“Filibe, yüz sene evveline kadar, Bursa ve
Eyüp gibi iliklerine kadar Türklük sinmiş bir şehirdi. Filibe’yi görmeyi
özlerdim. 1921’de görmek kısmet oldu. Sofya’dan trene bindim. (…) Tiren durdu.
Plovdiv! Plovdiv! sesi geliyor. İstasyonda bir çorbacı ve köylü kalabalığı
kaynaşıyor. Rengi solmuş setre pantolonla mintan giyen ve kalıpsız fes taşıyan
Türkler dolaşıyorlar. Tirenden çıktım: “Otel Mole’ye götür!” dedim.
Otel Mole, Filibe’nin Perapalas’ı, altı
lokanta üstü otel, odaları şöyle böyle, az çok temiz, koridorları koğuş
sisteminde bir oteldi; lakin adı Filibe’ye mezcedilmiş bir addır. Sokak üstünde
bir oda tuttum. Karşımda küçük bir cami vardı. İlk Osmanlı devirlerinden kalma,
yekpare, metin, ferahlı bir yapı idi; o köşede tek başına Çelebi Sultan Mehmed’i
hatırlatıyordu. Filibe’ye seyahat eden vatan Türklerinden son gören galiba ben
oldum; çünkü İstanbul’a avdet ettikten biraz sonra, yolu genişletmek için,
yıkıldığını gazetede okudum.”
|
Solda otel Molle, sağda Alaca Cami |
2015 yılının bir yaz günü Filibe’de, adı geçen yapıtın Bulgarca baskısını gözden geçirirken, Yahya Kemal Beyatlı’nın yukarıda anlattığı otelin önünden kim bilir kaç defa geçmişimdir diye düşündüm.
Üniversite eğitimi yıllarımda da bu şehirde yaşadığımdan hayıflanmam çok geçmeden üzüntüye dönüştü. Öğrencilik yıllarımda böyle bir duygu yükünün altına girmem elbette düşünülemezdi. 1980’li yıllar Türklüğe ilişkin izlerin silinmesi için topyekün kampanyaların zirveye ulaştığı zamanlardı…
Ancak şimdi Yahya Kemal’in konakladığı otelin Filibe’nin ana caddesinin iki yanını kuşatan binalardan tam olarak hangisi olduğunu öğrenmek için dayanılmaz bir istek duydum. Yazarın adını
verdiği otel Molle hakkında hiçbir şey bilmiyordum, dahası adını bile duymamıştım. Araştırmaya koyuldum. Yahya Kemal, Filibe’ye 1921 yılında gelir. İnternette kısa bir gezintiden sonra otel Molle’nin 1 Ocak 1912 yılında görkemli bir açılışla faaliyete geçtiğini ve ilerleyen yıllarda şehrin seçkin zümresinin tüm önemli kutlamalarına ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptığını öğrendim. Kaynaklarda şehrin ilk elektrik jeneratörü, kaloriferli ısıtma sistemi, ilk asansörü de bu binaya ait olduğu belirtilmekte. Bina İtalyan mimar Mario Pernigoni’nin projesi olup, Arnavut asıllı iş adamı Dimitır N. Molle tarafından kiralanarak şehrin en görkemli otel-restoranı haline getirilir.
İşte Yahya Kemal’in Filibe’nin Perapalas’ı olarak tanıttığı otel buydu. Ancak ana caddenin her iki tarafındaki birbirinden güzel, geçen onca yılın farklı mimari uslüplarını koruyan binalardan hangisiydi bu otel Molle?
Döneme ait şehir fotoğraflarının birinde otel binası açıkça görülüyordu. Yine de bugünün gözüyle “şu olsa gerek” diyebilecek bir düşüncem oluşamıyordu. Aynı gün ana caddeyi defalarca bir ucundan öbür ucuna yürüdüm. Molle hangisiydi? Türkiye’nin Filibe başkonsolosluğunda görevli olan ve edebiyat tutkusunu bildiğim yakın arkadaşım Şenar Bahar’a derdimi telefonda kısaca anlattıktan sonra, kendisinin mesai sonunda buluşmak üzere sözleştik. Anlaştığımız saatte Şenar geldi ve artık
batan güneşin altında tekrar ana caddede bugünkü postaneden Cuma Meydanına doğru ilerledik. Elbette başımız bir sağa sola bakmaktan iyiden iyiye dönmüştü. Birkaç bina tariflere epey uyuyordu. Birbirimizden cesaret alarak bir tanesine girdik. Bu bir oteldi. Girişte resepsiyon ve az ötesinde bar bölümü göründü. Bar tezgahının arkasındaki barmene yöneldik. Selamlaştıktan sonra adamın hiç mi hiç duymayı beklemediği sorular sorduk:
Binanın geçmişini biliyor muydu? Molle adı kendisine bir şey ifade ediyor muydu? Eskiden bu bina ne olarak kullanılmıştı, bir fikri olabilir miydi? Varsa bizle paylaşır mıydı, lütfen…
Adam şaşkın şaşkın bize baktı ve bu konuda bilgisi olmadığını söyledi. Sonra da “Siz miras peşinde olmalısınız?” diye çıkıştı bize. Şaşırma sırası bizdeydi: nasıl olur? Biz “ünlü bir yazarın yazdıkları üzerine eski bir oteli bulmaya çalışıyoruz.” gibi bir şeyler geveleyerek çıktıysak da, evet, doğruydu. Biz bir miras peşindeydik ancak bu mefhum barmenin düşündüğünden daha farklı anlamlar içermekteydi. Biz bile bunu sonradan idrak ettik. Yorulmuştuk. Şenar ile ertesi gün öğle saatlerinde
buluşmak üzere ayrıldık.
