4 Mayıs 2011 Çarşamba

DS’NİN YETİŞTİRDİĞİ EN “DEĞERLİ” TÜRK AJAN: AHMED DOĞAN


DS’NİN YETİŞTİRDİĞİ EN “DEĞERLİ” TÜRK AJAN: AHMED DOĞAN
Bu yazıyı DS’nin gadrine uğramış
tüm mazlumlara ithaf ediyorum!
Basri Zilabid
Bulgaristan’da sokak ortasında bir Bulgar’ı durdurup “Türk dendiğinde aklına ne geliyor?” diye sorsanız çok büyük bir ihtimalle “Ahmed Dogan” cevabını alırsınız.
Bulgaristan Türklerinden, Pomaklardan ve Türk Çingenelerinden özellikle 50 yaş üstü kuşak için Ahmed Doğan bir efsane, bir “idol” haline gelmiştir. 90’lı yıllarda halkın ona yönelen sevgisi sayesinde 20 yıldır “manevi dokunulmazlık” zırhıyla düşmanlarının saldırılarına karşı koymada hiçbir zorluk çekmedi. Bu dokunulmazlık sadece halktan aldığı destekten değil, arkasında lağv edilmesine rağmen varlığını hala sürdürdüğüne inanılan Bulgar KGB’si diyebileceğimiz Dırjavna Sigurnost (DS) gibi bir istihbarat teşkilatının var olmasından da kaynaklandığını bugün itibarıyla görebiliyoruz.
Ahmed Doğan hayatımıza girdiği günden beri onu tanıma ve takip etmeye çalışıyoruz. İlk önce onun adlarımızın değiştirilmesine karşı yasadışı bir örgütün lideri olarak mücadele ederken Komünist rejim tarafından hapse atıldığını ve hapisten çıktıktan sonra Bulgaristan Müslümanlarının haklarını savunan bir kişi olduğunu öğrendik.
Ama çok geçmeden onun ajan olduğu yazılıp çizilmeye başlandı. Dosyalar açıklandıkça ajanlığı kesinleşmiş oldu. (Burada “Doğan’ın Dosyası” kitabı çıkmadan önceki durumdan bahsediyorum.) Hak ve özgürlüklerimizi savunan adam ajanlık yapmıştı. Ancak bu konuda ağzını bıçak açmıyordu. Akıl ve iz’an sahibi her kişinin buna bir anlam vermesi gerekiyordu.
O dönemde şöyle düşündüm: Türklerin adları değiştirilmeden önce ajanlık yapmış olabilir, ancak zorla isimlerin değiştirilmesine isyan etmiş ve buna katılmadığından dolayı siyasi suçlu olarak hapse atılmış. Cahar Dudayev’in komünist Rusya’da bir general olarak yetişip daha sonra Rusya’nın Çeçenistan’ı işgalini onaylamayarak adının “isyancı generale” çıkması ile benzerlik kurmaya çalıştım. Allah’ın günahkar kuluna verdiği pişman olup tövbe etme şansını Ahmed Doğan’a çok görmedim. Ancak bu “ajanlık” meselesi beynimin bir kenarını kemirmeye hep devam etti, ta ki 2008 yılının yazına kadar.
Eğridere’nin şirin bir köyünde yaz tatilimizi geçirirken bacanağımın evinde 1992 yılında basılmış, “Koy koy e” (Kim Kimdir) serisinden “Ahmed Doğan” kitabına rastladım. Bulgar bir kadın gazetecinin sorularına Ahmed Doğan’ın verdiği cevaplardan oluşan ince bir kitapçıktı bu. Bir solukta kitabı okudum ve Ahmed Doğan’ın DS tarafından yetiştirilmiş bir ajan olduğu fikri beynime iyice yerleşti. Komünist dönemde kendini bu kadar iyi yetiştirmiş bir Türkün olabileceğine ihtimal vermiyordum. Özellikle Türkiye ile ilgili sorulara verdiği cevaplar onun özel olarak hazırlandığı kanısını bende iyice pekiştirdi. Bulgaristan Türklerinden çok kişi ajanlık yapmıştır ancak bunlar içinde en “değerlisi” Ahmed Doğan’dır.
Bir yıl sonra “Dosieto na Dogan” (Doğan’ın [ajanlık] Dosyası) kitabı çıktı, hemen alıp okudum.
Bu tarihten itibaren yapbozun parçaları yerlerini buldular.
Bulgaristan Türkleri’nin soyadları Ahmed, Mehmed, Mümün, Sali iken Ahmed’in ki nasıl ve neden “Doğan” dı ?
Ahmed Doğan neden bu kadar kibirli ve küstahça konuşuyordu?
Neden bu kadar çok kadın eskitti?
Neden ateistti?
Neden enaniyeti, egosu dağları aşıyordu?
Neden çok konuşmuyordu?
Neden hakkında açılan 1,5 milyon levalık davada beraat etti de, saray denilen evinin duvarı ve barbeküsü yıkıldı?
Çünkü o bir ajandı! Ve “ailem” dediği DS’ye hizmet etmeye devam ediyordu.
Yukarıdaki sorulara verilecek cevaplar Ahmed Doğan’ın ajanlığa devam ettiğinin kanıtıdır. Bulgaristan siyasetini takip edenler yukarıdaki soruların cevabı olabilecek olayları çok rahatlıkla hatırlayacaklardır.
Oy satın almak Avrupa uygulamasıdır diyen o! Son seçimlerde “Bulgaristan’da iktidar benim elimde” diyerek oy kullanım oranının artmasına sebep olarak GERB’in zar zor tek başına iktidar olmasını sağlayan o! Türk düşmanlığını körükleyen o! Dine inanan bir adamın ajan olması çok zordur, bu yüzden ateistlik ajanlık mesleği için tabii bir olaydır. İstisnalar kaideyi bozmaz. Ajanlar, ağzı ketum olan insanlardır. Huzurlu, mutlu bir yuvaları yoktur, tıpkı Ahmed Doğan’ınki gibi. 1,5 milyon levalık hidroelektrik santraline danışmanlık ücreti hakkındaki davadan Doğan aleyhine bir sonuç bekleyenler avuçlarını yaladı, DS adamını kolay kolay harcatmaz, ama köylü ATAKA’lı Bulgarcıkların dillerine pelesenk etmeleri için sarayının duvarını ve barbeküyü sonunda hükümet yıkmayı başardı!. BOYKO ve VOLEN için ne büyük bir zafer!
Şu da bir gerçektir ki, Bulgaristan’da okumuş yazmış bir Türk yoktur ki, Bulgarlar onu kendi hizmetlerine gönüllü veya zorla çekmeye çalışmış olmasın. Ahmed Doğan ana babasından görmediği ilgi ve alakayı anlaşılan DS ailesinden görmüş.
Bulgar komünist istihbaratı Ahmed Doğan’ı önce Almanya oradan Amerika ve nihayetinde Türkiye’ye sokup sol bir partinin başına geçirmek için bu kadar iyi hazırlamıştır. Bunun için de ona Türkiye’de hiç dikkat çekmeyecek “Doğan” soyadını uygun görmüşlerdir.
Not: Dırjavna Sigurnost (DS): Devlet Emniyeti anlamına gelir. Bu, Bulgaristan’ın komünizm dönemindeki (1944-1989) istihbarat örgütünün adıdır. Demokrasiye geçişle resmi olarak lağvedilmiş ancak gizli bir örgütlenme olarak devam ettiği hakkında iddialar var.

