19 Haziran 2017 Pazartesi

Belene: Ölüm tarlası!, Tarık Sezai Kartepe

Belene: Ölüm tarlası!
Kamyonlara tıkış tıkış doldurulan ilk kafile, zifiri karanlığı yırtan vahşi doğadan gelen sesler eşliğinde Belene’ye ulaşmıştı.
Günlerce aç susuz bitab kalmış, kımıldamadan duran, elleri ayakları bağlı mahkumlar, kasadan itilerek iki metreden aşağı yuvarlandı.
Tortop olmuştu, her biri. Omuzlarının ve dizlerinin dayanılmaz acısına aldırmadan ayağa kalkmaları emredildi.
Kafa travması yaşıyordu, pek çoğu.
Osmanlı’da 4 asır huzur ve bereket kokan 80bin dönümlük Belene, kara günlere namzetti.
Dudakları susuzluktan gövermişti. Daha bir yudum suya kavuşmadan apar topar ormana götürülenler, belleri kadar kalın odunları çektiler, durmadan.
Düşen vuruluyor;  vurulan, torbaya konup Tuna’ya bırakılıyordu.
Yılanlar timsahlar, daha suya düşer düşmez etini kemiğinden ayırıyor, fıtratlarının gereğini yapıyorlardı.
Ne de olsa onlar hayvandı, Bulgar değildi.
Varnalı Muhammed, Hasköylü Kazım, Pazarcıklı Yusuf, Yukarı Cumalı Emin, Kırcaalili Necmi, Orhaniyeli Davut, Harmanlılı Bekir, Plevneli Sebahattin…
Gölgenin en uzun olduğu vakitte düdük sesiyle binler toplanıyordu.
Menüde domuz kulağı vardı. Daha ilk kaşıkta kusanlar, bir uyarıyla irkildiler: “Yaşamak için yemelisiniz!”
Dünyada cehennemi yaşamaktı, bunun adı. Bulgar, ne çabuk Bizans günlerine dönmüştü.
Mahkumların yüzünde haklı bir gurur okunuyordu. Herbiri köyünde kentinde devleşmişti.
Nuri Turgut Adalı, daha dün sınıfında ilim saçan bir ışıkken şimdi buradaydı.
Daldı gitti, gözleri. “Öldürenler gafil, ölenler haklı; düşünen kafalar zindanda saklı” idi.
“Özgürlük uğruna her şey yapacak; Marks’a değil ancak Hakk’a tapacak; karanlığı bir gün yurttan kovacak”tı.
Kampta her dakika ölüm var; ama mezarlık neden yoktu?
Oturduğu sandıktan dayanılmaz bir koku gelir.
Sorar gardiyana:
“Nedir bu?”
“Senin gibi bir mahkum. Öldü. Şimdi onu domuzlara atacağız.”
Roman/Pomak/Türk mahkumların sonu bu idi.
İşte götürülüyor. Az sonra bir domuzun kursağında yok olup gidecek.
Ama ahirette tüm azaları bir araya geldiğinde hesap soracak, tüm katillerden.
Adalı’nın 23 koca yıl geçmişti. Almadığı ceza, girmediği cezaevi kalmamıştı.
Neler görmüştü, bu gözler!
Ağaç çekerken kenara birkaç odun ve ip bırakan mahkumlar, sayımdan sonra kıyıya iner, derme çatma sal yapıp Tuna’yı aşmanın yoluna bakarlardı.
Çok geçmeden izlenirler, Tuna mezarları olurdu. Kurtulabilen birkaç kişi için adeta cennete kavuşmaktı, sınırın öte yakası.
Yakalanmak ölmekten zordu. Karanlık zindanlarda çarmıha gerilirler, aç fareler ayak parmaklarından başlayarak koskoca bedeni birkaç dakikada yok ederlerdi.
Çığlıklar Belene’nin her yanından duyulur; sabahlara kadar süren işkence faslı 100bin mahkumun sonu olurdu.
Herbiri bir önderdi halkı için. Aleksandır, İvanka, Nikol olmayı reddetmişlerdi.
Hilal haça galip gelecekti; giden bir bedendi, feda ederdi.
Yiğit kadınlar ise dağılmışlardı, her bir cezaevine…
Filibeli Emine, İslimiyeli Yasemin, Aydoslu Fatıma, Vidinli Ayşe… Asla olamazdı, Monika, Melis, Emilya, Katrin…
Çünkü isim kimlikti. Kimliğini düşüren yolunu kaybederdi.
Kavurucu sıcakta tarlalarda ırgat kadınlar, kokusuna hasret yavrularını özlüyor, iki satır yazamıyorlardı.
Gün oldu, Ankara kapıları açtı. Bulgar’ın istediği tam da buydu. ‘Müslümansız Bulgaristan’ emeline hizmet ediyordu, 2 başkent.
 Terkedilen mülkler, Jivkov’un gangsterlerince iç edildi. Boşaltılan Bulgaristan, gönül eri Sarı Saltuk ile cihad eri 2. Murat’ı bekliyor.
6 aylık Türkan bebek katillerinin bulunmasını istiyor.

Tarık Sezai Karatepe


Hiç yorum yok: