlarımın ayakta ve okulun malî ve idarî işlerini çevirmek için seçilmiş olan Encümeni Maarif reis ve azalarından maada her biri şimdi hakkın rahmetine kalmış olan Yusuf Hafız Hasan, Abdi Usta, Derviş Mercof, Ramiz Şekerci, Mustafa Ağoşef ve Molla Mehmet Hacı Bayramof gibi Türk ileri gelirleri de iskemlelerde oturmuş, beni bekliyorlardı. Akıncı dedelerimizin bu değerli torunları asil bir saygı severlikle ayağa kalkıp oturduktan sonra derakap maksada geçmişler ve bir hafta sonraki Belediye Seçimi münasebetile sabahleyin kahvede söylediğim sözlerin kendilerinde derin bir intibaha sebebiyet verdiğini ve bu itibarla milletçe ne yapmak icap ediyorsa hemen karar almak üzere benimle görüşmeğe geldiklerini ifade etmişler ve kasabanın bağlı bulunduğu Vratsa vilâyeti valisi Petkodekof'un Türklerle temasta bulunmak üzere üç gün sonra kasabaya geleceğini söylemişlerdi.
Bu millî karar, hepimizi çocukça sevindirmiş ve gözlerimiz yaşarmış olduğu bir halde birbirimizi tebrik etmemize sebep olmuştu.
Yapılacak işleri derhal kararlaştırmıştık. Ancak bir arkadaşın ortada bulunmayışı hepimizi müşterek bir endişeye düşürmüştü: Yıllardan beri azılı bir komünist olarak tanınmış sonradan kayın pederim olan kunduracı Ahmet Mercof..
Onun kızıl komünist, benim de o derece mutaassıp bir milliyyetperver oluşumuz, o güne kadar yaptığımız umumi toplantılarda biribirimizi amansız bir halde hırpalamaklığımıza sebebiyet verdiği için onu da aramıza almak teklifini yapmağa kimsenin cesareti yoktu. Bu sebeple, iş evinde 8-10 münevver kalfa çalıştıran ve bu yüzden 60 - 70 rey teminine muktedir olan bu adam, gerçekten (Nuh) dediğine (Peygamber) demiycek kadar çetin bir arkadaştı. Aramızdaki şiddetli çarpışmalara rağmen onu da bu teşebbüse katma işini bizzat ben deruhte ettim ve kendisine kardeşçe bir mektup göndererek okula gelmesini rica ettim. Rahmetlinin asil ve merdane bir ifade ile:
- Hemen geliyorum..
Diye yolladığı haberin hatırasına bütün ömrümce hürmetkâr kaldığımı iki oğlumun annesi de takdirle inanmış olduğu içindir ki maddî ıstıraplarımın her türlüsüne rağmen fani ömrümü çok mes'ut bir aile reisi olarak yaşıyorum.
Ocak ayının güneşli bir pazar günüdür. Çiftçi Partisi mensupları, yakalarındaki Portakal renkli rozetleriyle mağrur bir halde sokakları doldura doldura dolaşıyorlar ve zaman zaman:
Yaşasın, çiftçiler, yaşasın Stamboliski, kahrolsun muhalifler... diye haykırıyorlardı.
Saat iki. Çiftçi Partisinin bando mızıkası parti marşını çala çala sokakları dolaşıyor; benim de pansiyoner olarak bulunduğum evin cümle kapısı hızlı hızlı çalınıyordu.
Kapıyı açtım; Ahretliğim Gemici Hüseyin ağa nefes nefese karşıma dikildi ve:
- Bütün arkadaşlar sizi okuma yurduna bekliyorlar...
Dedi. Bu haberi esasen bekliyordum; ağır ağır yola çıktım ve biraz sonra (Türk okuma yurdu)’nun eşiğinde göründüm. Binayı sarsarcasına yükselen muazzam bir alkış tufanı beni bir yaprak gibi içeriye uçurdu ve Vratsa valisinin karşısına bir dev gibi çıkardı.