29 Nisan 2011 Cuma

Dua ve Bulgar Papaz


Dua ve Bulgar Papaz


Hazırlayan: S. Talha Sağlam

Zavallı bir konferansçı, II. Abdülhamid devrin­de sâri (bulaşıcı) humma hastalığının geçme­si için yapılan iş, cami minarelerinden salâ ve­rilip, rahman suresi okutulmak oldu" diyerek padişahı maddi tedbir almamakla itham etmenin yanında maneviyatın tesirini inkâra kalkmış, dinleyicileri de yaratana dua ve ilticadan men eylemeye çalışmış.

Oysa bu gafil adam bilmiyor ki dua, inmiş ve inecek şey­lere menfaat verir.

Nitekim Osmanlılar, bütün maddi tedbirleri almanın ya­nında daima maneviyata büyük ehemmiyet vermiş, Allah'a sığınıp, Ona yalvarıp, Ona dua ve iltica ile zaferden zafere koşmuşlardır.

Bu vesile ile bahis mevzuu konferansçı ve onun gibilerine cevap ve ibret olsun diye Bulgar Popof’un kabulüne şahit ol­duğu bir dua ile intibaha gelişini naklediyoruz. Şöyle ki:

1951 yılında Bulgaristan'dan Türkiye'ye hicret eden ve oradaki Nüvvab Medresesi'nin âlî kısmı mezunlarından hoca, alim ve muallim Ali Efendi anlatmıştı. Ali Efendi, bulunduğu yörede devrinin hatip, nâtuk birisi olarak temayüz etmiş, sünnet, düğün ve bütün dini merasimlere davet edilir, konuşturulur ve dinlenir bir hoca imiş. Kendisi, halen hayatta olup, Adana’nın Yavuzlar mahallesinde ikamet etmektedir. Şu satırla­rın yazarı olan bu fakir Adana'da bulundu­ğum sırada Ali Efendi ile tanışmış ve kendi­sinden dinlemiştim.

1944’te Komünist rejim Bulgaristan'a ha­kim olunca bütün dinî merasim ve faaliyetle­ri yasaklıyor. Bir gün bir polis müdürü elin­de bir yazı ile Ali Efendi'ye gelerek "din af­yondur, bundan son­ra hiçbir dinî faali­yette bulunmayacak­sın, dinî öğretim ve konuşma yapmayacaksın, eğer yaparsan akıbetin meç­huldür, bunu da kimseye söylemeyeceksin" diyerek yazıyı okutup imzalatıp geri götürüyor. O zaman bu tebligat yal­nızca din adamlarına yapılıyor, halkın bundan haberi yok.

Bir gün sonra, mevlüt, sünnet merasimine Ali Efendi'yi götürmek üzere at arabaları ile etraftan geliyorlar. Ali Efen­di "işim var, mazeretim var" demişse de, "sen bize bu günlerde lazımsın, nasıl gelmezsin?" diyerek kucaklayıp at arabasına koyup götürüyorlar.

Ali Efendi, götürüldüğü bu merasimde, mevcut idareyi metheden konuşma yapıyor. Dinleyenler ise onu; "Ali Efen­di! Bize dinden imandan bahset, biz idareyi biliriz" di­yorlar ve kendi aralarında da "Ali Efendi'ye ne oldu, çok ya­van konuşuyor" şeklinde söyleşiyorlar.

Ali Efendi, merasimden döner dönmez hapsediliyor. Ken­disine, günde bir çeyrek katıksız ekmek verilerek bir hafta çeşitli küfür ve hakaretlere maruz bırakılıyor. Bu arada Ko­münistlerin meşhur halk mahkemesi toplanıyor. İçlerinde bir tane de Türk varmış, ne de olsa kanı çekiyor. Onlara; "bu zorla götürülmüş, idareden bahsetmiş, idareye karşı gel­meyin demiş, bu sefer bırakalım" diyor ve bırakıyorlar.

Ali Efendi, bu durumlarını Türkiye'ye gelinceye kadar kimseye anlatmamış. Allah, böyle zalimlere fırsat vermesin (Amin).