O gece her ikimiz de konu üzerine epey düşünmüştük. Ben Filibe’ye ilişkin ansiklopedilerin başlıklarını internetten taramış, otel Molle’ye ilişkin bilgileri de gözden geçirmiştim. Bunların arasındaki kilit bilgiye nihayet Rusana Kuzmanova’nın “podtepeto” başlıklı internet sitesindeki yazısından otel Molle’nin bugün Knyaz Aleksandır adını taşıyan ana caddenin 39 numaralı binası olduğunu öğrenmiştim. Aynı yazıda binada başka bir tabelanın fotoğrafına yer verilmiş ve büyük rakamlarla No: 67 sayısı açıkça seçiliyordu. Daha ne olsundu? 39 veya 67?! Otel Molle buydu!
|
Otel Molle'nin bugünkü binası |
Şenar ile buluştuğumuzda onun keşfi benim elimizdeki fotoğrafı yanlış, hatta olabilecek en ters açıdan yorumlamış olmamdı. Öyle ki, sağda aradığım binalar solda ve tersi olarak değerlendirmiş
ve çok vakit kaybetmiştim. Şenar’a minnettardım tabi. Hemen caddedeki 39 numarayı bulduk. Ey, gaflet! Öğrencilik yıllarımda her Allah’ın günü önünden geçtiğim, dahası üniversite sınavları için 1985 yılında geldiğim Filibe’de gecelediğim otel Republika ile karşı karşı karşıyaydım! Sevineyim mi, üzüleyim mi?! Yahya Kemal’in 1921 yılında kaldığı otelde ben 1985’te kalmış, sınav heyecanlarımı aynı binada geçiştirmiştim. Hüzünlü bir heyecanla binaya girdik.
Burasıydı işte: eskiden otel Molle, sonrasında başkaca adlar altında, 1980’lerde otel Republika olarak hizmet vermiş olan bina bugün sıradan bir iş merkezi olmuştu. Kat odalarında hukuk büroları, sürücü kursu ofisleri ve turizm acentelerinin yazılarını görebiliyorduk. Sonuncuların reklamlarında İstanbul turları, “gece gündüz Boğaz manzaralı”, “Orient’te heyecan ve serüvenler” vaat eden reklam başlıklarını okuduk. Bugün kullanılmayan ama şehrin tarihinde ilk olan o asansörü de gördük. Ne var ki binanın görkemli geçmişine ilişkin hiçbir iz, anımsatma, tabela vb. göremedik. Yahya Kemal’e dair bir iz bulmak elbette hayaldi ancak binanın şehir tarihindeki önemini belirten kısa bir tarihçe yazısının esirgenmiş olması anlaşılır değildi. Şenar ile vedalaştıktan sonra, Yahya Kemal’in çarşı dediği ana cadde boyunca ilerlediği güzergahtan yürümeye karar verdim. Üstat bu yolu “Paris’ten
tahsil arkadaşımız” olarak ifade edip, adını vermediği bir kişi ile kat eder.
Çarşıda biraz yürüdükten sonra “Bursa’dan bir manzara” ile karşılaştıklarını yazar. “Bursa devrinden bir cami” diye belirtir ve: “Caminin önünde Türk kahveleri, börekçileri, kebapçıları, küçük iskemlelere oturmuş sarıklı ve kürklü ihtiyarlar, fesini arkaya atmış delikanlılar, Türk hayatından henüz çıkmamış bazı Bulgarlar, senli benli konuşarak kahve içiyorlar.” diye devam eder. İlerleyen satırlarda Yahya Kemal cami hakkında kısa bilgileri ve öznel duygularını dile getirir. Sözünü ettiği cami ise bugün de aynı meydanda dimdik yükselen ve yazarın anlattığı bazı ayrıntılar hariç (iki –üç mezar, havuz vb.) Murat Hüdavendigar Camii ya da daha sık kullanılan adıyla Cuma Cami’dir. Bugün Bulgaristan'daki en büyük camilerden biri olarak bilinen yapının adı ayrıca Ulu Cami ve Muradiye Cami olarak da belirtilir. Filibeli araştırmacı Georgi Rayçevski caminin inşaasının I.Murad (1362-1389) devrine ait olduğunu yazar. Çoğu kaynakta ise inşaat tarihi olarak 1367 yılına yer verilir.
Bugün Cuma Cami’nin bitişiğinde Filibelilere klasik Türk kahvesi, “demli Türk çayı” ve baklava çeşitleri sunan bir Türk pastanesi yer alır. Şehir nüfusunun sevilen uğrak yeri olan bu işletme aynı zamanda meydanın tarih boyu süren şehrin merkezi konumunu halen vurgulamaktadır. Yahya Kemal’in adımlarını izlemeye koyuluyoruz tekrar:
“Kalktık. Aynı cadde üzerinden yürüdük. Solda Yeşilli Cami, tamir göre göre yine yaşının farikasını kaybetmemiş.”
|
Yeşilli veya Yeşiloğlu Camii |
Bildiğim halde bakınmadan edemedim. Yeşilli Cami’ye dair bir iz yoktu. Filibe’deki camileri ismen sıralayan Pars Tuğlacı ise Evliya Çelebi’yi kaynak göstererek Yeşiloğlu Cami’sinden söz eder.
Bu iki isim aynı camiyi işaret etmesi muhtemeldir. Şöyle veya böyle hazindir ki bugün ne Yeşilli Cami’yi, ne Yeşiloğlu Cami’yi, ne de başka birçok eski ve bize ait yapıyı görmek mümkün değil. Ancak yazarın gördüğü ve bizlerin de halen varlığından, korunmuş olmasından sevinç duyduğumuz bir başka mabede yaklaşmaktayız. Y. K. Beyatlı: “Yine yürüdük. İki taraf Bulgar dükkanları, Mamafih Türkiye zamanındaki gibi. Solda bir yeşillik görünüyor. Neresi olduğunu sordum.”
Yahya Kemal’in gözünden kaçmayan soldaki yeşillik Şehabettin Paşa Türbesidir. Hemen yanında İmaret Cami yükselir. Yapım tarihi 1442 yılı, bazı kaynaklarda ise 1444 veya 1445 olarak verilen İmaret (Şahabettin Paşa) Cami, II. Murad döneminde Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şehabettin Paşa Tarafından yaptırılmıştır. İmarethanesi ise Sultan II.Beyazid döneminde eklenmiştir. Bugün burada görebildiğimiz sadece cami binası ve Şehabettin Paşa Türbesi’dir. Cami ibadete açıktır. İmaret Cami için Bulgar arkeolog ve siyaset adamı Bogdan Filov şöyle yazar: “İmaret Cami ülkemizde korunmuş olan en güzel ve en enteresan Türk yapılarından biridir.”
|
İmaret Camii, 1940'lı yıllar |
Bundan sonra yazar, “Rumeli-i Şarki İhtilalinin vukuu bulduğu” hükümet konağını görmek ister. Görür ve: “Sultan Mahmud binası, basık ve geniş bir bina. Şimdi Tahsil Şubesi gibi bir şey olmuş.” diye yazar.
Beyatlı’nın ilerleyen satırları bu hüzün eşliğinde sürüp gider. Zira Filibe’de birçok eski Osmanlı yapısı “şu veya bu gibi birşey” olarak kullanılmaya başlamış ve bu eğilim günümüze dek sürmektedir. Örneğin (Y.K. Beyatlı değinmez) Çifte Hamam bugün çağdaş bir resim galerisidir, Kurşun Han ise yıllar içinde defalarca yıkılıp yapılıp çeşitli işlevli binalara dönüştürülmüş ve bugün yerinde büyük alelade bir gıda marketi hizmet vermektedir. 14. yüzyılda bir kervansaray olarak inşa edilen Kurşum Han’a ait tek hatıra ise Etnografya Müzesinin avlu duvarına örülmüş olan han kapısından kalan bir ornament (süsleme) olarak karşınıza çıkar.
Hüzünlüdür Filibe… Yahya Kemal de Filibe’den geçişini yoğun bir hüzünle döker sayfalara: tesadüfen rastladıkları bir Türk çocuğunun üzüntüsü, çarşıdan geçen Çingene düğünün cümbüşü, eski Türk mesirelerinin Batı parklarına “uydurma“ gayesiyle yok edilmesinden duyumsadığı kederle hemhal oluruz.
“Karşımızdaki tepeden, Türklerden kalma saat kulesi, eski kubbeler, eski minareler, eski evler Osmanlı mazisinin bir alemi gibi görünüyordu.”
Meraklısı için bu alemi bugün görmek ve hissetmek ancak araştırma ve emekle ilgili bir süreç haline gelmiştir. Katmanları kazıdıkça güzelliklerin ortaya çıkmasıyla ödüllendirilen bir emek.
Yazarın güzergahını tamamlayıp dönüş yolunda tekrar Cuma Caminin önünde durup, çay içmeye karar veriyorum. Kalktığımda cami duvarındaki güneş saatine ilişiyor gözüm. Bugün bile tıkır tıkır çalışıyor!
Kadriye CESUR, Filibe
|
1928 yılında meydana gelen depremde hasar gören Kurşunlu Han ne yazık ki, tamir edilmeyerek yıkılmıştır. |