4 Şubat 2011 Cuma

Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 2

“Tarihçe-i Vaka-i Zağra,

Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir.”

Yahya Kemal BEYATLI

İstanbul’dan Sofya’ya kadar küçük bir seyahat mazinin kalbimde kalan hayalini sileceğine bilakis daha ziyade alevlendirdi. Türklük Avrupa’ya doğru cezr ü meddi biten bir deniz gibi o dağlardan çekilmiş, lakin tuzunu bırakmış. Bütün o toprak Türklük kokuyor.

Akşam üstü Boğaziçi’nden geçen vapur sabahleyin Burgaz limanına giriyor. Burgaz’ın sokaklarında her köşeden Türkçe işitiliyor.

Sabah erken Burgaz’dan kalkan tren yarı gecede Sofya’ya varıyor. Yol sahilden Filibe’ye kadar ovadan geçiyor. Şimalden bir düziye Balkan tepeleri görülüyor… Aydos, sonra Karinabad, Yanbolu tek kalan camileri ve minareleriyle görünüyorlar. Daha sonra Yeni Zağra ağaçları arasında kaybolmuş bir ova şehri. Daha sonra dağ eteğinde büyük bir dikili taş. Yol arkadaşım söyledi ki bu sütun Rusların meşhur Curanlı (Kalitinovo) müsademesinde düşen askerlerine diktikleri bir abideymiş.

Curanlı abidesinden biraz sonra dağ eteğinde Eski Zağra görünüyor. Bila-ihtiyar Raci Efendi’yi hatırladım. Daha çocukken Recaizade’nin Talim-i Edebiyat’ında, bilmem neye misal, beş on satır okumuştum. Bu misalin altında da bu kayıt vardı: Raci Efendi – Tarihçe-i Vak’a-i Zağra.

Türkçe’de bu nesir nümunesi ayarında güzel bir parça görmedim. Muharrir işgale uğramış bir Türk şehrinin hapishanesinden mahpusların zincirden boşanır gibi çıkışını naklediyordu, bu kadar.

Bu satırların ne muharririni tanıyordum, ne de hangi kitaptan alındığını biliyordum, mamafih daima yüreğimde tesirini hissettim.

Senelerden sonra bir gün Fatih’ten geçerken bir mahalle bakkalının camında bir kitap gözüme ilişti: Tarihçe-i Vak’a-i Zağra müellifi Raci Efendi. Kitapta bir kıt’a vardı ki hatırımda kalan ilk mısraı bu idi:

Aziz-i vakt idik a’da zelil kıldı bizi!

Kitabı satın aldım. Bu kıraatin teessürü iliklerime kadar geçti. Zağra müftüsü Raci Efendi doksan üçte, General Gurko’nun Eski Zağra’ya ilk defa nasıl girdiğini, Müslümanların çoluk çocuk, kadın ihtiyar nasıl kesildiklerini, sonra Süleyman Paşa ordusunun melekü’s-sıyane (koruyucu melek) gibi yetişip Eski Zağra'yı nasıl kurtardığını, Müslümanların cehennemi bir matemden birdenbire delice bir sevince nasıl geçtiklerini, mağlubiyetten sonra da ikinci ve son felaketi, İstanbul'a doğru o acıklı hicreti bütün sahneleriyle naklediyordu. Lakin nasıl temiz, yavaş ve duygulu bir naklediş.

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'yı Falih Rıfkı (Atay) gibi Türk nasirlerine gösterdim. Onlar benden ziyade hayran oldular. Bu kitap, Türklerin vatan edebiyatında en samimi, yüksek bir şaheserdir. Onun için de okunmaz !"

Samimi bir eserin ne yaman bir kudreti vardır. Eski Zağra’ya Raci Efendi’nin çizdiği levha haricinde bakamadım. Şehirde bir iki cami ve minare kalmış; lakin Müslümanlık daha o darbede bir defa dağılmış ondan sonra da yavaş yavaş ana vatana hicret etmiş. (Yahya Kemal'in eser hakkındaki değerlendirmesi burada bitiyor.)

Tarihçe-i Vaka-i Zağra kitabını günümüz Türkçesine çevirip bir çok dipnotlarla ilave açıklamalar yaparak Zağra Müftüsünün Hatıraları adıyla bu eseri neşreden M. Ertuğrul Düzdağ şöyle demektedir:

Bu kitap, yıkılan büyük ve mübarek devletimiz Osmanlı’nın son asırda, düşman hıyanet ve vahşetinin dehşet verici bir zaptı, Müslüman halkın çektiği ızdırapların ağlatan, kahreden acıklı destanıdır.

Bu kitap, dininden, kendinden ve tarihinden habersiz, otlar ve taşlar gibi hissiz ve heyecansız yaşayan bugünün ölülerini diriltmek için ecdad eliyle yazılmış bir “şok” eserdir.

Bu kitap, bütün propaganda vasıtaları ile “dostumuz” olduğu telkin edilen, can, kan ve din düşmanlarımızın yüzlerindeki maskeyi yırtacak; onların mukallid uşaklarının suratlarına çarpacak ve katillerine koyun gibi teslim olan bazı gafilleri uyandıracak tarihi bir feryattır.

(Not: Bu eser, Hüseyin Raci Efendi’nin oğlu Binbaşı Necmi Raci tarafından 1910 yılında Osmanlıca olarak İstanbul’da bastırılmıştır. M. Ertuğrul Düzdağ tarafından 1970’li yıllarda Tercüman Gazetesi’nin 1001 Temel Eser serisi arasında günümüz harfleriyle neşredilmiştir. 1990 yılında Timaş Yayınları tarafından ve en son 2004 yılında da İz Yayınları tarafından basılmıştır.)

Hüseyin Raci Efendi’nin kitabının başına koyduğu dörtlük:

Aziz-i kavm idik a’da zelil kıldı bizi,
Esir-i bend-i bela vü sefil kıldı bizi;
Bi-gayri hakkin atıp habse bir nice eyyam,
Mudîk-i ye’s ü sitemde alîl kıldı bizi.

M. Ertuğrul Düzdağ günümüz Türkçesine şöyle çevirmiş:

Efendi idik, düşman, zelil kıldı bizi,
Derde belaya atıp, sefil kıldı bizi;
Günlerce haksız yere hapiste yatırarak,
İşkence ve kederle, alîl kıldı bizi.

Arif Nihat Asya’nın Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'dan ilham alarak yazdığı

MERSİYE

Huda, ki rûz-i ezelden asîl kıldı bizi,
Resûl-i Ekreme birgün vekil kıldı bizi:
Taraf taraf, yedi iklimi Hakk’a davette
Delil kıldı bizi;

Sonra bilmem ne oldu: Baht-ı siyah,
Hacîl kıldı bizi…
Ve hacaletle büktü boynumuzu
Ve melûl ü melil kıldı bizi…
Düştü bir bir kopup, kanatlarımız…
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”

Bize heybet veren Celal’inden,
Nice yıllar, celil kıldı bizi.
Kainatında Zât-ı Akdes’ine
Halil kıldı bizi.

Sormayın, sormayın fakat: Şimdi,
Hangi eller, sefil kıldı bizi?
Serngûn oldu tahtımız, Tanrı’m;
“Aziz-i vakt idik… A’da zelil kıldı bizi.”

Cebînimizde tecelli edip Cemalüllah,
Bir zamanlar cemil kıldı bizi;
Elimizden gül açtı bâdiyeler…
Kerem kerem Yed-i Takdir, Nîl kıldı bizi.
Ve zeminin bütün susuzlarına
Sebil kıldı bizi!
Sonra dünyamız oldu zîr ü zeber;
Sonra devran; alîl kıldı bizi!
Yüzümüz yok "Neden, niçin?" demeye…
Azîz-i vakt idik... A'dâ, zelîl kıldı bizi!


Derleyen: Basri Zilabid

1 Şubat 2011 Salı

BULGARİSTAN'DA YAYINLANMIŞ BAZI TÜRKÇE GAZETELER İNTERNETTE







OSMANLICA REHBER GAZETESİNE TIKLAYARAK HAKKI TARIK US KÜTÜPHANESİNDEKİ OSMANLICA SÜRELİ YAYINLARA ULAŞABİLİRSİNİZ. YAYINLARIN DİJİTAL GÖRÜNTÜSE ULAŞABİLMEK İÇİN SÖZ KONUSU SAYFADAKİ ÜCRETSİZ DJVU PROGRAMINI İNDİRMENİZ GEREKİR. İYİ OKUMALAR.