Alman harbinin sona erdiği bu yıllarda, harpten çıkmış Bulgaristan halkı büyük açlık ve sefalet içinde kıvranmakta­dır. Mevsim de kurak gidiyor. Öyle ki, ekilen ekinler, mısır­lar sararmış, bükülmüş. Eğer yağmur yağmazsa Bulgaristan ambarlarına hiçbir şey girmeyecek Bulgarların arasında bu­lunan milyonlarca Müslüman Türk de açlıktan perişan ola­cak, kurunun yanında yaş da yanacak. Dinî faaliyetler yasak­landığı için yağmur duasına da çıkılamıyor.

Bu durum muvacehesinde iyice sıkışan, açlık ve ölümle karşı karşıya gelen Müslüman halk, komünist idareyi zorlu­yor; "Açlıktan biz de öleceğiz, bırakın yağmur duası ya­palım, bizim size ne zararımız var, sahrada toplanıp yağmur vermesi için Allahu Teala 'ya dua edeceğiz. Bıra­kın duamızı yapalım" diye idareyi zorluyorlar.

Umumî tazyik karşısında idare de insafa gelerek "Dua edeceklermiş, etsinler bakalım" diyerek yağmur duasına müsaade ediyor.

Güneşli bir havada yağmur duasına gidiyorlar. Muallim Ali Efendi yağmur duasına giderken; yağmurluk, şemsiye fi­lan da alıyor.

Ali Efendi'nin küçüklükten tanıdığı ve kendisine çekir­dekten komünist dediği avukat Bulgar Popof’un dükkanı­nın yanından geçerken Bulgar Popof, Ali Efendi'ye "Bu gü­neşli havada yağmur mu yağar" diyerek hafife alıcı, alay­lı sözler söylüyor. Ali Efendi de ona kulak asmayarak yoluna devam ediyor.

Bilahare seyretmek için yağmur duası yapılan yerin yakı­nına Bulgar Popof da gelmiş.

On binlerce Müslüman sahrada toplanıyorlar. Önce hoca efendiler halka bir tevbe ve istiğfar getirtiyor. Sonra da dua ediyorlar. Meydan kalabalık olduğundan Ali Efendi, "Amin" denecek yerlerde eline aldığı bir değneği kaldırıp, indirerek “Amin” demeleri için işaret ediyormuş. Halkın yalvarışları, gözyaşları, amin sadâları afâkı çınlatıyor…

Derken bir bulut, bir yağmur yağıyor ki bütün Bulgaristan arazisini kana kana suluyor. Bulgar Popof’un dükkanını da sel basıyor. Sararan ekinler ve mısırlar yeşeriyor, Cenab-ı Hakkın büyük bir lütfuyla halkın yüzü gülüyor, hapsi seviniyorlar.

Ali Efendi bir hafta sonra Popof’un dükkanının yanından geçerken, Popof ısrarla onu dükkanına çağırarak Rumeli şivesiyle ona diyor ki;

" - Abe, ben inanmıyordum ama Allah var ve siz Hak yoldasınız, ben Allah'a inandım," Ve bu sırada, "Allah var, Allah var" diye elini başına vurarak dükkanının içinde dört dönüyormuş.

Bu arada dükkanın yanından geçmekte olan papazları göstererek "Bunlarda iş yok, bunlar içki içer, domuz eti yer, kadınlarını boyar, bunlar değil siz hak yoldasınız."

- Abe o telgraf direği gibi şeyi yukarıdan aşağı nasıl kaldırıp indiriyordun? (Cenab-ı Hak onun gözüne değneği telgraf direği gibi büyük göstermiş)

-Bizde îman kuvveti var.

-Doğru.

- Abe sen o uzun adamı gördün mü? Elli metre uzun­luğunda yeşil sarıklı, ayağının arasında insanlar geçer.

-Gördüm.

-Ne o?

-Melek, biz dua ettiğimiz zaman gelir.

- Evet doğru, siz hak yoldasınız. Ve ben inandım. Allah vardır ve birdir, diyor.

Ne büyük ibret alınacak bir hadise değil mi?


*Hasan Arıkan'dan alınmıştır.

Tarih ve Düşünce Dergisi, 2003

4 Şubat 2011 Cuma

Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 2

“Tarihçe-i Vaka-i Zağra,

Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir.”

Yahya Kemal BEYATLI

İstanbul’dan Sofya’ya kadar küçük bir seyahat mazinin kalbimde kalan hayalini sileceğine bilakis daha ziyade alevlendirdi. Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.

Akşam üstü Boğaziçi’nden geçen vapur sabahleyin Burgaz limanına giriyor. Burgaz’ın sokaklarında her köşeden Türkçe işitiliyor.

Sabah erken Burgaz’dan kalkan tren yarı gecede Sofya’ya varıyor. Yol sahilden Filibe’ye kadar ovadan geçiyor. Şimalden bir düziye Balkan tepeleri görülüyor… Aydos, sonra Karinabad, Yanbolu tek kalan camileri ve minareleriyle görünüyorlar. Daha sonra Yeni Zağra ağaçları arasında kaybolmuş bir ova şehri. Daha sonra dağ eteğinde büyük bir dikili taş. Yol arkadaşım söyledi ki bu sütun Rusların meşhur Curanlı (Kalitinovo) müsademesinde düşen askerlerine diktikleri bir abideymiş.

Curanlı abidesinden biraz sonra dağ eteğinde Eski Zağra görünüyor. Bila-ihtiyar Raci Efendi’yi hatırladım. Daha çocukken Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ında, bilmem neye misal, beş on satır okumuştum. Bu misalin altında da bu kayıt vardı: Raci Efendi – Tarihçe-i Vak’a-i Zağra.

Türkçe’de bu nesir nümunesi ayarında güzel bir parça görmedim. Muharrir işgale uğramış bir Türk şehrinin hapishanesinden mahpusların zincirden boşanır gibi çıkışını naklediyordu, bu kadar.

Bu satırların ne muharririni tanıyordum, ne de hangi kitaptan alındığını biliyordum, mamafih daima yüreğimde tesirini hissettim.

Senelerden sonra bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti: Tarihçe-i Vak’a-i Zağra müellifi Raci Efendi. Kitapta bir kıt’a vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi:

Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!

Kitabı satın aldım. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçti. Zağra müftüsü Raci Efendi doksan üçte, General Gurko’nun Eski Zağra’ya ilk defa nasıl girdiğini, Müslümanların çoluk çocuk, kadın ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’s-sıyane (koruyucu melek) gibi yetişip Eski Zağra'yı nasıl kurtardığını, Müslümanların cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul'a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş.

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'yı Falih Rıfkı (Atay) gibi Türk nasirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir. Onun için de okunmaz !"

Samimi bir eserin ne yaman bir kudreti vardır. Eski Zağra’ya Raci Efendi’nin çizdiği levha haricinde bakamadım. Şehirde bir iki cami ve minare kalmış; lakin Müslümanlık daha o darbede bir defa dağılmış ondan sonra da yavaş yavaş ana vatana hicret etmiş. (Yahya Kemal'in eser hakkındaki değerlendirmesi burada bitiyor.)

Tarihçe-i Vaka-i Zağra kitabını günümüz Türkçesine çevirip bir çok dipnotlarla ilave açıklamalar yaparak Zağra Müftüsünün Hatıraları adıyla bu eseri neşreden M. Ertuğrul Düzdağ şöyle demektedir:

Bu kitap, yıkılan büyük ve mübarek devletimiz Osmanlı’nın son asırda, düşman hıyanet ve vahşetinin dehşet verici bir zaptı, Müslüman halkın çektiği ızdırapların ağlatan, kahreden acıklı destanıdır.

Bu kitap, dininden, kendinden ve tarihinden habersiz, otlar ve taşlar gibi hissiz ve heyecansız yaşayan bugünün ölülerini diriltmek için ecdad eliyle yazılmış bir “şok” eserdir.

Bu kitap, bütün propaganda vasıtaları ile “dostumuz” olduğu telkin edilen, can, kan ve din düşmanlarımızın yüzlerindeki maskeyi yırtacak; onların mukallid uşaklarının suratlarına çarpacak ve katillerine koyun gibi teslim olan bazı gafilleri uyandıracak tarihi bir feryattır.

(Not: Bu eser, Hüseyin Raci Efendi’nin oğlu Binbaşı Necmi Raci tarafından 1910 yılında Osmanlıca olarak İstanbul’da bastırılmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından 1970’li yıllarda Tercüman Gazetesi’nin 1001 Temel Eser serisi arasında günümüz harfleriyle neşredilmiştir. 1990 yılında Timaş Yayınları tarafından ve en son 2004 yılında da İz Yayınları tarafından basılmıştır.)

Hüseyin Raci Efendi’nin kitabının başına koyduğu dörtlük:

Aziz-i kavm idik a’da zelil kıldı bizi,
Esir-i bend-i bela vü sefil kıldı bizi;
Bi-gayri hakkin atıp habse bir nice eyyam,
Mudîk-i ye’s ü sitemde alîl kıldı bizi.

M. Ertuğrul Düzdağ günümüz Türkçesine şöyle çevirmiş:

Efendi idik, düşman, zelil kıldı bizi,
Derde belaya atıp, sefil kıldı bizi;
Günlerce haksız yere hapiste yatırarak,
İşkence ve kederle, alîl kıldı bizi.

Arif Nihat Asya’nın Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'dan ilham alarak yazdığı

MERSİYE

Huda, ki rûz-i ezelden asîl kıldı bizi,
Resûl-i Ekreme birgün vekil kıldı bizi:
Taraf taraf, yedi iklimi Hakk’a davette
Delil kıldı bizi;

Sonra bilmem ne oldu: Baht-ı siyah,
Hacîl kıldı bizi…
Ve hacaletle büktü boynumuzu
Ve melûl ü melil kıldı bizi…
Düştü bir bir kopup, kanatlarımız…
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”

Bize heybet veren Celal’inden,
Nice yıllar, celil kıldı bizi.
Kainatında Zât-ı Akdes’ine
Halil kıldı bizi.

Sormayın, sormayın fakat: Şimdi,
Hangi eller, sefil kıldı bizi?
Serngûn oldu tahtımız, Tanrı’m;
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”

Cebînimizde tecelli edip Cemalüllah,
Bir zamanlar cemil kıldı bizi;
Elimizden gül açtı bâdiyeler…
Kerem kerem Yed-i Takdir, Nîl kıldı bizi.
Ve zeminin bütün susuzlarına
Sebil kıldı bizi!
Sonra dünyamız oldu zîr ü zeber;
Sonra devran; alîl kıldı bizi!
Yüzümüz yok "Neden, niçin?" demeye…
Azîz-i vakt idik... A'dâ, zelîl kıldı bizi!


Derleyen: Basri Zilabid

1 Şubat 2011 Salı

BULGARİSTAN'DA YAYINLANMIŞ BAZI TÜRKÇE GAZETELER İNTERNETTE







OSMANLICA REHBER GAZETESİNE TIKLAYARAK HAKKI TARIK US KÜTÜPHANESİNDEKİ OSMANLICA SÜRELİ YAYINLARA ULAŞABİLİRSİNİZ. YAYINLARIN DİJİTAL GÖRÜNTÜSE ULAŞABİLMEK İÇİN SÖZ KONUSU SAYFADAKİ ÜCRETSİZ DJVU PROGRAMINI İNDİRMENİZ GEREKİR. İYİ OKUMALAR.

