BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ
Vedat S. Ahmed
Kaderin cilvesi Bulgaristan Müslümanlarının hayatlarını azınlık olarak sürdürmelerini lâyık görmüş ve bir asrı aşkın zamandan beri bu böyledir. Bu durumda Bulgaristan Müslümanlarının varlık ve kimliklerini korumaları için son derece önemli olan üç husus vardır. Bunlar, 1929 yılında düzenlenen ilk ve tek Bulgaristan Türkleri Millî Kongresi’nin de ana gündem maddeleridir. Biz onları şöyle sıralayabiliriz:
1. Dinî kimliğin muhafazasını temin edecek dinî kurumlar;
2. Müslüman-Türk kültürünü koruyup geliştirecek hayır/sivil toplum kuruluşları;
3. İlk iki noktanın gerçekleşmesini mümkün kılacak eğitim kurumları.
Bu yazımızın konusu dinî kurumlarımızın başı olan Başmüftülüğün fiilen kuruluşuna giden yolu izlemek ve 100. yılı münasebetiyle ilk Başmüftü seçimi ele almaktır.
Bulgaristan Müslümanlarının Dinî Yönetiminin Temelleri
Bulgaristan’da din özgürlüğünün temelleri hususunda ilk teminatı Batılı devletlerin baskısıyla imzalanan Berlin Anlaşması’nın 5. maddesinde görmekteyiz. Bu Anlaşma’nın direktifleri doğrultusunda 1879 yılında hazırlanan Bulgaristan’ın ilk temel belgesi Tırnova Anayasası’nın 40. maddesinde din özgürlüğü ve 42. maddesinde din işlerinde mevzuat çerçevesinde bağımsızlık verilmesi söz konusudur. Bunlara rağmen Bulgaristan Müslümanlarının dinî teşkilâtının en üst/merkezî kurumu uzun yıllar oluşturulamamış, bu görevi temsilî olarak uzun zaman Sofya Müftüsü ifa etmiştir.
Bütün eksiklerine rağmen 1895 yılında kabul edilen Müslümanların Dinî İdarelerine Dair Muvakkat Tâlimâtnâme ile bazı ciddî adımlar atılmıştır. Ancak bunların bir kısmı sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Nitekim bu belgeye göre, Bulgaristan Müslümanlarının dinî önderinin Başmüftü, müftülük teşkilâtının üst kurumunun ise Başmüftülük olacağı kararlaştırılmıştır. Ancak bu karar 15 yıl askıda kalmıştır.
Bu konudaki daha somut adımlar 1909 yılında atılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî buhran ve II. Meşrutiyet’in ilânı esnasındaki boşluktan istifade ederek Bulgar Devleti, 22 Eylül 1908 tarihinde bağımsızlığını ilân ederek müstakil bir krallık/çarlık olmuştur. Birkaç ay sonra Bâb-ı Âlî’nin de bu bağımsızlığı kabul etmesi sonucunda iki devlet arasında 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul Protokolü imzalanmıştır. Bu Protokol’e ek olarak iki ülke arasında Müslüman topluluğun hukukunu ele alan bir Mukâvelenâme (Müftülük Sözleşmesi) imzalanmıştır. Sekiz madde ihtiva eden bu ikili antlaşma ile daha önce askıda kalan Başmüftü meselesi kesinleştirilmiştir.
Buna göre, Başmüftü, müftü ve müftü vekillerinin katılımıyla müftüler arasından seçilecektir. Daha sonra Bulgaristan Mezâhip (Diyanet) Bakanlığı vasıtasıyla Meşihatin/Şeyhülislâmın onayını aldıktan sonra göreve başlayacaktır. Sonra da Başmüftü, Müslüman cemaatin katılımıyla seçilecek müftülerin göreve başlamaları için Meşihatin onayını temin edecektir.
Başmüftü, Bulgaristan Müslümanları ve müftüleri ile iki devletin ilgili kurumları arasında münasebetlerde aracılık edecektir. Dinî işlerle birlikte İslâmî hayır kurumlarının çalışmalarını da takip edecek olan Başmüftü ayrıca nikâh, talâk, veraset ve vesayet gibi İslâm hukuku ile ilgili hususların şer‘î usullerle çözümü, vakıfların idaresi, dinî okulların ve umumî Müslüman okullarının denetiminden sorumludur. (Bu görevlere ilâveten 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Sulh Muâhedenâmesi ile Başmüftünün bir “Nüvvâb” okulu açması ve yeni bir nizâmnâme/tüzük hazırlaması kararlaştırılmıştır.)
İlk Başmüftü Seçimi
Bundan hareketle projesi çizilen müftülük teşkilâtını yeniden yapılandırmak ve Başmüftülüğün fiilen çalışmasını sağlamak amacıyla bir yıl sonra, 25 Nisan 1910 tarihinde Müslüman cemaat sancak müftülerini seçecek delegeleri seçmiştir. Bunun hemen akabinde 9 Mayıs tarihinde o dönemde var olan 14 bölgenin sancak müftüleri seçilmiştir. Bu dönemde ayrıca 20 müftü vekili bulunmaktadır. Oy hakkına sahip bu 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla 8 Arlık 1910 tarihinde ilk Başmüftü seçimi için Sofya’da toplantı düzenlenmiştir. Başmüftünün sancak müftüleri arasından seçileceği kararına uygun olarak Başmüftü adayı olan müftülerin adaylıklarını koymaları daha önceden ilân edilmiştir. Bu ilânda Başmüftü adaylarının yüksek seviyede din eğitimi görmüş ve Bulgaristan vatandaşı olmaları gerektiği ifade edilmiştir.
Bu önemli ve sorumlu makam için iki aday çıkmıştır. Osman Keskioğlu’nun ifadesiyle bunların birincisi: Geniş fıkıh bilgisi, dürüstülük, doğruluk ve kimsenin eline âlet olmama gibi özelliklere sahip olup beş yıldan beri Sofya Müftüsü makamında bulunan Şumnulu Hocazâde Mehmet Muhyiddin Efendi’dir. Babası da daha önce Şumnu Müftüsü olarak görev yapmış değerli bir âlim olan Hocâzâde Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş ve döndükten sonra uzun zaman Şumnu Müftüsü ve aynı şehirdeki Eski Cami Medresesi müderrisi olarak görev yapan değerli bir zattır. İkinci aday ise faal ve atılgan birisi olup Vidin Müftüsü makamında bulunan Süleyman Rüşdi Efendi’dir. Yapılan oylama sonucunda 34 oy sahibinin 25’inin desteğini alan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Bulgaristan Müslümanları tarihinde seçilen ilk Başmüftü olmuştur.
Başmüftülük Çalışmaya Başlıyor
Bu seçim yapıldıktan sonra Hocazâde Efendi, değişik sebepler yüzünden (muhtemelen iki devlet arasındaki ilişkiler yüzünden) uzun zaman Şeyhülislâm tarafından verilmesi gereken menşur ve mürâseleyi (müftülük ve kadılık yetki belgesi) alamamakla birlikte göreve başlamıştır. Fiilen bu seçimden sonra çalışmaya başlayan Başmüftülük kurumunda kısa zaman sonra Sofya Müftüsü ve Başmüftü Vekili olarak Duştubaklı Süleyman Faik Efendi görevlendirilmiştir. Ayrıca Başkâtip olarak da Hacıoğlu-Pazarcıklı Mehmed Celil görevlendirilmiş ve kurumun iskeletini oluşturan bu üçlü beş yıl birlikte çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki karışıklıklar sebebiyle 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılan Hocazâde Efendi’nin yerine yeni Başmüftü seçilememiş ve Başmüftülük görevi vekâleten değişik müftüler tarafından yürütülmüştür. Savaş sonrasında, 1920 yılında Süleyman Faik Efendi seçimle işbaşına gelen ikinci Başmüftü olarak, Hocazâde Efendi Başmümeyyiz (Temyiz Hâkimi) ve Mehmed Celil de Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdürü olarak yine göreve başlamışlardır. Bu değerli insanlar, hem ilk dönemlerinde, hem de ikinci dönemlerinde son derece öenmli işlere imza atmışlar. Başmüftülük ve birimlerinin kurulması, gerekli mevzuatın hazırlanması, kadroları yetiştirecek Nüvvâb okulunun açılması, vakıfların düzene konması ile ilgili temeller 1910-1915 arasında atılmış, bazı kusurları olsa da kurumun yapısı 1920-1928 yılları arasında oluşturulmuştur.
Başmüftü olmalarından önceki ve sonraki çalışmaları takdir edilmesi sebebiyle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilmiye sınıfında görev yapanlara verilen üst derecelerden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’ye “Edirne Pâyesi”, Süleyman Faik Efendi’ye ise “İzmir Pâyesi” verilmiştir.
Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/
Osmanlı torunu Evlad-ı Fatihanlar... Geçmişi bilerek onu unutmadan, geleceğe kanat açanlar... Biz bize benzeriz ve özgün olma iddiasındayız. Kuruluş: Sofya 26 Mart 2008, Halen yayın: İstanbul
9 Aralık 2010 Perşembe
4 Aralık 2010 Cumartesi
4 Kasım 2010 Perşembe
2 Kasım 2010 Salı
"RAZGRAD OLAYLARI" OLARAK TARİHE GEÇEN HADİSE
Razgrad Olayları, 20 Nisan 1933'te Bulgaristan'ın Razgrad şehrindeki Türk mezarlığının bir grup Bulgar tarafından yerle bir edilmesiyle başlayan ve devam eden süreçtir.
İstanbul'da başta Milli Türk Talebe Birliği'nin tertip ettiği büyük bir protesto gösterisi düzenledi. Öğrencilerin İstanbul'daki Bulgar mezarlığına çelenk koyarak başlattığı gösteri daha sonra büyüdü. Olaylar 2 gün sürdü, birçok öğrenci gözaltına alındı. Basın öğrencilerin arkasında yer alan yazılar yazdıysa da MTTB kapatıldı.
İstanbul'da başta Milli Türk Talebe Birliği'nin tertip ettiği büyük bir protesto gösterisi düzenledi. Öğrencilerin İstanbul'daki Bulgar mezarlığına çelenk koyarak başlattığı gösteri daha sonra büyüdü. Olaylar 2 gün sürdü, birçok öğrenci gözaltına alındı. Basın öğrencilerin arkasında yer alan yazılar yazdıysa da MTTB kapatıldı.
26 Ekim 2010 Salı
Bulgaristan müslümanlarının tarihinde bir ilk yaşandı
Bulgaristan müslümanlarının tarihinde bir ilk yaşandı
Lıjnitsa köyü müslümanları imamlarına sahip çıktılar.
2010 yılının ikinci yarısı Bulgaristan müslümanları için zorlu bir dönem oldu. Yaklaşık on yıllık Bulgaristan hizmetinden sonra İstanbula avdet etmiş, gelişmeleri internet üzerinden takip etmeye devam ediyordum.
Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında Bulgaristan müslümanlarını rahatsız eden olaylar olmuş, Nedim Gencev denilen ve komunist dönemin asimilasyon politikasının maşası olarak kullanılmış bu hain, yine Bulgar derin devletinin kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmek için seçilmiş Bulgaristan müslümanları cemaati idaresine karşı açtığı davalar hep lehine sonuçlanmış ve nihayetinde Yüksek Temyiz Mahkemesi tarafından resmi Yüksek İslam Şurası Başkanı olarak tanınmıştı. Bunun neticesinde Dr. Mustafa Hacı önderliğinde Bulgaristan müslümanlarının temsilcileri başta başkent Sofya olmak üzere ülkenin her köşesinde bu kararı protesto ettiler. Ancak, Nedim Gencev’in zor kullanarak başta Başmüftülük makamı olmak üzere bölge müftülüklerine, cami idarelerine girmek istemesine müslümanlar karşı koymuş ve Ramazan gibi mübarek bir ayda Filibe Cuma camisinde yaşanan kavga bu sorunu ülkenin bir sorunu olarak gündeme oturtmuştu.
Bulgar basını meseleyi ilk başlarda algılamakta zorlandı. Bu şundan ileri gelmekteydi. Bulgar Ortodoks Kilisesi’nde de demokrasiden sonra iki başlılık zuhur etmiş ve her iki tarafın da belli sayıda taraftarı bulunmakta idi. Yani buradaki çekişme iki grup arasında bir çekişme idi. Bir tarafta komunizm döneminde Bulgar Patriği olan Maksim diğer tarafta demokrat siyasi partilerin desteğini alan İnokentiy. Ancak Nedim Gencev – Mustafa Hacı çekişmesi iki grup arasında bir çekişme değil, Nedim Gencev’in bütün Bulgaristan müslümanlarına karşı bir çekişmesidir. Nedim Gencev’i destekleyen beslediği 20-30 kişiden başkası değildi. Yaklaşık bin civarındaki imam ve cami encümeni ise Mustafa Hacı başkanlığındaki idareyi tasvip ettiklerini defalarca teyit etmişlerdi. Mahkeme kararının tek Nedim Gencev’in lehine olmasına rağmen arkasında halk desteği olmadığını gören insaflı basın onun haklılığından ciddi ciddi şüphe etmeye başladı.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin 2001-2009 yılları arasında sekiz yıl süre ile iktidar ortağı olması Türk düşmanlığını körüklemiş, milliyetçilik duygularını had safhaya çıkarmıştı. Bulgar milliyetçiliği ile Türk düşmanlığını bayrak yapan partilerin oylarında patlama olmuş, bunun neticesinde Boyko Borisov başkanlığındaki GERB Partisi, aşırı milliyetçi ATAKA Partisinin şartsız desteği ile güvenoyu alarak hükümet kurmuş idi. Seçim gecesi gelecek dört yılın Başbakanı Boyko Borisov, “Bulgaristan müslümanlarının kendilerini güvende hissetmelerini istemesine” rağmen olaylar tam aksi yönde gelişmiştir.
Bu olaylar Türk ve Arap basınında da yer almış ve milyonlarca Bulgaristan muhacirini topraklarına kabul etmiş olan Ana Vatan Türkiye Cumhuriyetinin Ak Parti iktidarı da din ve vicdan özgürlüğü ile demoktarik seçim gibi evrensel ilkelerin ihlaline taalluk eden bu meseleye bigane kalmayıp Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve Yurtdışı Türklerden sorumlu Devlet Bakanı ve Bursa Milletvekili Faruk Çelik Bulgaristan Başbakanı Sayın Boyko Borisov’u ziyaret ederek meselenin nasıl çözülebileceği yönünde bir görüşme yapmış idi. Bu görüşmeden belli bir müddet sonra Başbakan Borisov, Nedim Gencev ile Mustafa Hacı’yı makamına davet etmiş ve aralarındaki sorunu çözmelerini istemişti. Ancak bu toplantıdan da bir netice çıkmamış ve gözler T.C. Başbakanı Sn. R. Tayyip Erdoğan’ın 4 Ekimde gerçekleştireceği ziyarete çevrilmişti. Bu ziyaret önemliydi, çünkü Başbakan Borisov, Bakan Çelikle görüşmesinden sonra “eğer bu ikisi aralarında anlaşamazsa, biz Sn. Eroğanla bu meseleyi çözeriz” demesiydi.
12 Eylül Referandumu sebebiyle Bulgaristan gezisini 4 Ekime erteleyen Başbakan R. Tayyip Erdoğan, “% 58 Evet” sonucuyla Sofya havaalanına indiğinde yağmura rağmen uçağın merdivenlerine kadar kendisini karşılamaya gelmiş Başbakan Borisovu karşısında buldu. Görüşmeler yapıldı, beyanatlar verildi. Müftülük meselesinin görüşmelerde önemli bir noktayı teşkil ettiği apaçık ortadaydı. İki başbakan da “Bu Bulgaristan müslümanlarının bir iç meselesidir, biz buna karışmıyoruz, ancak yeni bir seçimin yapılmasına ortam hazırlayacağız” dediler. Kaldığı otele çekilen Başbakan Eroğan burada seçilmiş Başmüftü Mustafa Hacı ve heyetini kabul ederek kısa bir görüşme gerçekleştirdi.
Bu önemli ziyaretten ve olumlu havadan henüz iki gün geçmişti ki, 6 Ekim Çarşamba günü bütün Bulgaristan’ı şoka sokan bir haber ortalığı kasıp kavurdu. Bulgar Polisi ile İç İstihbarat Teşkilatı Pomak müslümanların yoğun olarak yaşadığı Rodop ve Pirin dağları bölgesinde 12 eve baskın düzenledi. Bu 12 kişiden 2’sinin Bölge müftüsü 8 tanesinin imam 2’sinin de sıradan müslüman olduğunu bilahare öğrendik. Bu masum müslümanlara isnat edilen suç terörist faaliyetleri desteklediği iddia edilen el-Vakful-İslami adlı kuruluşa üye olmak, devletin nizamını değiştirmek için propaganda yapmak v.s.
Bu baskından akıllarda geriye kalan ve tarihe geçen bir olay oldu. Olay da şu idi: Gotse Delçev ilçesine bağlı Lıjnitsa köyü imamı Muhammed Kamber’in evine savcılıktan alınan arama kararıyla giren polisler kitap, bilgisayar, kaset cd ne varsa el koymuş ve polis arabalarına bir kısmını yüklemiş oldukları halde haber nasılsa köyde yayılmış ve galeyana gelen kadın erkek yaklaşık 500 kişi imamın evi ile polis arabalarını çevreleyerek imamlarına sahip çıkmış, polislerin kitapları geri teslim etmesini istemiştir. Halkın toplandığını gören yüzleri kapalı siyah bereli polisler, halk dağılmayıncaya kadar evden çıkmayacaklarını söylemişler, ve altı saat halkın dağılmasını beklemişlerdir. Yağan yağmura rağmen köylülerin dağılmaması ve daha büyük olayların çıkmasına meydan verilmemesi için bizzat suçlanan köy imamı ile Gotse Delçev müftüsü araya girmiş ve halkı sakinleştirmeye çalışmıştır. Durumun uygun olduğunu gören polisler evden çıkarak acele ile arabalarına binerek köyden ayrılmışlardır. Ülkenin saygın gazetelerinden 24 Çasa (24 Saat) bunu “İç istihbarat ajanları hocanın evinde sıkıştırıldı” başlığıyla vermiş, Trud (Emek) gazetesi “300 kişi İç istihbarat ajanlarını rehin olarak tutuyor”, Dnevnik (Günlük) gazetesi ise “İmamlar, İstihbarat teşkilatının baskınlarından dolayı iktidarın özür dilemesini isteyecekler” demiştir.
Bulgaristan müslümanlarının Osmanlı’dan sonra çeşitli dönemlerde uğradıkları baskı ve zulümlere tepki gösterdikleri, direndikleri ilgililerin malumdur. Ancak, bir müslüman din adamına, hocalarına, imamlarına böyle sahip çıktıklarını ben ne bir ağızdan duydum ne bir kitapta okudum. Kadın erkek, Lıjnitsa köyü müslümanları büyük bir cesaret göstererek baştan aşağıya silahlarla donatılmış istihbarat ekiplerine karşı masum olduğuna inandıkları imamlarına sahip çıkması tarihi bir olay olmuştur, bir ilk ve bir örnek olmuştur. Böyle bir vukuatı beklemeyen Bulgar basını yapılan operasyonun haklılığını ve istihbaratta İslam uzmanlarının olup olmadığını sorgulamaya başlamıştır. Çünkü önemli iddialardan birisi de şu idi: radikal fikirleri yayan kitap bulundurmak. Baskıcı rejimlerde kitap ne yazık en önemli suç unsuru olabilmektedir, işte 2010 yılında da Avrupa Birliği üyesi Bulgaristanda böyle bir garabet yaşanmıştır.
Netice-i kelam, Lıjnitsa köyü müslümanlarnın imamlarına sahip çıkması Bulgar İç İstihbaratının keyfi “radikal İslam operasyonlarının” kamuoyu tarafından sorgulanması ve tartışılmasına yol açmış, bu yapılanın İslam ve müslümanlara karşı bir korkutma ve sindirme politikası olduğu seçilmiş Başmüftülük idaresi tarafından belirtilmiş ve en önemlisi olarak diğer müslümanlara bir örnek olmuştur. Bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan bir milletin ferdi, bir Bulgaristan Türkü olarak bu olaydan payıma düşen şu soru oldu: Türklerle dopdolu olan Deliorman ve Kırcaali havalisinde polis bir imamı almaya geldiğinde aynı tavrı Müslüman Türkler gösterebilecek midir?
Basri Zilabid
Lıjnitsa köyü müslümanları imamlarına sahip çıktılar.
2010 yılının ikinci yarısı Bulgaristan müslümanları için zorlu bir dönem oldu. Yaklaşık on yıllık Bulgaristan hizmetinden sonra İstanbula avdet etmiş, gelişmeleri internet üzerinden takip etmeye devam ediyordum.
Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında Bulgaristan müslümanlarını rahatsız eden olaylar olmuş, Nedim Gencev denilen ve komunist dönemin asimilasyon politikasının maşası olarak kullanılmış bu hain, yine Bulgar derin devletinin kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmek için seçilmiş Bulgaristan müslümanları cemaati idaresine karşı açtığı davalar hep lehine sonuçlanmış ve nihayetinde Yüksek Temyiz Mahkemesi tarafından resmi Yüksek İslam Şurası Başkanı olarak tanınmıştı. Bunun neticesinde Dr. Mustafa Hacı önderliğinde Bulgaristan müslümanlarının temsilcileri başta başkent Sofya olmak üzere ülkenin her köşesinde bu kararı protesto ettiler. Ancak, Nedim Gencev’in zor kullanarak başta Başmüftülük makamı olmak üzere bölge müftülüklerine, cami idarelerine girmek istemesine müslümanlar karşı koymuş ve Ramazan gibi mübarek bir ayda Filibe Cuma camisinde yaşanan kavga bu sorunu ülkenin bir sorunu olarak gündeme oturtmuştu.
Bulgar basını meseleyi ilk başlarda algılamakta zorlandı. Bu şundan ileri gelmekteydi. Bulgar Ortodoks Kilisesi’nde de demokrasiden sonra iki başlılık zuhur etmiş ve her iki tarafın da belli sayıda taraftarı bulunmakta idi. Yani buradaki çekişme iki grup arasında bir çekişme idi. Bir tarafta komunizm döneminde Bulgar Patriği olan Maksim diğer tarafta demokrat siyasi partilerin desteğini alan İnokentiy. Ancak Nedim Gencev – Mustafa Hacı çekişmesi iki grup arasında bir çekişme değil, Nedim Gencev’in bütün Bulgaristan müslümanlarına karşı bir çekişmesidir. Nedim Gencev’i destekleyen beslediği 20-30 kişiden başkası değildi. Yaklaşık bin civarındaki imam ve cami encümeni ise Mustafa Hacı başkanlığındaki idareyi tasvip ettiklerini defalarca teyit etmişlerdi. Mahkeme kararının tek Nedim Gencev’in lehine olmasına rağmen arkasında halk desteği olmadığını gören insaflı basın onun haklılığından ciddi ciddi şüphe etmeye başladı.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin 2001-2009 yılları arasında sekiz yıl süre ile iktidar ortağı olması Türk düşmanlığını körüklemiş, milliyetçilik duygularını had safhaya çıkarmıştı. Bulgar milliyetçiliği ile Türk düşmanlığını bayrak yapan partilerin oylarında patlama olmuş, bunun neticesinde Boyko Borisov başkanlığındaki GERB Partisi, aşırı milliyetçi ATAKA Partisinin şartsız desteği ile güvenoyu alarak hükümet kurmuş idi. Seçim gecesi gelecek dört yılın Başbakanı Boyko Borisov, “Bulgaristan müslümanlarının kendilerini güvende hissetmelerini istemesine” rağmen olaylar tam aksi yönde gelişmiştir.
Bu olaylar Türk ve Arap basınında da yer almış ve milyonlarca Bulgaristan muhacirini topraklarına kabul etmiş olan Ana Vatan Türkiye Cumhuriyetinin Ak Parti iktidarı da din ve vicdan özgürlüğü ile demoktarik seçim gibi evrensel ilkelerin ihlaline taalluk eden bu meseleye bigane kalmayıp Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve Yurtdışı Türklerden sorumlu Devlet Bakanı ve Bursa Milletvekili Faruk Çelik Bulgaristan Başbakanı Sayın Boyko Borisov’u ziyaret ederek meselenin nasıl çözülebileceği yönünde bir görüşme yapmış idi. Bu görüşmeden belli bir müddet sonra Başbakan Borisov, Nedim Gencev ile Mustafa Hacı’yı makamına davet etmiş ve aralarındaki sorunu çözmelerini istemişti. Ancak bu toplantıdan da bir netice çıkmamış ve gözler T.C. Başbakanı Sn. R. Tayyip Erdoğan’ın 4 Ekimde gerçekleştireceği ziyarete çevrilmişti. Bu ziyaret önemliydi, çünkü Başbakan Borisov, Bakan Çelikle görüşmesinden sonra “eğer bu ikisi aralarında anlaşamazsa, biz Sn. Eroğanla bu meseleyi çözeriz” demesiydi.
12 Eylül Referandumu sebebiyle Bulgaristan gezisini 4 Ekime erteleyen Başbakan R. Tayyip Erdoğan, “% 58 Evet” sonucuyla Sofya havaalanına indiğinde yağmura rağmen uçağın merdivenlerine kadar kendisini karşılamaya gelmiş Başbakan Borisovu karşısında buldu. Görüşmeler yapıldı, beyanatlar verildi. Müftülük meselesinin görüşmelerde önemli bir noktayı teşkil ettiği apaçık ortadaydı. İki başbakan da “Bu Bulgaristan müslümanlarının bir iç meselesidir, biz buna karışmıyoruz, ancak yeni bir seçimin yapılmasına ortam hazırlayacağız” dediler. Kaldığı otele çekilen Başbakan Eroğan burada seçilmiş Başmüftü Mustafa Hacı ve heyetini kabul ederek kısa bir görüşme gerçekleştirdi.
Bu önemli ziyaretten ve olumlu havadan henüz iki gün geçmişti ki, 6 Ekim Çarşamba günü bütün Bulgaristan’ı şoka sokan bir haber ortalığı kasıp kavurdu. Bulgar Polisi ile İç İstihbarat Teşkilatı Pomak müslümanların yoğun olarak yaşadığı Rodop ve Pirin dağları bölgesinde 12 eve baskın düzenledi. Bu 12 kişiden 2’sinin Bölge müftüsü 8 tanesinin imam 2’sinin de sıradan müslüman olduğunu bilahare öğrendik. Bu masum müslümanlara isnat edilen suç terörist faaliyetleri desteklediği iddia edilen el-Vakful-İslami adlı kuruluşa üye olmak, devletin nizamını değiştirmek için propaganda yapmak v.s.
Bu baskından akıllarda geriye kalan ve tarihe geçen bir olay oldu. Olay da şu idi: Gotse Delçev ilçesine bağlı Lıjnitsa köyü imamı Muhammed Kamber’in evine savcılıktan alınan arama kararıyla giren polisler kitap, bilgisayar, kaset cd ne varsa el koymuş ve polis arabalarına bir kısmını yüklemiş oldukları halde haber nasılsa köyde yayılmış ve galeyana gelen kadın erkek yaklaşık 500 kişi imamın evi ile polis arabalarını çevreleyerek imamlarına sahip çıkmış, polislerin kitapları geri teslim etmesini istemiştir. Halkın toplandığını gören yüzleri kapalı siyah bereli polisler, halk dağılmayıncaya kadar evden çıkmayacaklarını söylemişler, ve altı saat halkın dağılmasını beklemişlerdir. Yağan yağmura rağmen köylülerin dağılmaması ve daha büyük olayların çıkmasına meydan verilmemesi için bizzat suçlanan köy imamı ile Gotse Delçev müftüsü araya girmiş ve halkı sakinleştirmeye çalışmıştır. Durumun uygun olduğunu gören polisler evden çıkarak acele ile arabalarına binerek köyden ayrılmışlardır. Ülkenin saygın gazetelerinden 24 Çasa (24 Saat) bunu “İç istihbarat ajanları hocanın evinde sıkıştırıldı” başlığıyla vermiş, Trud (Emek) gazetesi “300 kişi İç istihbarat ajanlarını rehin olarak tutuyor”, Dnevnik (Günlük) gazetesi ise “İmamlar, İstihbarat teşkilatının baskınlarından dolayı iktidarın özür dilemesini isteyecekler” demiştir.
Bulgaristan müslümanlarının Osmanlı’dan sonra çeşitli dönemlerde uğradıkları baskı ve zulümlere tepki gösterdikleri, direndikleri ilgililerin malumdur. Ancak, bir müslüman din adamına, hocalarına, imamlarına böyle sahip çıktıklarını ben ne bir ağızdan duydum ne bir kitapta okudum. Kadın erkek, Lıjnitsa köyü müslümanları büyük bir cesaret göstererek baştan aşağıya silahlarla donatılmış istihbarat ekiplerine karşı masum olduğuna inandıkları imamlarına sahip çıkması tarihi bir olay olmuştur, bir ilk ve bir örnek olmuştur. Böyle bir vukuatı beklemeyen Bulgar basını yapılan operasyonun haklılığını ve istihbaratta İslam uzmanlarının olup olmadığını sorgulamaya başlamıştır. Çünkü önemli iddialardan birisi de şu idi: radikal fikirleri yayan kitap bulundurmak. Baskıcı rejimlerde kitap ne yazık en önemli suç unsuru olabilmektedir, işte 2010 yılında da Avrupa Birliği üyesi Bulgaristanda böyle bir garabet yaşanmıştır.
Netice-i kelam, Lıjnitsa köyü müslümanlarnın imamlarına sahip çıkması Bulgar İç İstihbaratının keyfi “radikal İslam operasyonlarının” kamuoyu tarafından sorgulanması ve tartışılmasına yol açmış, bu yapılanın İslam ve müslümanlara karşı bir korkutma ve sindirme politikası olduğu seçilmiş Başmüftülük idaresi tarafından belirtilmiş ve en önemlisi olarak diğer müslümanlara bir örnek olmuştur. Bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan bir milletin ferdi, bir Bulgaristan Türkü olarak bu olaydan payıma düşen şu soru oldu: Türklerle dopdolu olan Deliorman ve Kırcaali havalisinde polis bir imamı almaya geldiğinde aynı tavrı Müslüman Türkler gösterebilecek midir?
Basri Zilabid
BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?
BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?
Sofya şehir meydanında, Bulgaristan-Türkiye ilişkilerinin temel felsefesini anlatan önemli bir sembol bulunmaktadır: Çar II. Aleksandır heykeli. Bu heykel Bulgaristan Parlamentosunun tam karşısında yer almaktadır. Diğer bir ifadeyle, egemen bir devletin, egemenliğinin temsilcisi olan Parlamentosunun tam karşısında, tüm heybetiyle bir Rus İmparatoru durmaktadır. Zira Çar II. Aleksandır, Bulgaristan’ı Osmanlı esaretinden kurtarmış; bunun karşılığında bağımsız Bulgaristan devleti Rusya’ya olan minnet ve sadakatinin göstergesi olarak, yeni kurulan devletin en önemli kurumlarından biri olan Millet Meclisinin tam karşısına bu heykeli dikmiştir. O tarihten bu yana, Bulgaristan için Türkler yıllarca “yüce” Bulgar halkını köle gibi yönetmiş bir düşman; Ruslar ise ülkelerini Türklerin esaretinden kurtaran bir kahraman olarak görülmüştür. Bu algıyı, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp 1923’te yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ne de Bulgaristan’ın 1989’da demir perdeyi indirip Türkiye ile yeniden iki komşu devlet durumuna gelmesi değiştirebilmiştir. Günümüzde Bulgaristan hala tarihi önyargılarını kıramamış ve Türkiye ile ilişkilerinde “büyük devlet-küçük devlet kompleksinden” kurtulamamıştır. Bu kompleks hem dış politikasındaki fevri davranışlarında, hem de sınırları içerisinde yaşayan ve toplam nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden Türk asıllı vatandaşlarına yönelik politikalarında sıkça kendini göstermektedir.
Bulgaristan’ın söz konusu davranışlarına örnek göstermek için çok uzun geçmişe gitmeye gerek yoktur; Borisov hükümetinin son bir yılını değerlendirmek bile yeterli olacaktır. Zira Temmuz 2009’da yapılan parlamento seçimlerinin ardından iktidara gelen Boyko Borisov’un ilk söylemlerinden biri Türkiye’deki Bulgaristan vatandaşlarının seçimlerde oy kullanırken usulsüzlük yapıldığı iddiası; ilk icraatlarından biri de Ankara Büyükelçisini geri çekmek olmuştur. Ardından, Aralık ayı içerisinde, Borisov’un televizyonlardaki tam ekran görüntüleri ile, Bulgaristan Devlet Televizyonu BNT’de 2000 yılından bu yana hafta içi her gün 10 dakika olarak yayınlanan Türkçe haberlerin kaldırılmasının referanduma götürülmesi ile ilgili, ülkedeki aşırı milliyetçi ATAKA partisinin hazırladığı yasa tasarısına Parlamento’da destek vereceğini açıklaması takip etmiştir. Üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden gerek iç politikadaki tartışmalar gerekse dış baskılar sonucunda Borisov, kendi dilinde yayın hakkının temel hak ve özgürlükler alanına girdiğini öğrenmiş; temel hak ve özgürlüklerin ise referanduma götürülemeyeceğini fark ederek açıklamalarını geri çekmiştir. Ancak ilişkilerdeki talihsizlikler bu kadarla kalmamıştır. 2009 yılını bu tartışmalarla kapatan hükümet, yeni yılın ilk günlerini de benzer bir siyasi çıkışla karşılamıştır: Yurtdışındaki Bulgarlar ve Dini İşler Bakanı Bojidar Dimitrov’un, Balkan Savaşları öncesinde ve esnasında Türkiye’den göç eden Bulgarların Türkiye’de bıraktıkları mal ve mülkleri için tazminat ödenmesi talebi ile ilgili “24 Çasa” gazetesine verdiği demeç[3]. Üstelik söz konusu açıklamada, bu durumun Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir engel teşkil edebileceği söylenmiş; diğer bir ifadeyle “Bulgaristan’ın Türkiye’nin AB üyeliğine veto kullanabileceği” mesajı verilmiştir. Hemen ardından Başbakan Borisov çıkarak, tazminat talebinin Bakan Dimitrov’un kişisel bir açıklaması olduğunu; hükümet olarak böyle bir talep ve politikalarının olmadığını söylemiştir. Siyasi bir nabız yoklaması olarak değerlendirilebilecek bu durum, Borisov’un Ocak ayı sonundaki Ankara ziyareti esnasında iki lider tarafından konuşularak netliğe kavuşturulmuştur. Derken takip eden süreçte bu kez parlamentodaki diğer bir milliyetçi parti VMRO tarafından Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma götürülmesi için ülke çapında imza kampanyası başlatılmıştır. Bulgaristan’ın kendi AB üyeliği vatandaşlarına sorulmamışken, bir başka devletin üyeliği için referandum talebi sadece Türkiye tarafından ciddiye alınmamakla kalmamış, karikatürlere bile trajikomik bir durum olarak yansımıştır.
Bulgaristan’ın Türkiye ile ilişkilerinde komplekslerini gösteren vakalar bunlarla da sınırlı değildir. En son geçtiğimiz hafta gazeteler, New York’ta yapılan Balkan Liderleri Zirvesi’nin akşam yemeğinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona girişinin bölge ülkelerinin liderleri tarafından coşkuyla karşılanmasından rahatsız olan Bulgaristan Başbakanı Borisov’un, tepkisini ayağa kalkmayarak gösterdiğini yazmıştır. Sofya basını ise konuyu büyük manşetlerle “Borisov Türkiye’yi disipline etti” başlığı ile vermiştir. Söz konusu davranış Bulgaristan’ın kompleksini en açık bir şekilde bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca, Borisov toplantıdaki konuşmasına “1908’de Osmanlıdan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelen Bulgaristan…” diye başlamış; fakat ne yazık ki bu söylemiyle salondaki davranışı birleştiğinde, onca yıldır oturmuş bir devlet geleneği oluşturamadıklarını tüm dünyaya kendi ağzından deklare eder konuma düşmüştür.
Şüphesiz bu örnekler arasında en uzun vadeli olanını ise Baş Müftülük krizi oluşturmaktadır. Bulgaristan Müslümanlarının 1998’den bu yana devam eden tartışmalı müftülük seçimlerini, Bulgaristan Yüksek İdare Mahkemesi 12 Mayıs 2010’da karara bağlamış ve Komünist dönemde müftülük görevi yapmış olan Nedim Gencev’i Yüksek Dini Şura Başkanı olarak atarken; Bulgaristan Müslümanlarının seçilmiş müftüsü Mustafa Hacı Aliş’in resmi olarak tanınmadığını tescil etmiştir. Kararın ardından ülke çapında mitingler düzenlenmiş; gerek müftülük yetkilileri gerekse Müslüman ahalinin ileri gelenleri tarafından “Müslümanlar arasında bölünmenin sağlanmasına yönelik bilinçli bir devlet politikasının yürütüldüğü ve bu anlamda Nedim Gencev’in hükümet tarafından kullanıldığı ve desteklendiği” sıkça dile getirilmiştir. Ayrıca konu sadece Müslümanların temsil makamı ile ilgili değil; diğer bir boyutu da müftülük teşkilatının yetki alanları ve mal varlıklarının tasarrufu ile ilgili kanunlarca tanınmış olan haklarının kullanılmasına yine kanunlarca engeller konulmuş olmasıdır. Bakıldığında, Bulgar hükümetinin bu müdahalesi her şeyi kontrol etme kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira böylece, geçmişten bu yana sürekli tehdit olarak algıladığı bir grubun “aşırı güçlenmesini” engellemek ve kendi gücünü göstermek istemektedir. Ancak bu tavır güçlü bir devleti değil; tersine “korkuları güçlü” bir devleti andırmaktadır.
Sonuç İtibariyle…
Tarihte Türklerle iç içe yaşamış milletlerden biri olan Bulgarların, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında yaklaşık 500 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. Balkanlar genelinde bakıldığında, Bulgarlar gibi Ortodoks-Slav kökenli Balkan halkları açısından bu dönem, Osmanlı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel baskı ve hakimiyet alanı olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımın altında yatan en temel neden ise 19. yüzyılın başlarından itibaren ulusal mücadelelerini Osmanlı yönetimine karşı vermeleri ve ulus-devletlerini oluşturma sürecinde kendi tarihlerini yeniden kurgularken Osmanlı/Türk karşıtlığı tezini sıklıkla kullanmış olmalarıdır. Tüm bunlar, Bulgaristan’ın siyasal hafızasında tarihten gelen önyargıların yerleşmesine ve Türkiye ile ilişkilerinde büyük devlet-küçük devlet kompleksi oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle süreç içerisinde doğal olarak bir takım evhamlar ve korunma iç güdüsü geliştirmiştir. Dış politikada da kendisini gösteren Bulgar toplumundaki bu yerleşik paradigma, politik söylemlerle zaman zaman ikili ilişkilerde gerilimi arttırsa da, Türkiye’nin güven telkin eden tutarlı adımlarıyla bugüne kadar ciddi bir soruna dönüşmeden aşılmıştır.
Müftülük krizinde gelinen son nokta ise göstermektedir ki, Bulgaristan sadece dış politikasında değil, devlet olarak yerine getirmesi gereken temel sorumluluk alanlarında da başarılı bir sınav verememektedir. Bilhassa AB üyesi bir Bulgaristan’dan beklenen, temel hak ve özgürlükler alanına giren “inanç hürriyeti” konusunda daha hoşgörülü davranabilmesidir. Zira azınlık haklarına saygı, Kopenhag kriterlerinde açık ve net bir şekilde yer almakta; tam üyeliğin vazgeçilmez şartlarından biri olarak sunulmaktadır. Birlik konuyla ilgili birçok antlaşmaya imza atmış ve evrensel değer ve normların savunucusu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Dolayısıyla, azınlıklık hakları başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere saygı sadece bir üyelik kriteri olarak değil, “Avrupalı” olmanın en temel şartlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 2007’de AB üyesi olmuş olan Bulgaristan’ın “ne kadar Avrupalı” olduğu sorusu ön plana çıkmakta ve ülkede halen “temel” bazı sıkıntıların devam ettiği tezi güçlenmektedir.
Bu meselenin AB’ye olan etkisi ise, Birlik’i kendi içerisinde inandırıcılığını kaybetme riski ile karşı karşıya getirme potansiyelinde yatmaktadır. Bir taraftan evrensel değerlerin savunusu olduğunu söylerken, diğer taraftan kendi içindeki ülkeler halen Birlik’in temel değerlerini özümseyememiştir. Daha da önemlisi Birlik bunun karşısında somut bir önlem geliştirememektedir. Demokratik yollarla seçilmiş bir Müftünün devlet tarafından tanınmamasının Avrupalı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir karar, gün geçtikçe hoşgörünün daha da önem kazandığı çağımızda, Bulgaristan’ın daha az toleranslı bir topluma doğru evirilmesine neden olabilecektir.
Muzaffer VATANSEVER
USAK AB Araştırmaları Merkezi
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
Muzaffer Vatansever (Bulgaristan/Kırcaali, 1984), USAK AB Araştırmaları Merkezi bünyesinde Balkanlar üzerine çalışmalarını sürdüren genç araştırmacılardandır. Odaklandığı temel konular Balkanların Avrupalılaşma süreci, Türkiye-Balkan ülkeleri ilişkileri, Balkanlarda Türk azınlığın varlığı ve Yunanistan'ın ekonomi-politiğidir.
Muzaffer Vatansever halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine devam etmekte olup, "Son Dönem Bulgaristan-Türkiye İlişkileri" üzerine tez çalışmasını sürdürmektedir. Bahar 2010 döneminde Sofya Üniversitesi tarafından sağlanan araştırma bursuna hak kazanarak, 15 hafta süreyle Bulgaristan'da alan çalışması yapmıştır. İngilizce ve başlangıç seviyesinde Bulgarca bilmektedir.
Sofya şehir meydanında, Bulgaristan-Türkiye ilişkilerinin temel felsefesini anlatan önemli bir sembol bulunmaktadır: Çar II. Aleksandır heykeli. Bu heykel Bulgaristan Parlamentosunun tam karşısında yer almaktadır. Diğer bir ifadeyle, egemen bir devletin, egemenliğinin temsilcisi olan Parlamentosunun tam karşısında, tüm heybetiyle bir Rus İmparatoru durmaktadır. Zira Çar II. Aleksandır, Bulgaristan’ı Osmanlı esaretinden kurtarmış; bunun karşılığında bağımsız Bulgaristan devleti Rusya’ya olan minnet ve sadakatinin göstergesi olarak, yeni kurulan devletin en önemli kurumlarından biri olan Millet Meclisinin tam karşısına bu heykeli dikmiştir. O tarihten bu yana, Bulgaristan için Türkler yıllarca “yüce” Bulgar halkını köle gibi yönetmiş bir düşman; Ruslar ise ülkelerini Türklerin esaretinden kurtaran bir kahraman olarak görülmüştür. Bu algıyı, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp 1923’te yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ne de Bulgaristan’ın 1989’da demir perdeyi indirip Türkiye ile yeniden iki komşu devlet durumuna gelmesi değiştirebilmiştir. Günümüzde Bulgaristan hala tarihi önyargılarını kıramamış ve Türkiye ile ilişkilerinde “büyük devlet-küçük devlet kompleksinden” kurtulamamıştır. Bu kompleks hem dış politikasındaki fevri davranışlarında, hem de sınırları içerisinde yaşayan ve toplam nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden Türk asıllı vatandaşlarına yönelik politikalarında sıkça kendini göstermektedir.
Bulgaristan’ın söz konusu davranışlarına örnek göstermek için çok uzun geçmişe gitmeye gerek yoktur; Borisov hükümetinin son bir yılını değerlendirmek bile yeterli olacaktır. Zira Temmuz 2009’da yapılan parlamento seçimlerinin ardından iktidara gelen Boyko Borisov’un ilk söylemlerinden biri Türkiye’deki Bulgaristan vatandaşlarının seçimlerde oy kullanırken usulsüzlük yapıldığı iddiası; ilk icraatlarından biri de Ankara Büyükelçisini geri çekmek olmuştur. Ardından, Aralık ayı içerisinde, Borisov’un televizyonlardaki tam ekran görüntüleri ile, Bulgaristan Devlet Televizyonu BNT’de 2000 yılından bu yana hafta içi her gün 10 dakika olarak yayınlanan Türkçe haberlerin kaldırılmasının referanduma götürülmesi ile ilgili, ülkedeki aşırı milliyetçi ATAKA partisinin hazırladığı yasa tasarısına Parlamento’da destek vereceğini açıklaması takip etmiştir. Üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden gerek iç politikadaki tartışmalar gerekse dış baskılar sonucunda Borisov, kendi dilinde yayın hakkının temel hak ve özgürlükler alanına girdiğini öğrenmiş; temel hak ve özgürlüklerin ise referanduma götürülemeyeceğini fark ederek açıklamalarını geri çekmiştir. Ancak ilişkilerdeki talihsizlikler bu kadarla kalmamıştır. 2009 yılını bu tartışmalarla kapatan hükümet, yeni yılın ilk günlerini de benzer bir siyasi çıkışla karşılamıştır: Yurtdışındaki Bulgarlar ve Dini İşler Bakanı Bojidar Dimitrov’un, Balkan Savaşları öncesinde ve esnasında Türkiye’den göç eden Bulgarların Türkiye’de bıraktıkları mal ve mülkleri için tazminat ödenmesi talebi ile ilgili “24 Çasa” gazetesine verdiği demeç[3]. Üstelik söz konusu açıklamada, bu durumun Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir engel teşkil edebileceği söylenmiş; diğer bir ifadeyle “Bulgaristan’ın Türkiye’nin AB üyeliğine veto kullanabileceği” mesajı verilmiştir. Hemen ardından Başbakan Borisov çıkarak, tazminat talebinin Bakan Dimitrov’un kişisel bir açıklaması olduğunu; hükümet olarak böyle bir talep ve politikalarının olmadığını söylemiştir. Siyasi bir nabız yoklaması olarak değerlendirilebilecek bu durum, Borisov’un Ocak ayı sonundaki Ankara ziyareti esnasında iki lider tarafından konuşularak netliğe kavuşturulmuştur. Derken takip eden süreçte bu kez parlamentodaki diğer bir milliyetçi parti VMRO tarafından Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma götürülmesi için ülke çapında imza kampanyası başlatılmıştır. Bulgaristan’ın kendi AB üyeliği vatandaşlarına sorulmamışken, bir başka devletin üyeliği için referandum talebi sadece Türkiye tarafından ciddiye alınmamakla kalmamış, karikatürlere bile trajikomik bir durum olarak yansımıştır.
Bulgaristan’ın Türkiye ile ilişkilerinde komplekslerini gösteren vakalar bunlarla da sınırlı değildir. En son geçtiğimiz hafta gazeteler, New York’ta yapılan Balkan Liderleri Zirvesi’nin akşam yemeğinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona girişinin bölge ülkelerinin liderleri tarafından coşkuyla karşılanmasından rahatsız olan Bulgaristan Başbakanı Borisov’un, tepkisini ayağa kalkmayarak gösterdiğini yazmıştır. Sofya basını ise konuyu büyük manşetlerle “Borisov Türkiye’yi disipline etti” başlığı ile vermiştir. Söz konusu davranış Bulgaristan’ın kompleksini en açık bir şekilde bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca, Borisov toplantıdaki konuşmasına “1908’de Osmanlıdan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelen Bulgaristan…” diye başlamış; fakat ne yazık ki bu söylemiyle salondaki davranışı birleştiğinde, onca yıldır oturmuş bir devlet geleneği oluşturamadıklarını tüm dünyaya kendi ağzından deklare eder konuma düşmüştür.