9 Ocak 2011 Pazar

Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 1


Hatıralar Gönlümü Yaralar
Basri Zilabid
Çocuk denilecek yaşta ana baba ocağından ayrıldık. Onlar, çocuğumuz okuyup adam olsun diye ayrılığı, hasreti sinelerine çektiler, bizler okuyup adam olalım diye ana baba şefkatinden mahrum kalmayı göze aldık.
Önce sınırı aştık, sonra farkına varmadan bir de suyu aşmışız. Geriye dönüşü zor bir yola girmişiz... Anadolu toprağına basmışız. En büyüğümüz Vetovolu Sinan abi ağlıyordu, hepimiz ağlıyorduk. Niyetimiz imam hatip okulunu okuyup köyümüze hoca olmaktı. Ama daha ilk günden otobüs terminalinin yolunu bilebilseydik istisnasız hepimiz geri dönecektik. Allah geri dönmemizi murad etmemiş, okumamızı murad etmişti. Okuduk...
“Üniversite” kelimesini lise ikinci sınıfta arkadaşlarımdan duydum. Bunun liseden sonra gelen daha yüksek bir okul olduğunu öğrendim ve onu da okumak istedim. Nasip oldu...
Lisede Edebiyat öğretmenim hatıra defterime “geleceğin Sofya müftüsü yazmıştı”, besbelli ki bize büyük hedefler gösteriyordu. İstanbuldaki hocalarımız da bizleri yanındakilere tanıtırken “Bu genç Bulgaristan Türklerinden. Fakülteyi bitirince memleketine dönüp halkına hizmet edecek, öyle değil mi? diyerek bize kaçacak bir yer bırakmıyor, bir nevi anavatanın ve İstanbul’un cazibesine kapılmamayı bize ihtar ediyordu.
Sekizinci sınıfın sonuna kadar ders kitapları dışında kitap okumadım. Türkçe kitap yoktu, Bulgarca kitap okumak ta hoşuma gitmiyordu. Köylü çocuğu idik... Kitap okumayı lisede sevdim. İlk okuduğum kitaplar romanlardı. Üniversite yıllarımda ise ne kadar çok şeyi bilmediğimi anladım ve bunu telafi etmek için çaba harcadım. O yüzden kitaplarımı çoğaltmaya baktım.
1996 yılının bir sonbahar günü İstanbul’daki Cağaloğlu’ndan Sirkeciye inerken Kültür Bakanlığı’nın kitap satış yerine uğradım ve oradan elimde “Kader Kurbanı”yla çıktım. O günden sonra bende kendi insanlarımın tarihini, kültürünü, geleneklerini, hikayelerini daha yakından tanıma isteği uyandı. O günden bugüne Bulgaristan Türkleri’ne dair yazılmış kitapları edinmeye, baştan sona kadar hakkını vererek okumaya gayret ettim ve etmeye devam ediyorum.
“Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar” yazı dizisinde Bulgaristan Türkleriyle ilgili yazılmış kitapları gençlere tanıtma arzusundayım. Onlardan aktaracağım pasajlarla genç okurun kalbinde milletine, tarihine, diline yönelik bir sevgi kıvılcımı oluşturabilirsem ne mutlu bana.
Bulgaristan Türklerini alakadar eden kitapları okurken dipnotlarda veya bibliyoğrafyada Yahya Kemal’in “Balkana Seyahat” isimli Bulgaristan’ın Rahva (Oryahovo) kasabasında 1923 yılında basılmış bir anı kitapçığı devamlı zikredilir. Bu durumu merak eder dururdum. Nasıl olmuş da Yahya Kemal Türkiye’de değil de Bulgaristan’da üstelik Türklerin kesafette olmadığı bir yerde 30 sayfalık bu kitapçığı bastırmış. Meğer hakikat şu imiş: Yahya Kemal 1921 yılında Bulgaristan’a yaptığı seyahatten edindiği izlenimleri İstanbul’da yayınlanan Dergah Mecmuası’nda Osmanlıca olarak neşretmiş, Rahva’da Ahali Gazetesini yayınlayan Mehmet Behçet Perim de bu seyahat notlarını Bulgaristan Türklerine sunulmasının önemine inanmış olmalı ki, bunları bir kitapçık halinde yine Osmanlıca olarak bastırmış. Çok ta iyi etmiş.
İşte Bulgaristanlı Türk gençlerinin bir solukta okuyacakları ilk kitap : “Balkana Seyahat”tir. Bugün Balkana Seyahat anıları Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım isimli kitabının 146 ile 164. sayfaları arasında bulunmaktadır. Yani ayrı bir kitapçık olarak günümüz Türkçesiyle basılmamıştır. İnşallah bu şeref Bulgaristan’da Türkçe kitap dergi gazete işleriyle uğraşan abla ve ağabeylerimize nasip olur.
Yahya Kemal kimdir? Neden onun hatıraları bizim için önemlidir? Yahya Kemal 1884 senesinde bugün Makedonya’nın başkenti olan Üsküp şehrinde dünyaya gelmiş. O tarihlerde Bulgaristan Osmanlı’nın elinden çıkmış olsa da bugünkü Makedonya henüz Osmanlı toprağı idi. On sekiz yaşına kadar çoğunlukla Üsküp’te yaşamış babasının memuriyeti sebebiyle Selanikte de bir müddet kalmışlardır. 1902’de İstanbul’a Galatasaray Lisesi’nde okumak için gönderilmiş ancak, Paris sevdasına tutulmuş. Sultan Abdülhamid aleyhtarı olarak kaçtığı Fransa’da Abdülhamid idaresinin ehemmiyetini hatta kıymetini idrak ederek beş yıl sonra vatanına dönmüştür. Yahya Kemal büyük bir Türk şairi ve edibidir. Siyasetle de iştigal etmiştir. Hayatta iken hiç bir kitabı basılmamıştır. Ölümünden sonra Yahya Kemal Enstitüsü kurulmuş ve eserleri kitaplaştırılmıştır. İşte bu enstitünün müdürü olan merhum Nihad Sami Banarlı “Hatıralarım” kitabıyla ilgili şöyle diyor:
“Kitabın baş tarafında, ileride Yahya Kemal olacak bir vatan evladının tanıttığı Üsküp şehrimizi, Filibeyi, Selaniki, bütün eski Türk vasıflarıyle resmedilmiş buluruz. Burada sağlam karakterli, dinine ve milli geleneklerine bağlı, halis Türk ve efendi bir milletin yaşadığını, bir defa da Yahya Kemal’in kaleminden öğrenmenin buruk hasretini tadarız.
...Bugünkü Bursa gibi, Edirne gibi bizim olan, bizim mimarimizle süslü, bizim musikimizle sesli bir ülkede, bizim adet ve an’anelerimizle başı dik yaşayan bu millet, İttihad ve Terakki komitesinin yaptığı bir ihtilal sonunda, Balkanlardaki bütün topraklarımızla birlikte, evvelce bize tabi kavimlere esir olur. Katliam, muhaceret ve sefalet içinde erir, azalır, zelil ve perişan oluruz.”
Yahya Kemal’in anılarından birkaç alıntı ile bu bahsi kapamak istiyorum. Birincisi Osmanlı geleneğine uygun olarak beş yaşında bir çocuğun nasıl mektbe başladığını bize anlatıyor.
“1889’da, yeni yaptırmış olduğumuz evde, mektebe başladım. Mektep, Sultan Murad Camii’nin mihrabı arkasında Yeni Mekteb denilir, beyüz senelik bir vakıftı.
Mektebe başlayışım kadim an’aneye tamamiyle uygun oldu. Erkenden muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sani Gani efendiler bizim selamlığa geldiler; çarşıdan bana savatlı bir divit, boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı. Gani Efendi kalem açtı, divitin mürekkebine batırdı. Bir Rabbi yessir yazdı. Sonra üstüne şeker döktüler, bana o yazının mürekkebini şekerli şekerli yalattılar.
Dışarıda bahçede, meydanda bekleyen mekteb çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı. Nihayet bu çocuk kaafilesi
“Şol cennetin ırmakları,
Akar Allah deyu deyu...
Çıkmış Tanrı melekleri
Bakar Allah deyu deyu..”
İlahisini cumhurca “ırlayarak yola düzüldüler.
Davetliler vardı, onlar şerbet içtiler, kuşaklarını ve ceplerini şeker külahlarıyle doldurdular, o aralık, zahir ürkmiyeyim diye, beni bir araba ile ayrı bir yoldan, Saat Bayırından mektebe ilettiler. Annemin hazırlamış olduğu bir şilteyi, muallim Gani Efendi’nin hoca makamı olan, yarım kavis, mihrabımsı yerin arkasına koydular. Maarif alemine girişimin ilk günü budur.”
Bir alıntı da “Balkan’a Seyahat”ten yapalım. Büyük edibin hasret duygularına kulak kabartalım:
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır. Dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lakin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki, bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?
Gözde tüter dumanları
Bak Şıpka’nın Balkanları
Hala sızlar al kanları
Ayrılmıştık otuz sene
İşte Şıpka geldik yine.
İstanbul’dan Burgaza vapurla, Burgaz’dan da Sofya’ya trenle geçen Yahya Kemal yol üzerine gördüklerini, Sofya’da kaldığı müddet içerisinde Bulgar siyesetine dair müşahedelerini, İstanbolof’un kurnazlığını, Sobranya’da İstanboliyskiyi dinleyişini, Bulgar tiyatrosuna gidişini , Sofyalı Bali Efendi’nin türbesini yıkan papazı nasıl çarptığını, Sofya’nın imarına dair düşüncelerini aktarır bize.
Yahya Kemal, Bulgarların siyasi liderler etrafında değil de şair İvan Vazof etrafında birleştiğini müşahede eder. “Elli seneden beri Bulgarlığın domuzundan kırmızı biberine kadar bütün millilikleri ile teganni eden bu ihtiyar şairi, akşam üstleri Sofya’nın Panah kahvesinin taraçasında oturur görüyordum. Önünden akan bu halk ona hâlikına (yaratıcısına) bakar gibi bakıp geçiyordu... Ziyaretine gitmemi teklif ettiler; Beşi bir süngüde ünvanlı bir parçasını gördüğüm için görmek istemedim. Ben orada iken ani bir ölümle öldü...”
Vazof için yapılan görkemli cenaze merasimini ayrıntılarıyla anlatan Yahya Kemal, bu bahsi şöyle bitiriyor:
“Ah esaret ne feci cilvelerin vardır! O gün cenazede tabii bilıztırar Vazof’un menfuru Türklerin de heyetleri vardı! Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken, gafil Türklerimizden biri “Bizde yazık ki böyle büyük bir şair yetişmedi”, dedi. Fuzûli’yi, Bâkî’yi, Nef’î’yi, Nedîm’i, Gâlib’i, Hamîd’i Vazof’a göre bu Himalaya tepelerini düşündüm. O Türk’ün yüzüne baktım...Cehalet gözüme esaretten bin kat feci göründü.”
Not: Balkana Seyahat kitabının Osmanlıcasını PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

25 Aralık 2010 Cumartesi

BALKANA SEYAHAT, YAHYA KEMAL


YAHYA KEMAL'İN BALKANA SEYAHAT ANILARI BULGARİSTAN RAHVA'DA (BUGÜN ORYAHOVO) AHALİ GAZETESİ MATBAASINDA OSMANLICA OLARAK BASILMIŞ NÜSHASINI SUNUYORUZ.

PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

9 Aralık 2010 Perşembe

Мюсюлманите честват 100 години Главно мюфтийство


На 8 декември 2010 г. в хотел „Света София” се проведе научна конференция по случай 100 години от основаването на институцията на Главно мюфтийство в Република България.
Сред официалните гости уважили конференцията бяха бившите главни мюфтии Селим Мехмед и Фикри Салих, районни мюфтии и ваизи. Религиозното аташе към посолството на Р.Турция Мазхар Билгин, първият секретар на палестинското посолство Мамдин Зайдан, съветник към палестинското посолство д-р Муса Амад, посланика на кралство Оман, председателят на Израилтянския духовен съвет – Роберт Джераси, Рупен Крикорян, председател на Епархийския съвет на арменската апостолическа църква.
В приветственото си слово главния мюфтия на мюсюлманите в България д-р Мустафа Хаджи каза:
"Ние сме тук, за да покажем, че мюсюлманското вероизповедание в България съществува вече 100 години. Нашите предци са основали тази институция с цялата си искреност и въпреки проблемите си. Когато вероизповеданието преживява трудности, мюсюлманите показаха, че са по-сплотени от всякога и това показва, че когато едно дело се върши честно и без користни намерения, то има успех".
"За съжаление, някои хора всячески се опитват да злепоставят мюсюлманското население в България, но ние няма да сведем глава. Ние ще продължим в рамките на демократичността и на това, което ни позволяват българските закони и българската Конституция.
Приветствени слова бяха поднесени и от бившите главни мюфтии, които изразиха благодарност за поканата на такова важно събитие, като изтъкнаха, че винаги подкрепят демократично избраното ръководство на Главно мюфтийство.
След приветствията, конференцията продължи с доклади изнесени от д-р Исмаил Джамбазов, доц. Ибрахим Ялъмов, д-р Антонина Желязкова и д-р Мюмюн Исов.
Главният мюфтия д-р Мустафа Хаджи награди медии и интелектуалци с плакети за принос към изповеданието. На събитието се показа изложба, която представи изповеданието до наши дни.
Пресслужба на Главно мюфтийство

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN

Bulgaristan’ın İlk Başmüftüsü:HOCAZÂDE MEHMED MUHYİDDİN 1859-1949
Vedat S. Ahmed

Her toplumun oluşum ve gelişiminde eşsiz yere sahip olan kişiler vardır.Bu kimseler fikirleriyle, fikirlerinden de çok hayatlarıyla bulundukları toplumun gelişmesine son derece büyük hizmette bulunurlar. Aşağıdaki satırlarımızda sizlere böyle bir kimse olan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’yi imkânlar dahilinde tanıtmaya çalışacağız.