Vali, gerçekten nazik ve terbiyeli bir adamdı. İsviçredeki Hukuk tahsilini ikmal ederek memleketine dönmüş olan bu mütekâmil insan ilk bakışta muhatabına önem ve inan vermekte gecikmiyordu.
Kısa bir tanıtma ve tanışmayı müteakip söze başlayan vali, Çiftçi partisine bağlılıklarını ötedenberi işittiği Rahova Türklerinin dertlerini dinlemek ve onların belediye seçiminde Bul¬gar kardeşlerile birleşerek kazanacakları zaferi yakından görmek için buraya geldiğini söyledi ve Rahova Türklerinin çiftçilikle geçinen iyi vatandaşlar olmaları hasebile bu partiye âzami muzaharette bulunacaklarından, esasen emin olduğunu ilâve etti.
Ötedenberi takdirkârı bulunduğum değerli vali Petkodakof’u şu anda karşımla görmekle ve onu, hizmetinde bulunduğum kahraman Tuna boyu Türkleri adına selâmlamakla bah¬tiyar olduğumu beyan ederek söze başladım ve kendisile açık ve kardeşçe bir konuşma yapabilmemiz için her şeyden evvel, bir kamp ve bir maktel olmayan Türk okuma yurdunu dolduran jandarmaların, ellerindeki silahları, kırbaçları ve boyunlarına asılı eski zaman kılıçlarile birlikte kapı dışarı edilmeleri lüzumuna benimle birlikte kendisinin de inanmış olacağına ihtimal verdiğimi ve eğer kendilerine Türkler tarafından en ufak bir saygısızlıkta bulunulacak olursa mesuliyetinin bizzat şahsıma râci olacağını belirterek belediye seçimi karşısında Rahova Türklerinin almak istedikleri durumun izahına girişeceğimi söyledim.
Valinin bir parmak işareti, güya kendisini korumak ve hakikatte Türkleri korkutmak için getirilmiş olan müsellâh jandarmaların, uzun kılıçları, kırbaçları ve çakar almaz tüfeklerile birlikte, bir saniye içinde oradan defolup çıkmalarına kifayet etmiş oldu ve müteakiben Tuna boyu Türkleri adına benim mütevazı sesim perde perde yükselmeğe başladı..
Maksadımız açıktı:
Alınlarımızın kara yazısı, bizleri, kendi hemcinslerimiz olan Bulgarlar arasında azınlık hayatı geçirmek durumuna düşürmüş bulunuyordu. Buna rağmen kendilerini yine yabancı saymadığımız için bugüne kadar geçen zaman zarfında – öteki azınlıklara bakarak – vefa ve sadakatten asla ayrılmadığımızı ve nitekim bu sadakatimizi genel savaşta arslanlar gibi dövüşmek suretile isbat etmiş olduğumuzu söyledim ve sırası gelmişken Türklerle Bulgarlar arasındaki tarihî münasebetlerden kısaca bahsetmek istediğimi ilâve ettim.
Büyük Türk ırkının (Bulgar) adı ile anılan kısmı daha beşinci asırda Karadeniz sahillerine ve Tuna kıyılarına inmişti.
Aslen Türk olan Bulgarlar iki yüz sene sonra Dinyester, Tuna ve Prut nehirlerinin teşkil ettikleri bir açı içine yerleşmişler ve Tuna ile Balkanlar arasındaki bölgelere ve hattâ Trakya ovalarına inmiye başlamışlardı. Bizans hükümdarı, aslen Türk olan Bulgarları buralardan söküp atmak için teşebbüse geçmiş, fakat muvaffak olamamıştı. Zira büyük Asparuh'un komutası altında Varna'ya kadar ilerleyen muazzam bir Türk ordusu Tuna ile Balkan dağları arasındaki yerlere ve dolayısile buralarda yerleşik olan Slavlara hâkim olmuşlardı. Bunların gelenek ve görenekleri Büyük Asya Türklerinin gelenek ve göreneklerine aynen benziyordu. Bunların da bayraklarında ayni ırktan olan öteki Türklere ait sancaklar gibi at kuyruğu vardı. Asparuh, durup dinlenmeden Bizans İmparatorluğu ile savaşa devam ediyor; Bizans İmparatoru, Asparuh ordularına yenildikçe haraç vermeyi kabul ediyor, haraç vermek ten usandıkça da saldırma teşebbüslerine geçiyordu. Asparuh tan sonra iktidar mevkiine geçen Tervelhan, Bizans İmparatoru İkinci Jüstiniyen'le ittifak etmiş ve Çar unvanını almıştı.
