8 Temmuz 2011 Cuma

BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR


BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR[1]

Yazan: Plamena Stoyanova
Bulgarca’dan tercüme eden: Basri Zilabid

5 Ekim 1912 tarihinde Balkan Savaşı patlak verir. Bulgaristan’ın her yerinde var olan umut ve heyecan basına da yansımış durumdadır. En aşırı eleştiriyi adet edinmiş muhalif basın bile Hristiyan Balkan devletlerinin bu siyasî ve askerî hareketini, “Asyalı istilacıya” karşı hakiki bir birlik olarak görmekte ve onaylamaktadır. Türkiye, Balkan topraklarından sürülmeli, kazanılan topraklar ise kendi aralarında paylaşılmalıdır. Bütün gözler cereyan eden askerî hareketlere dikilmişken, cephe gerisinde de savaşın kızıl kıyametinden geri kalmayan dramatik olaylar yaşanmaktadır.
Savaşın daha ilk aylarında Bulgar Ortodoks Kilisesinin teşebbüsü, Çar Ferdinand’ın, Geşov hükümetinin ve VMRO[2] yönetiminin desteği ile Pomakların hristiyanlaştırılması başlar[3].
St. Şişkov’un yazdığı gibi, “Bu fırsat her zaman bulunmayan, en uygun, en elverişli bir andı, o gün bütün gerekçeler hem insanî, hem hristiyanlığa uygun hem de doğru idi.”[4] Siyasî olayların gidişatı gereksiz gürültü ve tantana yapmadan asimilasyon politikası yürütmenin mümkün olduğu anlamına geliyordu. Hükümetin her attığı adımı tenkit etmeyi adet edinmiş muhalif gazeteler bile bu meseleyle ilgili 1913 yılının sonuna kadar herhangi bir habere yer vermemişlerdir.
Sadece Tsırkoven Vestnik (Kilise Gazetesi), Filibe Metropoliti Maksim’in idaresi altında başlayan hristiyanlaştırmayı öven makaleler neşreder. Gazete sayfalarında Pomaklar, Nisan Ayaklanması (1876) ve Rus-Türk Savaşı (1877-1878) gibi Bulgar kurtuluş mücadelesinin en kritik anlarında Bulgar karşıtı hareketlerde bulunmakla açık açık itham edilmişlerdir. Pomaklar ki, “… bir zamanlar bizim erkek ve kız kardeşlerimiz olan bu insanlar bizim en büyük, en acımasız ve en fanatik düşmanlarımız olmuşlardır.”[5] Ancak hemen arkasından şöyle bir açıklama gelmektedir: “Fakat bunun için onların bir suçu yok, onların kaderi herkesçe malum, çok kötü bir kader…”[6]
Pomaklar, dağlık bölgelerde yaşarlar, resmî zevatın bir kısmına göre Osmanlı istilası esnasında zorla İslamlaştırılmışlardır. Müslümanlıkları sebebiyle Bulgarlarca, dil farklılığı sebebiyle de Türkler tarafından izole edilmiş ve muhtemelen “yeni mühtedilere” yan gözle bakılması sebebiyle İslam dinini Bulgar dili ve âdetleriyle telif eden kapalı bir toplum olarak ortaya çıkmışlardır.  Balkan Savaşı’nın başlamasıyla onlar için de kötü günler başlamış, “Büyük Bulgaristan” hayali dinle ilgili yeni endişeler doğurmuştur. Pazarcık şehrinin önde gelenleri “Farklı dinler, farklı yabancı idealleri getirir”[7] diye Başbakan İvan Geşov’a mektup yazar ve esaret yıllarında Bulgarların Rumlaşarak, Romenleşerek veya Türkleşerek milyonlarca soydaşını kaybettiğini dile getirirler. “Kiliseye gereken şey, cemaatini aramaktır”, yani onları din vasıtasıyla Bulgarlaştırması gerekir.[8] Hedef tahtasına ilk olarak kurtarılmış bölgelerde yaşayan Pomaklar oturtulmuştur. Hristiyanlaştırmanın müteşebbislerine göre Bulgar hristiyanlarla Pomakların Müslüman kalbi arasındaki uçurumun bertaraf edilmesinin tek yolu, onları hristiyanlaştırmaktır.
Böylece Bulgar ordusunun zafer sarhoşluğu ortamında, 1912 yılı sonundan 1913 yılının yaz aylarında kadar, Rodoplarda, Batı Trakya’da ve Makedonya’da yüzlerce yerleşim yeri (köyler, mahalleler, kulübeler) hristiyanlaştırılmıştır. Bu bölgelerde hristiyanlaştırılanların sayısı 200.000 civarındadır[9]. Seçime yer yoktur: “Hristiyanlığı kabul etmeleri gerektiğine dair mesele Pomakların önüne açıkça ortaya konulmuştur.”[10] Kilise ve hükümetin baskısına, her tarafa korku salan çetelere dayanamayan Pomaklar hristiyanlığın safına geçerler.
Vaftizler genellikle bütün köy için topluca yapılır. İnsanlar köy meydanına toplanır, üzerlerine kutsanmış su serpilir, haçı öperler ve İslam’dan yüz çevirdiklerinin simgesi olarak domuz etinden bir parça yedirilir. Bundan sonra erkekler feslerini Bulgar şapkası ile değiştirmekte, kadınlar ise feracelerini çıkarıp hristiyan kadınların kullandığı başörtüsünü takmak mecburiyetinde bırakılmaktadır. Yeni hristiyan olanlar hristiyan isimlerini de onları vaftiz eden papazlardan alırlar[11]. “Ben Türk’üm, Bulgar olanı istemem”[12] gibi ifadeler fanatizm olarak görülmüş, evlerinde gizlenenler ise güvenlik güçleri tarafından çıkarılmış ve onlar da vaftiz edilerek hristiyanlaştırılmış. Minarelerin dibine bomba konularak havaya uçurulduğuna, baskı uygulandığına[13], dinini muhafaza etmek için fidye ödendiğine[14] dair kanıtlar vardır. İntiharla son bulmuş gerçek insanî trajediler de söz konusudur.[15]
35 yıldır yani Kurtuluş’tan (1878) bu yana İslam’dan vazgeçip Bulgar olarak temayüz etmelerinin beklentisinde olan hristiyanlaştırmanın müteşebbisleri tarafından suçlanan bu insanların trajedisini anlatabilmek zordur[16].
Zorla dinlerinin değiştirilmesi onların bütün dünyalarını allak bullak eder. Bulgar dilini muhafaza etmiş olmalarına rağmen, onların bakış açıları yüzyıllardan beri İslam dini tarafından şekillenmiştir. İsimlerinin değiştirilmesi, yabancı gözlere karşı yüzlerinin bile kapalı olması gereken kadınların feracelerini çıkartmaları, birden fazla eşi olan erkeklerin zorla ikincisini boşamak zorunda bırakılması[17], Müslüman olarak pis saydıkları hayvandan bir parça etin yenilmek zorunda bırakılması onların hayatlarına yapılmış çok acı bir müdahaledir.
Resmî olarak kilise hristiyanlaşmanın gönüllü olduğunun[18] borazanlığını yapsa da, hatta bu isteğin Pomakların kendilerinden geldiğini söylemeye kalksa da, kilise misyonerlerinin raporları gerçek tavrın ne olduğunu ortaya koymaktadır: “Özellikle yaşlı insanlarda yeni dinin onlara büyük bir acı verdiği görülüyor”[19].
Kilisenin hristiyanlaştırma esnasında zorlama olmadığı hakkındaki değişmez tutumu bu inisiyatifin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra da aynı şekilde kalacak, hatta Filibe Metropoliti Maksim kendi hayat hikâyesini anlattığı hatıratında bir kez daha zorbalığı inkâr edecek, ancak “bazı yerlerde bu gibi olaylar olduysa bunlar istisnai ve mahalli olaylardır.”[20] diyecektir.
Buna karşılık Pomakların oldukça sık rastlanan aktif ve pasif karşı koyma eylemleri olmuş, bu eylemler Bulgar ordusunun savaş meydanındaki başarı durumuna göre çeşitli şekil ve ölçülerde kendini göstermiştir.
1913 yılının başlarında Er Köprü, Dryanovo ve Bogutevo köylerinin sakinleri hristiyanlaştırma esnasında uygulanan zulmü protesto ettikleri ve açıkça 500 yıl önce kendilerinin İslamlaştırılmasıyla benzerlik kurdukları bir mektubu Bulgaristan Millet Meclisi Başkanı S. Danev’e gönderirler. Mektup anonimdir. Mektubu yazanlar isimlerini yazmaya cesaret edememişlerdir.[21] Bu Pomakların tepkilerini ifade ettikleri tek belge değildir. Ancak o da diğer bütün protestolarda olduğu gibi neticesiz kalmıştır.
Hristiyanlaştırma devam etmektedir, ancak Pomaklar da kendileri için yeni olan hristiyanlık kanunlarını atlatacak yolları bulurlar. Mesela, hristiyanlarla akrabalık tesis edilmesini önlemek için 12-13 yaşındaki erkek ve kızların çabucak evlendirilmesi. İmamlar hristiyanlığa meyilli Pomak ailelerini sistemli bir şekilde hesaplaşmakla tehdit etmekte, zenginler ise bazı Pomakları evlerinde saklamaktadır.[22] Birçok Müslüman baba, papazların evlerine girmesine müsaade etmemektedir. Papazlara göre ise bu “Asya fanatizmi” hem kendi çocuklarının kurtulmasına hem de sadece hristiyanlığın onların kadınlarına verebileceği hürriyete engel olmaktadır.
Erkekler hristiyanlığı kabul etmeye zorlanacakları ihtimaline karşı evlerinden uzak genellikle dağlara çıkarlar veya kendilerine ya da başkalarına ait hayvan sürüleriyle dolaşırlar. Papazlara göre, bu meselenin çözülebilmesi için sürü sahiplerinin bulundukları yerde hristiyanlaştırılması, diğerlerinin ise köylerine döndürülüp yeni dine o kadar da meyilli olmayan akrabalarıyla beraber hristiyanlığı kabul etmeleri gerekir.[23]
Kilise idaresinin açıkgözlülüğünü belirtmeden geçemeyiz. Türk ordusunda görev yapmış ve esir düşmüş Pomakların hristiyanlığı kabul etmeleri halinde evlerine dönmeleri/salıverilmeleri hakkındaki teşebbüs onlara ait. Esirlerin bu isteklerinin yerine gelmesi için resmî olarak dilekçe vermeleri gerektiğinden, bu belgeler “babalar evlerine döndüklerinde aile efradının kötü duruma düşmemesi için” ailelerinin de acele ile hristiyanlaştırılması için kullanılmıştır[24].
Kilisenin eski imamlara emekli maaşı bağlanması teklifi de oldukça ileri görüşlüdür.[25] Şiddetli dirençlerini kırmak için onlara hayatta kalma alternatifi sunmak, bundan daha iyi bir yol mu var?
Buraya kadar anlatılanlardan sonra bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiğine inanmak zor olsa da böyleleri var, ancak bunun da değişik sebepleri vardır. Kilise idaresine göre bunlardan bazıları Bulgar hristiyan halkına karşı aşırı hareketlerde bulunmuşlar ve kendilerinden intikam alınmasından haklı olarak korkuyorlar. Diğer bir kısmı evlerine dönebilmek için hristiyanlığı kabul eden esir askerlerden oluşmaktadır. Üçüncüleri de ekonomik sebeplerle bağlantılı, gerçekten çok sayıda dilekçe var. Hristiyanlaştırma misyonuyla görevli öğretmen ve papazların raporları Pomak ailelerinin sefalet ve kötü sağlık şartlarında yaşadıklarına şahitlik ediyor. Bazı köyler ateşe verilmiş, Türk ordusunda askerlik yapmış kişilerin evlerinde açlık çekiliyor, kış aylarında ise bütün bunlara kolera salgını da ekleniyor.
Birçok Pomak hanesi, Bulgarlar tarafından yağmalanmış ve Filibe Metropolitliği kendi cemaatine el konulan malların sahiplerine iade edilmesi çağrısında bulunma mecburiyetinde kalmıştır. Kilise, “büyük acılara maruz kalmış Pomak halkına” ve dinlerine geri dönmüş kardeşlerine destek için yardım toplamış ve dağıtmıştır.[26]
Eski dinlerine dönmeyen tahrip edilmiş Pomak köyleri içinse kaynak sadece bir kalem için ayrılabilir. Bu paralarla zarara uğrayanlar sadece kışı geçirebilecekleri barakalar yapabilir. Belgede “merhamet adına yapılmış bir davranış” olarak geçen bu hadise gelecekte bu kişileri hristiyanlaştırma fikri ile çok sıkı bağlantılıdır. Ne demişler, bu dünyada karşılıksız bir şey yoktur.[27]
Pomaklar arasında bu duruma “fırtına geçinceye kadar” rıza göstermeye karar vermiş azımsanmayacak bir kitle de vardır. Ancak şuna kesin olarak inanmaktadırlar: “savaş sona erip barış sağlanınca … biz tekrar Müslüman olacağız”[28]. Yine bu kişiler ormanlarda gizlenmekte ve Allah’a karşı ibadetlerini yerine getirmektedirler. Genç aileler yeni doğan çocuklarını vaftiz etmemekte, cenazeler ise papazın gelip hristiyanlığa göre ayin yapmasına fırsat verilmeden gömülmektedir. Dışarıda hristiyan gibi gözükmekte evlerinde ise Müslüman olarak yaşamaktadırlar.
Vladimir Ardenski, araştırmalarında bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiklerini belirtse de, bu hiçbir surette kitlesel bir olay değildir.[29]
Kilisenin Pomakları hristiyanlaştırırken camileri kilise ve okullara çevirirken[30] ve İslam ahlakını hristiyan ahlakıyla değiştirirken sadece “Kilise Gazetesi” bu olayları dile getirir. Tabii ki, yapılanları olumlu karşılayan bir üslupta. İkinci Balkan Savaşı’nın başlamasıyla (16 Haziran 1913) tenkitlerini arttıran muhalif basın bu konuda suskunluğunu sürdürmektedir.
Gazete sayfalarında yayınlanan ilk bilgiler 1913 yılının sonlarına doğru kısa haberler şeklinde ve yapılacak seçimler sebebiyledir. Filibe gazeteleri ve “Narodni Prava” (Hukuk-u Milliye) gazetesi M. Takev’in Pazarcık’ta yaptığı seçim konuşmasını yayınlar. Pomakların önünde Takev: “… Kilise çanlarının eritilip sığırlarınızın boyunlarını süslemesini istiyor musunuz?… Dininizi, imanınızı geri almak istiyor musunuz? O zaman Demokrat Parti’ye oy veriniz!”[31] Pomakların hristiyanlaştırılmasına açıkça karşı çıkan az sayıdaki siyasetçilerden biri olan Takev böyle bir konuşma yaptığını inkâr etmektedir[32]. Filibe valisi Sayın Dimitrov’un Takev’in yalan söylediği ve bu gibi propaganda ile “partizanlık”[33] yaptığı hakkındaki sert mukabelesinden sonra “Trakya” Gazetesi’nin sayfalarından “doğruydu, hayır değildi” şeklinde aralarında ciddi bir atışma başlar. Takev’in, Pomakların hristiyanlaştırılması konusuyla siyasi bir propaganda gütmediğini açıklaması[34] tartışmayı vali lehine sonuçlandırmış olur. Takev’in bu açıklamasına Filibe metropolitinin “Eğer Takev bu hristiyan karşıtı propagandaya devam ederse kiliseden aforoz edilecektir”[35] tehdidi de herhalde yardımcı olmuştur.
Kilisenin kesin ve kararlı tepkisi mantıklıdır. O ümitsiz bir şekilde davasını savunmaya çalışmaktadır. Seçim kampanyası ile ilgili haberler 1913 yılının Ekim ayı başlarında basına yansır. Bu tarihte artık Bulgaristan İkinci Balkan Savaşı’nı kaybetmiş, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşmasıyla da tebaasına karşı din hürriyetini iade yükümlülüğü altına girmiştir. 
Kilise misyonlarının raporlarına göre, Pomaklar arasında eski hayat tarzına dönüş hareketi Ağustos ayı sonlarında başlamış ve bu sürecin durdurulması da mümkün gözükmüyor[36]. Din adamlarının ikna, tehdit ve çağrı şeklindeki canhıraş hareketleri başarısızlıkla sonuçlanır. Devlet olaylara seyirci kalmaktan vazgeçer ve zorla hristiyanlaştırmayı yasaklar, Pomak ve Bulgar halkının tırmanan negatif duyguları karşılıklı kavga ve sürtüşmelere sebep olur[37]. Yönetimin desteğini kaybeden kilise mensupları suçun tamamını yeni hristiyanların özgür vicdanına “tecavüz”[38] etmek suretiyle milli bir ihanet içinde olduğunu iddia ettikleri Radoslavov hükümetinde bulurlar.
Bu arada hükümetin ödün vermeyen duruşu “Hukuk-u Milliye” gazetesine şu şekilde yansır: “Bugüne dek hiçbir Bulgar hükümeti Pomakların din ve vatandaşlık özgürlüklerine dokunmamıştır.”[39] Enteresan olan, gözle görülür görüş ayrılığı değil, Radoslavov’un zaten her türlü günahı işlemekle suçladığı kendisinden önceki hükümetlere neden bu suçu da izafe ederek bu fırsattan yararlanmadığıdır. Olan hadiseler için sorumlu oldukları halde… Din özgürlüklerinin kesin olarak iade edildiğine dair resmi açıklama yumuşatılmış bir şekilde sunulmuştur: “… kurtuluş savaşındaki o hengamede dedelerinin dinine geçenlere (hristiyanlık kastediliyor – mütercimin notu) din özgürlükleri verilmiştir[40]. Din değiştirme ile ilgili bu hengâmenin ne menem bir hengâme olduğu açıklanmamış; bunun sorumlusunun kim olduğu sorusuna da cevap verilmemiştir?