9 Ocak 2011 Pazar

Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 1


Hatıralar Gönlümü Yaralar
Basri Zilabid
Çocuk denilecek yaşta ana baba ocağından ayrıldık. Onlar, çocuğumuz okuyup adam olsun diye ayrılığı, hasreti sinelerine çektiler, bizler okuyup adam olalım diye ana baba şefkatinden mahrum kalmayı göze aldık.
Önce sınırı aştık, sonra farkına varmadan bir de suyu aşmışız. Geriye dönüşü zor bir yola girmişiz... Anadolu toprağına basmışız. En büyüğümüz Vetovolu Sinan abi ağlıyordu, hepimiz ağlıyorduk. Niyetimiz imam hatip okulunu okuyup köyümüze hoca olmaktı. Ama daha ilk günden otobüs terminalinin yolunu bilebilseydik istisnasız hepimiz geri dönecektik. Allah geri dönmemizi murad etmemiş, okumamızı murad etmişti. Okuduk...
“Üniversite” kelimesini lise ikinci sınıfta arkadaşlarımdan duydum. Bunun liseden sonra gelen daha yüksek bir okul olduğunu öğrendim ve onu da okumak istedim. Nasip oldu...
Lisede Edebiyat öğretmenim hatıra defterime “geleceğin Sofya müftüsü yazmıştı”, besbelli ki bize büyük hedefler gösteriyordu. İstanbuldaki hocalarımız da bizleri yanındakilere tanıtırken “Bu genç Bulgaristan Türklerinden. Fakülteyi bitirince memleketine dönüp halkına hizmet edecek, öyle değil mi? diyerek bize kaçacak bir yer bırakmıyor, bir nevi anavatanın ve İstanbul’un cazibesine kapılmamayı bize ihtar ediyordu.
Sekizinci sınıfın sonuna kadar ders kitapları dışında kitap okumadım. Türkçe kitap yoktu, Bulgarca kitap okumak ta hoşuma gitmiyordu. Köylü çocuğu idik... Kitap okumayı lisede sevdim. İlk okuduğum kitaplar romanlardı. Üniversite yıllarımda ise ne kadar çok şeyi bilmediğimi anladım ve bunu telafi etmek için çaba harcadım. O yüzden kitaplarımı çoğaltmaya baktım.
1996 yılının bir sonbahar günü İstanbul’daki Cağaloğlu’ndan Sirkeciye inerken Kültür Bakanlığı’nın kitap satış yerine uğradım ve oradan elimde “Kader Kurbanı”yla çıktım. O günden sonra bende kendi insanlarımın tarihini, kültürünü, geleneklerini, hikayelerini daha yakından tanıma isteği uyandı. O günden bugüne Bulgaristan Türkleri’ne dair yazılmış kitapları edinmeye, baştan sona kadar hakkını vererek okumaya gayret ettim ve etmeye devam ediyorum.
“Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar” yazı dizisinde Bulgaristan Türkleriyle ilgili yazılmış kitapları gençlere tanıtma arzusundayım. Onlardan aktaracağım pasajlarla genç okurun kalbinde milletine, tarihine, diline yönelik bir sevgi kıvılcımı oluşturabilirsem ne mutlu bana.
Bulgaristan Türklerini alakadar eden kitapları okurken dipnotlarda veya bibliyoğrafyada Yahya Kemal’in “Balkana Seyahat” isimli Bulgaristan’ın Rahva (Oryahovo) kasabasında 1923 yılında basılmış bir anı kitapçığı devamlı zikredilir. Bu durumu merak eder dururdum. Nasıl olmuş da Yahya Kemal Türkiye’de değil de Bulgaristan’da üstelik Türklerin kesafette olmadığı bir yerde 30 sayfalık bu kitapçığı bastırmış. Meğer hakikat şu imiş: Yahya Kemal 1921 yılında Bulgaristan’a yaptığı seyahatten edindiği izlenimleri İstanbul’da yayınlanan Dergah Mecmuası’nda Osmanlıca olarak neşretmiş, Rahva’da Ahali Gazetesini yayınlayan Mehmet Behçet Perim de bu seyahat notlarını Bulgaristan Türklerine sunulmasının önemine inanmış olmalı ki, bunları bir kitapçık halinde yine Osmanlıca olarak bastırmış. Çok ta iyi etmiş.
İşte Bulgaristanlı Türk gençlerinin bir solukta okuyacakları ilk kitap : “Balkana Seyahat”tir. Bugün Balkana Seyahat anıları Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım isimli kitabının 146 ile 164. sayfaları arasında bulunmaktadır. Yani ayrı bir kitapçık olarak günümüz Türkçesiyle basılmamıştır. İnşallah bu şeref Bulgaristan’da Türkçe kitap dergi gazete işleriyle uğraşan abla ve ağabeylerimize nasip olur.
Yahya Kemal kimdir? Neden onun hatıraları bizim için önemlidir? Yahya Kemal 1884 senesinde bugün Makedonya’nın başkenti olan Üsküp şehrinde dünyaya gelmiş. O tarihlerde Bulgaristan Osmanlı’nın elinden çıkmış olsa da bugünkü Makedonya henüz Osmanlı toprağı idi. On sekiz yaşına kadar çoğunlukla Üsküp’te yaşamış babasının memuriyeti sebebiyle Selanikte de bir müddet kalmışlardır. 1902’de İstanbul’a Galatasaray Lisesi’nde okumak için gönderilmiş ancak, Paris sevdasına tutulmuş. Sultan Abdülhamid aleyhtarı olarak kaçtığı Fransa’da Abdülhamid idaresinin ehemmiyetini hatta kıymetini idrak ederek beş yıl sonra vatanına dönmüştür. Yahya Kemal büyük bir Türk şairi ve edibidir. Siyasetle de iştigal etmiştir. Hayatta iken hiç bir kitabı basılmamıştır. Ölümünden sonra Yahya Kemal Enstitüsü kurulmuş ve eserleri kitaplaştırılmıştır. İşte bu enstitünün müdürü olan merhum Nihad Sami Banarlı “Hatıralarım” kitabıyla ilgili şöyle diyor:
“Kitabın baş tarafında, ileride Yahya Kemal olacak bir vatan evladının tanıttığı Üsküp şehrimizi, Filibeyi, Selaniki, bütün eski Türk vasıflarıyle resmedilmiş buluruz. Burada sağlam karakterli, dinine ve milli geleneklerine bağlı, halis Türk ve efendi bir milletin yaşadığını, bir defa da Yahya Kemal’in kaleminden öğrenmenin buruk hasretini tadarız.
...Bugünkü Bursa gibi, Edirne gibi bizim olan, bizim mimarimizle süslü, bizim musikimizle sesli bir ülkede, bizim adet ve an’anelerimizle başı dik yaşayan bu millet, İttihad ve Terakki komitesinin yaptığı bir ihtilal sonunda, Balkanlardaki bütün topraklarımızla birlikte, evvelce bize tabi kavimlere esir olur. Katliam, muhaceret ve sefalet içinde erir, azalır, zelil ve perişan oluruz.”
Yahya Kemal’in anılarından birkaç alıntı ile bu bahsi kapamak istiyorum. Birincisi Osmanlı geleneğine uygun olarak beş yaşında bir çocuğun nasıl mektbe başladığını bize anlatıyor.
“1889’da, yeni yaptırmış olduğumuz evde, mektebe başladım. Mektep, Sultan Murad Camii’nin mihrabı arkasında Yeni Mekteb denilir, beyüz senelik bir vakıftı.
Mektebe başlayışım kadim an’aneye tamamiyle uygun oldu. Erkenden muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sani Gani efendiler bizim selamlığa geldiler; çarşıdan bana savatlı bir divit, boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı. Gani Efendi kalem açtı, divitin mürekkebine batırdı. Bir Rabbi yessir yazdı. Sonra üstüne şeker döktüler, bana o yazının mürekkebini şekerli şekerli yalattılar.
Dışarıda bahçede, meydanda bekleyen mekteb çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı. Nihayet bu çocuk kaafilesi
“Şol cennetin ırmakları,
Akar Allah deyu deyu...
Çıkmış Tanrı melekleri
Bakar Allah deyu deyu..”
İlahisini cumhurca “ırlayarak yola düzüldüler.
Davetliler vardı, onlar şerbet içtiler, kuşaklarını ve ceplerini şeker külahlarıyle doldurdular, o aralık, zahir ürkmiyeyim diye, beni bir araba ile ayrı bir yoldan, Saat Bayırından mektebe ilettiler. Annemin hazırlamış olduğu bir şilteyi, muallim Gani Efendi’nin hoca makamı olan, yarım kavis, mihrabımsı yerin arkasına koydular. Maarif alemine girişimin ilk günü budur.”
Bir alıntı da “Balkan’a Seyahat”ten yapalım. Büyük edibin hasret duygularına kulak kabartalım:
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır. Dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lakin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki, bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?
Gözde tüter dumanları
Bak Şıpka’nın Balkanları
Hala sızlar al kanları
Ayrılmıştık otuz sene
İşte Şıpka geldik yine.
İstanbul’dan Burgaza vapurla, Burgaz’dan da Sofya’ya trenle geçen Yahya Kemal yol üzerine gördüklerini, Sofya’da kaldığı müddet içerisinde Bulgar siyesetine dair müşahedelerini, İstanbolof’un kurnazlığını, Sobranya’da İstanboliyskiyi dinleyişini, Bulgar tiyatrosuna gidişini , Sofyalı Bali Efendi’nin türbesini yıkan papazı nasıl çarptığını, Sofya’nın imarına dair düşüncelerini aktarır bize.
Yahya Kemal, Bulgarların siyasi liderler etrafında değil de şair İvan Vazof etrafında birleştiğini müşahede eder. “Elli seneden beri Bulgarlığın domuzundan kırmızı biberine kadar bütün millilikleri ile teganni eden bu ihtiyar şairi, akşam üstleri Sofya’nın Panah kahvesinin taraçasında oturur görüyordum. Önünden akan bu halk ona hâlikına (yaratıcısına) bakar gibi bakıp geçiyordu... Ziyaretine gitmemi teklif ettiler; Beşi bir süngüde ünvanlı bir parçasını gördüğüm için görmek istemedim. Ben orada iken ani bir ölümle öldü...”
Vazof için yapılan görkemli cenaze merasimini ayrıntılarıyla anlatan Yahya Kemal, bu bahsi şöyle bitiriyor:
“Ah esaret ne feci cilvelerin vardır! O gün cenazede tabii bilıztırar Vazof’un menfuru Türklerin de heyetleri vardı! Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken, gafil Türklerimizden biri “Bizde yazık ki böyle büyük bir şair yetişmedi”, dedi. Fuzûli’yi, Bâkî’yi, Nef’î’yi, Nedîm’i, Gâlib’i, Hamîd’i Vazof’a göre bu Himalaya tepelerini düşündüm. O Türk’ün yüzüne baktım...Cehalet gözüme esaretten bin kat feci göründü.”
Not: Balkana Seyahat kitabının Osmanlıcasını PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