Yüz otuz sene sonra hanlık mevkiine geçen Çar Krum zamanında Türk-Bulgar saltanatı büyük bir gelişmeye erişmiş; Macaristan, Makedonya ve şimdi (Sofya) adı ile anılan Serdika kıtaları baştan başa Türklere intikal etmiş bulunuyordu.
Bizans İmparatoru, bir aralık, Krum han’ı, püskürtmek teşebbüsüne geçmiş ve neticede dehşetli bir yenilgiye uğrayarak savaş meydanında can vermişti.
Bu emsalsiz zaferden büsbütün cesaretlenen Krumhan, Edirne önlerinde yeni bir zafer kazandıktan sonra İstanbul surlarına dayanmış ve Bizanslıların yeniden harekete geçmelerine imkânı vermemek için yeni yeni savaş araçları hazırlamağa koyulmuştu.
İstanbul'u fethedemeden ölen Krumhan ve onu takiben iktidar mevkiine geçen Omurtak Han'dan sonra hâkim unsur olan Türk - Bulgarlar kendilerini yavaş yavaş kaybetmeğe başladılar ve Slav muhitinde hâkim unsur oldukları halde 200 sene gibi kısa bir zaman zarfında önce öz dillerini kaybettiler, sonra da Kiril ve Metodi isimli iki papasın, tesiriyle hıristiyanlığı kabul ederek Slavlık içinde eriyip gittiler.
Hıristiyanlığı resmî din olarak kabul eden Bulgar hanının adı artık Türkçe değildi.
Uzun müddet türlü istilâlar altında kalan bu hırıstiyan dünyası 14. asrın sonlarına doğru Osmanlı Türklerine geçti ve 1908 tarihine kadar bu idare altında kaldıktan sonra (Bulgar Hükümeti) adı altında yeni bir Ortodoks Slav devleti ha-linde inkılâp etti.
Anlaşılıyor ki bugünkü Bulgar milleti tarih sahnesine, önce Türk olarak çıkıyor, ondan sonra da (Türklük) ve (Türkler) sayesinde siyasi bir mevcudiyet halini iktisap ediyor.
Ortada bu derece yakın bir kan ve tarih kardeşliği dururken, bugünkü Bulgar devletini idare edenlerin, hasbel kader azınlık durumuna geçmiş olan Türklere kayıtsız kalamıyacağı, Türklerin de, kendilerine en ziyade yâr olacak bir parti ile el ve iş birliği yapmaktan geri durmıyacağı pek tabiîdir; ancak kendilerinin inan ve güvenlerinin kazanılması için her şeyden evvel onların milletçe muhtaç oldukları imkânların kendilerine bol bol verilmesi icabeder.
İstiyeceğimiz şeyler gayet basittir:
Çocuklarımızın refah içinde okuyup yüksek tahsile devamlarını ve iyi vatandaşlar olarak yetişmelerini sağlamak için bugünkü rüştiye okulunun yarının lisesi haline inkilâbını temin edecek bol para verilmesinin ve okur yazar gençlerimizin, tahsil derecelerine göre, bütün devlet dairelerinde ödevlendirilmesinin şimdiden teahhüt edilmesi ve teahhüdün en kısa bir zamanda meydana getirileceğini tevsik edecek bir nevi mukavelenamenin hükümet ve iktidar partisi adına değerli vali ile Rahova Çiftçi Partisi başkanı tarafından imzalanmasıdır. Bu takdirde 650 adet sadık Türk reyinin şu mütevazı avuçlarımın içinde bulunduğuna inanılmasını dilerim.