Geşov ve Danev hükümetlerine geleneksel olarak karşı duran “Pryaporets” gazetesinin duruşu da aynı. Neden değişik fikirleri savunan bu kadar gazete susmayı tercih ediyor? Herhalde uluslar arası şöhret kazanan Pomakların hristiyanlaştırılması meselesi ülkemizi zora soktuğu için. Ayrıca hem Türk hem de Yunan diplomasisi bu gerçekleri kendi lehlerine çok başarılı bir şekilde kullanmışlarıdır.[41] V. Ardenski’ye göre basının susmasının bir sebebi uygulanan askerî sansür, diğeri de gazetecilerin önemli bir kısmı tarafından rahatsız edici, acıklı millî bir meselenin hristiyanlaştırmak suretiyle çözülebileceğine inanmalarıdır[42]. Ancak onlar yanılıyorlar, çünkü hristiyanlaştırma bu sorunu/meseleyi çözmüyor aksine derinleştiriyor. Bütün bunlara rağmen Geşov direk olarak yüz kızartan bir leke olan hristiyanlaştırma ile suçlanmamıştır. Ancak “Mir” (Barış) gazetesinin Radoslavov’un hristiyanlaşanları seçimi kazanmak için zorla İslam’a çevirdiği hakkındaki iddiasından sonradır ki, “Hukuk-u Milliye” gazetesi tehditvari bir şekilde perdeyi aralamaktadır:
Seçim maksadıyla değil… Hükümet ülkeye din özgürlüğünü getirdi. Ve bunun için takdir edileceği yerde kötüleniyorsa ve bu da halkçı-tsankovistçi hükümetin hiç hoş olmayan işleri sebebiyle hiç ağzını açmaması gereken kişiler tarafından yapılıyorsa, şunu iyi bilsinler ki, liberal hükümetin elinde Pomak meselesine ışık tutacak belgeler vardır. Bu belgelerde Pomakların kim tarafından hristiyanlaştırıldığı ve hristiyanlaştırmanın nasıl yapıldığı apaçık görülüyor. Eğer “Mir” gazetesi bu yolda yürümeye devam ederse kurdu kuzuların yanına (koyun ağılına) davet eder[43].
Çok keskin bir cevap ancak, adlî makamlar tarafından bir soruşturma açılmamıştır. Kilise teşkilatı da savaş sırasında yaptıklarından mes’ul tutulmamıştır.
Kilise zaten çok nazik bir durumdadır. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Ekzarh İstanbul’u terk eder ve Bulgaristan’a döner. Bozguna uğramış, ağır bir krizin içine düşmüş bir devlete bütün gücüyle yardım etmesi gereken bir müesseseye ağır bir ithamda bulunmaya gerek yoktur. Cereyan eden hadiseler neticesinde kilise Bulgaristan’a yeni ilhak edilmiş komşu ülkelerdeki cemaatini kaybetmekle kalmıyor, merkez olma ve potansiyel birleştirici rolünü de Bulgar bilincini canlı tutma ve besleme hakkını da kaybeder. Kendi davasını yani hristiyanlaştırmayı hakkıyla savunamamış kilise, öfke ile Radoslavov hükümetine “Bulgar karşıtı politika”[44] güttüğü tepkisini verir ve acıyla “kazanılanın kaybedildiği”[45] tespitini yapar. Bu gerçekler Bulgar kilisesine karşı tenkidin neden yapılmadığını açıklamaya yetiyor mu? Kilisenin bu hareketi hükümet, muhalefet ve Bulgar toplumunun önemli bir kısmının görüşleriyle uygunluk arz etmiyor mu acaba? Dr. Georgi Çiçovski gibi Pomak savunucuları, Nikolay Vrançev gibi, Nikolay Popfilipov, yazar A. Straşimirov[46] gibi Pomak meselesine aşina olanlar ve yapılan zulümleri yüksek makamlara iletenler neden bir ilgi ve alaka uyandırmıyor veya bir tartışmayı tetikleyemiyor? Herhalde Pomaklara karşı gerçekten bir tahammülsüzlüğün ve anlayışsızlığın var olduğunu söylemek mümkün. Bu durum seçimlerden sonra parlamentoya öncekinden daha fazla Müslüman milletvekilinin girmesiyle daha da kuvvetlenmiştir. Savaş daha yeni bitmiş, acılar hâlâ diri, yabancı bir dine karşı tahammülsüzlük, Müslüman Osmanlı imparatorluğu ile savaş arifesindeki derecesiyle aynı derecede. Hoşgörülü ve özgür Bulgaristan’ın, o kadar da özgür olmadığı, hoşgörüsünün ise her tarafa çekilebilecek bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Mantıkî olarak şöyle bir soru ortaya çıkıyor – Bulgaristan bu Balkan savaşlarından galip olarak çıksaydı hristiyanlaştırılan vatandaşlarına dînî özgürlüklerini geri verecek miydi?  Üstelik Balkanlarda homojen uluslar meydana getirmenin ana silahının asimilasyon politikası uygulamanın kabul edildiği bir zamanda. Peki sınırları içine yeni dahil olmuş diğer milletlere karşı tutumu nasıl olacaktı? Komşuları olan Yunanistan ve Sırbistan’ın savaş sonrası dönemde etnik ve dînî azınlıklara karşı uyguladığı siyasetle Bulgar devletininki farklılık gösterecek miydi acaba? Bu sorunun cevabı ne yazık ki olumsuz.
Bizi bu düşünceye sevk eden Pomakların savaş zamanlarında başına gelenlerdir. Hristiyanlaştırma, Sveti Sinod’un[47] “beklenilmesi gerektiğine dair” çekincelerine rağmen Çingene ve Türkler gibi diğer azınlık gruplarına da sıçramış; bir kısım Türk ve Çingene hristiyanlaştırılmıştır.[48] Hoşgörüden bahsedeceksek Pazarcıklı hristiyanlaştırma konusunda faal kişilerin mektubunu göz önünde bulundurmamız ve yeni ilhak edilmiş yerlerdeki Yunan, Türk veya Romen halkının ne kadarını Bulgar addetmiş olabilirler diye kendimize sormamız gerekir. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki olaylar da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. O dönemdeki Bulgar silahının gücü Ortodoks dünyasında Bulgar kilisesini büyüklük açısından Rus kilisesinden sonra ikinci yere yükseltmiştir. Bulgar din adamları da yeni yerlerde bulduğu halkı değil sadece Bulgar kilisesine bağlama, Bulgar devleti ve ulusuna katmak için çok samimi gayret içerisine girmiştir[49]. Dolayısıyla Pomakların hristiyanlaştırılması diğer Balkan devletlerinin kendi azınlıklarına karşı uyguladıkları yöntemlere belirli bir ölçüde benzemektedir. Gerçekten Sırp ve Yunan idaresine özgü radikal baskılar yok, ancak bu kesinlikle şiddet eylemidir. Burada tuhaf olan şey, Bulgar asimilasyon politikasının etnik olarak farklı bir topluma karşı değil de, tek günahları Müslüman olmak olan Bulgarlara karşı yapılmış olmasıdır.
Hristiyan kilisesinin ortaya koyduğu bütün çaba ve gayretlere rağmen, Pomaklar bu defa da itilmiş kapalı bir toplum olarak tebarüz ediyor ve neticede kilise onlara ulaşamıyor. Belki de tarihin hata ve haksızlıklarını düzeltme isteği çoğunlukla hayal olarak kalıyor, insanî isteklerin zorla bir yöne sevk edilmesine yönelik her adım, doğal olarak bir tepki ve mukavemet doğuruyor ama hiçbir şekilde müspet bir sonuç vermiyor.
Pomakları etnik köklerinden uzaklaştıran ve onları Türk propagandasına açık hâle getiren[50]  hristiyanlaştırma, o zamanın çağdaşları tarafından da araştırmacılar tarafından da çok büyük bir siyasî hata olarak kabul edilmiştir. Sv. Eldırov’a göre ise, hristiyanlaştırma hadisesinde harcanan emekler, kilisenin Makedonya’daki Bulgarların kaderinin ne olacağına dair önemli bir meseleye odaklanması gereken dikkatini başka yöne saptırmıştır[51]
29 Eylül 1913 tarihinden sonra hristiyanlaştırılmış Pomaklar kitlesel olarak İslam dinine dönmeye başlarlar. 1914 yılının Şubat ayının ortalarında Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin heyecenla ve bir hışımda gerçekleştirdiği büyük işten eser kalmaz. Elde kalan sadece Bulgaristan’a yöneltilmiş ağır bir suçlamadır. Çünkü, hem kendi vatandaşlarının haklarını hem de kendi kanunlarını çiğnemiştir, halbuki prensip olarak bunları koruması ve savunması gerekirdi.
Devin şahrinde (Türkçe: Dövlen) hristiyanlaştırma, 1912. Papaz İvan Cacev, Kaynak: Filibe Devlet Arşivi Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 3.