Şüphesiz bu örnekler arasında en uzun vadeli olanını ise Baş Müftülük krizi oluşturmaktadır. Bulgaristan Müslümanlarının 1998’den bu yana devam eden tartışmalı müftülük seçimlerini, Bulgaristan Yüksek İdare Mahkemesi 12 Mayıs 2010’da karara bağlamış ve Komünist dönemde müftülük görevi yapmış olan Nedim Gencev’i Yüksek Dini Şura Başkanı olarak atarken; Bulgaristan Müslümanlarının seçilmiş müftüsü Mustafa Hacı Aliş’in resmi olarak tanınmadığını tescil etmiştir. Kararın ardından ülke çapında mitingler düzenlenmiş; gerek müftülük yetkilileri gerekse Müslüman ahalinin ileri gelenleri tarafından “Müslümanlar arasında bölünmenin sağlanmasına yönelik bilinçli bir devlet politikasının yürütüldüğü ve bu anlamda Nedim Gencev’in hükümet tarafından kullanıldığı ve desteklendiği” sıkça dile getirilmiştir. Ayrıca konu sadece Müslümanların temsil makamı ile ilgili değil; diğer bir boyutu da müftülük teşkilatının yetki alanları ve mal varlıklarının tasarrufu ile ilgili kanunlarca tanınmış olan haklarının kullanılmasına yine kanunlarca engeller konulmuş olmasıdır. Bakıldığında, Bulgar hükümetinin bu müdahalesi her şeyi kontrol etme kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira böylece, geçmişten bu yana sürekli tehdit olarak algıladığı bir grubun “aşırı güçlenmesini” engellemek ve kendi gücünü göstermek istemektedir. Ancak bu tavır güçlü bir devleti değil; tersine “korkuları güçlü” bir devleti andırmaktadır.
Sonuç İtibariyle…
Tarihte Türklerle iç içe yaşamış milletlerden biri olan Bulgarların, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında yaklaşık 500 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. Balkanlar genelinde bakıldığında, Bulgarlar gibi Ortodoks-Slav kökenli Balkan halkları açısından bu dönem, Osmanlı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel baskı ve hakimiyet alanı olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımın altında yatan en temel neden ise 19. yüzyılın başlarından itibaren ulusal mücadelelerini Osmanlı yönetimine karşı vermeleri ve ulus-devletlerini oluşturma sürecinde kendi tarihlerini yeniden kurgularken Osmanlı/Türk karşıtlığı tezini sıklıkla kullanmış olmalarıdır. Tüm bunlar, Bulgaristan’ın siyasal hafızasında tarihten gelen önyargıların yerleşmesine ve Türkiye ile ilişkilerinde büyük devlet-küçük devlet kompleksi oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle süreç içerisinde doğal olarak bir takım evhamlar ve korunma iç güdüsü geliştirmiştir. Dış politikada da kendisini gösteren Bulgar toplumundaki bu yerleşik paradigma, politik söylemlerle zaman zaman ikili ilişkilerde gerilimi arttırsa da, Türkiye’nin güven telkin eden tutarlı adımlarıyla bugüne kadar ciddi bir soruna dönüşmeden aşılmıştır.
Müftülük krizinde gelinen son nokta ise göstermektedir ki, Bulgaristan sadece dış politikasında değil, devlet olarak yerine getirmesi gereken temel sorumluluk alanlarında da başarılı bir sınav verememektedir. Bilhassa AB üyesi bir Bulgaristan’dan beklenen, temel hak ve özgürlükler alanına giren “inanç hürriyeti” konusunda daha hoşgörülü davranabilmesidir. Zira azınlık haklarına saygı, Kopenhag kriterlerinde açık ve net bir şekilde yer almakta; tam üyeliğin vazgeçilmez şartlarından biri olarak sunulmaktadır. Birlik konuyla ilgili birçok antlaşmaya imza atmış ve evrensel değer ve normların savunucusu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Dolayısıyla, azınlıklık hakları başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere saygı sadece bir üyelik kriteri olarak değil, “Avrupalı” olmanın en temel şartlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 2007’de AB üyesi olmuş olan Bulgaristan’ın “ne kadar Avrupalı” olduğu sorusu ön plana çıkmakta ve ülkede halen “temel” bazı sıkıntıların devam ettiği tezi güçlenmektedir.
Bu meselenin AB’ye olan etkisi ise, Birlik’i kendi içerisinde inandırıcılığını kaybetme riski ile karşı karşıya getirme potansiyelinde yatmaktadır. Bir taraftan evrensel değerlerin savunusu olduğunu söylerken, diğer taraftan kendi içindeki ülkeler halen Birlik’in temel değerlerini özümseyememiştir. Daha da önemlisi Birlik bunun karşısında somut bir önlem geliştirememektedir. Demokratik yollarla seçilmiş bir Müftünün devlet tarafından tanınmamasının Avrupalı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir karar, gün geçtikçe hoşgörünün daha da önem kazandığı çağımızda, Bulgaristan’ın daha az toleranslı bir topluma doğru evirilmesine neden olabilecektir.
Muzaffer VATANSEVER
USAK AB Araştırmaları Merkezi
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
Muzaffer Vatansever (Bulgaristan/Kırcaali, 1984), USAK AB Araştırmaları Merkezi bünyesinde Balkanlar üzerine çalışmalarını sürdüren genç araştırmacılardandır. Odaklandığı temel konular Balkanların Avrupalılaşma süreci, Türkiye-Balkan ülkeleri ilişkileri, Balkanlarda Türk azınlığın varlığı ve Yunanistan'ın ekonomi-politiğidir.
Muzaffer Vatansever halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine devam etmekte olup, "Son Dönem Bulgaristan-Türkiye İlişkileri" üzerine tez çalışmasını sürdürmektedir. Bahar 2010 döneminde Sofya Üniversitesi tarafından sağlanan araştırma bursuna hak kazanarak, 15 hafta süreyle Bulgaristan'da alan çalışması yapmıştır. İngilizce ve başlangıç seviyesinde Bulgarca bilmektedir.
17 Ekim 2010 Pazar
ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ
ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ
Ord. Prof. Dr. A. SÜHEYL ÜNVER
Şumnu ve havalisi Romeli'nde büyük ve yerli Türk halkı en çok olan bir ilimiz, Kültürümüz noktasından da bütün incelikleriyle bugün de ele alınmağa layık bir yer,.. Şehir ve varoşları, yakın ve uzak ilçeleri noktasından da önemli. Sonra Şumnu tarihimiz boyunca sıhhî ve idarî teşkilâtı dolayısıyla askerî bir merkez... Kamil Kepecioğlu'nun incelemelerine göre çok zengin vesikalara mâlik bulunuyoruz,
Sonra şehrin camileri, mescidleri, tekyeleri, bir kültür merkezimiz olan kütüphanesi; bilhassa üzerlerinde, birer birer eserleriyle birlikte durduğumuz hattatları, müzehhif'leri, mücellidleri ve bunların çarşıları çok geniş bir teşkilata sahip[1]..
Romeli'nde adâletimiz sayesinde altı buçuk asırlık kültürel hayatımızda oraları ne kadar benimsediğimiz ve ihmal etmediğimiz arşiv kayıtlarında en ufak ayrıntılarına kadar yer almıştır. Bunlar her zeman aradığımız nisbette bulunur. Rumeli'nde medeniyetimizin izleri hâlâ vardır. Adetlerimiz, sosyal çalışmalarımız tıbbî ve mistik folklorumuz çok zengindir.
Bugün vesikalarımız bize çok önemli bilgiler veriyor. Fakat bu raporumuz esasları şimdiye kadar, zamanımızda da olduğu gibi hiç ele alınmamış. Osmanlı Türk imparatorluğunun İslâm dininin kitabı olan Kur'an ihtiyaçlarını Şumnu dikkate değer bir teşkilatla temin etmesi noktasından yalnız bunun üzerinde durabileceğiz [2]. Diğer hususlarını yazımıza almayacağız [3].
Şehir mahalleleri ve köylerin isimleri üzerinde de durduk. Bunların Romeli'ye âit çok zengin bilgileri içine alan Baş Vekâlet Arşivi'mizde bütün teşkilâtıyla ayrıntılı mevcut olması. bu kaynakları herhalde böyle perakende çalışmalarımız gün ışığına ulaştıracaktır. Evliya Çelebi'nin Şumnu'su da şehirde bilhassa hattat olan ince zevk sahibi Halil Şerif Paşa camii ve imaret teşkilatı, kütüphanesi âdeta asırlar boyu kültür tarihimizi zenginleştirmektedir. Bunlarla şahsi dostum Bulgar müsteşriklerinden aziz “Boris Nedkof” bilhassa ilgilenmiş ve kitaplığında bulunan Türkçe, Arapça, Farsça yazma kitaplarımızı itina göstererek Sofya'daki Kültür Merkezi'ne nakledildiklerini ve üzerlerinde çalışıldığını, hükümetimizin davetlisi olarak Türkiyemizi ziyaretlerindeki devamlı temasımızda kendilerinden öğrenmiştim. Aramızdan ayrılmasından çok üzgünüz. Hatırasını bu kadarcık olarak taziz etmeği bir borç sayarım. Keza Şumnu'lu üstad Osman Keskioğlu'ndan ve eşsiz Diyanet İşleri Başkanımız Tevfik Gerçeker de, bizzat resmini çıkardığı bir Şumnu Kur'an-ı Kerimini bize tanıttı. Kendisine teşekkür ederiz.
Şumnu Hattatlığı
Şumnu güzel yazı ekolünün iki devresi vardır. XIX. asırdan önce Kur'an-ı Kerim istinsahında ve bunları Osmanlı İmparatorluğunun yakın ve uzak illerine sipariş üzerine gönderilen mükemmel tezhibli ve nefis ciltli nüshalarını hattatları ve bunların kronolojisi yalnız yazdıkları eserlerden tesbit olunabilir. Fakat bunların hiçbiri toplu olarak bir yerde tesbit olunamadığından dünya yüzünde şark ve garbda dağılanların, Şumnu'da, yazılanların gösterilebilmesi bizim için mümkün olamamıştır.
Bir de Adli Sultan Mahmud'un Rumeli'ye, ilk Rus istilası tahribatını teftiş ve halkın maneviyatını düzeltme maksadıyla seyahati sırasında (sene 1808 -1839) uğradığı Şumnu'da, kendi de hattat olduğundan burada Kur'an yazanların gayretini görmüş, halkın ve hattatların isteği üzerine İstanbul'daki birinci sınıf hattatlardan İbrahim Şevki'yi gönderdikten sonra yazılarda beklenen üstünlük teminedilmiştir, Bu devre eserlerinden mümkün olabilenleri son yarım asırlık araştırmamızda görebilmişizdir.
Yalnız bu devre bile beklenenin üstünde çok zengindir. Ancak bundan bir özet takdim edebileceğiz..
İbrahim Şevki bir ara Silistre'de epi hattat yetiştirmiştir. Ancak Şumnu' faaliyeti hakkında bir yerde kayıtlı bilgi elde edemedik. 1210-1233 (1795 -1818) tarihleri arasında yazdığı mükemmel eserlerini görebildik.
İbrahim Şevki Efendinin öğrencilerinden Süleyman Vehbi de epi hattat yetiştirmiştir. Öğrencilerini eserlerin ketebe'lerinden öğreniyoruz. Bu iki üstadın yazı şivelerinde bir keskinlik vardır. Ancak yazdıklarından Kur'an'ların haricinde, celî levhalarından görmek mümkün olmadı. Bunlardan gördüklerimizin hattatlarından şöyle bir liste takdim edebiliriz.
-Ahmed Refik. Şumnulu. Sene 1267-1268 (1851-1852 ) .Kur'an. 1266 (1850) tarihli bir diğerini gördük. Ahmed Zarifî talebesindendir.
-Ahmed Zarifî. Topçu Ahmed Şükrü öğrencisi. Ahmed Refik, Şumnulu Şaban ve yine oralı Ahmed Fuad'ı yetiştirmiştir. Bunların birer Kur'an'ı vardır. Tarihleri 1283 (1866) ve 1292 (1875)..
-Hafiz Osman Nazifî, 1276 (1859). Üstadı Ömer Vehbi’dir.
-Hafiz Osman Asım. 1291 (1874). Üstadı Hacı Hafız Ahmed Nazifî'dir.
Mehmed Nuri (Şumnulu) 1261 (1845). Üstadı Hüseyin Vehbi. Mehmed Nuri'nin birkaç Kur'an'ını daha görebildik. Bir de Delâil’i görüldü. 1262 (1846) tarihli diğer bir Kur'an'da 1256 (1840) tarihli bir Kur'an'ına 1967’de Ankara'da 3000 TL istediler. 1274 (1857) tarihli bir Kur'an'ını Üstad Tevfik Gerçeker görmüşler, bildirdiler.
-Abdurrahman. Şumnulu. Bir eserini gören hatırlıyor.
-Hafiz Mustafa Şevki. 1262 (1846). Hocası Mehmed Said Tab'i dir.
1270 (1854) tarihli diğer birini de gördük. Bir ara İstanbul'a gelerek Kadıasker Mustafa İzzet Efendi'den feyz almıştır. Şumnu tezhibli bir En'am nüshasını gördük.
Köse İmam. Bir eserini Baha Ersin görmüş.
-Topçu Ahmed Şükrü. Üstadı Şaban Reşad. 1273 (1856) tarihli Kur'an'ı var.
-Hasan Aşıki. Şumnulu..Üstadı Osman Şevki.. 1254 (1838) tarihli çok temiz Kur'an', ve 1256 (1840) tarihli Mevlid'i görülmüştür.
-Hüseyin Vassaf. Şumnulu. Ahmed Şükrü talebesinden. Çok sayıda Kur'an-ı Kerim yazmıştır. 100 tanedir.
-Hacı Hüseyin Hamdi. Şumnulu. Üstadı, Hattat İsmail Zühdü. 1248 (1832) tarihli Kur'an'ı görüldü.
-Osman Nuri, Şumnulu. 1296 (1879) da hayata. Üstadı Hüseyin Hilmi, Ali Osman Hilmi. 1271 (1854) tarihli büyük kıt'ada Kur'an'ından başka epey yazıları var .
-İbrahim Namık. Üstadı Mustafa ,Rıfat. Küçük kıt'ada 1277 (1860) tarihli Kur'an'ı görüldü.
-Hafiz Mehmed Hıfzı, Şumnulu. Bir Kur'an'ı görüldü. Üstadı Hacı Hüseyin Hamdi.,
-İbrahim Edhem, Şumnulu. Dayısı Mehmed Şerif’den yazı öğrenmiş. 25 Kur'an yazmıştır. Çok yaşamıştır.
-İsmail Şevki. Üstadı Süleyman Vehbi. 1263 (1847) tarihli bir Kur'an'ını Tokat'ta gördüm.
-Salih Naili. Hafiz. Ali Ulvi'nin öğrencisi. 1273 (1856) tarihli bir Kur'an'ı İstanbul Üniversite Kütüphanesi A. 6647 de. ,
-Hasan Rıza. Üstadı Hacı Mehmed Şevki. 1275 (1858) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa Ktp. N. 15 de.
-Mehmed Nureddin. 1241 (1825) tarihli Kur'an'ı Topkapı Sarayı Hazine K. N. 3 de.. Şumnu sakinlerinden..
-Mehmed Ali Ulvi. İsmail Şevki'nin talebesinden. 1238 (1822 ) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa N. 6 da...
-Hafiz Ali Hamdi. 1255 (1839) tarihli 50. Kur'an'ı.. Mehmed isimli Bir tezhibçinin 1262 (1846) tarihli eseridir.
-Hasan Âşki. 1254 (1838) tarihli bir ''Delâil''i görüldü. Üstadı Hafız Osman Şevki..
-Hüseyin Hamid (Hafız). 1276 (1859) tarihli 37. Kur'an'ı. üstadı Terlikçi Mehmed Said tab'i'dir.,,
-İsmail Besim. 1275 (1858) tarihli Kur'an. Hafız Ahmed Nazili talebesinden. 1277 (1860) da ufak boyda Hizbü'l-Bahri'ye ait bir eseri görüldü.
-Hafiz Osman Raşid, 1246 (1830) tarihli Kur'an'ı var. Süleyman Vehbi öğrencisi.
-Ahmed Fuad. 1292 (1875) tarihli Kur'an’ı, Üniversite Kütüphanesi A. 6591
-Şaban Şumnuludur. Yazı hocası Ahrned Zarifi'dir. Ufak bir Kur'an'ını gördük.
-Hafız Ahmed Nâib. Silistrelidir. Şumnulu Abdurrahman Tevfik öğrencilerindendir. 1261 (1845) tarihli Kur'an'ını gördük.
-Hasan Aman. 1260 (1844) tarihli Kur'anı var. Üstadı Hüseyin Vehbi'dir.
Şumnu Tezhibi ve Ciltçiliği
Yazı ve süsleme san'atımız üzerine, bulundukları ve yaşadıkları Şumnu'da bir ekol yaratan ve en azından iki asır bunu yaşatan, kısmen isimlerini öğrenemediğimiz sanatkarlar kendi olgun usulleriyle dikkate, değer eserler vermişlerdir, Bunların yaptıklarına ''Şumnu işi'' derler. Ciltlerinde bile zilbahar tarzını benimsemişlerdir,
Bunu tarif güçtür. Bunları bulundukları yerde görmeğe dikkat olunursa bunun vereceği alışkanlıkla ayırabilmek mümkündür. Şumnu işlerini biz hattatların Şumnu'lu veya Şumnu'da bulunmaları kaydını koymalarından bulabiliyoruz,
Bunların en mühimlerini hususi ellerde ve birkaçını müze ve kütüphanelerimizde bulabildik. Bunlardan sanatkarlarının, bilhassa sahifelerinin altın cetvellerini titizlikle hazırlayan cetvelkeş denen ince çalışan ustaların mahâretlerini bilhassa belirtmek lazımdır.
Tezhipçilerinde bilhassa tarihi klasik yoldan ziyade garbın rökoko süslemelerinin yapıla yapıla bize mahsus karma örnekler esastır; lâkin bunlar çok çeşitli ve değişiktir. İşin ince sanat tarafı da buradadır.
Bu çeşit Kur'anları ve süslemeleri çok gören kolleksiyon sahiplerinden Baha Ersin Şumnu işleri ve değerlerini iyi bilenlerdendi. Eskiden normal fiyatlarla bulunabilirse satın alınabilen bu eserler tahminin üstünde yükselmiştir,
Şumnu'da bu sanâtkarların bulundukları çarşıda pek çok sayıda dükkanları varmış. 60 kadar tahmin ediliyor, Hattatlar Kur'anları evlerinde, köşelerinde itina ile yazarlar ve buradaki sanatkarlar , bunları idare edenlerce taksim olunurmuş. Burada bir günde muhtelif hattatlar tam bir buçuk Kur'an yani 900 sahife kadar yazarlar ve bunları cetvelcilere ve tezhibçilere ve sonra ciltçilerine verirlermiş.
Bunlar hazırlanınca cetvelleri tezhib ve noktaları zaruri işaretleriyle tamamlanınca ciltletilir ve bunlar, buna memur birisiyle katır sırtına yüklenerek pazarlama yeri olan İstanbul'a getirilir. Vezir Hanı'n da bunları bekleyenlere tevdi edilir, yapılan sipariş üzerine getirilen bu Kur'an’ların bedelleri ödenir.
Buna karşılık Şumnu'da bulunmayacak yeni istenenler için lazım gelen aharlı yahut daha ucuz olsun, kendilerinin temin edecekleri Kur’an kağıtları, kalemler, cetveller, sair aletler dediğimiz avadanlıklar, siyah is mürekkepleri, kırmızı mürekkepler, çeşitli kağıtlar, cilt için deriler vesaire satın alınarak götürülür; bu yeni malzemeyle bu işler yürütülür, yalnız buradan cilt derisi götürmezler; zira Şumnu'da bunun â1âsı çıkar.
Ne yazık ki bütün bunlar her işimizde olduğu gibi şifahi olarak yürütülmüş, elimize yazılı bir defter veya not geçmemiştir. Bazı Kur'an-ı kerimlerdeki fiyat farkları yazan ve İmzasını atan hattata göre değişir. Mesela: Ahmed yazısıyla olan 120 kuruş ise Mehmed Efendinin büyükçe olanı 150 kuruşa gidiyor.
Yeni siparişler için bunlardan örnek sahifeler ve ayrıca tezhiplerine , örnekler gösterilirmiş ki bunlardan kitapçı Raif Bey'den elde edebildiğimiz bir kaç örneği misal olarak gösterebiliriz.,
Yine teessürle bildiririz ki biraz da olgun sanatkarlarının itinalarından ve elden ele süslenmesi dolaşmış olanlarınkinde olduğu gibi tezhipçilerinin isimlerini bilemiyoruz. Bunların çoğu kollektif çalışmışlardır. İstanbul'da da böyle olmasından anlıyoruz.
Şumnu'da hattatlar ve müce1lidler çarşısında çalışan 1255 (1839) de Ali Hamdi yazısıyla Kur'an'ı tezhib eden Mehmed isimli bir sanatkarın ismini verebiliyoruz.
Belleten, sayı 185.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bütün bunlar için İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesinde Dr. Süheyl Ünver Türk Kültür Tarihi Arşivinde Şumnu dosyasına her zaman başvurulabilir, Bu arada Romeli'nde bıraktığımız eserlerimiz üzerine Kâmil Kepelioğlu defterlerini incelemek lazımdır.
[2] İmparatorluğumuzun Kur'an ihtiyacı yalnız. Şumnu değil Erzurum, Sarranbolu, Amasya, Afyon, Edirne, Isparta, Tokat, Larende, Kastamonu, Bolu ve şüphesiz en fazla İstanbul'da yüzlerce hattatın yazdıkları şaheserlerle karşılanmaktaydı, Ama bunlar arasında Şumnu en önemli yeri alır, Matbaanın memleketimize bundan 250 yıl önce gelmesinden beri de Kur'an-ı Kerim yazmaları yanında Tab'ları menedilmiştir. Bunun tarihi 11'i asra ulaşmaktadır.
[3] 1286 (1869) tarihleri Tuna Vilayeti salınamesi'ne göre (İ.Ü.K) Şumnu civarıya bir sancağımızdır ve mutasarrıllıktır. Hududu içinde 40 büyük cami ve mescit, 5 büyük hamam, 34 koltuk meyhane, 2 Koğuşlu karakol, 1 Telgrafhane, 1 Hastahane, 1 memleket meydan saati, 6 medresesiyle imaret, 22 mektep, 6 kilise havra ve manastır ve türbeleriyle 10 tekke... Kamil Kepecioğluna göre yalnız Şumnu'da 27 cami, 9 tekke ve zaviye, 2 şehir hamamı, 5 den fazla tarihi kitabeleriyle çeşme, köprü, 1 taşhan ve sayılamıyaeak derecede çok vakıf tesisler bu arada yer almaktadır ..
12 Ekim 2010 Salı
BULGARİSTAN'DAN YETİŞEN MÜELLİF ve MUTASAVVIFLAR
BULGARİSTAN'DAN YETİŞEN MÜELLİF ve MUTASAVVIFLAR
Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ
GİRİŞ
Bulgaristan’daki Türk-Müslüman nüfus varlığı Osmanlılardan önceki dönemlere kadar uzanmaktadır. Polonyalı Türkolog Tadausz Kowalski, XX. Yüzyılda Kuzeydoğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den yola çıkarak bu bölgede bir grup Kuzey Türkünün yaşadığım ve bunların daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen İzzeddin Keykavus’a tabi Türklere karıştığını belirtir.
Bu Anadolu Türkleri, Keykavus’un bölgeden ayrılmasından sonra orada kalmışlardır. Her ne kadar 1300 yıllarında mânevî liderleri Sarı Saltuk’un ölümüyle bir bölümü Anadolu’ya dönmüşlerse de bir kısmı orada kalmaya devam etmiştir.[1]
Sarı Saltuk ve Yesevî tarîkatına bağlı erenler, Bulgaristan Türklüğünün mânevî hayatında önemli bir yere sahiptir. Bu konuda yazılı kaynaklardaki bilgiler çok sınırlıdır. En eski kaynak sayılabilecek Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Bulgaristan’da etkinlik sahibi üç ereni Yesevî mensûbu olarak sayar: Varna-Batova’da Akyazılı Baba (III, 377-378), Filibe yolu üzerinde Kademli Baba (III, 377-378), Kaligra’da Sarı Saltuk (I,656-660).
Çalışmamızda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden yola çıkarak, 1285/1866 yılında Rusçuk’ta basılan Tuna Vilâyeti Salnamesini, vakıf ve arşiv kayıtlarım inceleyip Osmanlı’nın kuruluşunda tekke ve dervişlerin yerini araştıran Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri”[2] adlı makalesini, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mimarisi (İstanbul, 1982) adlı eserinin Bulgaristan’ı içine alan IV. cildini temel kaynak olarak kullanacağız. Ayverdi cihat defterlerinden hareketle başbakanlık arşivi ve vakıf kuyûdatından belli başlı şehirlerdeki tekke sayılarını adları ile tesbit etmeye çalışmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde yapılan vakıf tahrirlerine göre Rumeli’nde 205, Paşa livâsında 67, Silistre livâsında 20, Çirmen livâsında 4 zaviye ile bu yörede toplam 297 zaviye bulunduğu görülmektedir.[3] Tuna Vilâyeti Salnamesi’nde (1285/1868) bu sayı 86, Ayverdi’nin eserinde ise 174’tür.
Biz söz konusu kaynaklardan hareketle Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda tasavvuf, tarîkat ve tekkelerle ilgili bir panaroma çıkarmak isterdik. Ancak bir tebliğ kapsamında bunun mümkün olmadığı açıktır. Bununla birlikte Tuna Vilâyeti Salnamesi ile Ayverdi’nin eserinde verilen il ve ilçelere âid tekke ad ve sayıları bu konuda bir fikir verir düşüncesindeyiz.
Salname’ye göre Rusçuk’ta 7, Şumnu’da 10, Razgrat’ta 4, Eskicuma’da l, Plevne’de 5, Niğbolu’da l, Tutrakan’da l, Varna’da l, Hacıoğlupazarcığı’nda 2, Vidin’de 7, Berkokofça’da 2, Vıraça’da 2, Rahova’da l, Sofya’da 18, Köstendil’de 16, Samakov’da 2, Tırnova’da 4, Lofça’da l, Osmanpazarında l olmak üzere toplam 86 tekke bulunmaktaydı. Filibe, Aydos tarafı bu sayıya dahil değildir.
Ayverdi’ye göre ise: Aydos’ta l, Çırpan’da 3, Çirmen’de 2, Dubniçe’de 4, Filibe’de 15, Hasköy’de l, Razgrad’da 5, İhtiman’da l, Karinabad’da 3, Kızanlık’ta 5, Köstendil’de 11, Lofça’da 5, Niğbolu’da 10, Plevne’de 3, Pravadi’de 2, Rusçuk’ta 15, Samakov’da 5, Silistre’de 9, Hacıoğlupazarcığı’nda l, Sofya’da 16, Şumnu’da 13, Tatarpazarcığı’nda 10, Tırnova’da l, Varna’da 5, Vidin’de 7, Vıraça’da 2, Yanbolu’da 8, Yenizağra’da 4, Eskizağra’da 7 olmak üzere toplam 174 tekke tesbit edilmiş bulunmaktadır.
İntişâr-ı İslam Târihi kaynakları Türk dünyasının İslamlaşmasında; İslam’ın Anadolu, Kafkasya ve Balkanlarda yayılmasında “Alperen” denilen Horasan menşeli Babaî dervişleri ile Yesevî mensuplarına ve Ahilere ayrı bir önem atfederler. Özellikle 615-616/1218-1219 yılları arasındaki Cengiz-Moğol istilası Orta Asya menşeli tasavvuf ricâlinin yerlerinden oynayıp Anadolu ve Balkanlara doğru hareketine vesile oldu.
Târihçi Aşık Paşazade’nin Rum erenleri dediği; Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm diye dörde ayırdığı Ahiler, Balkanlar’da ünlü seyyah İbn Batûta’nın da dikkatini çekmiştir.
Horasan menşeli bir Yesevî sayılan Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi ve Orhan ile ilgili menkıbeleri târihî açıdan çok sağlıklı rivâyetler kabul edilmese de, serhad yörelerindeki gazalara iştirak eden Türkmenlerin ekserisinin Bektâşî dervişi olduğu söylenebilir.
I. Murad döneminde Rumeli’ne geçen Ahilik daha sonraki yıllarda Şumnu, Varna ve Dobruca ile diğer Hıristiyan yörelerde Osmanlı akınlarına öncülük etmiştir.
Ahiler Anadolu’da esnaf teşkilatına dönüşürken Balkanlarda ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekteydiler. Nitekim Yıldırım Bayezid, Dimetoka’da bir zaviye yaptırıp ona vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra’da Kılıç Baba zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba zaviyesi gibi Paşa livâsında 67 zaviye vardı.[4]
Bulgaristan yöresinde kuruluş döneminde açılan tekkelerin büyük çoğunluğu Rumeli’nin İslamlaşma sürecinde görüldüğü gibi Yesevî yoluna bağlı Bektaşî mensuplarındandı. Abdurrahman Küçük, Bulgaristan’daki cami, medrese, tekke ve türbelerin çokluğuna bakarak Bulgaristan Türklerinin inanç yapısının Horasan-Anadolu inanç yapışı ile benzeştiğine dikkat çekmektedir.[5] Özellikle Deliorman Bölgesi bu anlamda önemli bir merkez durumundaydı. Şeyh Bedreddin’in, isyanında kendisine üs olarak burayı seçmesi bunu destekleyen bir delildir.
Osmanlı döneminde Alevîlik’in Anadolu’da; Bektâşîlik’in de Rumeli’nde belli bir etkinliği vardı. Nitekim Bektâşî tekkelerinin kapatıldığı yıllarda (1826’dan sonra) Bulgaristan’da hayli mal varlığına sahip on beş kadar Bektâşî tekkesi bulunmaktaydı. Deliorman’ın genellikle Razgrad, Rusçuk, Niğbolu yörelerinde bulunan bu tekkelerin bölgedeki tesirlerinin sürekliliğini göstermektedir.[6]
Çalışmamızın temel konusu Bulgaristan’da yetişen müellif mutasavvıflar olduğundan biz, çok kısa biyografik bilgilerle yetineceğiz. Bulgaristan doğumlu olmamakla birlikte faaliyetleri ve isyanı sebebiyle bu yörede etkili olduğundan Şeyh Bedreddin olayına da kısaca temas etmeliyiz. Çünkü onun başlattığı bâtınî-şiî tasavvufî hareket daha sonraki yıllarda Bulgaristan’da hep varlığını hissettirecektir.
ŞEYH BEDREDDÎN OLAYI
Genel olarak “Bedreddin Simâvî” diye bilinen bu şahıs, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla meşhurdur. Simavlı olmadığı halde Simavna ile Simav’ın telaffuz yakınlığından, ya da eserlerine şerh yazmış bulunan Abdullah İlahî’nin Simavlı oluşundan karıştırılarak “Simâvî” lakap ve nisbesiyle anılır olmuştur.
Şeyh Bedreddin bugün Yunanistan sınırları içinde bir köy olan Samavina (Ammovounon)’da doğdu. Babasının burada kadı olduğu rivâyet ediliyorsa da bu kaleyi fetheden gazilerden olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü annesi Dimetoka Rum beyinin ihtida etmiş kızı olduğuna bakılırsa babasına savaş esiri olarak verilmiş olmalıdır.
Şeyh Bedreddin Edirne, Bursa ve Konya’da bir eğitim gördükten sonra Kudüs ve Kahire’ye gitti. Oralarda bir süre kaldı. Muhtelif hocalardan ders okuduktan sonra hacca gitti. Hac dönüşü tekrar Kahire’ye döndü ve orada Sultan Berkuk’un oğluna üç yıl süreyle öğretmenlik yaptı.
Mısır’da bulunduğu sırada önceleri çok sıcak bakmadığı tasavvuf yoluna sülûk etti ve Hüseyin Ahlatî’ye intisâb etti. Sıkı riyâzat sonucu hastalanınca şeyhi kendisini doğuya seyahate gönderdi. Tebriz’de Timur’un otağına misafir oldu. Daha sonra tekrar Kahire’ye dönerek sülûkünü tamamladı ve şeyhinin vefatından sonra yerine geçti. Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer Alevîlerle meskûn bölgelerde dolaştı.
Şeyh Bedreddin Anadolu’yu dolaştığı sırada genellikle Alevi-Türkmen gruplarıyla temas etti, tasavvufî-bâtınî bir üslub ile bir kıyam harekelinin tohumlarım attı. Anadolu’dan Rumeli’ye geçti ve Edirne’ye yerleşti. Şeyh Bedreddin’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı yıllar Ankara savaşından sonra Osmanlı devletinin parçalandığı fetret dönemine rastlar.
Edirne’de hükümranlığım ilan etmiş bulunan Musa Çelebi Bedreddin’i kazasker tayin edince nüfuz ve şöhretini artırmış oldu. O bu durumdan yararlanarak şeyhliği şahlığa çevirme sevdasına kapıldı.
Yeniden Osmanlı birliğini kurmaya çalışan Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’ye galip gelince Şeyh Bedreddin’i kazaskerlik görevinden azletti, iki oğlu ve kızıyla beraber İznik’te ikamete mecbur etti.
Şeyh Bedreddin’in halîfeleri Börklüce Mustafa İzmir’de Urla yarımadasının kuzeyinde yer alan Karaburun’da; Yahudi dönmesi Torlak Kemal Manisa’nın kızılbaşlarla meskun yörelerinde isyan başlattılar.
Şeyh Bedreddin de hac bahanesiyle İznik’ten ayrılıp Kastamonu ve Sinop yoluyla Karadeniz’e; oradan Eflak voyvodasının yanına gitti. Eflak’tan da o günün Osmanlı toprakları olan Silistre, Dobruca ve Deliorman bölgelerinde taraftar toplamaya başladı. Kendisi için ayaklanma merkezi olarak, potansiyel itibariyle Bektaşî ve Alevî etkisi fazlaca olan Deliorman bölgesini seçti. Şerafettin Yaltkaya, 622/1225 yılında Baba İshak taraftarlarının Dobruca’ya geldiğini belirtir.[7] Börklüce Mustafa, etrafına topladığı 5000 kişilik grupla isyan etti ve İzmir Sancak Beyini katl ile Saruhan sancak beyini bozguna uğrattı. Nihayet Bayezid Paşa ve Şehzade Murad komutasındaki ordu Börklüce ve adamlarını mağlub etti. Manisa’da etrafında 3000 adamıyla isyan eden Torlak Kemal ve adamlarım aynı ordu dağıttı ve isyanın Anadolu ayağı bastırılmış oldu.
Kazasker bulunduğu sırada etrafına hayli adam toplayan Bedreddin ise Deliorman’da oturmuş Anadolu’daki isyanın büyümesini bekliyordu. Ancak Anadolu’daki taraftarları mağlub ve perişan olunca etrafına toplanan insanların mânevîyatı sarsıldı.
Çelebi Mehmed “Düzme Mustafa” adıyla isyan eden Yıldırım’ın oğlunun işini bitirmek üzere Taselya ve Selanik taraflarına gittiği bir sırada Deliorman’da Bedreddin vak’asını duydu. Oraya daha önce taraftarlarının işini bitiren Bayezid Paşa’yı gönderdi. Etrafındaki adamlarının bir kısmı dağılmış bulunan Bedreddin kolaylıkla ele geçirilip padişahın bulunduğu Serez’e gönderildi. Hakkında fetva olmadan idam edilmedi. Nihayet bir ulema meclisi toplandı ve cemiyet nizamım bozmaya kalkışan Şeyh Bedreddin’e idam cezası verildi. Kanı heder olmakla beraber “malı helaldir” denilmediğinden Serez’de bir dükkanın önünde asıldıktan (823/1420) sonra malı ailesine verildi.
Bedreddin Simâvî, idam edilerek siyasi bir ayaklanma bastırılmışsa da Balkanlarda bu fikrin taraftarları her zaman bulunmuş, zaman zaman haklarında birtakım kararlar uygulanmıştır.
Sünnî tarîk mensûbu bazı şeyhler Balkanlarda bulunan Işık zaviyelerinde Bedreddin’in fîkirlerinin devam ettiğini ve bunlarla mücadele edilmesi gerektiğim ilgili makamlara bildirmişlerdir. Nitekim Sofyalı Bâlî, Nureddinzade M. Mustafa ve Azîz Mahmûd Hüdâyî bunlardandır.[8]
Şeyh Bedreddin’in eserlerindeki cismanî haşir hususundaki fikri, umumî telakkiye aykırıdır. Ona göre beden için baka yoktur ve fenadan sonra beden cüzlerinin yeniden bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden Bâlî Efendi, Kanunî’ye verdiği bir layihada, şeyhi: “Allah katında gazaba uğramış asılmış Şeyh Bedreddin” diye anlatır. Azîz Mahmûd Hüdâyî de sultana arz ettiği layihada “Vâridat adlı bir kitap telif ve içinde haşr-i ecsad ve eşrat-ı saat’i inkar ettiğim ve kendisinin ilhad ve ibaha üzere olduğunu” kaydeder. “Dobruca ve Zağra bölgelerinde bulunan Simavnavî taraftarlarının te’dîb edilmesini ve köylerine sünnî imam tayin edilmesini” ister.[9]
Nureddinzade ise Vâridat üzerine yazdığı şerhin her noktasında, hususiyle cesedlerin haşri meselesinde şeyhe şiddetle hücum eder.
Simavî’nin tasavvufa dair en önemli eseri Vâridat’tır. Bu eserin pek çok şerhleri vardır.
MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Bulgaristan’dan yetişen müellif mutasavvıfların tesbitinde Bursalı Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri adlı eserini esas aldık. Bu eserde eser sahibi on sûfî tesbit edebildik. Bunlara XIX. Yüzyılın sonu ile XX. Yüzyılda yaşamış ve adı geçen eserde yer almayan iki müellif-mutasavvıfı ilave ettik. Ayrıca kütüphane kayıtlarında Bulgaristan şehirlerine nisbetle meşhur olmuş bazı müellif mutasavvıflara sadece isimleri ve eser adlarıyla temas edip geçtik. Eser sahibi olmayan sûfîler ise binlerle ifade edilecek sayıdadır. Onlara hiç girmeyeceğiz. Osmanlı Müellifleri dışındaki kaynaklardan bunlardan başka müellif mutasavvıf tesbiti mümkündür. Biz tebliğimizi onunla sınırladık. Biyografileri verirken hayatları iyi derecede bilinen ve ansiklopedilere geçmiş bulunanlarla ilgili bilgileri muhtasar tuttuk. Matbu kaynaklarda ve yeni çalışmalarda tanıtılan müelliflerin eserlerinin tanıtılmasında fazla detaya girmedik. Şimdi kronolojik sırayla müelliflerimizi tanıtalım.
l- SOFYALI BÂLÎ EFENDÎ (ö. 960/1553)
Bâlî Efendi, bugün Makedonya sınırları içinde kalan Usturumca’da doğdu. Ancak tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladı. Hayatının büyük bir kısmını Sofya’da geçirdiği ve orada medfûn bulunduğu için “Sofyalı” diye ünlüdür. Belgradî kendisini: “Rum meşâyıhının zübdesi ve asrı ulemasının a’lâ ve zübdesi” diye tanıtır. Halvetiyye’nin Çelebi Halîfe’ye bağlı kolundan Kasım Çelebi’ye müntesiptir.
Kanunî’nin iltifatına mazhar olmuş ve kendisiyle birlikte bazı seferlere katılmıştır. Sofya yakınlarında Salihiye denilen yere defnedilmiştir (960/1553). Kadı Abdurrahman tarafından kabrine türbe, yanma bir cami ve zaviye yaptırılmıştır. Uzun yıllar bir kültür merkezi gibi hizmet veren bu yapıların yerinde sadece sembolik bir mezar bulunmaktadır.[10]
Bulgaristan’da Bektaşî-Alevî menşeli tarîkatların etkisini gören Bâlî Efendi talebelerine, sünnî tasavvufun büyük mürşidi Gazzalî’nin eserlerim okumalarını tavsiye ederdi. Kanunî’ye Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin hakkında verdiği layiha, onun bu konudaki titizliğini göstermektedir.
Nureddinzade ve Kurd Mehmed Efendi’yi yetiştirmiştir. Şeriat-tarîkat çizgisinde bir yol izlediği anlaşılan Bâlî Efendi pek çok esere imza atmıştır.[11]
Eserleri
1. Şerh-i Fusûsu’l-hikem, İstanbul 1309, 444 sh.
2. Usûl-i fakr ismiyle anılan Etvâr-ı Seb’a, İstabul Belediye Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 1213, vr. 28 Türkçe; Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd Efendi, nr. 2996, vr.14 Türkçe.
3. Risâletü’l-kazâ ve kader, Konya Yusuf Ağa Ktp. nr. 12, vr. 11 Arapça; Süleymaniye Ktp., Reisü’l-küttab, nr. 55, vr. 330-339 Arapça.
4. Mecmüatü’n-nasâyıh, Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 350, vr. 47 Türkçe.
5. Manzûme-i Vâridat, Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd, nr. 2338, vr. 96 Türkçe.
6. Şerh-i hadîs-i kudsî küntü kenzen, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 3711,vr. 148 Arapça; Süleymaniye-Esad Efendi, nr. 3782, vr. 74-75, Arapça.[12]
Sofyalı Bâlî Efendi hakkında M. Ü. îlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda Ali Haydar Bostancı tarafından Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb’ası adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1996).
2- NUREDDİNZÂDE MUSTAFA MUSLÎHUDDÎN (ö. 981/1573)
Filibeli’dir. 908/1502’de doğdu. Bir müddet ilim tahsili ile meşgul olduktan sonra Halvetî ricâlinden Sofyalı Bâlî (ö.960/1553)’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Şeyhülislam Ebu’s-Suud Efendi ile sohbetlerde bulundu. Onun delaletiyle Küçükayasofya zaviyesine şeyh oldu. Uzun yıllar bu dergâhta şeyhlik etti. Kanûnî ile Zigetvar seferine katıldı ve sefer sırasında vefat eden padişahın naâşını İstanbul’a getirdi. 981/1573 yılında vefat edince Edirnekapısı haricinde Sırttekkesine defnedildi.
Belgradî onun icâzet aldıktan sonra bazı tarîk erbâbına karşı çekilmiş bir kılıç kesildiğini ve Şeyh Bedreddin’in Vâridat’ına red için şerh yazdığını; (bk. vr 113a-114a) Bosnalı Şeyh Hamza ve dervişlerine karşı son derece dikkatli davrandığını anlatır. Tarîkatı Balkanlarda Nureddinzade tarîki diye anılırmış.
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin eserlerinde ve mektuplarında kendisine bağlılığından bahsettiği Nureddinzade müteşerri’ bir şeyhtir. Devlet ricâliyle iyi seviyede bir ilişkisi bulunan bu saygın şeyhe Sokollu Mehmed Paşa saygı duymakta imiş.
Eserleri
1. Muhtelif Sûre Tefsirleri, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 42, vr. 71 Arapça; Millet Ktp., Ali Emiri, nr. 4454, vr. 117a-121a Arapça.
2. Şerhu’n-nusûs (Konevî), Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1278, vr. 165 Arapça.
3. Şerh ala vâridati’l-kübrâ (Bedreddin), Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1103, vr. 123-134 Arapça.
4. Terceme ve şerhu Menâzili’s-sâirîn, Süleymaniye Ktp., H.Reşid Bey, nr. 111, vr. 134 Türkçe.
5. Risâle-i vahdet-i vücûd
6. Risâle-i Mi’rac.[13]
3- KURT MEHMED EFENDİ (ö. 997/1588)
Filibe-Tatarpazarcığı’ndandır. Babası Helvacı Ömer Efendi diye meşhurdur. 931/1524 yılında doğdu. Dinî ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Sahn-ı Semân (Fatih) medresesinde muîd olarak vazifeye başladı. Tasavvuftaki üstadı Sofyalı Bâlî Efendi’dir. Şeyhi onu önce kendi memleketine halîfe olarak görevlendirdi. Ancak Bâlî Efendi’nin vefatından sonra önce onun yerine Sofya’ya; pîrdaşı Nureddinzade’nin vefatı üzerine de 981/1573 yılında İstanbul’a geldi, İstanbul’da K. Ayasofya semtinde, Sokollu Mehmed Paşa camiinde şeyhlik yaptı. Devlet ricâlinin saygısını kazandı. Bir takım seferlere katıldı. III. Murad’ın iltifatına mazhar oldu.
İstanbul’dan önce şeyhinin kabrini ziyaret için Sofya’ya; ardından sıla-i rahim için Tatarpazarcığı’na gitti. Burada hastalanıp vefat edince babasının yanına defnedildi (2 Şevval 997/1588). Eser ve tesir sahibi bir sûfiydi.
Eserleri
1. Mürşidü’l-enam ila dâri’s-selam (Şir’atü’l-İslam şerhi) Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 95, vr. 211 Arapça.
2. el- Mukaddimetü’l-Cezeriyye Tercemesi, Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 25, vr. 138.
3. Etvâr-ı seba Rısâlesi, İstanbul Belediye Ktp., O.Ergin Yzm. Nr. 349, vr. 1-8)
4. Ta’bîrnâme, nşr. Mustafa Tatcı, Ankara 1995; Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr.26589, vr. 48a-50a.
5. Sûre-i Mülk Tefsiri. bk. Tahir, OM, I, 145-146.
4- ATPAZARÎ OSMAN FAZLI (ö. 1102/ 1690)
Şumnulu’dur. İstanbul’da Fatih civarında Atpazarı semtinde ikamet ettiğinden “Atpazarî” diye meşhur olmuştur. İlk tahsilini Şumnu’da tamamladıktan sonra Edirne’ye geldi. Edirne’de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfesi Saçlı İbrahim Efendi’ye intisâb etti. Burada sıkı bir riyâzat ile seyr ve sülûke devam etti. Şeyhinin kendisine kızını vermek istemesi üzerine artık feyz alamayacağı düşüncesiyle İstanbul’a gitti. İstanbul’da yine bir Celvetî şeyhi olan Zâkirzâde Abdullah Efendi’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Zâkirzâde tarafından Aydos kasabasına irşada memur edildi. Şeyhinin vefatına kadar orada kaldı.
Şeyhinin vefatından sonra, önce Filibe’ye; sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’da muhtelif camilerde vaaz ve irşad hizmetlerini devam ettirerek kısa zamanda şöhrete kavuştu. Bu arada Atpazarı’nda Kul Camii imam ve hatipliği hizmetini yürütmekte iken evlendi ve satın aldığı evinin yanına dervişleri için zaviye odaları yaptırdı. Atpazarı’ndaki hizmetinin yanı sıra Ayasofya vakfından maaş alarak Vefa, Süleymaniye, Sultan Selim camilerinde vaizlik etti.
Tekke-medrese veya Kadızade-Sivasîzade mücadelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış bulunan Osman Efendi, kendisine yapılan çeşitli isnadlar sebebiyle önce memleketi Şumnu’da sonra da Kıbrıs Magosa’da ikamete mecbur edildi.
Osman Fazlı Efendi, ilim ve irfânı sayesinde saray muhîtine kadar nüfûz edebilmiş; devrin padişahları IV. Mehmed (Avcı) ve II. Süleyman’ın hürmetlerini kazanmış, açık kalpliliği, doğru sözlülüğü ile Edirne’de padişah IV. Mehmed’in huzurunda muhtelif zamanlarda verdiği vaazlarıyla devlet ricâlini açıkça tenkit etmekten geri kalmamıştı. Onun sürgüne gönderilmesi doğru bildiğini her yerde söylemekten çekinmemesindendi.
Osman Fazlı, Magosa’da sürgünde bulunduğu sırada 1102/1690 yılında vefat ederek oraya defnedildi. Kabri, Magosa’da “Kutup Osman Efendi” namıyla ziyaretgâhtır. Sekiz kadar tasavvufî eseri vardır. 150 kadar halîfe yetiştirmiş; Rumeli ve Anadolu’ya göndermiştir. Bunlar içinde en önemlisi Bursalı İsmail Hakkı’dır. Atpazarî, İbn Arabî ile Konevî’nin eserlerinden yararlanmış; onları okumuş, okutmuş ve şerhler yazmıştır.[14]
Atpazarî Osman Fazlı Efendi hakkında M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Ali Namlı tarafından Bursevî’nin Tamâmu’l-feyz adlı eseri vesîlesiyle bir mukaddime çalışması yapılmıştır (İstanbul 1994). Ayrıca Prof. Dr. Bedrettin Çetiner tarafından “Atpazarî Osman Fazlı ve el-Laihatü’l-berkıyyat Adlı Tasavvufî Tefsir Risâlesi” adıyla bir makale neşredilmiştir.[15]
5- FİLİBELİ AHMED ÜMMÎDÎ (ö. 1106/1694)
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfelerinden Filibeli İsmail Ümmîdî Efendi’nin oğludur. İsmail Ümmîdî’nin babası da, Halveti meşâyıhından Alaeddin b. Muhsin Efendi’dir. İsmail Efendi, babası Alaeddin Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a gelmiş. Fatih camiinde vaizlik yapmış, bu arada Hüdâyî Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra babasının dergâhına halîfe olarak gönderilmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelip Ayasofya vaizliği de yapan İsmail Efendi Hüdâyî’nin tefsirini cem’ ederek ilim dünyasına büyük katkıda bulunmuştur.
Ahmed Ümmîdî işte böyle bir babanın yanında İstanbul’da yetişti. Babası gibi Fatih camiinde vaizlik, Küçükayasofya yanındaki Hüseyin Ağa zaviyesinde şeyhlik etmiştir. Vefatı 1106/1694’tür. Fatih’te dedesi İsmail Efendi’nin Çiviciler sokağındaki kabri yanına defnedildi. Eserleri yazma halde bulunmaktadır:
l. Mecâlis-i evliya (20 cüz kadar).
2. Dîvan-ı ilahiyyat, Çorum İl Halk Ktp. nr.2233, vr. 23 Türkçe.
3. Terceme-i keşf-i beyan fi’t-tıb
4. Risâletü’l-ed’ıyye.[16]
6- FENÂYÎ MUSTAFA EFENDİ (l 115/1703)
Şumnulu’dur. Selamî Ali Efendi’nin hulefâsındandır. Beşiktaşlı Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı dergâhta şeyhlik etmiştir. Vefatı 1115/1703’tür. Tasavvuf yoluna girmeden evvel, Yeniçerilerin yirminci bölüğünün odabaşısı olduğu için zamanında Odabaşı Şeyhi namıyla meşhur olmuştur. Eser olarak bir Dîvân’ı vardır.[17]
Şiirleri tasavvufî mazmunlar açısından zengindir:
Ey cemalin pertevin âlemde peyda eyleyen
Yine ol âyinede hüsnün temaşa eyleyen
Bir avuç toprağa salmış câm-ı aşkın cür’asın
Kimini akıl, kimini mecnun u şeydâ eyleyen
Şems-i vahdet zerresinden âb u kîlde var eser
Çeşm ü aklı O’dur dâna vü bina eyleyen
Bir beytinden:
Keşfolur ona bütün mâhiyyet-i kevn ü mekan
Sırrı tevhîd olsa bir ayine-i dilde ıyân
7- BURSALI ÎSMAİL HAKKI (ö. 1137/1724)
İsmail Hakkı, Silsile-i Celvetî adlı eserinde kendi terceme-i hâlini mufassal olarak anlatmaktadır. Kendi ifadesine göre, “aslen İstanbullu olan ailesi büyük yangından sonra Aydos kasabasına hicret etmiş” İsmail Hakkı da orada dünyaya gelmişti. Osman Fazlı Efendi burada Zâkirzâde’nin halîfesi sıfatıyla bulunduğundan, babasının delaletiyle üç yaşında iken onun elini öpmüş, bilahare de İstanbul’da kendisine inabe alarak halîfesi olmuştu. Hilafet hizmetiyle Üsküp, Bursa, Şam ve Üsküdar gibi muhtelif şehirlerde bulundu. Ancak hayatinin büyük bir kısmım Bursa’da geçirdiği ve orada “neşr-i feyz-i tarîk “ eylediği için Bursevî diye meşhur olmuştur.
Bursalı İsmail Hakkı da şeyhi Atpazarî Osman Efendi gibi halk üzerinde büyük bir tesir icra etmiş; hatta bu yüzden II. Mustafa zamanında Nemçe Savaşı’na padişahla beraber iştirak etmesi için Bursa’dan davet olunmuştu (1107/1695). İki yıl kadar devam eden bu muharebede İsmail Hakkı’nın birkaç yerinden yara alacak kadar cansiperane hizmetlerde bulunduğunu görmekteyiz.
Alim ve sûfî hüviyetiyle yüzden fazla eser yazmış bulunan İsmail Hakkı, ulema arasında “velüd” unvanına layık bir müelliftir. Onun en meşhur eseri Rûhu’l-beyân adlı tefsiridir. Onun İslam dünyasında asıl şöhretini sağlayan bu eseridir.
İsmail Hakkı uzun yıllar hizmet ettiği Bursa’da 1137/1724’te vefat ederek Tuzpazarı civarında dergâhı harîmine defnedilmiştir.[18] Bursevî, üzerinde akademik pek çok çalışma yapılmış bir mutasavvıftır.[19]
8- ZARÎFÎ ÖMER EFENDİ (ö. 1210/1795)
Rusçukludur. Sa’di tarîkatı meşâyıhındandır. 1210/ 1795 târihinde memleketinde irtihal eyledi. Bey Mezarlığı karşısında Tonbul Cami-i Şerifi hazîresinde medfûndur. Eserleri Türkçe’dir.
1. Pendnâme: 1271 ve 1327 yıllarında iki defa basılmıştır. Mehmet Aslan tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.[20]
2. Tasavvufnâme: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186 vr. 61-66; Tercüman Gazetesi Ktp. nr. 266, vr. 276-296.
3. Istılâhât-ı Meşâyıh: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186, vr. 48-60.
Zarîfî Ömer Efendi, ismindeki zarafet gibi Türkçe’yi nezih kullanan şaîr sûfîdir. Nitekim Pendnâme’sinden alınan şu mısralar buna delildir.
Kendüden uluya rağbet eyle-gil
Hem kelamı bil edeble söyle gil
Ulu kadrin fehmeden olur ulu
Gözleyen adâb u erkân ve yolu
Ulunun hayr duâsın alasın
Rütbe-i âlî onunla bulasın
Ulularla meşveret kılsa kişi
Çıkarır elbette başa ol işi
Meşveretsiz kim ki iş işleye
Sol nedâmet parmağın çok dişleye[21]
9- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ (1235/1819)
Köstendilli’dir. Tasavvufî derinliği kadar biyografi bilgisi ve bu konuda yazdığı eserlerle ayrı bir ünü ve yeri vardır. Özellikle Bahru’l Velâye adlı eserinde menakıbını yazdığı bin kadar sûfîden son yirmi kadar Köstendil ve çevresinde yaşamış olanlardır.
Süleyman Şeyhî Efendi, 1163/ 1750 yılında Köstendil’de doğdu. Mollazadeler olarak bilinen bir aileye mensuptur. Şiirlerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmıştır. İki yaşlarında babasını kaybettiği için ağabeyi Çelebi İbrahim’in himayesinde büyüdü, ilk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. Çeşitli ilimlerden ikmal-i nüsah eyledi. O günün şartlarında, İstanbul’a gitmeden Bulgaristan’ın Köstendil ve Sofya şehirlerinde ilmî bir derinlik kazanma imkanı vardı. Nitekim kendisi Müderris Şeyh Mustafa Efendi’den tahsil gördüğünü, onunla boş vakitlerinde İbn Arabî’nin Fütuhat’ını mütalaa ettiklerini belirtmektedir.[22]
Süleyman Şeyhî’nin tarîkat ilişkisi ağabeyi Çelebi İbrahim’in tarîkata girmesiyle başlar. Çelebi İbrahim’in Nakşbendî şeyhi Şâmizâde Mustafa Efendi’ye intisâb ettikten sonra Süleyman Efendi de ona intisâb etti. 1193/1779 yılında 30 yaşında şeyhi kendisine tarîkat hilâfeti verdi. Aynı yılın baharında Şâmîzade vefat etti.
Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolundan olduğu anlaşılan Şeyhî Süleyman Efendi, gerek kalemi gerek kelamı ile Bulgaristan yöresindeki Müslüman Türklere büyük hizmet etmiştir. Yetiştirdiği pek çok halîfesini de bu yörelerde istihdam etmiştir.
Şeyhî hayatının tamamına yakınını Köstendil’de geçirmiştir. Ancak eserlerinde onun Üsküp, Yanya, İştip, Edirne, Ohri, Selanik, Nevrokop, Samakov, Sofya ve Yenice gibi şehirlere ya seyahat ettiği veya halîfeleri vasıtasıyla ulaştığı anlaşılmaktadır.
Süleyman Şeyhî, 1235/1819 yılında Köstendil’de vefat etti. Kabri, Bursalı M. Tahir Bey’in ifadesine göre Bulgaristan’ın kuruluşundan sonra başka binaya tahvil edilmiştir.
Süleyman Şeyhî Efendi tasavvufun hem amelî, hem de fikrî cihetiyle ilgilenmiştir. Dolayısıyla çevresinde geniş bir mürîd kitlesi oluşmuş, pek çok eser vermiştir. Onun eserleri tasavvufî adaba, tasavvufî tefekküre, terceme-i hal, tabakat ile şiir ve edebiyata dairdir.
Süleyman Şeyhî Efendi Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıf müellifler arasında en velüd olanlardan ikincisidir. Ancak XIX. yüzyıl gibi karışık bir dönemde yaşamış olması ve Köstendil’in İstanbul’dan uzaklığı sebebiyle yeteri kadar tanınmamıştır.
Müellif mutasavvıfımız, eserlerinin tamamına yakınım Türkçe yazmıştır. Osmanlı müellifleri arasında eserlerinin tamamını Türkçe yazanların sayısı pek azdır.
Eserleri
1. Lemeât-ı Nakşbendiyye: Şeyhi Şamizade Mustafa Efendi ile ağabeyi Çelebi İbrahim’in menakıbını anlatmak üzere yazılmış bir eserdir. Bk. A. Ü. Dil Târih ve Coğrafya Fakültesi Ktp. Yazma Eserler, M. Özak, 570; İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 2000.
2. Dîvân: Süleyman Şeyhî, kendisine ait iki dîvândan bahsediyorsa da bugün sadece biri mevcut ve matbûdur. Yazma nüshası İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 1784; İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 758.
3. Zübde-i Nefehâtü’l-üns: Nefehât’ın özeti mahiyetindedir. Süleymaniye Ktp. H.H.P. nr. 579/ 2; AÜ. D.T.C.F. Ktp. Yazma Eserler, nr. 2477/2.
4. Şerh-i Kelâm-ı Kibar: Hz Ebû Bekir’e izafe edilen bir sözün açıklamasıdır, İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
5. Mir’atü’l-muvahhidîn: Tasavvufî ıstılahların açıklandığı bir eserdir. Vahdet-i vücûd merkezli yorumlara yer verilmektedir, İ. Ü. Ktp. Serez, nr.1515; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469/ l, Süleymaniye Ktp. H.M.E., nr. 2567.
6. Mektûbat-ı Erbaîn: Türkçe mektuplardan oluşur. Şeyhî Efendinin yazdıkları île kendisine yazılan mektuplardır. İ.Ü. Ktp. Ty. 3460/ 7; Süleymaniye Ktp. M. Arif, M. Murad, nr. 213/1; İst. Bel. O. Ergin, Yzm. nr. 283.
7. Terkîbât-ı Erbaîn: Günlük hayatına dair bazı olaylar, bilgiler ile rüyalar ve tabirlerinden oluşur. Süleymaniye H.M.E. nr. 2710/2; Süleymaniye M. Arif- M. Murad, nr. 213/ 3; Î.Ü. Ktp. Ty, nr. 3469/ 6.
8. Te’vîlât-ı Erbain: Çeşitli konulara dair kırk hadisin şerhidir. Süleymaniye H.M.E. 2710/ l; Süleymaniye, M. Arif, M. Murad, nr. 213/ 4.
9. Mecmûatü’l-Ma’arif: Tasavvufî ıstılahları Türkçe açıklayan bir risâledir. Süleymaniye H.M.E., nr. 2549; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 923/ 2.
10. Kûtü’l-uşşâk: Bir mukaddime, üç tavırdan (bölüm) meydana gelen tasavvufî konulardan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., H.M.E. nr. 2462.
11. Medar-ı Sâlikân: Lema’ât’ın özeti gibi Nakşbendiyye adabını anlatan bir risâledir. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2242/ 2.
12. Etvâr-ı Hâcegân: Konuları itibariyle Medar-ı Sâlikân’a. benzediği için aynı eser sanılmışsa da farklı olduğu anlaşılmaktadır. Nakşbendî usulü ile ıstılahlarından bahseder. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2243/ 3.
13. Nükâtü’l-hikem: Bir mukaddime, üç fasıl ve bir hatimeden oluşan eser, genellikle insan-ı kamil, şeriat, tarîkat, marifet, ve hakikat kavramlarından bahseden hacimli bir eserdir. Süleymaniye Ktp. Serez, nr. 1510; Süleymaniye Ktp.. H.M.E., nr. 2563; AÜ. D.T:C.F. Ktp., Yzm., M. Con., nr. 371/ 2; Almanya Tübingen Devlet Ktp. Arşivi nr.1402.
14. et -Tali’a fî esrâri’l - ilâhiyyeti’s -sermediyye: Meratib-i vücüddan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1504; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 2573; İ. Ü. Ktp., Ty, nr. 923/1.
15. Şerh-i Kelâm-i Vâsıtî: Ebû Bekir Vasıtî’nm bir sözünü şerh için yazılmış risâledir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
16. Şerh-i Kelimât-ı Bedreddîn: Vâridattan alınan bir bölümün açıklaması ve yorumudur. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469, îst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm., nr. 283.
17. Şerh-i Kelâm-ı Câ’fer-i Sadık: Ca’fer-i Sadık’ın bir sözünün tasavvufî yorumundan ibarettir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
18. Bahru’l-velâye: Bin civarında tasavvufî büyüğü anlatan bir süfî tabakalıdır. Son kısmında Köstendil meşâyıhına da yer verilmiştir. İ.Ü. Ktp. Ty., nr. 2535; Süleymaniye Ktp., H.H.P., nr. 579/1; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 5428; Almanya Berlin Devlet Ktp. 579/1.
19. Burûku’l-âşikân ve sülükü’l-mürîdân: Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1515. Ali Yılmaz tarafından Mollazade Süleyman Şeyhî Köstendilî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bahrü’l-velâyesi adıyla bir doktora tezi hazırlanmıştır (Ankara Ün. ilahiyat Fak. 1984). M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Mustafa Ejder tarafından Köstendilli Mollazâde Süleyman Şeyhî Efendi’nin Mir’âtü’l-muvahhidîn Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998). Yine aynı fakültede Kazım Aydemir tarafından Köstendilî Süleyman Şeyhî’nin Kütü’l-uşşak ve Huldsatü’l-esrâr Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998).
10- YÛSUF EFENDİ (1282/ 1865)
Şumnuludur. Nakşbendî meşâyıhından ve ilm-i kıraat mutehassıslarındandır. 1282/1865 târihinde Edirne’de irtihal ederek Buçuktepe kabristanına defnedildi. Kur’an-ı Kerîm’in cem’i ve tertîbi hakkında “İm’ân fi cem’i’l-Kur’ân” (Edirne Badi Efendi Ktp. Nr. 2091) isminde bir eseri vardır. Şeyhlik seviyesine yükselmiş olmakla birlikte tasavvufa dair eseri yoktur. Kur’an ilimleriyle ilgili de olsa te’lif sahibi olması itibarıyla biz kendisini müellif mutasavvıflar meyânında zikrettik. Osmanlı Müellifleri’nin zikrettiği bu on müellif mutasavvıftan başka Bulgaristanlı müellifler vardır. İstanbul kütüphane kataloglarına şöyle bir atf-ı nazar edildiğinde hemen göze çarpıveren müellif mutasavvıflardan bazılarını eserleriyle şöylece sıralayabiliriz.
1. Ali Köstendilî: Telvîhât-ı Subhâniyye ve Mülhemât-ı Rahmâniyye (drl. Mehmet Şuhüdî), İst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 345, Türkçe.
2. Saîd b. Mustafa Köstendilî, Tenbîhü’l-ihvân fi Ru’yeti’l-’ayn ve’l-a’yan, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmüd, nr, 3116, Türkçe.
3. İbrahim b. Abdullah Babadağî (ö.1184/ 1770), Teshîlüt-tarîka, Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1582, Türkçe.
4. Alaeddîn Ali Çelebi b. Salih Filibevî (ö. 950/ 1553), Risâle fi deveranis-sufiyye, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr. 860, vr. 125-126, Arapça; Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, vr. 122-125.
5. Salih Fakrî (Fikrî) Filibevî, Şerh-iBeyanü’l-hakaik, Sül. Tırnovalı, nr, 1423, Arp.
6. Rusçuklu Mustafa b. Carullah Beyanî (Ö.1006/ 1597), Tezkiretüş-şu ‘ara, Ankara 1997, Türkçe.
7. Ahmed b. Ebubekir Keşfi Samakovî, Şerhut-tarîkdti’l-Muhammediyye, Beyazıt Ktp., nr. 1611;
8. Yusuf b. Mustafa Silistresi, Sefînetü’l-muttakîn ila sebili Rabbi’l-alemin, Süleyman Ktp., Hekimoğlu, nr. 444, Türkçe.
Bunlardan Köstendilli Ali Efendi, Halvetî meşâyıhından bir zat olup Üsküdar’da medfundur. Şakayık Zeyli’nde İsmet Efendi onun hakkında bilgi vermektedir, (bk. s. 304-314)
Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıflarla ilgili genel bir rakam vermek uzun araştırmalar gerektiren bir husustur. Ancak İstanbul ve Anadolu’da bulunan tarîkatların hemen hepsinin Bulgaristan’da tekkeleri ve temsilcileri bulunduğu biliniyor. Özellikle Halvetîlik ve Celvetîlik bunların başında gelmektedir. Celvetîyye tarîkatı pîri Azîz Mahmüd Hüdâyî’nin Anadolu’da ve Balkanlar’da görevlendirdiği 64 halîfenin 10 kadarının Bulgaristan topraklarında istihdam edilmesi, bu konuda bir fikir verir.[23]
DİĞER MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Osmanlı Müellifleri’nin telifinden sonra Bulgaristan’da yetişmiş iki önemli müellif-mutasavvıf dikkat çekmektedir. Onlar da Filibeli Ahmed Hilmi ve Tırnovalı İsmail Fenni Ertuğrul’dur. Şimdi bu iki zatı kısaca tanıtalım.
11- FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1281/1865-17 EKÎM 1914)
1281/1865 yılında Filibe’de doğdu, ilk tahsilini Filibe müftüsünden aldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdi. Bir müddet ailesiyle İzmir’e gitti. Devir Abdülhamid Han devridir ve ortalıkta dolaşan “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” gibi sloganlar onu da etkilemiş, bir ara güya istibdada karşı mücadele hevesiyle Mısır’a kaçmış, orada “Çaylak” isimli bir gazete çıkarmıştır. Jön-Türk heyecanı onu da sarmış görünmektedir.
1901 yılında İstanbul’a gelir, fakat kısa bir süre sonra Fizan’a sürgüne gönderilir. Ahmed Hilmi Bey 1908 Meşrutiyet ilanına kadar Trablusgarp’ta kalmıştır. Burada bulunduğu yıllar kendisinin tasavvuf ve tarîkatla tanıştığı yıllardır. Orada Kadiriyye şubelerinden Abdullah Selam Esmer Arûsi’ye bağlı bulunan Arûsiye koluna intisâb etti. Muhyiddîn Arûsî takma adıyla İki Gavs-i Enam ile Abdülhamîd ve Senûsîler adı ile iki eser kaleme aldı. Ahmed Hilmi bu eserlerinde tarîkat mensuplarının Kuzey Afrika’da Müslüman fakir halk üzerindeki etkisini ve Türkleri sevmeyi adeta tarîkat şartı gördüklerini anlatır.
Ahmed Hilmi Bey beş-altı yıllık sürgün hayatından sonra daha bir olgunlaşmış olarak 1908 Meşrûtiyetiyle birlikte İstanbul’a döndü, İstanbul’da İttihâd-ı İslam ismiyle haftalık bir gazete neşretmeye başladı. Gazete ancak 19 sayı çıkabildi. Daha sonra İkdam ve Tasvîr-i Efkar gazetelerinde yazdı.
1910 yılında Hikmet adlı İslamî bir gazete çıkardı. Bu gazetede şeyh Muhyiddîn-i Arüsî takma adıyla tasavvufî yazılar yazdı. 1911’den itibaren Hikmet dergisinin yanı sıra Hikmet gazetesini de çıkarmaya başlayarak İttihad ve Terakkî hükümetine karşı mücadele cephesi açmış bulunuyordu. Pek çok olay üzerine kapatılan gazetenin sahip ve başyazarı Ahmed Hilmi Bursa’ya sürgüne gönderildi. Fakat mücadeleden yılmadı. Meşrutiyetten ölümüne kadar geçen altı sene gibi kısa bir zaman dilimine kırk kadar eser ve yüzlerce makaleyi sığdırabilmiştir.
Bir ara Dârü’l-fünûn’da felsefe profesörlüğü de yapan Ahmed Hilmi, felsefe ve tasavvuf konularındaki derinliği ile dikkat çekmektedir.
19. yüzyılın pozitivist ve materyalist felsefî telakkisine karşı fikri mücadeleyi de elde bırakmamış Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti adlı bir eser yazmıştır. 17 Ekim 1914’te bir yemek zehirlenmesinden vefat etmiştir.
Ahmed Hilmi Bey’in sayılan kırkı aşkın eseri bulunmaktadır. Biz burada sadece tasavvufî olanlarına temas edeceğiz:
1. Asr-ı Hamîdî’de Âlem- İslam ve Senûsîler: 124 sayfalık eserde müellif Şeyh Ahmed Senûsi’nin İstanbul’a gelişi münasebetiyle Kuzey Afrika’daki tasavvufî hayat ve tarîkatları anlatmaktadır.