Dedim ve şu anda tasviri mümkün olmayan muazzam bir alkış tufanı içinde, kulaklarımın, uğuldadığını hissettim.
Çiftçi Partisinin Rahova başkanı, millî izzeti nefsinin hırpalanmış olmasından doğan hırçın bir lisanla:
- Yahu teahhüdümüzü yerine getirmediğimiz takdirdi bize karşı ne yapabilirsiniz?
Diyecek oldu; fakat oturduğum yerden ok gibi fırlayarak:
- Evvelce de arzetmiştim ki icapları yapılmayacak olan teahhütnamenizi bütün bir cihan, efkârı umumiyesine bir paçavra halinde gösterebilmemize yetecek kalemimizle gezetemiz, Çiftçi Partisi karşısında, (dostluk) veya (düşmanlık) cephelerinden birine geçmek için kahraman Rahova Türklerinin emirlerine muntazırdır...
Dedim.
Parti başkanının yeniden vermek istediği cevabı valinin tek parmağıyle yaptığı işaret bir anda susturmuş ve o gece Türk Maarif Encümeni reisinin evinde vali şerefine verilen bir ziyafette seçkin öğrenciler ve gençler tarafından söylenen Türkçe ve Bulgarca güzel şiirler, monologlar ve milli şarkılar valinin daha oracıkta Maarif Vekiline ve parti genel sekreterine; hitaben yazdığı mektupların bizzat bana verilmesini ve Rahova Türklerinin, ittihattan kuvvet doğacağına dair olan nasihatlarımı dikkatle dinleyerek onu fiil ve tatbik sahasına atmış olmalarının mükâfaatını bir hafta gibi kısa bir zamanda kazanmalarını temin etmiş ve fakat, ne yazık ki, bir hafta içinde yapılmasına başlanan bu yardımın sonu gelmeden dahilî bir ihtilâl neticesinde Çiftçi Partisi devrilmiş ve bu devriliş 30,000 Bulgarin yine Bulgarlar tarafından tepelenmesine sebep olmuştu.
BULGARİSTAN’DAKİ MİSYONERLİK TEHLİKESİ
Bulgaristan’daki misyonerlik tehlikesi
Ayhan Demir Yeni Akit Gazetesi/İstanbul |
Bulgaristan’da yaşayan Müslüman halklar (Türkler, Pomaklar ve Romanlar), özellikle Todor Jivkov’un iktidarda kaldığı otuz üç yıl boyunca, her fırsatta kimliksizleştirilmek istendi. Türkçe isim seçme, Türkçe eğitim, kamusal alanlarda Türkçe konuşma, ibadet, sünnet, İslami usullere göre cenaze töreni düzenleme, geleneksel kılık-kıyafetlerle dolaşma gibi konularda getirilen yasaklarla, din, dil ve kültürel ananeleri yaşama/yaşatma hürriyeti ortadan kaldırıldı.
Jivkov’un 1989 yılı sonundan iktidardan uzaklaştırılması ve 2007 yılında elde edilen AB üyeliği, temel bazı hakların geri verilmesine vesile olduysa da, bu ülkedeki sorunlar tamamen çözümlenmedi. Seçilmiş Başmüftü ve yerel müftülerin yerine atanmak istenen komünist dönemin ajan müftüsü, yakın döneme kadar Bulgaristan Müslümanlarının başını ağrıtan sorunlardan birisi oldu.
Çoğunluğu ATAKA Partisi mensubu olan ırkçı ve İslam karşıtlarının, ülkedeki Müslümanlara ve camilere yönelik tahrik ve saldırıları ise neredeyse günlük yaşamın bir parçası haline geldi. Ancak Bulgaristan Müslümanları için, sessiz ve derinden çalışan başka bir tehlike var: Misyonerlik…
Evangelist, Metodist ve Yehova Şahitleri gibi Protestan Hıristiyan cemaatlerin Bulgaristan’daki faaliyetleri oldukça güçlü. Bu misyoner gruplar, daha ziyade Müslüman Romanlar arasında propaganda faaliyetlerini yürütüyorlar. Romanların çoğunluğu 10 yıl öncesine kadar Müslüman’dı. Ancak bugün pek çoğu Hıristiyan oldu.
Romanlar arasındaki misyonerlik çalışmaları genellikle Almanya, İsviçre, ABD destekli misyoner teşkilatları tarafından yürütülüyor. Müslüman Romanları kiliseye çekmek için büyük gıda ve giysi yardımları yapılıyor. Bunun yanında Romanların yoğun olarak yaşadığı şehir ve köylere kilise evler inşa ediyorlar. Başarılı Roman öğrencileri, Bulgaristan’daki enstitülerde ya da yurt dışındaki okullarda okutup, sonrasında rahip olarak görevlendiriyorlar.
Ülkede faaliyet gösteren misyoner yetimhaneleri, hastaneler ve klinikler de Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için çalışıyorlar. Misyonerlerin bu çalışmaları neticesinde Sofya, Montana, Vidin, Vratsa, Küstendil gibi batı Bulgaristan’da yaşayan Romanlar, ne yazık ki, büyük ölçüde İslam ile bağlarını koparmış durumdalar.
Misyonerler, İslami bilgi bakımdan zayıf olan, Smolyan, Devin, Kirkovo gibi Pomak Müslümanların yaşadığı bölgelerde de faaliyet yürütüyorlar. Son birkaç yıldır Müslüman Türk köylerinde de kaset ve kitap dağıtma, film seyrettirme gibi yöntemlerle propaganda yapan misyonerler, en azından bugün için, hedeflerine ulaşabilmiş değiller.
Bulgaristan’da misyonerlik faaliyeti yürüten Ortodokslar, diğerlerine nispeten daha zayıf olsalar da, etkisiz değiller. Ortodokslardan belirli isimler bu faaliyetleri yürütüyor. Özellikle Boyan Sarıev adlı papaz bu konuda ön plana çıkıyor. Müslüman Pomak bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Sarıev, 1985 yılında polis okulunu bitirdikten sonra, Bulgar istihbaratı adına din adamı olarak çalışmaya başlamış.
Kırcali’de ikamet eden ve Sveti Yoan Predteça Hıristiyanlık ve Gelişim Hareketi’nin başkanlığını yürüten Boyan Sarıev, özellikle Müslüman Türk ve Pomaklar arasında misyonerlik faaliyetinde bulunuyor. Faaliyetlerini sosyal yardımlarla destekleyen Sarıev, zaman zaman büyük para yardımlarında bulunarak Müslümanlığını unutan kimseleri etrafına toplamaya çalışıyor. Ayrıca yetimhanelerde bulunan Müslüman çocukları da vaftiz etmek suretiyle kazanmaya çalışmaktadır. Özellikle Haskovo ve Kırcali bölgelerindeki yetimhanelerle yakından ilgilenmektedir. Yine Sarıev’in öncülüğünde, hiçbir Hıristiyan’ın yaşamadığı Müslüman köylerine kiliseler yapılıyor.
Alfa Research Sosyolojik Araştırma Kuruluşu ve Yeni Bulgar Üniversitesi’nin, Bulgaristan’ın sekiz bölgesindeki 850 Müslüman üzerinde yaptığı bir araştırmanın neticeleri de bu ülkedeki Müslümanların nasıl tehlikeli bir eşikte olduğunu işaret ediyor. Araştırma sonuçlarına göre; Bulgaristan Müslümanlarının yüzde 41'i hiç camiye gitmiyor ve yüzde 59'u hiç namaz kılmıyor. Müslümanların yarısından fazlası nikâhsız yaşamı desteklerken, yüzde 39,8'i domuz eti yiyor ve yüzde 43,3'ü alkol kullanıyor.
Bu veriler üzerine daha fazla söz söylemeye gerek var mı bilemiyorum ama yine de söyleyelim: Türkiye, Bulgaristan’daki Müslümanlar üzerindeki dikkatini dağıtmadan, Müslümanların İslam’la bağlarını kuvvetlendirmeye yönelik girişimlerde bulunmalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)