Güney Bulgaristan’da Banite köyünde (Türkçe: Ilıca) hristiyanlaştırma, 1912.
Kaynak: Filibe Devlet Arşivi, Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 2



[1] Makalenin orijinal başlığı, “Müslüman Bulgarların Hristiyanlaştırılması”dır. Bulgar tarihçilerinin ve Bulgar devletinin resmi görüşü Pomakların, Bulgar olduklarıdır. Çoğunlukla onlar için Bulgar-Muhammedileri veya Müslüman Bulgarlar tabirini kullanırlar. Ancak Pomakların ekseriyeti bu tanımlamaları kabul etmez. Kendilerini Müslüman Pomaklar olarak tanımlar. (B.Z.)    
[2] VMRO – Vıtreşna Makedonska Revolyütsionna Organizatsiya: Makedonya İhtilalci İç Cemiyeti – Son dönemde Bulgarlar ve Makedonyalıların Osmanlı Devletine karşı kurdukları çeşitli komite ve çetelerin en önemlisidir.
[3] Georgiev, V., St. Trifonov, Pokrastvaneto na bılgarite mohammedani 1912-1913.  Dokumenti, [Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması 1912-1913 Belgeler]Sofya 1955, s. 7.
[4] Sbornik ve çest na Plovdivskiya mitropolit Maksim, statiya na St. Şişkov. [Filibe metropoliti Maksim anısına Kitap, St. Şişkov’un makalesi]
[5] “Tsırkoven vestnik”, br. 1, [“Kilise Gazetesi, sayı 1,], 5.01.1913
[6] A.g.g.
[7] Georgiev V., St. Trifonov, İstoriya na bılgarite v dokumenti [Belgelerle Bulgar Tarihi], 2/113, 1992
[8] Georgiev V., St. Trifonov, a.g.e.
[9] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 8
[10] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s 201
[11] Drugite balkanski voyni [Diğer Balkan Savaşları], Fondatsiya Karnegi [Karnegi Vakfı], s. 146, Sofya 1995
[12] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 452
[13] Ardenski, V., Zagasnali ognişta [Sönmüş Ocaklar], s. 67, Sofya 2005
[14] Ardenski, V., a.g.e., s. 68
[15] Ardenski, V., a.g.e., s. 73
[16] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 166
[17] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 301
[18] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 159
[19] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 202
[20] Plovdivski mitropolit Maksim. Avtobiografiya i spomeni [Filibe metropoliti Maksim. Özgeçmiş ve hatıralar], s. 71, Plovdiv 1930
[21] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[22] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[23] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 144
[24] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 154
[25] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[26] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[27] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 180
[28] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 365
[29] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 71
[30] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 168
[31] “Narodni prava” [Hukuk-u Milliye], sayı 200, 7.11.1913
[32] “Trakya”, sayı 3, 8.11.1913
[33]  A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[34] A.g.g., sayı 9, 6.12.1913
[35] A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[36] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 212, 404, 416
[37] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 229, 401, 441; Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[38] “Vıprosıt za novopokrıstenite” [Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi], Kilise Gazetesi, 1.03.1914
[39] Hukuk-u Milliye, sayı 227, 8.12.1913
[40] “Kronoloji”, Hukuk-u Milliye, sayı 238, 21.12.1913
[41] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[42] Ardenski, V., a.g.e., s. 81
[43] “Koy pokrısti pomatsite” [Pomakları kim hristiyanlaştırdı], Hukuk-u Milliye, sayı 57, 11.03.1914
[44] “Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi”, Kilise Gazetesi, sayı 9, 1.03.1914
[45] A.g.m.
[46] Ardenski, V., Svoi, a ne çujdi [Yabancının değil, bizim], s. 21, Sofya 1975; Diğer Balkan Savaşları, s. 147
[47] Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin merkezi yönetim organı.
[48] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 108
[49] Eldırov, S., “Balkanskite pravoslavni tsırkvi i voynite na Balkanite, 1912-1918” – V: sb. Balkanite mejdu mira i voynata XIV-XIX v. [“Balkan Ortodoks Kiliseleri ve Balkanlardaki Savaşlar 1912-1918”, Barışla Savaş Arasındaki Balkanlar XIV-XIX Yüzyıllar] s. 256, Sofya 2002
[50] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 87
[51] Eldırov, S., a.g.m., s. 264