25 Aralık 2010 Cumartesi

BALKANA SEYAHAT, YAHYA KEMAL


YAHYA KEMAL'İN BALKANA SEYAHAT ANILARI BULGARİSTAN RAHVA'DA (BUGÜN ORYAHOVO) AHALİ GAZETESİ MATBAASINDA OSMANLICA OLARAK BASILMIŞ NÜSHASINI SUNUYORUZ.

PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

9 Aralık 2010 Perşembe

Мюсюлманите честват 100 години Главно мюфтийство


На 8 декември 2010 г. в хотел „Света София” се проведе научна конференция по случай 100 години от основаването на институцията на Главно мюфтийство в Република България.
Сред официалните гости уважили конференцията бяха бившите главни мюфтии Селим Мехмед и Фикри Салих, районни мюфтии и ваизи. Религиозното аташе към посолството на Р.Турция Мазхар Билгин, първият секретар на палестинското посолство Мамдин Зайдан, съветник към палестинското посолство д-р Муса Амад, посланика на кралство Оман, председателят на Израилтянския духовен съвет – Роберт Джераси, Рупен Крикорян, председател на Епархийския съвет на арменската апостолическа църква.
В приветственото си слово главния мюфтия на мюсюлманите в България д-р Мустафа Хаджи каза:
"Ние сме тук, за да покажем, че мюсюлманското вероизповедание в България съществува вече 100 години. Нашите предци са основали тази институция с цялата си искреност и въпреки проблемите си. Когато вероизповеданието преживява трудности, мюсюлманите показаха, че са по-сплотени от всякога и това показва, че когато едно дело се върши честно и без користни намерения, то има успех".
"За съжаление, някои хора всячески се опитват да злепоставят мюсюлманското население в България, но ние няма да сведем глава. Ние ще продължим в рамките на демократичността и на това, което ни позволяват българските закони и българската Конституция.
Приветствени слова бяха поднесени и от бившите главни мюфтии, които изразиха благодарност за поканата на такова важно събитие, като изтъкнаха, че винаги подкрепят демократично избраното ръководство на Главно мюфтийство.
След приветствията, конференцията продължи с доклади изнесени от д-р Исмаил Джамбазов, доц. Ибрахим Ялъмов, д-р Антонина Желязкова и д-р Мюмюн Исов.
Главният мюфтия д-р Мустафа Хаджи награди медии и интелектуалци с плакети за принос към изповеданието. На събитието се показа изложба, която представи изповеданието до наши дни.
Пресслужба на Главно мюфтийство

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN 1859-1949
Vedat S. Ahmed

Her toplumun oluşum ve gelişiminde eşsiz yere sahip olan kişiler vardır.Bu kimseler fikirleriyle, fikirlerinden de çok hayatlarıyla bulundukları toplumun gelişmesine son derece büyük hizmette bulunurlar. Aşağıdaki satırlarımızda sizlere böyle bir kimse olan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’yi imkânlar dahilinde tanıtmaya çalışacağız.

Bulgaristan Türklüğünün merkezi olan Şumnu’da yıllarca müderrislik ve müftülük vazifesini ifa eden Hacı Hüseyin Efendi’nin oğlu Mehmed Muhyiddin 1859 yılında dünyaya gelir. Hacı Hüseyin Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş, daha sonra Şumnu Eski Cami Medresesi’nde uzun zaman müderrislik yapmış, Şumnu müftüsü olarak da görev yapmıştır. Meşhur Hocazâdeler ailesinin bir ferdi olarak ilk tahsilini doğduğu yerdeki medreselerde tamamladıktan sonra İstanbul’a giden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, orada da gerekli eğitimi aldıktan sonra icazet/diploma alır ve hizmet için memleketine döner.
Hayatın hızlı akışına Yankovo köyünde Ramazan hocası olarak atılır. Ancak böyle alim, ferasetli, girişken bir kişi orada kalamayacağı için babasının görev yaptığı Eski Cami Medresesi’nde müderris/öğretmen olarak görevlendirilir. Daha sonra Şumnu Müftülüğü’ne tayin edilir. Bu görevini 1905 yılında Sofya Müftüsü oluncaya kadar sürdürür. O yıllarda Sofya Müftülüğü aynı zamanda Merkez Müftülük olarak çalışmakta, Sofya Müftüsü ise, resmen olmasa da, Başmüftü fonksiyonlarını icra etmektedir.
1909 yılında bağımsızlığını elde eden Bulgaristan ile Osmanlı devleti arasında ülkede kalan Müslüman cemaatin haklarını koruma amacına dayalı İstanbul Anlaşması imazalanmıştır. Bu anlaşma gereğince daha önceleri pek net olmayan Başmüftü meselesi netleşmiş ve buna binaen bir yıl sonra ilk Başmüftü seçimi düzenlenmiştir.
Bu seçim, Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Sofya Müftüsü vazifesinde bulunduğu sıralarda 8. 12. 1910 tarihinde ülkedeki 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla gerçekleşir. Bu yüksek makam için iki aday vardır: Vidin Müftüsü Süleyman Rüşdi ve Sofya Müftüsü Hocazâde Mehmed Muyiddin. Seçim neticesinde dokuz oya karşılık yirmibeş oyla Hocazâde Efendi seçimle iş başına gelen ilk Başmüftü olur. Seçimin akabinden usulü gereğince Hocazâde Efendi, hem Bulgaristan Hâriciye ve Mezâhib Nezâreti (Dışişleri ve Mezhebler/Dinler Bakanlığı)’nın onayını, hem de İstanbul’daki Meşihat’tan mürasele-i şeriyye alarak Bâb-ı Âlî’nin/Hilâfet makamının onayını alır.
Beş yıl Başmüftülük makamında kalan Hocazâde gerçek bir Müslüman alimin sergilemesi gereken tavırdan hiçbir zaman bir nebzecik olsun taviz vermemiş ve olup bitenler karşısında suskun kalmamıştır. Öyle ki, kendisine sorulmadan azledilen bir müftüden dolayı Dışişleri Bakanlığı’na gidip “Bana sorma ihtiyacı duymadan müftüyü görevinden aldığınıza göre bana ihtiyacınız yok anlaşılan?!” diyerek mührü teslim etmiş ve istifasını vermiştir. Bu olay üzerine Bakanlık’tan kendisine böyle bir şeyin bir daha olmayacağı teminatının verilmesi üzerine Hocazâde makâmına geri dönmüştür.
Hocazâde Mehmed Muhyiddin’in önemli hizmetinden biri de Balkan Savaşı esnasında esir düşen Osmanlı askerleri için yardım kampanyası başlatmasıdır. Başmüftü olarak Osmanlı Sefareti ile iyi münasebetlerde bulunmuş olan Hocazâde, o zamanlar Sofya’da askerî ateşe olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa ile defalarca görüşmüştür. Paşa, kendisini makâmında ziyaret ederek sohbetlerinden istifade etmiştir.
Üstün hizmetleri ve derin fıkhî bilgisi sebebiyle Hocazâde’ye Osmanlı Meşîhatı tarafından önemli bir rütbe olan “Edirne Payesi” verilmiştir.
Hocazâde’nin 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılmış, bazılarına göre ise istifa etmiştir. Fakat yine Başmüftü Kaymakamı ve daha sonra Divân-ı Âlî-i Şer’î (Yüksek Şeriat Mahkemesi) Reisi/Başkanı olarak görev yaptığı için Sofya’da kalmıştır. Emekliliğe ayrılınca doğum yeri Şumnu’ya dönmüş ve hayatının son anlarını burada geçirmiştir.
Hocazâde yaşadığı doksan yıl içinde daha delikanlılığından başlıyarak yetmiş küsür yılını Bulgaristan’daki Müslüman toplumunun hizmetine vakfetmiştir. Onun tarih sayfalarına silinmeyen harflerle yazılmış hizmetlerinden bazıları şunlardır: Başmüftü seçildikten sonra Başmüftülük’te titiz, disiplinli bir çalışma başlatmıştır. Onun zamanında Başmüftülüğe bağlı bütün kurumlar organizeli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeye başlamışlardır. Vakıf mallarının düzenli bir şekilde yöentilip kullanılmasını sağlamıştır.
1919 yılında kabul edilen ve bugüne kadar etkisini sürdüren Bugaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdâre ve Teşkilatı Nizâmnâmesi’nin hazırlanmasında faydalı katkılarda bulunmuştur. 1920 yılında Nüvvâb Medresesi’nin içtüzük ve programını hazırlayan sekiz kişilik komisyonla katılmıştır. Din dersleriyle ilgili konularda çok büyük emeği olmuştur.
Divân-ı Âlî-i Şer’î reisliğinde bulunduğu 1924 yılında nikâh ve talâk işlerini düzenleyen ve bugün de ülkemiz Müslümanlarına bu hususlarda ışık tutabilecek olan Münâkehât ve Müfârekât (evlilik ve boşanma) Nizamnâmesi’ni hazırlayan altı kişilik komisyonda bulunmuştur. Emeklilik yıllarında Nüvvâb’ın Âlî Kısmı’nda Usûl-i Fıkıh dersleri okutmuştur.
1934 yılında kurulan “Dîn-i İslâm Müdâfileri Cemiyeti”nde de büyük hizmetleri olan Hocazâde, 1949 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Âlim olduğu kadar dindar da olan Hocazâde, faizin yasaklığından dolayı bankada bulunan bir miktar parasının faizini aldığı gibi fakirlere dağıtırmış, özellikle son yıllarında gece gündüz tâat ü ibâdette bulunmuştur.
Hocazâde’nin bir kızı olup Nüvvâb hocalarından Mustafa Reşid (Akalın) ile evlenmiştir. Onlardan olan torunu ise yine Nüvvâb’ın yetiştirdiği en değerli kişilerden ve orada hocalık yapan “kader kurbanı” ile aile kurmuştur.
Derin Arapça ve fıkıh bilgisiyle herkesin takdirini kazanan, tavır ve hareketleriyle, yaşayış ve tevazusuyla ün yapmış olan bu asırlık çınar halkın, öğrencilerin ve hocaların hocası olmuştur. Bu sebeple tarihimizin altın sayfalarında yerini hakkıyla almıştır. Vefat edince cenazeyle ilgili vazifeleri Nüvvâb hocalarından âlim ve fâzıl Yusuf Ziyaeedin Ezherî yerine getirmiş, büyük bir kalabalıkla Şumnu mezarlığına defnedilmiştir.