Bulgaristan Türklüğünün merkezi olan Şumnu’da yıllarca müderrislik ve müftülük vazifesini ifa eden Hacı Hüseyin Efendi’nin oğlu Mehmed Muhyiddin 1859 yılında dünyaya gelir. Hacı Hüseyin Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş, daha sonra Şumnu Eski Cami Medresesi’nde uzun zaman müderrislik yapmış, Şumnu müftüsü olarak da görev yapmıştır. Meşhur Hocazâdeler ailesinin bir ferdi olarak ilk tahsilini doğduğu yerdeki medreselerde tamamladıktan sonra İstanbul’a giden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, orada da gerekli eğitimi aldıktan sonra icazet/diploma alır ve hizmet için memleketine döner.
Hayatın hızlı akışına Yankovo köyünde Ramazan hocası olarak atılır. Ancak böyle alim, ferasetli, girişken bir kişi orada kalamayacağı için babasının görev yaptığı Eski Cami Medresesi’nde müderris/öğretmen olarak görevlendirilir. Daha sonra Şumnu Müftülüğü’ne tayin edilir. Bu görevini 1905 yılında Sofya Müftüsü oluncaya kadar sürdürür. O yıllarda Sofya Müftülüğü aynı zamanda Merkez Müftülük olarak çalışmakta, Sofya Müftüsü ise, resmen olmasa da, Başmüftü fonksiyonlarını icra etmektedir.
1909 yılında bağımsızlığını elde eden Bulgaristan ile Osmanlı devleti arasında ülkede kalan Müslüman cemaatin haklarını koruma amacına dayalı İstanbul Anlaşması imazalanmıştır. Bu anlaşma gereğince daha önceleri pek net olmayan Başmüftü meselesi netleşmiş ve buna binaen bir yıl sonra ilk Başmüftü seçimi düzenlenmiştir.
Bu seçim, Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Sofya Müftüsü vazifesinde bulunduğu sıralarda 8. 12. 1910 tarihinde ülkedeki 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla gerçekleşir. Bu yüksek makam için iki aday vardır: Vidin Müftüsü Süleyman Rüşdi ve Sofya Müftüsü Hocazâde Mehmed Muyiddin. Seçim neticesinde dokuz oya karşılık yirmibeş oyla Hocazâde Efendi seçimle iş başına gelen ilk Başmüftü olur. Seçimin akabinden usulü gereğince Hocazâde Efendi, hem Bulgaristan Hâriciye ve Mezâhib Nezâreti (Dışişleri ve Mezhebler/Dinler Bakanlığı)’nın onayını, hem de İstanbul’daki Meşihat’tan mürasele-i şeriyye alarak Bâb-ı Âlî’nin/Hilâfet makamının onayını alır.
Beş yıl Başmüftülük makamında kalan Hocazâde gerçek bir Müslüman alimin sergilemesi gereken tavırdan hiçbir zaman bir nebzecik olsun taviz vermemiş ve olup bitenler karşısında suskun kalmamıştır. Öyle ki, kendisine sorulmadan azledilen bir müftüden dolayı Dışişleri Bakanlığı’na gidip “Bana sorma ihtiyacı duymadan müftüyü görevinden aldığınıza göre bana ihtiyacınız yok anlaşılan?!” diyerek mührü teslim etmiş ve istifasını vermiştir. Bu olay üzerine Bakanlık’tan kendisine böyle bir şeyin bir daha olmayacağı teminatının verilmesi üzerine Hocazâde makâmına geri dönmüştür.
Hocazâde Mehmed Muhyiddin’in önemli hizmetinden biri de Balkan Savaşı esnasında esir düşen Osmanlı askerleri için yardım kampanyası başlatmasıdır. Başmüftü olarak Osmanlı Sefareti ile iyi münasebetlerde bulunmuş olan Hocazâde, o zamanlar Sofya’da askerî ateşe olarak bulunan Mustafa Kemal Paşa ile defalarca görüşmüştür. Paşa, kendisini makâmında ziyaret ederek sohbetlerinden istifade etmiştir.
Üstün hizmetleri ve derin fıkhî bilgisi sebebiyle Hocazâde’ye Osmanlı Meşîhatı tarafından önemli bir rütbe olan “Edirne Payesi” verilmiştir.
Hocazâde’nin 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılmış, bazılarına göre ise istifa etmiştir. Fakat yine Başmüftü Kaymakamı ve daha sonra Divân-ı Âlî-i Şer’î (Yüksek Şeriat Mahkemesi) Reisi/Başkanı olarak görev yaptığı için Sofya’da kalmıştır. Emekliliğe ayrılınca doğum yeri Şumnu’ya dönmüş ve hayatının son anlarını burada geçirmiştir.
Hocazâde yaşadığı doksan yıl içinde daha delikanlılığından başlıyarak yetmiş küsür yılını Bulgaristan’daki Müslüman toplumunun hizmetine vakfetmiştir. Onun tarih sayfalarına silinmeyen harflerle yazılmış hizmetlerinden bazıları şunlardır: Başmüftü seçildikten sonra Başmüftülük’te titiz, disiplinli bir çalışma başlatmıştır. Onun zamanında Başmüftülüğe bağlı bütün kurumlar organizeli bir şekilde işlevlerini yerine getirmeye başlamışlardır. Vakıf mallarının düzenli bir şekilde yöentilip kullanılmasını sağlamıştır.
1919 yılında kabul edilen ve bugüne kadar etkisini sürdüren Bugaristan Müslümanları Müessesât-ı Dîniyye İdâre ve Teşkilatı Nizâmnâmesi’nin hazırlanmasında faydalı katkılarda bulunmuştur. 1920 yılında Nüvvâb Medresesi’nin içtüzük ve programını hazırlayan sekiz kişilik komisyonla katılmıştır. Din dersleriyle ilgili konularda çok büyük emeği olmuştur.
Divân-ı Âlî-i Şer’î reisliğinde bulunduğu 1924 yılında nikâh ve talâk işlerini düzenleyen ve bugün de ülkemiz Müslümanlarına bu hususlarda ışık tutabilecek olan Münâkehât ve Müfârekât (evlilik ve boşanma) Nizamnâmesi’ni hazırlayan altı kişilik komisyonda bulunmuştur. Emeklilik yıllarında Nüvvâb’ın Âlî Kısmı’nda Usûl-i Fıkıh dersleri okutmuştur.
1934 yılında kurulan “Dîn-i İslâm Müdâfileri Cemiyeti”nde de büyük hizmetleri olan Hocazâde, 1949 yılında Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Âlim olduğu kadar dindar da olan Hocazâde, faizin yasaklığından dolayı bankada bulunan bir miktar parasının faizini aldığı gibi fakirlere dağıtırmış, özellikle son yıllarında gece gündüz tâat ü ibâdette bulunmuştur.
Hocazâde’nin bir kızı olup Nüvvâb hocalarından Mustafa Reşid (Akalın) ile evlenmiştir. Onlardan olan torunu ise yine Nüvvâb’ın yetiştirdiği en değerli kişilerden ve orada hocalık yapan “kader kurbanı” ile aile kurmuştur.
Derin Arapça ve fıkıh bilgisiyle herkesin takdirini kazanan, tavır ve hareketleriyle, yaşayış ve tevazusuyla ün yapmış olan bu asırlık çınar halkın, öğrencilerin ve hocaların hocası olmuştur. Bu sebeple tarihimizin altın sayfalarında yerini hakkıyla almıştır. Vefat edince cenazeyle ilgili vazifeleri Nüvvâb hocalarından âlim ve fâzıl Yusuf Ziyaeedin Ezherî yerine getirmiş, büyük bir kalabalıkla Şumnu mezarlığına defnedilmiştir.