5 Temmuz 2011 Salı

BULGARİSTAN TÜRKLERİ’NİN GELECEĞİNİ KİM PLANLAYACAK?


-Çözüm önerisi-
Bulgaristan Türkleri’nin temsiliyyeti Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi’nde temerküz etmesi siyasal alanda gelişme göstermelerine karşılık eğitim, din ve sosyo-kültürel alanlarda geri kalma, gelişememelerine sebep olmuştur. Bir nevi siyaset alanı ve aktörleri diğer alanların önüne set çekmiştir. Bu olumsuzlukları olumluya ve gelişme istikametine çevirmek Bulgaristan Türklerinin bir azınlık sivil toplumu olarak örgütlenmeye gitmeleriyle mümkün olacağını düşünmekteyim.

Bulgaristan Türkleri her yerleşim biriminden gönderecekleri temsilci / delegelerle BULGARİSTAN TÜRKLERİ AZINLIK ŞURASI oluşturmalı, bu şura azınlığın meselelerini görüşüp tartışmalı bir tüzük ve yönetim kabul ederek / seçerek Bulgaristan Türkleri Azınlık Yürütme Kurulu oluşturulmalıdır. Pek tabii bu kurulun bir Başkanı da olacaktır. Bütün Bulgaristan Türklerini kapsayacak olan bu teşkilat eğitim, kültür – sanat, siyaset ve sosyal alanda azınlığın ihtiyacı olan kurumları tesis ederek kimlik ve benliğini koruma ve geliştirme yolunda hizmet sunmalıdır.
Eğitim alanında, Türk Dili ve Edebiyatı ile Türk kültürünü de öğretecek olan özel lise ve bir üniversite kurulmalıdır.
Kültür-sanat alanında, din, dil, basın-yayın, sinema ve tiyatro gibi sahalarda hizmet verecek bir Türk Kültür Merkezi tesis edilmelidir.
Siyaset alanında, anayasal ve kanunlar nezdinde Bulgaristan Türk Azınlığın hak ve hukukunu koruyacak bir siyasal partiye de sahip olmalıdır. (1)
Buraya bir parantez açalım ve Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi’nin Genel Başkanı Ahmed Doğan’ın iki  ccıl suskunluktan sonra 19 Mayıs 2011 günü Kırcaali ilinin Cebel ilçesinde basına verdiği beyanatı bir inceleyelim. Bu basın toplantısında Ahmed Doğan, Borisov hükümetinin gidişatını değerlendirmiş, erken seçim öngörüsünde bulunmuş, yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine görüşlerini serdetmiştir. Parti olarak destekleyecekleri cumhurbaşkanın “diyaloğa açık, ulusal vizyona sahip, uluslararası arenada saygın, Avrupa Birliği gereksinimlerini karşılayacak bir profilde” olması gerektiği üzerinde durmuştur.
Görülüyor ki, Ahmed Doğan Bulgaristan devletinin geleceği ve bekası için fikir üretmiş, seçilecek cumhurbaşkanının kendisine göre taşıması gereken özellikleri dile getirmiştir. Onun konuşmalarında Bulgaristan Türklerinin veya Müslümanlarının eğitim, kültür, ekonomi ve tabii ki siyasi geleceğine dair bir fikir bir planlama görmek mümkün değildir. Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin klişe cümlesi “Soya dönüş süreci (2) bitmedi, biz sizin haklarınızı savunuyoruz ve savunacağız”dır. Bu partinin yöneticileri 20 yıldır kendi seçmenleri üzerinde korku politikası uygulamışlardır. 8 yıl iktidar ortağı oldukları zamanda bazı camilerimizi tamir ettirmek dışında müsbet olarak yaptıkları bir iş yoktur.(3) Bu da “sellerden zarar görmüş kilise ve camilerin tamir ettirilmesi” şeklinde olmuştur. Hasbel kader bu 8 yıl zarfında Sofya’da bulundum, benim görebildiğim bu. Görmediklerimiz, bilmediklerimiz elbette olabilir, keşke parti içinden yetkililer kamuoyuna “HÖH İktidarında Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlarına Yapılan Eğitim ve Kültür Hizmetleri” başlığıyla bir kitapçık yayınlasalar da bizi bilgilendirmiş olsalar.
Sosyal alanda, kurulacak bir yardımlaşma vakfı ile öğrencilere burslar, ihtiyaç sahiplerine yardım, bayram günlerinde şenlikler, yağmur duaları ve benzeri sosyal kaynaşmayı sağlayacak faaliyetler, yapılacaktır.
Bu teşkilatı şemayla ifade edecek olursak:
Şemayı büyütmek için üzerine tıklayınız!
Âcizane kanaatimce, siyasetin sultasından kurtulup eğitim ve kültür meselelerimizi öncelediğimiz sürece kendi kaderimize sahip çıkabiliriz. Ve görüyorum ki, Anavatanımız Türkiye’nin de himaye ve yardımlarıyla bu yola girmiş vaziyetteyiz. Bizi karanlıkta bırakmak isteyenler güneşin doğuşunu engelleyemeyecektir!

Dipnotlar:
(1) Bu projede HÖH işte bu noktada bulunmaktadır. Yani parti azınlığın yönetim organı / belirleyicisi değil siyasal alanda azınlığa hizmet veren bir araç konumundadır.
(2) 1984 yılında Bulgar Komünist Partisi Türklerin isimlerini değiştirirken bu tabiri kullanmıştı. Bulgarcası, Vızroditelen protses’tir.
(3) Burada kastedilen ekonomik alandaki faaliyetlerden ziyade din, dil, eğitim ve kültür konularıdır.

28 Haziran 2011 Salı

Bizden Olan Ötekiler: ASİMİLASYON KISKACINDA BULGARİSTAN TÜRKLERİ

Gebe kalmış kadınların belirli bir süreden sonra karınlarında taşıdıkları yavruları doğurmaları gerekliliği nasıl kaçınılmazsa, yazarların da kafalarında taşıdıkları düşünceleri bir gün yazıya dökmeleri benzer bir kaçınılmazlıktır. Aslında Bulgaristan Türkleri ile ilgili uzun süreli araştırmalarımın kitaplaşması fikri, iki yıl önce Sozopol’da Bulgar ve Türk coğrafyacılarının katılımı ile gerçekleştirilen bir uluslararası konferansın kapanış gecesinde düzenlenen resmi yemek esnasında doğdu. O gece yanımda oturan bir Bulgar doçentle, çok farklı konuları irdeleyip tartıştıktan sonra, nasıl olduysa, konu Türk azınlıklarına ve etnik kimliklere gelmişti. Bulgar meslektaşım bana, Bulgaristan’da doğup büyümüş, Bulgaristan okullarında eğitim almış, hatasız Bulgarca konuşmama ve Bulgar vatandaşlığımı korumama karşın neden kendimi Bulgar değil de, Türk hissettiğimi sordu. Görünürde çok doğal gibi algılansa da, bu soru aslında çok mantıksız ve hatta yersizdi. İki saatten fazla süren bir tartışma sonunda ben meslektaşıma etnik aidiyet ile vatandaşlık aidiyetinin çok farklı kavramlar olduklarını, benim Türk etnik bilincine ve Türk kültürüne sahip olmamın Bulgaristan vatandaşlığım için bir engel oluşturmadığını bir türlü anlatamadım. Üniversite yönetiminin çok yüksek mevkilerinde görev alan bu meslektaşıma göre Bulgaristan’da yaşayan herkes Bulgar’dı. Bu nedenle onun gözünde ben de bir Bulgar’dım. Tartışma konusu çıkmaza girmişti ve bilimsel açıklamalar yapmak da anlamsızlaşmıştı sanki. Çünkü iki komşu ülkede yaşayan iki meslektaş, üstelik iki bilim adamı olarak aramızdaki güvensizliği ortadan kaldıramamış, basit bir sorunu çözememiştik. İşte o tartışmadan sonra, 1990 sonrasındaki demokrasi döneminde bile, Bulgaristan’da azınlıklara süregelen bakış açısının pek de değişmediğini, Türkler hakkındaki önyargılarda bir farklılaşma olmadığını anladım ve bu kitabın kaleme alınması gerekliliğine kesin olarak kanaat getirdim.
Özet olarak söylemek gerekirse;
• Bu kitap, sözde Ermeni soykırımının ısrarla gündeme getirildiği bir dönemde, XX. yüzyılın sonlarında, Bulgaristan Türklerine uygulanmış olan etnik asimilasyona dikkat çekmek için yazılmıştır.
• Bu kitap, hem sosyalist hem de postsosyalist dönemi kapsayan, Bulgaristan yakın tarihinin çeyrek yüzyıllık karmaşık bir dönemin aydınlatılmamış iç yüzünü ortaya koymak amacıyla kaleme alınmıştır.
• Bu kitap, Türk topluluğunun maruz kaldığı zorla isim değiştirme ve yeniden doğuş sürecinin belgeler ve bilimsel kanıtlarla sergilenmiş hüzünlü hikâyesidir.
• Bu kitap 1989 yılında 350 000’den fazla Bulgaristan Türk’ünün evlerini ve yurtlarını terk ederek Türkiye’ye göç etmelerinin sosyal, kültürel ve siyasal dramını yansıtmaktadır.
• Bu kitap, Bulgaristan Türklerinin etnik kimlikleri, gelenek-görenekleri, hak ve özgürlükleri adına yürüttükleri onurlu savaşın destanlaşan hikayesidir.
• Bu kitap, sayıları 3 ile 6 milyon arasında olan Bulgaristan kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına bir tarihsel geçmiş hatırlatmasıdır.
Bu kitap, Bulgaristan Komünist Partisi’nin "sosyalizm" vaadiyle başlatıp, sonradan gerçek sosyalizmle, eşitlikle, halkçılıkla, bireysel ve toplumsal özgürlüklerle, uluslararası etnik kimliğe dayalı insan hak ve özgürlükleriyle bağdaşmayan bir düzenin sosyal faşizme yönelecek denli yozlaşmasını anlatmaktadır.

DOÇ. DR. EMİN ATASOY KİMDİR?

1969 yılında Bulgaristan’ın Targovişte (Eski Cuma)’ye bağlı Krepça köyünde doğdu. İlköğrenimini Krepça’daki ilköğretim okulunda bitirdi. 1986 yılında Popovo "Hristo Botev" Lisesi’nden mezun oldu. İki yıllık askerlik hizmetinden sonra, 1988’de Veliko Tırnovo kentindeki "Kiril i Metodiy" Üniversitesi’nin Coğrafya – Tarih Öğretmenliği Bölümü’nde okudu. 1989 yılında, zorunlu olarak, ailesiyle Türkiye’ye göç etti ve yüksek öğrenimini burada devam etti. 1993’te Uludağ Üniversitesi Necatibey Eğitim Fakültesi’nin Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı’ndan mezun oldu. 1996 yılında İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü’nde Beşeri ve İktisadi Coğrafya Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimini tamamladı. 1994 – 1999 yılları arasında İstanbul ve Bursa’nın farklı özel eğitim kurumlarında coğrafya öğretmeni olarak çalıştı.
1999’da Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde açılan öğretim görevliliği sınavını kazandı ve İlköğretim Bölümü’ne öğretim görevlisi olarak atandı. 2005 yılında Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora öğrenimini tamamladı. 2009’da yardımcı doçent, 2010 yılında da doçent oldu. Yurt dışında 2 kitap bölümü ile 20 makalesi yayımlandı. Akademik yaşamı boyunca 15’ten fazla uluslararası kongreye katılarak bilimsel sunular yapan Atasoy, yurt içinde yayınlanmış 5 kitabı ve 19 bilimsel makalesi bulunmaktadır.
Çok iyi derecede Bulgarca ve Rusça bilen yazar, evli ve bir çocuk babasıdır. Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Sosyal Bilgiler Eğitimi A.B.D.’da öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
YAYINLANMIŞ KİTAPLARI:
1. Beşeri ve Kültür Coğrafyası Işığında Bulgaristan (Aralık 2010)
2. Demografi, Jeopolitik ve Etnocoğrafya Işığında Rusya (Şubat 2011)
3. Bizden Olan Ötekiler Asimilasyon Kıskacında Bulgaristan Türkleri (Mayıs 2011)

23 Haziran 2011 Perşembe

LONDRADA ILK DEFA - BULGARISTAN TURKLERI, SEHITLERINI ANDI

Londrada yasayan Bulgaristan Turkleri ve Muslumanlari, 1989 yilindan once Bulgaristan Turklerine uygulanan asimilasion politikalarina direnerek hayatini kaybeden sehitler icin bir anma programi duzenledi. 19 Haziran Pazar gunu Mevlana camii’sinde Anma toreninde Kur’an-i Kerim’...den sureler okundu ve sehitlerin ruhu icin dua edildi, ardindan da yemek ikram edildi.
Programi yoneten Sevgin Karani acilis konusmasinda “Londra’da, belki de Avrupa’da, Bulgaristan turkleri ve Muslumanlari tarafindan duzenlenen bu sehitleri anma toreni ilk defa gerceklesiyor” dedi. Bu torene katilan konuklar, Londrada Diyanet Isleri Baskanligin temsilciligini yapan ve din hizmetleri musaviri olan Prof. Dr Seyfettin Ersahin, Birlesik Arap emirlikleri Seri mahkemeler konsey baskani Seyyid Ali el-Hasimi, Suleymaniye camii’nin imami Burhaneddin hoca, Aziziye camii’nin imami Mustafa hoca ve muezini Muhyiddin hoca, seyh Nazim Kibrisi camii’nin imami Zumer hoca ve Mevlana camiinin vaizi Adem hoca idiler.
Bulgaristan sehitleri anma programinda Sevgin Karani Londra’da yasayan Turklerinin ve Muslumanlarinin hakkinda aciklama yapti ve 1989 yilindan once milliyetci Bulgar hukumetleri tarafindan Bulgaristan Turklerine ve Muslumanlarina uygulanan asimilasion politikasinin hakkinda bazi tarihi bildirilerde bulundu. Anma torenine katilanlara, “Calinti gozler” filminden 10 dakikalik bir bolum sunuldu. Filimde, Bulgar Komunist partisinin liderleri tarafindan Bulgaristan Turklerine uygulanan “Bulgarlastirma” politikasinin bazi yontemleri ve Bulgaristan Turklerinin gordukleri zulum ve direnisleri hakkinda sahneler goruldu. Konusmasinda Sevgin Karani, “Biz Bulgar degiliz, Bulgar Turkleri de degiliz. Bizler, Bulgaristan Turkleri, Osmanli doneminde, Anadolu’dan Balkanlara yerlesmis oguz turkleriyiz …” dedi.
Prof. Dr. Seyfettin Ersahin konusmasinda musluman ailesinde annenin onemli rolu hakkinda konustu ve “Islam dini 5 seyi korumamizi emreder: imani, cani, mali, akli ve nesli. Ve biz bunlari fethettigimiz milletlerde koruduk, kendimizde de korumaliyiz. Bulgaristan turkleri bunlari korudu ve gelecekte de koruyacagina umit ediyorum.” dedi. Seyyid Ali El-Hasimi de Londra’da yasayan Bulagaristan Turklerini selamladi ve bu programda onlarla birlikte olmasi kendisini cok mutlu ettigini ifade etti ve Bulgaristan sehitleri icin dua etti. Ardindan diger camii imamlari Zumer hoca, Burhaneddin hoca, Mustafa hoca ve Adem hoca selamlama ve konusma yaptilar. Ev sahipligi yapan Mevlana camiinin idari sorumlusu Akif hoca da Londra’da yasayan muslumanlara Mevlana camiisinde sunulan hizmetler ve aktiviteler hakkinda aciklama yapti, Bulgaristan Turkleri kendi cocuklarini da hafta sonu Kur’an mektebine kayit etmelerini cagrisinda bulundu.
Konusmalardan sonra camii imamlari Kur’an tilaveti yaptilar ve Bulgaristan sehitlerinin ruhu icin dua edildi. Programin sonunda 150 kisilik hazirliklar ile herkese yemek ikram edildi. Program, saat 19:00’da basladi ve saat 22:00’de bitti.

2 Haziran 2011 Perşembe

KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHİ EFENDİ

KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHİ EFENDİ VE ESERİ LEMEAT-I NAKŞBEND ÜZERİNE YAPILAN BİLİMSEL BİR ÇALIŞMAYI OKURLARIMIZA SUNUYORUZ. ÇALIŞMANIN SAHİBİ ENGİN BEDİR BEY'E BİZLERE YAYINLAMA İZNİ VERDİĞİ İÇİN DE KENDİSİNE TEŞEKKÜR EDERİZ.

KİTABIN İÇERİĞİ:

- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ EFENDİ’NİN YAŞADIĞI DÖNEMİN SİYASİ, SOSYAL VE İLMÎ DURUMU
- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ’NİN HAYÂTI VE ŞAHSİYETİ
- KÖSTENDİLLİ SÜLEYMAN ŞEYHÎ’NİN ESERLERİ
- LEMAÂT-I NAKŞBENDİYYE’NİN TAVSÎFİ VE GÜNÜMÜZ HARFLERİNE ÇEVİRİSİ
- EK: 1-LEMAÂT-I NAKŞBENDİYYE’NİN FOTOKOPİSİ
KİTABI İNDİR VE OKU

17 Mayıs 2011 Salı

BALKANLARDA TASAVVUF, DR. METİN İZETİ



Dr. Metin İzeti, 1970 Kalkandelen (Tetovo)/Makedonya doğumludur. İlk ve orta tahsilini ülkesinde tamamladıktan sonra İzmir Dokuz Eylül Üniversitesinde yüksek öğrenimini tamamladı. Yüksek lisans çalışmalarını mezhepler tarihi alanında, doktora çalışmalarını tasavvuf sahasında tamamladı. Halen Makedonya'da İlahiyat Fakültesi'nde akademik çalışmalarını devam ettirmektedir.
350 sayfalık bu çalışma Bosna-Hersek, Sırbistan, Makedonya, Kosova ve Arnavutluktaki Osmanlı dönemi Tasavvuf hayatına dair önemli bir boşluğu doldurmuştur, ancak Bulgaristan kısmı eksik kalmıştır. Bu görev de Bulgaristanlı genç ilahiyat araştırmacılarını beklemektedir.
Böyle bir çalışmayı ilim alemine kazandırdığı için Dr. Metin İzeti Beye teşekkür ederiz. BTG

4 Mayıs 2011 Çarşamba

DS’NİN YETİŞTİRDİĞİ EN “DEĞERLİ” TÜRK AJAN: AHMED DOĞAN


DS’NİN YETİŞTİRDİĞİ EN “DEĞERLİ” TÜRK AJAN: AHMED DOĞAN
Bu yazıyı DS’nin gadrine uğramış
tüm mazlumlara ithaf ediyorum!
Basri Zilabid
Bulgaristan’da sokak ortasında bir Bulgar’ı durdurup “Türk dendiğinde aklına ne geliyor?” diye sorsanız çok büyük bir ihtimalle “Ahmed Dogan” cevabını alırsınız.
Bulgaristan Türklerinden, Pomaklardan ve Türk Çingenelerinden özellikle 50 yaş üstü kuşak için Ahmed Doğan bir efsane, bir “idol” haline gelmiştir. 90’lı yıllarda halkın ona yönelen sevgisi sayesinde 20 yıldır “manevi dokunulmazlık” zırhıyla düşmanlarının saldırılarına karşı koymada hiçbir zorluk çekmedi. Bu dokunulmazlık sadece halktan aldığı destekten değil, arkasında lağv edilmesine rağmen varlığını hala sürdürdüğüne inanılan Bulgar KGB’si diyebileceğimiz Dırjavna Sigurnost (DS) gibi bir istihbarat teşkilatının var olmasından da kaynaklandığını bugün itibarıyla görebiliyoruz.
Ahmed Doğan hayatımıza girdiği günden beri onu tanıma ve takip etmeye çalışıyoruz. İlk önce onun adlarımızın değiştirilmesine karşı yasadışı bir örgütün lideri olarak mücadele ederken Komünist rejim tarafından hapse atıldığını ve hapisten çıktıktan sonra Bulgaristan Müslümanlarının haklarını savunan bir kişi olduğunu öğrendik.
Ama çok geçmeden onun ajan olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Dosyalar açıklandıkça ajanlığı kesinleşmiş oldu. (Burada “Doğan’ın Dosyası” kitabı çıkmadan önceki durumdan bahsediyorum.) Hak ve özgürlüklerimizi savunan adam ajanlık yapmıştı. Ancak bu konuda ağzını bıçak açmıyordu. Akıl ve iz’an sahibi her kişinin buna bir anlam vermesi gerekiyordu.
O dönemde şöyle düşündüm: Türklerin adları değiştirilmeden önce ajanlık yapmış olabilir, ancak zorla isimlerin değiştirilmesine isyan etmiş ve buna katılmadığından dolayı siyasi suçlu olarak hapse atılmış. Cahar Dudayev’in komünist Rusya’da bir general olarak yetişip daha sonra Rusya’nın Çeçenistan’ı işgalini onaylamayarak adının “isyancı generale” çıkması ile benzerlik kurmaya çalıştım. Allah’ın günahkar kuluna verdiği pişman olup tövbe etme şansını Ahmed Doğan’a çok görmedim. Ancak bu “ajanlık” meselesi beynimin bir kenarını kemirmeye hep devam etti, ta ki 2008 yılının yazına kadar.
Eğridere’nin şirin bir köyünde yaz tatilimizi geçirirken bacanağımın evinde 1992 yılında basılmış, “Koy koy e” (Kim Kimdir) serisinden “Ahmed Doğan” kitabına rastladım. Bulgar bir kadın gazetecinin sorularına Ahmed Doğan’ın verdiği cevaplardan oluşan ince bir kitapçıktı bu. Bir solukta kitabı okudum ve Ahmed Doğan’ın DS tarafından yetiştirilmiş bir ajan olduğu fikri beynime iyice yerleşti. Komünist dönemde kendini bu kadar iyi yetiştirmiş bir Türkün olabileceğine ihtimal vermiyordum. Özellikle Türkiye ile ilgili sorulara verdiği cevaplar onun özel olarak hazırlandığı kanısını bende iyice pekiştirdi. Bulgaristan Türklerinden çok kişi ajanlık yapmıştır ancak bunlar içinde en “değerlisi” Ahmed Doğan’dır.
Bir yıl sonra “Dosieto na Dogan” (Doğan’ın [ajanlık] Dosyası) kitabı çıktı, hemen alıp okudum.
Bu tarihten itibaren yapbozun parçaları yerlerini buldular.
Bulgaristan Türkleri’nin soyadları Ahmed, Mehmed, Mümün, Sali iken Ahmed’in ki nasıl ve neden “Doğan” dı ?
Ahmed Doğan neden bu kadar kibirli ve küstahça konuşuyordu?
Neden bu kadar çok kadın eskitti?
Neden ateistti?
Neden enaniyeti, egosu dağları aşıyordu?
Neden çok konuşmuyordu?
Neden hakkında açılan 1,5 milyon levalık davada beraat etti de, saray denilen evinin duvarı ve barbeküsü yıkıldı?
Çünkü o bir ajandı! Ve “ailem” dediği DS’ye hizmet etmeye devam ediyordu.
Yukarıdaki sorulara verilecek cevaplar Ahmed Doğan’ın ajanlığa devam ettiğinin kanıtıdır. Bulgaristan siyasetini takip edenler yukarıdaki soruların cevabı olabilecek olayları çok rahatlıkla hatırlayacaklardır.
Oy satın almak Avrupa uygulamasıdır diyen o! Son seçimlerde “Bulgaristan’da iktidar benim elimde” diyerek oy kullanım oranının artmasına sebep olarak GERB’in zar zor tek başına iktidar olmasını sağlayan o! Türk düşmanlığını körükleyen o! Dine inanan bir adamın ajan olması çok zordur, bu yüzden ateistlik ajanlık mesleği için tabii bir olaydır. İstisnalar kaideyi bozmaz. Ajanlar, ağzı ketum olan insanlardır. Huzurlu, mutlu bir yuvaları yoktur, tıpkı Ahmed Doğan’ınki gibi. 1,5 milyon levalık hidroelektrik santraline danışmanlık ücreti hakkındaki davadan Doğan aleyhine bir sonuç bekleyenler avuçlarını yaladı, DS adamını kolay kolay harcatmaz, ama köylü ATAKA’lı Bulgarcıkların dillerine pelesenk etmeleri için sarayının duvarını ve barbeküyü sonunda hükümet yıkmayı başardı!. BOYKO ve VOLEN için ne büyük bir zafer!
Şu da bir gerçektir ki, Bulgaristan’da okumuş yazmış bir Türk yoktur ki, Bulgarlar onu kendi hizmetlerine gönüllü veya zorla çekmeye çalışmış olmasın. Ahmed Doğan ana babasından görmediği ilgi ve alakayı anlaşılan DS ailesinden görmüş.
Bulgar komünist istihbaratı Ahmed Doğan’ı önce Almanya oradan Amerika ve nihayetinde Türkiye’ye sokup sol bir partinin başına geçirmek için bu kadar iyi hazırlamıştır. Bunun için de ona Türkiye’de hiç dikkat çekmeyecek “Doğan” soyadını uygun görmüşlerdir.
Not: Dırjavna Sigurnost (DS): Devlet Emniyeti anlamına gelir. Bu, Bulgaristan’ın komünizm dönemindeki (1944-1989) istihbarat örgütünün adıdır. Demokrasiye geçişle resmi olarak lağvedilmiş ancak gizli bir örgütlenme olarak devam ettiği hakkında iddialar var.