2. İki Gavs-i Enam Abdülkadir ve Abdüsselam (İstanbul 1331): Ahmed Hilmi bu eserinde Abdülkadir Geylanî ve Abdüsselam Esmer’i menkıbevî tarzda anlatmaktadır. Bu eserinde Tarîkatlar ve Ricâl diye bir eserinin varlığından söz ediyorsa da bugün mevcud değildir.
3. A’mâk-ı Hayal: Râcî’nin Hatıraları: (İstanbul 1326). Tasavvufî üslupla yazılmış bir romandır.
4. Tasavvuf-i İslamî
Tamamlanıp neşir imkanı bulunamamış eserleri:
5. Bektâşîler
6. Şeyh Bedreddin
7. Gazal-i Bedeviye.[24]
12- TIRNOVALI İSMAİL FENNÎ ERTUĞRUL (ö. 1945)
1271/ 1855’te Tırnova’da doğdu. Babası Tırnova mahallî idare meclisi azası Mahmûd Bey’dir. İlk tahsilini Halvetî Melamî ricâlinden Ahmed Amiş Efendi (ö.l920)’nin Tırnova’daki sibyan mektebinde yaptı. Sibyan mektebini tamamladıktan sonra medreseye devam ederek İslamî ilimlerde ikmali nüsah eyledi. Medresede talebe iken bir yandan da muhasebe kalemine devam ederek muhasebe öğrendi. Vâridat mukayyidliği ile muhasebecilik mesleğine başlamış oldu. Daha sonra Tırnova muhasebeciliği görevine getirilen Cûdi Efendi’den hem muhasebe bilgisini geliştirdi hem de mûsikî meşk etti. Tırnova’nın Ruslar tarafından işgali üzerine 1876’da İstanbul’a hicret etti. Çeşitli mali görevlerde bulunduktan sonra 1909’da emekli oldu. Eserlerini emekli olduktan sonra vefatına kadar olan dönemde yazdı.
Tasavvufa olan ilgisi, Tırnova’da iken sıbyan mektebinden talebesi olduğu Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi vasıtasıyla başlamış, gelişerek devam etmiştir. Söz konuşu şeyhten ameli olarak tasavvuf öğrendiği gibi tasavvufun tefekkür tarafım da ihmal etmemiştir.
Yaşadığı dönemdeki pozitivist ve materyalist cereyanlara karşı o da Filibeli Ahmed Hilmi gibi duyarlılık göstermiş ve Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali (İstanbul 1928) adıyla bir eser kaleme almıştır. Yine Dozy’nin Târih-i İslamiyet adlı eserme İzale-i Şükuk (İstanbul 1928) adıyla cevap vermiştir. Tasavvuf vadisinde ise Vahdet-i Vücüd ve Muhyiddîn-i Arabî (İstanbul 1928) adıyla özgün bir çalışma yapmıştır, İ.Fenni bu eserinde tasavvufî tefekkürün büyük temsilcisi İbn Arabî’nin görüşlerim savunmaktadır. Bu çalışma Mustafa Kara tarafından yeni harflerle yayımlandı (İstanbul 1991).
NETÎCE
Bahse konu on iki müellif mutasavvıftan dördü Celvetî, üçü Halvetî, üçü Nakşbendî, biri Sa’dî, biri Kâdirî’dir. Bu duruma göre Bektaşîliğin dışında Bulgaristan’da en etkin tarîkatın Celvetîyye olduğu söylenebilir. Bunu Halvetiyye; XX. yüzyıldan sonra ise Nakşbendiyye izlemektedir. Yine incelediğimiz müellif mutasavvıf on iki şahsiyetten dördü Filibeli, üçü Şumnulu, diğerleri ise Sofya, Köstendil, Rusçuk, Tırnova ve Aydos şehirlerindendir. Bu durum Filibe’nin entelektüel yapısını teyit etmektedir.
Bulgaristan’da yetişen bu müellif mutasavvıflar arasında en velüd olanı elbette İsmail Hakkı Bursevî’dir. Onu Köstendilli takip etmektedir. Ardından Atpazarî, Nüreddinzâde, Bâlî Efendi ve diğerleri gelmektedir.
Bulgaristan’ın kültür târihinin yazılabilmesi için tasavvufun en önemli kurumları olan tekke ve tarîkatlar, sûfî ricâli eserleriyle ilim dünyasına tanıtılması ve yazma eserlerin neşredilmesi gerekir. Bizler M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ana bilim dalı olarak bu konuya ayrı bir önem atfetmekte ve bu bölgeden yetişen müellif mutasavvıfların yazma eserlerini yüksek lisans ve doktora çalışması olarak vermekteyiz. Diğer ilim dalları ve müesseselerin de konuya ilgi göstermelerim temenni ederiz. Ayrıca Bulgaristan ve Sofya Kütüphaneleri’ndeki Osmanlıca Arapça ve Farsça yazma eserlerin Arapça ve Türkçe toplu bir katalogunun neşredilmesi araştırmacılar için fevkalade önem arz etmektedir.
Bir temenni ile tebliğimi bitirmek istiyorum: Bulgaristan’daki şehir ve kasabaların yerlerini gösteren ve târihi adları ile çağdaş adlarını veren İngilizce ve Türkçe atlas ve haritalar hazırlanması araştırmacılar için çok faydalı olacaktır.
[1] DİA, “Deliorman” mad., X, 141.
[2] Vakıflar Dergisi, 1942, II, 279-386.
[3] Barkan-Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 943/1546 yılları; Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 301.
[4] bk. Barkan, agm. s. 293.
[5] bk. “Vakıfların Milli Birlikteki Rolleri ve Demir Baba Türbesi”, Vakıflar Dergisi, 1988 sy. XX, s. 400.
[6] bk. Kemal Daşçıoğlu, 1827 (1243) Târihli Muhalle/at Defterine Göre Bektâşî Zaviyeleri, S. Demirel Ü. Sosyal Bil. Ens. Isparta 1996.
[7] İA, XI, 446.
[8] bk. Baki Öz, Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri, İstanbul 1995, s. 140 vd.
[9] bk. H. Kâmil Yılmaz, Hüdâyî, s. 102-106.
[10] DÎA, VI, 406-407.
[11] DİA, V, 20.
[12] bk. Tahir, OM, 1,42; Belgradî, Silsiletü’l-mukarrabîn ve menâkıbu’l-müttakîn, Süleymaniye Ktp, Şehid Ali Paşa, nr. 2819.
[13] Bk. Ataî, Şakdik Zeyli, I. 212 vd.; Belgrâdî, Silsiletü’l-mukarrabîn, vr. 113a-114a; Süreyya, SO, IV, 494 vd.; Tahir OM, 161; Yılmaz, Hüdâyî, s.48, dn 33.
[14] Bk. Osman Fazlı’nın hayatı hakkında Bursalı İ. Hakkı, Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca Uşşâkîzdde Zeyli, 686 vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, n, 43b; Tahir, OM, 1,15; Yılmaz, Hüdâyî, s.247 vd.; DİA, IV, 83 vd.’da eserleri tanıtılmaktadır.
[15] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16-17, (1998-99), s. 7-54.
[16] Bk. Şeyhî, age, II, 96, Uşşakîzâde, age, 124 vd.; İsmet Efendi, Tekmiletü ‘ş-Şekâik, 496-472; Tahir, OM, 1.28; Yılmaz, Hüdâyî, 133, 290.
[17] Mustafa Fenâyi, Şumnulu Dîvânı, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr.160, vr.123, Türkçe.
[18] Bk. Bursevî, kendi hayatı hakkında Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca bk. Uşşakîzade Zeyli, 686vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, II, 43b; Tahir, OM, I, 28 vd.; Yılmaz, Hüdâyî, s.249 vd.
[19] Bk. Ali Namlı, Türkiye Akademik Tasavvuf Araştırmaları Bibliyografyası, İstanbul 1997.
[20] Dîvân, 1994, ÎSAM., T. 811.218 /ZAR. P.
[21] Bk. Tahir, OM, I, 109.
[22] bk. Terkîbât, vr. 210.
[23] bk. Yılmaz, Hüdâyî, s. 130-138.
[24] bk. Ziya Nur, İslam Târihi, İstanbul 1974, esere yazılan mukaddime.
Kaynak: www.hasankamilyilmaz.com
Prof. Dr. H. Kamil YILMAZ
GİRİŞ
Bulgaristan’daki Türk-Müslüman nüfus varlığı Osmanlılardan önceki dönemlere kadar uzanmaktadır. Polonyalı Türkolog Tadausz Kowalski, XX. Yüzyılda Kuzeydoğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den yola çıkarak bu bölgede bir grup Kuzey Türkünün yaşadığım ve bunların daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen İzzeddin Keykavus’a tabi Türklere karıştığını belirtir.
Bu Anadolu Türkleri, Keykavus’un bölgeden ayrılmasından sonra orada kalmışlardır. Her ne kadar 1300 yıllarında mânevî liderleri Sarı Saltuk’un ölümüyle bir bölümü Anadolu’ya dönmüşlerse de bir kısmı orada kalmaya devam etmiştir.[1]
Sarı Saltuk ve Yesevî tarîkatına bağlı erenler, Bulgaristan Türklüğünün mânevî hayatında önemli bir yere sahiptir. Bu konuda yazılı kaynaklardaki bilgiler çok sınırlıdır. En eski kaynak sayılabilecek Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde Bulgaristan’da etkinlik sahibi üç ereni Yesevî mensûbu olarak sayar: Varna-Batova’da Akyazılı Baba (III, 377-378), Filibe yolu üzerinde Kademli Baba (III, 377-378), Kaligra’da Sarı Saltuk (I,656-660).
Çalışmamızda Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden yola çıkarak, 1285/1866 yılında Rusçuk’ta basılan Tuna Vilâyeti Salnamesini, vakıf ve arşiv kayıtlarım inceleyip Osmanlı’nın kuruluşunda tekke ve dervişlerin yerini araştıran Ömer Lütfi Barkan’ın “Kolonizatör Türk Dervişleri”[2] adlı makalesini, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mimarisi (İstanbul, 1982) adlı eserinin Bulgaristan’ı içine alan IV. cildini temel kaynak olarak kullanacağız. Ayverdi cihat defterlerinden hareketle başbakanlık arşivi ve vakıf kuyûdatından belli başlı şehirlerdeki tekke sayılarını adları ile tesbit etmeye çalışmıştır.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde yapılan vakıf tahrirlerine göre Rumeli’nde 205, Paşa livâsında 67, Silistre livâsında 20, Çirmen livâsında 4 zaviye ile bu yörede toplam 297 zaviye bulunduğu görülmektedir.[3] Tuna Vilâyeti Salnamesi’nde (1285/1868) bu sayı 86, Ayverdi’nin eserinde ise 174’tür.
Biz söz konusu kaynaklardan hareketle Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda tasavvuf, tarîkat ve tekkelerle ilgili bir panaroma çıkarmak isterdik. Ancak bir tebliğ kapsamında bunun mümkün olmadığı açıktır. Bununla birlikte Tuna Vilâyeti Salnamesi ile Ayverdi’nin eserinde verilen il ve ilçelere âid tekke ad ve sayıları bu konuda bir fikir verir düşüncesindeyiz.
Salname’ye göre Rusçuk’ta 7, Şumnu’da 10, Razgrat’ta 4, Eskicuma’da l, Plevne’de 5, Niğbolu’da l, Tutrakan’da l, Varna’da l, Hacıoğlupazarcığı’nda 2, Vidin’de 7, Berkokofça’da 2, Vıraça’da 2, Rahova’da l, Sofya’da 18, Köstendil’de 16, Samakov’da 2, Tırnova’da 4, Lofça’da l, Osmanpazarında l olmak üzere toplam 86 tekke bulunmaktaydı. Filibe, Aydos tarafı bu sayıya dahil değildir.
Ayverdi’ye göre ise: Aydos’ta l, Çırpan’da 3, Çirmen’de 2, Dubniçe’de 4, Filibe’de 15, Hasköy’de l, Razgrad’da 5, İhtiman’da l, Karinabad’da 3, Kızanlık’ta 5, Köstendil’de 11, Lofça’da 5, Niğbolu’da 10, Plevne’de 3, Pravadi’de 2, Rusçuk’ta 15, Samakov’da 5, Silistre’de 9, Hacıoğlupazarcığı’nda l, Sofya’da 16, Şumnu’da 13, Tatarpazarcığı’nda 10, Tırnova’da l, Varna’da 5, Vidin’de 7, Vıraça’da 2, Yanbolu’da 8, Yenizağra’da 4, Eskizağra’da 7 olmak üzere toplam 174 tekke tesbit edilmiş bulunmaktadır.
İntişâr-ı İslam Târihi kaynakları Türk dünyasının İslamlaşmasında; İslam’ın Anadolu, Kafkasya ve Balkanlarda yayılmasında “Alperen” denilen Horasan menşeli Babaî dervişleri ile Yesevî mensuplarına ve Ahilere ayrı bir önem atfederler. Özellikle 615-616/1218-1219 yılları arasındaki Cengiz-Moğol istilası Orta Asya menşeli tasavvuf ricâlinin yerlerinden oynayıp Anadolu ve Balkanlara doğru hareketine vesile oldu.
Târihçi Aşık Paşazade’nin Rum erenleri dediği; Abdalân-ı Rûm, Ahiyân-ı Rûm, Baciyân-ı Rûm, Gaziyân-ı Rûm diye dörde ayırdığı Ahiler, Balkanlar’da ünlü seyyah İbn Batûta’nın da dikkatini çekmiştir.
Horasan menşeli bir Yesevî sayılan Hacı Bektaş Veli’nin Osman Gazi ve Orhan ile ilgili menkıbeleri târihî açıdan çok sağlıklı rivâyetler kabul edilmese de, serhad yörelerindeki gazalara iştirak eden Türkmenlerin ekserisinin Bektâşî dervişi olduğu söylenebilir.
I. Murad döneminde Rumeli’ne geçen Ahilik daha sonraki yıllarda Şumnu, Varna ve Dobruca ile diğer Hıristiyan yörelerde Osmanlı akınlarına öncülük etmiştir.
Ahiler Anadolu’da esnaf teşkilatına dönüşürken Balkanlarda ise tarîkat hüviyetini muhafaza etmekteydiler. Nitekim Yıldırım Bayezid, Dimetoka’da bir zaviye yaptırıp ona vakıflar tahsis etmişti. Bu devrede Yeni Zağra’da Kılıç Baba zaviyesi, Çirmen’de Musa Baba zaviyesi gibi Paşa livâsında 67 zaviye vardı.[4]
Bulgaristan yöresinde kuruluş döneminde açılan tekkelerin büyük çoğunluğu Rumeli’nin İslamlaşma sürecinde görüldüğü gibi Yesevî yoluna bağlı Bektaşî mensuplarındandı. Abdurrahman Küçük, Bulgaristan’daki cami, medrese, tekke ve türbelerin çokluğuna bakarak Bulgaristan Türklerinin inanç yapısının Horasan-Anadolu inanç yapışı ile benzeştiğine dikkat çekmektedir.[5] Özellikle Deliorman Bölgesi bu anlamda önemli bir merkez durumundaydı. Şeyh Bedreddin’in, isyanında kendisine üs olarak burayı seçmesi bunu destekleyen bir delildir.
Osmanlı döneminde Alevîlik’in Anadolu’da; Bektâşîlik’in de Rumeli’nde belli bir etkinliği vardı. Nitekim Bektâşî tekkelerinin kapatıldığı yıllarda (1826’dan sonra) Bulgaristan’da hayli mal varlığına sahip on beş kadar Bektâşî tekkesi bulunmaktaydı. Deliorman’ın genellikle Razgrad, Rusçuk, Niğbolu yörelerinde bulunan bu tekkelerin bölgedeki tesirlerinin sürekliliğini göstermektedir.[6]
Çalışmamızın temel konusu Bulgaristan’da yetişen müellif mutasavvıflar olduğundan biz, çok kısa biyografik bilgilerle yetineceğiz. Bulgaristan doğumlu olmamakla birlikte faaliyetleri ve isyanı sebebiyle bu yörede etkili olduğundan Şeyh Bedreddin olayına da kısaca temas etmeliyiz. Çünkü onun başlattığı bâtınî-şiî tasavvufî hareket daha sonraki yıllarda Bulgaristan’da hep varlığını hissettirecektir.
ŞEYH BEDREDDÎN OLAYI
Genel olarak “Bedreddin Simâvî” diye bilinen bu şahıs, Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin adıyla meşhurdur. Simavlı olmadığı halde Simavna ile Simav’ın telaffuz yakınlığından, ya da eserlerine şerh yazmış bulunan Abdullah İlahî’nin Simavlı oluşundan karıştırılarak “Simâvî” lakap ve nisbesiyle anılır olmuştur.
Şeyh Bedreddin bugün Yunanistan sınırları içinde bir köy olan Samavina (Ammovounon)’da doğdu. Babasının burada kadı olduğu rivâyet ediliyorsa da bu kaleyi fetheden gazilerden olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü annesi Dimetoka Rum beyinin ihtida etmiş kızı olduğuna bakılırsa babasına savaş esiri olarak verilmiş olmalıdır.
Şeyh Bedreddin Edirne, Bursa ve Konya’da bir eğitim gördükten sonra Kudüs ve Kahire’ye gitti. Oralarda bir süre kaldı. Muhtelif hocalardan ders okuduktan sonra hacca gitti. Hac dönüşü tekrar Kahire’ye döndü ve orada Sultan Berkuk’un oğluna üç yıl süreyle öğretmenlik yaptı.
Mısır’da bulunduğu sırada önceleri çok sıcak bakmadığı tasavvuf yoluna sülûk etti ve Hüseyin Ahlatî’ye intisâb etti. Sıkı riyâzat sonucu hastalanınca şeyhi kendisini doğuya seyahate gönderdi. Tebriz’de Timur’un otağına misafir oldu. Daha sonra tekrar Kahire’ye dönerek sülûkünü tamamladı ve şeyhinin vefatından sonra yerine geçti. Anadolu’da Karaman, Germiyan, Aydın, Tire ve diğer Alevîlerle meskûn bölgelerde dolaştı.
Şeyh Bedreddin Anadolu’yu dolaştığı sırada genellikle Alevi-Türkmen gruplarıyla temas etti, tasavvufî-bâtınî bir üslub ile bir kıyam harekelinin tohumlarım attı. Anadolu’dan Rumeli’ye geçti ve Edirne’ye yerleşti. Şeyh Bedreddin’in faaliyetlerinin yoğunlaştığı yıllar Ankara savaşından sonra Osmanlı devletinin parçalandığı fetret dönemine rastlar.
Edirne’de hükümranlığım ilan etmiş bulunan Musa Çelebi Bedreddin’i kazasker tayin edince nüfuz ve şöhretini artırmış oldu. O bu durumdan yararlanarak şeyhliği şahlığa çevirme sevdasına kapıldı.
Yeniden Osmanlı birliğini kurmaya çalışan Çelebi Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’ye galip gelince Şeyh Bedreddin’i kazaskerlik görevinden azletti, iki oğlu ve kızıyla beraber İznik’te ikamete mecbur etti.
Şeyh Bedreddin’in halîfeleri Börklüce Mustafa İzmir’de Urla yarımadasının kuzeyinde yer alan Karaburun’da; Yahudi dönmesi Torlak Kemal Manisa’nın kızılbaşlarla meskun yörelerinde isyan başlattılar.
Şeyh Bedreddin de hac bahanesiyle İznik’ten ayrılıp Kastamonu ve Sinop yoluyla Karadeniz’e; oradan Eflak voyvodasının yanına gitti. Eflak’tan da o günün Osmanlı toprakları olan Silistre, Dobruca ve Deliorman bölgelerinde taraftar toplamaya başladı. Kendisi için ayaklanma merkezi olarak, potansiyel itibariyle Bektaşî ve Alevî etkisi fazlaca olan Deliorman bölgesini seçti. Şerafettin Yaltkaya, 622/1225 yılında Baba İshak taraftarlarının Dobruca’ya geldiğini belirtir.[7] Börklüce Mustafa, etrafına topladığı 5000 kişilik grupla isyan etti ve İzmir Sancak Beyini katl ile Saruhan sancak beyini bozguna uğrattı. Nihayet Bayezid Paşa ve Şehzade Murad komutasındaki ordu Börklüce ve adamlarını mağlub etti. Manisa’da etrafında 3000 adamıyla isyan eden Torlak Kemal ve adamlarım aynı ordu dağıttı ve isyanın Anadolu ayağı bastırılmış oldu.
Kazasker bulunduğu sırada etrafına hayli adam toplayan Bedreddin ise Deliorman’da oturmuş Anadolu’daki isyanın büyümesini bekliyordu. Ancak Anadolu’daki taraftarları mağlub ve perişan olunca etrafına toplanan insanların mânevîyatı sarsıldı.
Çelebi Mehmed “Düzme Mustafa” adıyla isyan eden Yıldırım’ın oğlunun işini bitirmek üzere Taselya ve Selanik taraflarına gittiği bir sırada Deliorman’da Bedreddin vak’asını duydu. Oraya daha önce taraftarlarının işini bitiren Bayezid Paşa’yı gönderdi. Etrafındaki adamlarının bir kısmı dağılmış bulunan Bedreddin kolaylıkla ele geçirilip padişahın bulunduğu Serez’e gönderildi. Hakkında fetva olmadan idam edilmedi. Nihayet bir ulema meclisi toplandı ve cemiyet nizamım bozmaya kalkışan Şeyh Bedreddin’e idam cezası verildi. Kanı heder olmakla beraber “malı helaldir” denilmediğinden Serez’de bir dükkanın önünde asıldıktan (823/1420) sonra malı ailesine verildi.
Bedreddin Simâvî, idam edilerek siyasi bir ayaklanma bastırılmışsa da Balkanlarda bu fikrin taraftarları her zaman bulunmuş, zaman zaman haklarında birtakım kararlar uygulanmıştır.
Sünnî tarîk mensûbu bazı şeyhler Balkanlarda bulunan Işık zaviyelerinde Bedreddin’in fîkirlerinin devam ettiğini ve bunlarla mücadele edilmesi gerektiğim ilgili makamlara bildirmişlerdir. Nitekim Sofyalı Bâlî, Nureddinzade M. Mustafa ve Azîz Mahmûd Hüdâyî bunlardandır.[8]
Şeyh Bedreddin’in eserlerindeki cismanî haşir hususundaki fikri, umumî telakkiye aykırıdır. Ona göre beden için baka yoktur ve fenadan sonra beden cüzlerinin yeniden bir araya gelmesi mümkün değildir. Bu yüzden Bâlî Efendi, Kanunî’ye verdiği bir layihada, şeyhi: “Allah katında gazaba uğramış asılmış Şeyh Bedreddin” diye anlatır. Azîz Mahmûd Hüdâyî de sultana arz ettiği layihada “Vâridat adlı bir kitap telif ve içinde haşr-i ecsad ve eşrat-ı saat’i inkar ettiğim ve kendisinin ilhad ve ibaha üzere olduğunu” kaydeder. “Dobruca ve Zağra bölgelerinde bulunan Simavnavî taraftarlarının te’dîb edilmesini ve köylerine sünnî imam tayin edilmesini” ister.[9]
Nureddinzade ise Vâridat üzerine yazdığı şerhin her noktasında, hususiyle cesedlerin haşri meselesinde şeyhe şiddetle hücum eder.
Simavî’nin tasavvufa dair en önemli eseri Vâridat’tır. Bu eserin pek çok şerhleri vardır.
MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Bulgaristan’dan yetişen müellif mutasavvıfların tesbitinde Bursalı Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri adlı eserini esas aldık. Bu eserde eser sahibi on sûfî tesbit edebildik. Bunlara XIX. Yüzyılın sonu ile XX. Yüzyılda yaşamış ve adı geçen eserde yer almayan iki müellif-mutasavvıfı ilave ettik. Ayrıca kütüphane kayıtlarında Bulgaristan şehirlerine nisbetle meşhur olmuş bazı müellif mutasavvıflara sadece isimleri ve eser adlarıyla temas edip geçtik. Eser sahibi olmayan sûfîler ise binlerle ifade edilecek sayıdadır. Onlara hiç girmeyeceğiz. Osmanlı Müellifleri dışındaki kaynaklardan bunlardan başka müellif mutasavvıf tesbiti mümkündür. Biz tebliğimizi onunla sınırladık. Biyografileri verirken hayatları iyi derecede bilinen ve ansiklopedilere geçmiş bulunanlarla ilgili bilgileri muhtasar tuttuk. Matbu kaynaklarda ve yeni çalışmalarda tanıtılan müelliflerin eserlerinin tanıtılmasında fazla detaya girmedik. Şimdi kronolojik sırayla müelliflerimizi tanıtalım.
l- SOFYALI BÂLÎ EFENDÎ (ö. 960/1553)
Bâlî Efendi, bugün Makedonya sınırları içinde kalan Usturumca’da doğdu. Ancak tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladı. Hayatının büyük bir kısmını Sofya’da geçirdiği ve orada medfûn bulunduğu için “Sofyalı” diye ünlüdür. Belgradî kendisini: “Rum meşâyıhının zübdesi ve asrı ulemasının a’lâ ve zübdesi” diye tanıtır. Halvetiyye’nin Çelebi Halîfe’ye bağlı kolundan Kasım Çelebi’ye müntesiptir.
Kanunî’nin iltifatına mazhar olmuş ve kendisiyle birlikte bazı seferlere katılmıştır. Sofya yakınlarında Salihiye denilen yere defnedilmiştir (960/1553). Kadı Abdurrahman tarafından kabrine türbe, yanma bir cami ve zaviye yaptırılmıştır. Uzun yıllar bir kültür merkezi gibi hizmet veren bu yapıların yerinde sadece sembolik bir mezar bulunmaktadır.[10]
Bulgaristan’da Bektaşî-Alevî menşeli tarîkatların etkisini gören Bâlî Efendi talebelerine, sünnî tasavvufun büyük mürşidi Gazzalî’nin eserlerim okumalarını tavsiye ederdi. Kanunî’ye Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin hakkında verdiği layiha, onun bu konudaki titizliğini göstermektedir.
Nureddinzade ve Kurd Mehmed Efendi’yi yetiştirmiştir. Şeriat-tarîkat çizgisinde bir yol izlediği anlaşılan Bâlî Efendi pek çok esere imza atmıştır.[11]
Eserleri
1. Şerh-i Fusûsu’l-hikem, İstanbul 1309, 444 sh.
2. Usûl-i fakr ismiyle anılan Etvâr-ı Seb’a, İstabul Belediye Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 1213, vr. 28 Türkçe; Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd Efendi, nr. 2996, vr.14 Türkçe.
3. Risâletü’l-kazâ ve kader, Konya Yusuf Ağa Ktp. nr. 12, vr. 11 Arapça; Süleymaniye Ktp., Reisü’l-küttab, nr. 55, vr. 330-339 Arapça.
4. Mecmüatü’n-nasâyıh, Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 350, vr. 47 Türkçe.
5. Manzûme-i Vâridat, Süleymaniye Ktp., H.Mahmûd, nr. 2338, vr. 96 Türkçe.
6. Şerh-i hadîs-i kudsî küntü kenzen, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 3711,vr. 148 Arapça; Süleymaniye-Esad Efendi, nr. 3782, vr. 74-75, Arapça.[12]
Sofyalı Bâlî Efendi hakkında M. Ü. îlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı’nda Ali Haydar Bostancı tarafından Sofyalı Bâlî Efendi’nin Etvâr-ı Seb’ası adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1996).
2- NUREDDİNZÂDE MUSTAFA MUSLÎHUDDÎN (ö. 981/1573)
Filibeli’dir. 908/1502’de doğdu. Bir müddet ilim tahsili ile meşgul olduktan sonra Halvetî ricâlinden Sofyalı Bâlî (ö.960/1553)’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Şeyhülislam Ebu’s-Suud Efendi ile sohbetlerde bulundu. Onun delaletiyle Küçükayasofya zaviyesine şeyh oldu. Uzun yıllar bu dergâhta şeyhlik etti. Kanûnî ile Zigetvar seferine katıldı ve sefer sırasında vefat eden padişahın naâşını İstanbul’a getirdi. 981/1573 yılında vefat edince Edirnekapısı haricinde Sırttekkesine defnedildi.
Belgradî onun icâzet aldıktan sonra bazı tarîk erbâbına karşı çekilmiş bir kılıç kesildiğini ve Şeyh Bedreddin’in Vâridat’ına red için şerh yazdığını; (bk. vr 113a-114a) Bosnalı Şeyh Hamza ve dervişlerine karşı son derece dikkatli davrandığını anlatır. Tarîkatı Balkanlarda Nureddinzade tarîki diye anılırmış.
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin eserlerinde ve mektuplarında kendisine bağlılığından bahsettiği Nureddinzade müteşerri’ bir şeyhtir. Devlet ricâliyle iyi seviyede bir ilişkisi bulunan bu saygın şeyhe Sokollu Mehmed Paşa saygı duymakta imiş.
Eserleri
1. Muhtelif Sûre Tefsirleri, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 42, vr. 71 Arapça; Millet Ktp., Ali Emiri, nr. 4454, vr. 117a-121a Arapça.
2. Şerhu’n-nusûs (Konevî), Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1278, vr. 165 Arapça.
3. Şerh ala vâridati’l-kübrâ (Bedreddin), Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1103, vr. 123-134 Arapça.
4. Terceme ve şerhu Menâzili’s-sâirîn, Süleymaniye Ktp., H.Reşid Bey, nr. 111, vr. 134 Türkçe.
5. Risâle-i vahdet-i vücûd
6. Risâle-i Mi’rac.[13]
3- KURT MEHMED EFENDİ (ö. 997/1588)
Filibe-Tatarpazarcığı’ndandır. Babası Helvacı Ömer Efendi diye meşhurdur. 931/1524 yılında doğdu. Dinî ilimler tahsiliyle meşgul oldu. Sahn-ı Semân (Fatih) medresesinde muîd olarak vazifeye başladı. Tasavvuftaki üstadı Sofyalı Bâlî Efendi’dir. Şeyhi onu önce kendi memleketine halîfe olarak görevlendirdi. Ancak Bâlî Efendi’nin vefatından sonra önce onun yerine Sofya’ya; pîrdaşı Nureddinzade’nin vefatı üzerine de 981/1573 yılında İstanbul’a geldi, İstanbul’da K. Ayasofya semtinde, Sokollu Mehmed Paşa camiinde şeyhlik yaptı. Devlet ricâlinin saygısını kazandı. Bir takım seferlere katıldı. III. Murad’ın iltifatına mazhar oldu.
İstanbul’dan önce şeyhinin kabrini ziyaret için Sofya’ya; ardından sıla-i rahim için Tatarpazarcığı’na gitti. Burada hastalanıp vefat edince babasının yanına defnedildi (2 Şevval 997/1588). Eser ve tesir sahibi bir sûfiydi.
Eserleri
1. Mürşidü’l-enam ila dâri’s-selam (Şir’atü’l-İslam şerhi) Süleymaniye Ktp., Pertev Paşa, nr. 95, vr. 211 Arapça.
2. el- Mukaddimetü’l-Cezeriyye Tercemesi, Süleymaniye Ktp., Kılıç Ali Paşa, nr. 25, vr. 138.
3. Etvâr-ı seba Rısâlesi, İstanbul Belediye Ktp., O.Ergin Yzm. Nr. 349, vr. 1-8)
4. Ta’bîrnâme, nşr. Mustafa Tatcı, Ankara 1995; Kayseri Raşid Efendi Ktp., nr.26589, vr. 48a-50a.
5. Sûre-i Mülk Tefsiri. bk. Tahir, OM, I, 145-146.
4- ATPAZARÎ OSMAN FAZLI (ö. 1102/ 1690)
Şumnulu’dur. İstanbul’da Fatih civarında Atpazarı semtinde ikamet ettiğinden “Atpazarî” diye meşhur olmuştur. İlk tahsilini Şumnu’da tamamladıktan sonra Edirne’ye geldi. Edirne’de Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfesi Saçlı İbrahim Efendi’ye intisâb etti. Burada sıkı bir riyâzat ile seyr ve sülûke devam etti. Şeyhinin kendisine kızını vermek istemesi üzerine artık feyz alamayacağı düşüncesiyle İstanbul’a gitti. İstanbul’da yine bir Celvetî şeyhi olan Zâkirzâde Abdullah Efendi’ye intisâb ederek halîfesi oldu. Zâkirzâde tarafından Aydos kasabasına irşada memur edildi. Şeyhinin vefatına kadar orada kaldı.
Şeyhinin vefatından sonra, önce Filibe’ye; sonra İstanbul’a geldi. İstanbul’da muhtelif camilerde vaaz ve irşad hizmetlerini devam ettirerek kısa zamanda şöhrete kavuştu. Bu arada Atpazarı’nda Kul Camii imam ve hatipliği hizmetini yürütmekte iken evlendi ve satın aldığı evinin yanına dervişleri için zaviye odaları yaptırdı. Atpazarı’ndaki hizmetinin yanı sıra Ayasofya vakfından maaş alarak Vefa, Süleymaniye, Sultan Selim camilerinde vaizlik etti.
Tekke-medrese veya Kadızade-Sivasîzade mücadelesinin alevlendiği bir devrede yaşamış bulunan Osman Efendi, kendisine yapılan çeşitli isnadlar sebebiyle önce memleketi Şumnu’da sonra da Kıbrıs Magosa’da ikamete mecbur edildi.
Osman Fazlı Efendi, ilim ve irfânı sayesinde saray muhîtine kadar nüfûz edebilmiş; devrin padişahları IV. Mehmed (Avcı) ve II. Süleyman’ın hürmetlerini kazanmış, açık kalpliliği, doğru sözlülüğü ile Edirne’de padişah IV. Mehmed’in huzurunda muhtelif zamanlarda verdiği vaazlarıyla devlet ricâlini açıkça tenkit etmekten geri kalmamıştı. Onun sürgüne gönderilmesi doğru bildiğini her yerde söylemekten çekinmemesindendi.
Osman Fazlı, Magosa’da sürgünde bulunduğu sırada 1102/1690 yılında vefat ederek oraya defnedildi. Kabri, Magosa’da “Kutup Osman Efendi” namıyla ziyaretgâhtır. Sekiz kadar tasavvufî eseri vardır. 150 kadar halîfe yetiştirmiş; Rumeli ve Anadolu’ya göndermiştir. Bunlar içinde en önemlisi Bursalı İsmail Hakkı’dır. Atpazarî, İbn Arabî ile Konevî’nin eserlerinden yararlanmış; onları okumuş, okutmuş ve şerhler yazmıştır.[14]
Atpazarî Osman Fazlı Efendi hakkında M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Ali Namlı tarafından Bursevî’nin Tamâmu’l-feyz adlı eseri vesîlesiyle bir mukaddime çalışması yapılmıştır (İstanbul 1994). Ayrıca Prof. Dr. Bedrettin Çetiner tarafından “Atpazarî Osman Fazlı ve el-Laihatü’l-berkıyyat Adlı Tasavvufî Tefsir Risâlesi” adıyla bir makale neşredilmiştir.[15]
5- FİLİBELİ AHMED ÜMMÎDÎ (ö. 1106/1694)
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin halîfelerinden Filibeli İsmail Ümmîdî Efendi’nin oğludur. İsmail Ümmîdî’nin babası da, Halveti meşâyıhından Alaeddin b. Muhsin Efendi’dir. İsmail Efendi, babası Alaeddin Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a gelmiş. Fatih camiinde vaizlik yapmış, bu arada Hüdâyî Hazretleri’ne intisâb etmiştir. Tekmîl-i sülûktan sonra babasının dergâhına halîfe olarak gönderilmiştir. Daha sonra İstanbul’a gelip Ayasofya vaizliği de yapan İsmail Efendi Hüdâyî’nin tefsirini cem’ ederek ilim dünyasına büyük katkıda bulunmuştur.
Ahmed Ümmîdî işte böyle bir babanın yanında İstanbul’da yetişti. Babası gibi Fatih camiinde vaizlik, Küçükayasofya yanındaki Hüseyin Ağa zaviyesinde şeyhlik etmiştir. Vefatı 1106/1694’tür. Fatih’te dedesi İsmail Efendi’nin Çiviciler sokağındaki kabri yanına defnedildi. Eserleri yazma halde bulunmaktadır:
l. Mecâlis-i evliya (20 cüz kadar).
2. Dîvan-ı ilahiyyat, Çorum İl Halk Ktp. nr.2233, vr. 23 Türkçe.
3. Terceme-i keşf-i beyan fi’t-tıb
4. Risâletü’l-ed’ıyye.[16]
6- FENÂYÎ MUSTAFA EFENDİ (l 115/1703)
Şumnulu’dur. Selamî Ali Efendi’nin hulefâsındandır. Beşiktaşlı Yahya Efendi türbesi civarında yaptırdığı dergâhta şeyhlik etmiştir. Vefatı 1115/1703’tür. Tasavvuf yoluna girmeden evvel, Yeniçerilerin yirminci bölüğünün odabaşısı olduğu için zamanında Odabaşı Şeyhi namıyla meşhur olmuştur. Eser olarak bir Dîvân’ı vardır.[17]
Şiirleri tasavvufî mazmunlar açısından zengindir:
Ey cemalin pertevin âlemde peyda eyleyen
Yine ol âyinede hüsnün temaşa eyleyen
Bir avuç toprağa salmış câm-ı aşkın cür’asın
Kimini akıl, kimini mecnun u şeydâ eyleyen
Şems-i vahdet zerresinden âb u kîlde var eser
Çeşm ü aklı O’dur dâna vü bina eyleyen
Bir beytinden:
Keşfolur ona bütün mâhiyyet-i kevn ü mekan
Sırrı tevhîd olsa bir ayine-i dilde ıyân
7- BURSALI ÎSMAİL HAKKI (ö. 1137/1724)
İsmail Hakkı, Silsile-i Celvetî adlı eserinde kendi terceme-i hâlini mufassal olarak anlatmaktadır. Kendi ifadesine göre, “aslen İstanbullu olan ailesi büyük yangından sonra Aydos kasabasına hicret etmiş” İsmail Hakkı da orada dünyaya gelmişti. Osman Fazlı Efendi burada Zâkirzâde’nin halîfesi sıfatıyla bulunduğundan, babasının delaletiyle üç yaşında iken onun elini öpmüş, bilahare de İstanbul’da kendisine inabe alarak halîfesi olmuştu. Hilafet hizmetiyle Üsküp, Bursa, Şam ve Üsküdar gibi muhtelif şehirlerde bulundu. Ancak hayatinin büyük bir kısmım Bursa’da geçirdiği ve orada “neşr-i feyz-i tarîk “ eylediği için Bursevî diye meşhur olmuştur.
Bursalı İsmail Hakkı da şeyhi Atpazarî Osman Efendi gibi halk üzerinde büyük bir tesir icra etmiş; hatta bu yüzden II. Mustafa zamanında Nemçe Savaşı’na padişahla beraber iştirak etmesi için Bursa’dan davet olunmuştu (1107/1695). İki yıl kadar devam eden bu muharebede İsmail Hakkı’nın birkaç yerinden yara alacak kadar cansiperane hizmetlerde bulunduğunu görmekteyiz.
Alim ve sûfî hüviyetiyle yüzden fazla eser yazmış bulunan İsmail Hakkı, ulema arasında “velüd” unvanına layık bir müelliftir. Onun en meşhur eseri Rûhu’l-beyân adlı tefsiridir. Onun İslam dünyasında asıl şöhretini sağlayan bu eseridir.
İsmail Hakkı uzun yıllar hizmet ettiği Bursa’da 1137/1724’te vefat ederek Tuzpazarı civarında dergâhı harîmine defnedilmiştir.[18] Bursevî, üzerinde akademik pek çok çalışma yapılmış bir mutasavvıftır.[19]
8- ZARÎFÎ ÖMER EFENDİ (ö. 1210/1795)
Rusçukludur. Sa’di tarîkatı meşâyıhındandır. 1210/ 1795 târihinde memleketinde irtihal eyledi. Bey Mezarlığı karşısında Tonbul Cami-i Şerifi hazîresinde medfûndur. Eserleri Türkçe’dir.
1. Pendnâme: 1271 ve 1327 yıllarında iki defa basılmıştır. Mehmet Aslan tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır.[20]
2. Tasavvufnâme: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186 vr. 61-66; Tercüman Gazetesi Ktp. nr. 266, vr. 276-296.
3. Istılâhât-ı Meşâyıh: İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 1186, vr. 48-60.
Zarîfî Ömer Efendi, ismindeki zarafet gibi Türkçe’yi nezih kullanan şaîr sûfîdir. Nitekim Pendnâme’sinden alınan şu mısralar buna delildir.
Kendüden uluya rağbet eyle-gil
Hem kelamı bil edeble söyle gil
Ulu kadrin fehmeden olur ulu
Gözleyen adâb u erkân ve yolu
Ulunun hayr duâsın alasın
Rütbe-i âlî onunla bulasın
Ulularla meşveret kılsa kişi
Çıkarır elbette başa ol işi
Meşveretsiz kim ki iş işleye
Sol nedâmet parmağın çok dişleye[21]
9- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ (1235/1819)
Köstendilli’dir. Tasavvufî derinliği kadar biyografi bilgisi ve bu konuda yazdığı eserlerle ayrı bir ünü ve yeri vardır. Özellikle Bahru’l Velâye adlı eserinde menakıbını yazdığı bin kadar sûfîden son yirmi kadar Köstendil ve çevresinde yaşamış olanlardır.
Süleyman Şeyhî Efendi, 1163/ 1750 yılında Köstendil’de doğdu. Mollazadeler olarak bilinen bir aileye mensuptur. Şiirlerinde “Şeyhî” mahlasını kullanmıştır. İki yaşlarında babasını kaybettiği için ağabeyi Çelebi İbrahim’in himayesinde büyüdü, ilk ve orta tahsilini memleketinde tamamladı. Çeşitli ilimlerden ikmal-i nüsah eyledi. O günün şartlarında, İstanbul’a gitmeden Bulgaristan’ın Köstendil ve Sofya şehirlerinde ilmî bir derinlik kazanma imkanı vardı. Nitekim kendisi Müderris Şeyh Mustafa Efendi’den tahsil gördüğünü, onunla boş vakitlerinde İbn Arabî’nin Fütuhat’ını mütalaa ettiklerini belirtmektedir.[22]
Süleyman Şeyhî’nin tarîkat ilişkisi ağabeyi Çelebi İbrahim’in tarîkata girmesiyle başlar. Çelebi İbrahim’in Nakşbendî şeyhi Şâmizâde Mustafa Efendi’ye intisâb ettikten sonra Süleyman Efendi de ona intisâb etti. 1193/1779 yılında 30 yaşında şeyhi kendisine tarîkat hilâfeti verdi. Aynı yılın baharında Şâmîzade vefat etti.
Nakşbendiyye’nin Müceddidiyye kolundan olduğu anlaşılan Şeyhî Süleyman Efendi, gerek kalemi gerek kelamı ile Bulgaristan yöresindeki Müslüman Türklere büyük hizmet etmiştir. Yetiştirdiği pek çok halîfesini de bu yörelerde istihdam etmiştir.
Şeyhî hayatının tamamına yakınını Köstendil’de geçirmiştir. Ancak eserlerinde onun Üsküp, Yanya, İştip, Edirne, Ohri, Selanik, Nevrokop, Samakov, Sofya ve Yenice gibi şehirlere ya seyahat ettiği veya halîfeleri vasıtasıyla ulaştığı anlaşılmaktadır.
Süleyman Şeyhî, 1235/1819 yılında Köstendil’de vefat etti. Kabri, Bursalı M. Tahir Bey’in ifadesine göre Bulgaristan’ın kuruluşundan sonra başka binaya tahvil edilmiştir.
Süleyman Şeyhî Efendi tasavvufun hem amelî, hem de fikrî cihetiyle ilgilenmiştir. Dolayısıyla çevresinde geniş bir mürîd kitlesi oluşmuş, pek çok eser vermiştir. Onun eserleri tasavvufî adaba, tasavvufî tefekküre, terceme-i hal, tabakat ile şiir ve edebiyata dairdir.
Süleyman Şeyhî Efendi Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıf müellifler arasında en velüd olanlardan ikincisidir. Ancak XIX. yüzyıl gibi karışık bir dönemde yaşamış olması ve Köstendil’in İstanbul’dan uzaklığı sebebiyle yeteri kadar tanınmamıştır.
Müellif mutasavvıfımız, eserlerinin tamamına yakınım Türkçe yazmıştır. Osmanlı müellifleri arasında eserlerinin tamamını Türkçe yazanların sayısı pek azdır.
Eserleri
1. Lemeât-ı Nakşbendiyye: Şeyhi Şamizade Mustafa Efendi ile ağabeyi Çelebi İbrahim’in menakıbını anlatmak üzere yazılmış bir eserdir. Bk. A. Ü. Dil Târih ve Coğrafya Fakültesi Ktp. Yazma Eserler, M. Özak, 570; İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 2000.
2. Dîvân: Süleyman Şeyhî, kendisine ait iki dîvândan bahsediyorsa da bugün sadece biri mevcut ve matbûdur. Yazma nüshası İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 1784; İst. Bel. O. Ergin Yzm. nr. 758.
3. Zübde-i Nefehâtü’l-üns: Nefehât’ın özeti mahiyetindedir. Süleymaniye Ktp. H.H.P. nr. 579/ 2; AÜ. D.T.C.F. Ktp. Yazma Eserler, nr. 2477/2.
4. Şerh-i Kelâm-ı Kibar: Hz Ebû Bekir’e izafe edilen bir sözün açıklamasıdır, İ. Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
5. Mir’atü’l-muvahhidîn: Tasavvufî ıstılahların açıklandığı bir eserdir. Vahdet-i vücûd merkezli yorumlara yer verilmektedir, İ. Ü. Ktp. Serez, nr.1515; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469/ l, Süleymaniye Ktp. H.M.E., nr. 2567.
6. Mektûbat-ı Erbaîn: Türkçe mektuplardan oluşur. Şeyhî Efendinin yazdıkları île kendisine yazılan mektuplardır. İ.Ü. Ktp. Ty. 3460/ 7; Süleymaniye Ktp. M. Arif, M. Murad, nr. 213/1; İst. Bel. O. Ergin, Yzm. nr. 283.
7. Terkîbât-ı Erbaîn: Günlük hayatına dair bazı olaylar, bilgiler ile rüyalar ve tabirlerinden oluşur. Süleymaniye H.M.E. nr. 2710/2; Süleymaniye M. Arif- M. Murad, nr. 213/ 3; Î.Ü. Ktp. Ty, nr. 3469/ 6.
8. Te’vîlât-ı Erbain: Çeşitli konulara dair kırk hadisin şerhidir. Süleymaniye H.M.E. 2710/ l; Süleymaniye, M. Arif, M. Murad, nr. 213/ 4.
9. Mecmûatü’l-Ma’arif: Tasavvufî ıstılahları Türkçe açıklayan bir risâledir. Süleymaniye H.M.E., nr. 2549; İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 923/ 2.
10. Kûtü’l-uşşâk: Bir mukaddime, üç tavırdan (bölüm) meydana gelen tasavvufî konulardan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., H.M.E. nr. 2462.
11. Medar-ı Sâlikân: Lema’ât’ın özeti gibi Nakşbendiyye adabını anlatan bir risâledir. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2242/ 2.
12. Etvâr-ı Hâcegân: Konuları itibariyle Medar-ı Sâlikân’a. benzediği için aynı eser sanılmışsa da farklı olduğu anlaşılmaktadır. Nakşbendî usulü ile ıstılahlarından bahseder. İ.Ü. Ktp., Ty. nr. 2243/ 3.
13. Nükâtü’l-hikem: Bir mukaddime, üç fasıl ve bir hatimeden oluşan eser, genellikle insan-ı kamil, şeriat, tarîkat, marifet, ve hakikat kavramlarından bahseden hacimli bir eserdir. Süleymaniye Ktp. Serez, nr. 1510; Süleymaniye Ktp.. H.M.E., nr. 2563; AÜ. D.T:C.F. Ktp., Yzm., M. Con., nr. 371/ 2; Almanya Tübingen Devlet Ktp. Arşivi nr.1402.
14. et -Tali’a fî esrâri’l - ilâhiyyeti’s -sermediyye: Meratib-i vücüddan bahseden bir eserdir. Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1504; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 2573; İ. Ü. Ktp., Ty, nr. 923/1.
15. Şerh-i Kelâm-i Vâsıtî: Ebû Bekir Vasıtî’nm bir sözünü şerh için yazılmış risâledir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
16. Şerh-i Kelimât-ı Bedreddîn: Vâridattan alınan bir bölümün açıklaması ve yorumudur. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469, îst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm., nr. 283.
17. Şerh-i Kelâm-ı Câ’fer-i Sadık: Ca’fer-i Sadık’ın bir sözünün tasavvufî yorumundan ibarettir. İ.Ü. Ktp. Ty. nr. 3469.
18. Bahru’l-velâye: Bin civarında tasavvufî büyüğü anlatan bir süfî tabakalıdır. Son kısmında Köstendil meşâyıhına da yer verilmiştir. İ.Ü. Ktp. Ty., nr. 2535; Süleymaniye Ktp., H.H.P., nr. 579/1; Süleymaniye Ktp., H.M.E., nr. 5428; Almanya Berlin Devlet Ktp. 579/1.
19. Burûku’l-âşikân ve sülükü’l-mürîdân: Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1515. Ali Yılmaz tarafından Mollazade Süleyman Şeyhî Köstendilî Hayatı, Şahsiyeti, Eserleri ve Bahrü’l-velâyesi adıyla bir doktora tezi hazırlanmıştır (Ankara Ün. ilahiyat Fak. 1984). M.Ü. ilahiyat Fakültesi’nde Mustafa Ejder tarafından Köstendilli Mollazâde Süleyman Şeyhî Efendi’nin Mir’âtü’l-muvahhidîn Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998). Yine aynı fakültede Kazım Aydemir tarafından Köstendilî Süleyman Şeyhî’nin Kütü’l-uşşak ve Huldsatü’l-esrâr Adlı Eseri adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlanmıştır (İstanbul 1998).
10- YÛSUF EFENDİ (1282/ 1865)
Şumnuludur. Nakşbendî meşâyıhından ve ilm-i kıraat mutehassıslarındandır. 1282/1865 târihinde Edirne’de irtihal ederek Buçuktepe kabristanına defnedildi. Kur’an-ı Kerîm’in cem’i ve tertîbi hakkında “İm’ân fi cem’i’l-Kur’ân” (Edirne Badi Efendi Ktp. Nr. 2091) isminde bir eseri vardır. Şeyhlik seviyesine yükselmiş olmakla birlikte tasavvufa dair eseri yoktur. Kur’an ilimleriyle ilgili de olsa te’lif sahibi olması itibarıyla biz kendisini müellif mutasavvıflar meyânında zikrettik. Osmanlı Müellifleri’nin zikrettiği bu on müellif mutasavvıftan başka Bulgaristanlı müellifler vardır. İstanbul kütüphane kataloglarına şöyle bir atf-ı nazar edildiğinde hemen göze çarpıveren müellif mutasavvıflardan bazılarını eserleriyle şöylece sıralayabiliriz.
1. Ali Köstendilî: Telvîhât-ı Subhâniyye ve Mülhemât-ı Rahmâniyye (drl. Mehmet Şuhüdî), İst. Bel. Ktp. O. Ergin Yzm. nr. 345, Türkçe.
2. Saîd b. Mustafa Köstendilî, Tenbîhü’l-ihvân fi Ru’yeti’l-’ayn ve’l-a’yan, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmüd, nr, 3116, Türkçe.
3. İbrahim b. Abdullah Babadağî (ö.1184/ 1770), Teshîlüt-tarîka, Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 1582, Türkçe.
4. Alaeddîn Ali Çelebi b. Salih Filibevî (ö. 950/ 1553), Risâle fi deveranis-sufiyye, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi, nr. 860, vr. 125-126, Arapça; Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, vr. 122-125.
5. Salih Fakrî (Fikrî) Filibevî, Şerh-iBeyanü’l-hakaik, Sül. Tırnovalı, nr, 1423, Arp.
6. Rusçuklu Mustafa b. Carullah Beyanî (Ö.1006/ 1597), Tezkiretüş-şu ‘ara, Ankara 1997, Türkçe.
7. Ahmed b. Ebubekir Keşfi Samakovî, Şerhut-tarîkdti’l-Muhammediyye, Beyazıt Ktp., nr. 1611;
8. Yusuf b. Mustafa Silistresi, Sefînetü’l-muttakîn ila sebili Rabbi’l-alemin, Süleyman Ktp., Hekimoğlu, nr. 444, Türkçe.
Bunlardan Köstendilli Ali Efendi, Halvetî meşâyıhından bir zat olup Üsküdar’da medfundur. Şakayık Zeyli’nde İsmet Efendi onun hakkında bilgi vermektedir, (bk. s. 304-314)
Bulgaristan’dan yetişen mutasavvıflarla ilgili genel bir rakam vermek uzun araştırmalar gerektiren bir husustur. Ancak İstanbul ve Anadolu’da bulunan tarîkatların hemen hepsinin Bulgaristan’da tekkeleri ve temsilcileri bulunduğu biliniyor. Özellikle Halvetîlik ve Celvetîlik bunların başında gelmektedir. Celvetîyye tarîkatı pîri Azîz Mahmüd Hüdâyî’nin Anadolu’da ve Balkanlar’da görevlendirdiği 64 halîfenin 10 kadarının Bulgaristan topraklarında istihdam edilmesi, bu konuda bir fikir verir.[23]
DİĞER MÜELLİF MUTASAVVIFLAR
Osmanlı Müellifleri’nin telifinden sonra Bulgaristan’da yetişmiş iki önemli müellif-mutasavvıf dikkat çekmektedir. Onlar da Filibeli Ahmed Hilmi ve Tırnovalı İsmail Fenni Ertuğrul’dur. Şimdi bu iki zatı kısaca tanıtalım.
11- FİLİBELİ AHMED HİLMİ (1281/1865-17 EKÎM 1914)
1281/1865 yılında Filibe’de doğdu, ilk tahsilini Filibe müftüsünden aldı. Daha sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanîsi’ni bitirdi. Bir müddet ailesiyle İzmir’e gitti. Devir Abdülhamid Han devridir ve ortalıkta dolaşan “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” gibi sloganlar onu da etkilemiş, bir ara güya istibdada karşı mücadele hevesiyle Mısır’a kaçmış, orada “Çaylak” isimli bir gazete çıkarmıştır. Jön-Türk heyecanı onu da sarmış görünmektedir.
1901 yılında İstanbul’a gelir, fakat kısa bir süre sonra Fizan’a sürgüne gönderilir. Ahmed Hilmi Bey 1908 Meşrutiyet ilanına kadar Trablusgarp’ta kalmıştır. Burada bulunduğu yıllar kendisinin tasavvuf ve tarîkatla tanıştığı yıllardır. Orada Kadiriyye şubelerinden Abdullah Selam Esmer Arûsi’ye bağlı bulunan Arûsiye koluna intisâb etti. Muhyiddîn Arûsî takma adıyla İki Gavs-i Enam ile Abdülhamîd ve Senûsîler adı ile iki eser kaleme aldı. Ahmed Hilmi bu eserlerinde tarîkat mensuplarının Kuzey Afrika’da Müslüman fakir halk üzerindeki etkisini ve Türkleri sevmeyi adeta tarîkat şartı gördüklerini anlatır.
Ahmed Hilmi Bey beş-altı yıllık sürgün hayatından sonra daha bir olgunlaşmış olarak 1908 Meşrûtiyetiyle birlikte İstanbul’a döndü, İstanbul’da İttihâd-ı İslam ismiyle haftalık bir gazete neşretmeye başladı. Gazete ancak 19 sayı çıkabildi. Daha sonra İkdam ve Tasvîr-i Efkar gazetelerinde yazdı.
1910 yılında Hikmet adlı İslamî bir gazete çıkardı. Bu gazetede şeyh Muhyiddîn-i Arüsî takma adıyla tasavvufî yazılar yazdı. 1911’den itibaren Hikmet dergisinin yanı sıra Hikmet gazetesini de çıkarmaya başlayarak İttihad ve Terakkî hükümetine karşı mücadele cephesi açmış bulunuyordu. Pek çok olay üzerine kapatılan gazetenin sahip ve başyazarı Ahmed Hilmi Bursa’ya sürgüne gönderildi. Fakat mücadeleden yılmadı. Meşrutiyetten ölümüne kadar geçen altı sene gibi kısa bir zaman dilimine kırk kadar eser ve yüzlerce makaleyi sığdırabilmiştir.
Bir ara Dârü’l-fünûn’da felsefe profesörlüğü de yapan Ahmed Hilmi, felsefe ve tasavvuf konularındaki derinliği ile dikkat çekmektedir.
19. yüzyılın pozitivist ve materyalist felsefî telakkisine karşı fikri mücadeleyi de elde bırakmamış Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti adlı bir eser yazmıştır. 17 Ekim 1914’te bir yemek zehirlenmesinden vefat etmiştir.
Ahmed Hilmi Bey’in sayılan kırkı aşkın eseri bulunmaktadır. Biz burada sadece tasavvufî olanlarına temas edeceğiz:
1. Asr-ı Hamîdî’de Âlem- İslam ve Senûsîler: 124 sayfalık eserde müellif Şeyh Ahmed Senûsi’nin İstanbul’a gelişi münasebetiyle Kuzey Afrika’daki tasavvufî hayat ve tarîkatları anlatmaktadır.
2. İki Gavs-i Enam Abdülkadir ve Abdüsselam (İstanbul 1331): Ahmed Hilmi bu eserinde Abdülkadir Geylanî ve Abdüsselam Esmer’i menkıbevî tarzda anlatmaktadır. Bu eserinde Tarîkatlar ve Ricâl diye bir eserinin varlığından söz ediyorsa da bugün mevcud değildir.
3. A’mâk-ı Hayal: Râcî’nin Hatıraları: (İstanbul 1326). Tasavvufî üslupla yazılmış bir romandır.
4. Tasavvuf-i İslamî
Tamamlanıp neşir imkanı bulunamamış eserleri:
5. Bektâşîler
6. Şeyh Bedreddin
7. Gazal-i Bedeviye.[24]
12- TIRNOVALI İSMAİL FENNÎ ERTUĞRUL (ö. 1945)
1271/ 1855’te Tırnova’da doğdu. Babası Tırnova mahallî idare meclisi azası Mahmûd Bey’dir. İlk tahsilini Halvetî Melamî ricâlinden Ahmed Amiş Efendi (ö.l920)’nin Tırnova’daki sibyan mektebinde yaptı. Sibyan mektebini tamamladıktan sonra medreseye devam ederek İslamî ilimlerde ikmali nüsah eyledi. Medresede talebe iken bir yandan da muhasebe kalemine devam ederek muhasebe öğrendi. Vâridat mukayyidliği ile muhasebecilik mesleğine başlamış oldu. Daha sonra Tırnova muhasebeciliği görevine getirilen Cûdi Efendi’den hem muhasebe bilgisini geliştirdi hem de mûsikî meşk etti. Tırnova’nın Ruslar tarafından işgali üzerine 1876’da İstanbul’a hicret etti. Çeşitli mali görevlerde bulunduktan sonra 1909’da emekli oldu. Eserlerini emekli olduktan sonra vefatına kadar olan dönemde yazdı.
Tasavvufa olan ilgisi, Tırnova’da iken sıbyan mektebinden talebesi olduğu Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi vasıtasıyla başlamış, gelişerek devam etmiştir. Söz konuşu şeyhten ameli olarak tasavvuf öğrendiği gibi tasavvufun tefekkür tarafım da ihmal etmemiştir.
Yaşadığı dönemdeki pozitivist ve materyalist cereyanlara karşı o da Filibeli Ahmed Hilmi gibi duyarlılık göstermiş ve Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali (İstanbul 1928) adıyla bir eser kaleme almıştır. Yine Dozy’nin Târih-i İslamiyet adlı eserme İzale-i Şükuk (İstanbul 1928) adıyla cevap vermiştir. Tasavvuf vadisinde ise Vahdet-i Vücüd ve Muhyiddîn-i Arabî (İstanbul 1928) adıyla özgün bir çalışma yapmıştır, İ.Fenni bu eserinde tasavvufî tefekkürün büyük temsilcisi İbn Arabî’nin görüşlerim savunmaktadır. Bu çalışma Mustafa Kara tarafından yeni harflerle yayımlandı (İstanbul 1991).
NETÎCE
Bahse konu on iki müellif mutasavvıftan dördü Celvetî, üçü Halvetî, üçü Nakşbendî, biri Sa’dî, biri Kâdirî’dir. Bu duruma göre Bektaşîliğin dışında Bulgaristan’da en etkin tarîkatın Celvetîyye olduğu söylenebilir. Bunu Halvetiyye; XX. yüzyıldan sonra ise Nakşbendiyye izlemektedir. Yine incelediğimiz müellif mutasavvıf on iki şahsiyetten dördü Filibeli, üçü Şumnulu, diğerleri ise Sofya, Köstendil, Rusçuk, Tırnova ve Aydos şehirlerindendir. Bu durum Filibe’nin entelektüel yapısını teyit etmektedir.
Bulgaristan’da yetişen bu müellif mutasavvıflar arasında en velüd olanı elbette İsmail Hakkı Bursevî’dir. Onu Köstendilli takip etmektedir. Ardından Atpazarî, Nüreddinzâde, Bâlî Efendi ve diğerleri gelmektedir.
Bulgaristan’ın kültür târihinin yazılabilmesi için tasavvufun en önemli kurumları olan tekke ve tarîkatlar, sûfî ricâli eserleriyle ilim dünyasına tanıtılması ve yazma eserlerin neşredilmesi gerekir. Bizler M.Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf ana bilim dalı olarak bu konuya ayrı bir önem atfetmekte ve bu bölgeden yetişen müellif mutasavvıfların yazma eserlerini yüksek lisans ve doktora çalışması olarak vermekteyiz. Diğer ilim dalları ve müesseselerin de konuya ilgi göstermelerim temenni ederiz. Ayrıca Bulgaristan ve Sofya Kütüphaneleri’ndeki Osmanlıca Arapça ve Farsça yazma eserlerin Arapça ve Türkçe toplu bir katalogunun neşredilmesi araştırmacılar için fevkalade önem arz etmektedir.
Bir temenni ile tebliğimi bitirmek istiyorum: Bulgaristan’daki şehir ve kasabaların yerlerini gösteren ve târihi adları ile çağdaş adlarını veren İngilizce ve Türkçe atlas ve haritalar hazırlanması araştırmacılar için çok faydalı olacaktır.
[1] DİA, “Deliorman” mad., X, 141.
[2] Vakıflar Dergisi, 1942, II, 279-386.
[3] Barkan-Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, 943/1546 yılları; Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, s. 301.
[4] bk. Barkan, agm. s. 293.
[5] bk. “Vakıfların Milli Birlikteki Rolleri ve Demir Baba Türbesi”, Vakıflar Dergisi, 1988 sy. XX, s. 400.
[6] bk. Kemal Daşçıoğlu, 1827 (1243) Târihli Muhalle/at Defterine Göre Bektâşî Zaviyeleri, S. Demirel Ü. Sosyal Bil. Ens. Isparta 1996.
[7] İA, XI, 446.
[8] bk. Baki Öz, Alevilik ile ilgili Osmanlı Belgeleri, İstanbul 1995, s. 140 vd.
[9] bk. H. Kâmil Yılmaz, Hüdâyî, s. 102-106.
[10] DÎA, VI, 406-407.
[11] DİA, V, 20.
[12] bk. Tahir, OM, 1,42; Belgradî, Silsiletü’l-mukarrabîn ve menâkıbu’l-müttakîn, Süleymaniye Ktp, Şehid Ali Paşa, nr. 2819.
[13] Bk. Ataî, Şakdik Zeyli, I. 212 vd.; Belgrâdî, Silsiletü’l-mukarrabîn, vr. 113a-114a; Süreyya, SO, IV, 494 vd.; Tahir OM, 161; Yılmaz, Hüdâyî, s.48, dn 33.
[14] Bk. Osman Fazlı’nın hayatı hakkında Bursalı İ. Hakkı, Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca Uşşâkîzdde Zeyli, 686 vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, n, 43b; Tahir, OM, 1,15; Yılmaz, Hüdâyî, s.247 vd.; DİA, IV, 83 vd.’da eserleri tanıtılmaktadır.
[15] Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 16-17, (1998-99), s. 7-54.
[16] Bk. Şeyhî, age, II, 96, Uşşakîzâde, age, 124 vd.; İsmet Efendi, Tekmiletü ‘ş-Şekâik, 496-472; Tahir, OM, 1.28; Yılmaz, Hüdâyî, 133, 290.
[17] Mustafa Fenâyi, Şumnulu Dîvânı, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr.160, vr.123, Türkçe.
[18] Bk. Bursevî, kendi hayatı hakkında Tamâmu’l-feyz, Kitabü’l-hitâb, Silsile-i Celvetîyye adlı eserlerinde bilgi verir. Ayrıca bk. Uşşakîzade Zeyli, 686vd.; Şeyhî, Şakayık Zeyli, II, 43b; Tahir, OM, I, 28 vd.; Yılmaz, Hüdâyî, s.249 vd.
[19] Bk. Ali Namlı, Türkiye Akademik Tasavvuf Araştırmaları Bibliyografyası, İstanbul 1997.
[20] Dîvân, 1994, ÎSAM., T. 811.218 /ZAR. P.
[21] Bk. Tahir, OM, I, 109.
[22] bk. Terkîbât, vr. 210.
[23] bk. Yılmaz, Hüdâyî, s. 130-138.
[24] bk. Ziya Nur, İslam Târihi, İstanbul 1974, esere yazılan mukaddime.
Kaynak: www.hasankamilyilmaz.com
4 Ekim 2010 Pazartesi
2 Ekim 2010 Cumartesi
Emin Saraç Hocaefendi ile yapılan mülakattan Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili bölüm
Türkiye'de yayınlanan RIHLE Dergisi'nin Emin Saraç Hocaefendi ile yaptığı mülakatın bir bölümü Bulgaristanlı Ahmed Davudoğlu Hoca ile ilgili. Okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. (Son devir İslam alimlerinden olan Ahmed Davudoğlu ile şuanki Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ayrı ayrı kişilerdir. İsim benzerliğinden dolayı bazen aynı kişi sanılıyor, halbuki öyle değil.)
Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca "hazâ hocaefendi" denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
M. Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu hocaya "Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini" yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim'i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat'ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: "Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü's-Selâm'ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu."Davudoğlu hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu hocayı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu hoca orada iz bırakmıştı. Nitekim İstanbul'a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik. Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat'a böyle bir teklifte bulundum. "O halde hocayla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim" dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu hocaya bu teklifi açınca "Emin hoca, sen bizi Kaf dağında görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?" dedi. "Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu'l-Merâm'ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu" dedim. Düşündü… Düşündü… "Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari" dedi. Kitap çıktığında bana, "Senin nüshan hazırdır. Gel al" dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu.Bir de Fethu'l-Mulhim Şerhu Sahîhi Muslim kitabına o zaman Muhammed Takî el-Osmânî'nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti'nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.
Ebubekir Sifil: Hocam sizi yorduk, Ahmed Davudoğlu hoca hakkında da bir şeyler söyleyebilir misiniz?
Emin Saraç: Ahmed Davudoğlu hoca "hazâ hocaefendi" denilecek bir zat idi. Memleketimizin son olarak tanıdığı fakih, halûk, hâlis ve firaset sahibi bir hocaefendidir. Çok hâlis bir insandı… Allah rahmet etsin. O da Zahid Efendi ve Mustafa Sabri Efendi hocalarımıza meftun idi.
M. Fatih Kaya: Ahmed Davudoğlu hocaya "Sahîh-i Müslim tercüme ve şerhini" yazmayı siz mi teklif etmiştiniz?
Emin Saraç: Evet… Çünkü Mehmet Sofuoğlu, Buharî ve Müslim'i tercüme etmişti. Sönmez Neşriyat'ın yazıhanesinde oturuyorduk. Dedim ki: "Bu hadis kitaplarımızı mücerred tercüme etmek milletimizi idlâl eder. Bunları izahlı ve şerhli neşretmek lazımdır. Bunu da ancak Davudoğlu hoca yapabilir. Zira kendisi Sübülü's-Selâm'ı tercüme etti. Bu sahada epey bir melekesi oldu."Davudoğlu hoca, Ezher Şeriat Fakültesi mezunudur. Ben oraya gittiğimde fakültenin ileri gelen hocaefendileri Ahmed Davudoğlu hocayı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı. Yani Davudoğlu hoca orada iz bırakmıştı. Nitekim İstanbul'a döndükten altı gün sonra İmam Hatip mektebine çağrıldık ve orada hoca olarak tayin edildik. Davudoğlu hocayla ilk defa burada karşılaştık. Kendisi beni öyle sıcak karşıladı ki sanki çoktan beri tanışan iki dost gibiydik. Aramızdaki bu muhabbetten cesaret alarak Sönmez Neşriyat'a böyle bir teklifte bulundum. "O halde hocayla sen samimi olduğuna göre Sahih-i Müslim tercümesini hocaya kabul ettirebilirsen neşredelim" dediler. Bir gün sabah saat sekiz ya da dokuz sıralarında kalkıp evine gittik. Ben Davudoğlu hocaya bu teklifi açınca "Emin hoca, sen bizi Kaf dağında görüyorsun. O kadar büyük dağlara çıkabilecek gücümüz mü var ki?" dedi. "Allah size o kudreti ve melekeyi vermiş. Bakınız Efendim, Bulûğu'l-Merâm'ı ne güzel yaptınız. Büyük bir hizmet oldu" dedim. Düşündü… Düşündü… "Hadi bakalım tevekkeltü alallah deyip başlayalım bari" dedi. Kitap çıktığında bana, "Senin nüshan hazırdır. Gel al" dedi. Fakat ben kitabı gidip alıncaya kadar o, ahirete irtihal etti. Allah rahmet etsin.Hakikaten, dikkat ederseniz kitap hem beyan, hem de malumat bakımından gayet güzel oldu.Bir de Fethu'l-Mulhim Şerhu Sahîhi Muslim kitabına o zaman Muhammed Takî el-Osmânî'nin ilavesi yoktu. İlim Yayma Cemiyeti'nin yurdunda kalan Pakistanlı bir talebeye dört ciltlik o kitabı getirtmiştim. Velhasıl Davudoğlu hocamız sözüyle amel; fetvasına temessük edilebilecek hüccet bir insan olarak memleketimizdeki son neslin temsilcisiydi.
1 Ekim 2010 Cuma
Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri
Dr. İsmail Cambazov
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri
Dr. İsmail Cambazov
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.
Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.
Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.
Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:
Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.
Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.
Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.
Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.
Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.
Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.
İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)