KAYNAK: www.kircaalibugun.blogspot.com

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN 100. YILINDA BOYNUMUZA ASILAN KİLİT

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN 100. YILINDA BOYNUMUZA ASILAN KİLİT
Nahit Doğu

Bulgaristan Başmüftülüğü, kuruluşunun 100.yılını kutlamaya hazırlanıyor. 12 Aralık günü dini kurumumuzun kuruluşunun 100.yılı kutlanırken başkent Sofya’daki Başmüftülük binasının kapısında kilit olacak. Geçtiğimiz günlerde Nedim Gencev’in binayı ele geçirmeye çalışmasından sonra devlet tarafından mühürlenen Başmüftülük binası hala kapalı ve nezaman açılacak sorusuna kimse cevap veremiyor.
Belirsizlik ya da kaos!
Amaca ulaşıldı. Geriye dönüp baktığımızda; yapılan seçimlerle ilgili mahkeme dizisi, bölge müftülüklerinin ele geçirilmesi girişimleri ve bu eylemlerden doğacak ya da devletin alacağı tedbirler kimin yararına olabileceği konusunda varsayımlar üzerine yapılan değerlendirmeler belirsizliğe gidildiğini zaten gösteriyordu. Görünen de oldu.
Günlük dilde ‘kaos’ kelimesine, düzensizlik, kargaşa, dağınıklık ve başıbozukluk manası yüklenir. Şüphesiz her kaosun bir düzeni mevcuttur. Birileri kaos yaratarak kendi düzenini kurdu ve Başmüftülüğün kapısına kilidin vurulmasını sağlayabildi.
Peki, kaosun düzenini istemeyenlerin hiç suçu yok mu? Olmaz mı...
En mühüm olan tarafı unuttular. Nizamın geçici olduğunu unuttular ve kaosun geldiğini çok önceden farkedemediler. Nedenleri başka konu tabi.
Ancak kaosta değişecek şüpheniz olmasın, çünkü kimse hiç değişmeyen bir şeyle karşılaşmamıştır.
Ne var ki, 100.yılında Başmüftülüğün kapısındaki kilit boynumuzda asılı duracak.

Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ

BAŞMÜFTÜLÜĞÜN KURULUŞ SÜRECİ VE İLK BAŞMÜFTÜ

Vedat S. Ahmed

Kaderin cilvesi Bulgaristan Müslümanlarının hayatlarını azınlık olarak sürdürmelerini lâyık görmüş ve bir asrı aşkın zamandan beri bu böyledir. Bu durumda Bulgaristan Müslümanlarının varlık ve kimliklerini korumaları için son derece önemli olan üç husus vardır. Bunlar, 1929 yılında düzenlenen ilk ve tek Bulgaristan Türkleri Millî Kongresi’nin de ana gündem maddeleridir. Biz onları şöyle sıralayabiliriz:
1. Dinî kimliğin muhafazasını temin edecek dinî kurumlar;
2. Müslüman-Türk kültürünü koruyup geliştirecek hayır/sivil toplum kuruluşları;
3. İlk iki noktanın gerçekleşmesini mümkün kılacak eğitim kurumları.
Bu yazımızın konusu dinî kurumlarımızın başı olan Başmüftülüğün fiilen kuruluşuna giden yolu izlemek ve 100. yılı münasebetiyle ilk Başmüftü seçimi ele almaktır.

Bulgaristan Müslümanlarının Dinî Yönetiminin Temelleri
Bulgaristan’da din özgürlüğünün temelleri hususunda ilk teminatı Batılı devletlerin baskısıyla imzalanan Berlin Anlaşması’nın 5. maddesinde görmekteyiz. Bu Anlaşma’nın direktifleri doğrultusunda 1879 yılında hazırlanan Bulgaristan’ın ilk temel belgesi Tırnova Anayasası’nın 40. maddesinde din özgürlüğü ve 42. maddesinde din işlerinde mevzuat çerçevesinde bağımsızlık verilmesi söz konusudur. Bunlara rağmen Bulgaristan Müslümanlarının dinî teşkilâtının en üst/merkezî kurumu uzun yıllar oluşturulamamış, bu görevi temsilî olarak uzun zaman Sofya Müftüsü ifa etmiştir.
Bütün eksiklerine rağmen 1895 yılında kabul edilen Müslümanların Dinî İdarelerine Dair Muvakkat Tâlimâtnâme ile bazı ciddî adımlar atılmıştır. Ancak bunların bir kısmı sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Nitekim bu belgeye göre, Bulgaristan Müslümanlarının dinî önderinin Başmüftü, müftülük teşkilâtının üst kurumunun ise Başmüftülük olacağı kararlaştırılmıştır. Ancak bu karar 15 yıl askıda kalmıştır.
Bu konudaki daha somut adımlar 1909 yılında atılmıştır. Çünkü Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasî buhran ve II. Meşrutiyet’in ilânı esnasındaki boşluktan istifade ederek Bulgar Devleti, 22 Eylül 1908 tarihinde bağımsızlığını ilân ederek müstakil bir krallık/çarlık olmuştur. Birkaç ay sonra Bâb-ı Âlî’nin de bu bağımsızlığı kabul etmesi sonucunda iki devlet arasında 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul Protokolü imzalanmıştır. Bu Protokol’e ek olarak iki ülke arasında Müslüman topluluğun hukukunu ele alan bir Mukâvelenâme (Müftülük Sözleşmesi) imzalanmıştır. Sekiz madde ihtiva eden bu ikili antlaşma ile daha önce askıda kalan Başmüftü meselesi kesinleştirilmiştir.
Buna göre, Başmüftü, müftü ve müftü vekillerinin katılımıyla müftüler arasından seçilecektir. Daha sonra Bulgaristan Mezâhip (Diyanet) Bakanlığı vasıtasıyla Meşihatin/Şeyhülislâmın onayını aldıktan sonra göreve başlayacaktır. Sonra da Başmüftü, Müslüman cemaatin katılımıyla seçilecek müftülerin göreve başlamaları için Meşihatin onayını temin edecektir.
Başmüftü, Bulgaristan Müslümanları ve müftüleri ile iki devletin ilgili kurumları arasında münasebetlerde aracılık edecektir. Dinî işlerle birlikte İslâmî hayır kurumlarının çalışmalarını da takip edecek olan Başmüftü ayrıca nikâh, talâk, veraset ve vesayet gibi İslâm hukuku ile ilgili hususların şer‘î usullerle çözümü, vakıfların idaresi, dinî okulların ve umumî Müslüman okullarının denetiminden sorumludur. (Bu görevlere ilâveten 29 Eylül 1913 tarihinde imzalanan İstanbul Sulh Muâhedenâmesi ile Başmüftünün bir “Nüvvâb” okulu açması ve yeni bir nizâmnâme/tüzük hazırlaması kararlaştırılmıştır.)