KAYNAK: www.kircaalibugun.blogspot.com

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN 100. YILINDA BOYNUMUZA ASILAN KİLİT

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN 100. YILINDA BOYNUMUZA ASILAN KİLİT
Nahit Doğu

Bulgaristan Başmüftülüğü, kuruluşunun 100.yılını kutlamaya hazırlanıyor. 12 Aralık günü dini kurumumuzun kuruluşunun 100.yılı kutlanırken başkent Sofya’daki Başmüftülük binasının kapısında kilit olacak. Geçtiğimiz günlerde Nedim Gencev’in binayı ele geçirmeye çalışmasından sonra devlet tarafından mühürlenen Başmüftülük binası hala kapalı ve nezaman açılacak sorusuna kimse cevap veremiyor.
Belirsizlik ya da kaos!
Amaca ulaşıldı. Geriye dönüp baktığımızda; yapılan seçimlerle ilgili mahkeme dizisi, bölge müftülüklerinin ele geçirilmesi girişimleri ve bu eylemlerden doğacak ya da devletin alacağı tedbirler kimin yararına olabileceği konusunda varsayımlar üzerine yapılan değerlendirmeler belirsizliğe gidildiğini zaten gösteriyordu. Görünen de oldu.
Günlük dilde ‘kaos’ kelimesine, düzensizlik, kargaşa, dağınıklık ve başıbozukluk manası yüklenir. Şüphesiz her kaosun bir düzeni mevcuttur. Birileri kaos yaratarak kendi düzenini kurdu ve Başmüftülüğün kapısına kilidin vurulmasını sağlayabildi.
Peki, kaosun düzenini istemeyenlerin hiç suçu yok mu? Olmaz mı...
En mühüm olan tarafı unuttular. Nizamın geçici olduğunu unuttular ve kaosun geldiğini çok önceden farkedemediler. Nedenleri başka konu tabi.
Ancak kaosta değişecek şüpheniz olmasın, çünkü kimse hiç değişmeyen bir şeyle karşılaşmamıştır.
Ne var ki, 100.yılında Başmüftülüğün kapısındaki kilit boynumuzda asılı duracak.

Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/