İlk Başmüftü Seçimi
Bundan hareketle projesi çizilen müftülük teşkilâtını yeniden yapılandırmak ve Başmüftülüğün fiilen çalışmasını sağlamak amacıyla bir yıl sonra, 25 Nisan 1910 tarihinde Müslüman cemaat sancak müftülerini seçecek delegeleri seçmiştir. Bunun hemen akabinde 9 Mayıs tarihinde o dönemde var olan 14 bölgenin sancak müftüleri seçilmiştir. Bu dönemde ayrıca 20 müftü vekili bulunmaktadır. Oy hakkına sahip bu 34 müftü ve müftü vekilinin katılımıyla 8 Arlık 1910 tarihinde ilk Başmüftü seçimi için Sofya’da toplantı düzenlenmiştir. Başmüftünün sancak müftüleri arasından seçileceği kararına uygun olarak Başmüftü adayı olan müftülerin adaylıklarını koymaları daha önceden ilân edilmiştir. Bu ilânda Başmüftü adaylarının yüksek seviyede din eğitimi görmüş ve Bulgaristan vatandaşı olmaları gerektiği ifade edilmiştir.
Bu önemli ve sorumlu makam için iki aday çıkmıştır. Osman Keskioğlu’nun ifadesiyle bunların birincisi: Geniş fıkıh bilgisi, dürüstülük, doğruluk ve kimsenin eline âlet olmama gibi özelliklere sahip olup beş yıldan beri Sofya Müftüsü makamında bulunan Şumnulu Hocazâde Mehmet Muhyiddin Efendi’dir. Babası da daha önce Şumnu Müftüsü olarak görev yapmış değerli bir âlim olan Hocâzâde Efendi, İstanbul medreselerinde tahsil görmüş ve döndükten sonra uzun zaman Şumnu Müftüsü ve aynı şehirdeki Eski Cami Medresesi müderrisi olarak görev yapan değerli bir zattır. İkinci aday ise faal ve atılgan birisi olup Vidin Müftüsü makamında bulunan Süleyman Rüşdi Efendi’dir. Yapılan oylama sonucunda 34 oy sahibinin 25’inin desteğini alan Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Bulgaristan Müslümanları tarihinde seçilen ilk Başmüftü olmuştur.


Başmüftülük Çalışmaya Başlıyor
Bu seçim yapıldıktan sonra Hocazâde Efendi, değişik sebepler yüzünden (muhtemelen iki devlet arasındaki ilişkiler yüzünden) uzun zaman Şeyhülislâm tarafından verilmesi gereken menşur ve mürâseleyi (müftülük ve kadılık yetki belgesi) alamamakla birlikte göreve başlamıştır. Fiilen bu seçimden sonra çalışmaya başlayan Başmüftülük kurumunda kısa zaman sonra Sofya Müftüsü ve Başmüftü Vekili olarak Duştubaklı Süleyman Faik Efendi görevlendirilmiştir. Ayrıca Başkâtip olarak da Hacıoğlu-Pazarcıklı Mehmed Celil görevlendirilmiş ve kurumun iskeletini oluşturan bu üçlü beş yıl birlikte çalışmışlardır. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki karışıklıklar sebebiyle 1915 yılında süresi dolunca Başmüftülük makamından ayrılan Hocazâde Efendi’nin yerine yeni Başmüftü seçilememiş ve Başmüftülük görevi vekâleten değişik müftüler tarafından yürütülmüştür. Savaş sonrasında, 1920 yılında Süleyman Faik Efendi seçimle işbaşına gelen ikinci Başmüftü olarak, Hocazâde Efendi Başmümeyyiz (Temyiz Hâkimi) ve Mehmed Celil de Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdürü olarak yine göreve başlamışlardır. Bu değerli insanlar, hem ilk dönemlerinde, hem de ikinci dönemlerinde son derece öenmli işlere imza atmışlar. Başmüftülük ve birimlerinin kurulması, gerekli mevzuatın hazırlanması, kadroları yetiştirecek Nüvvâb okulunun açılması, vakıfların düzene konması ile ilgili temeller 1910-1915 arasında atılmış, bazı kusurları olsa da kurumun yapısı 1920-1928 yılları arasında oluşturulmuştur.
Başmüftü olmalarından önceki ve sonraki çalışmaları takdir edilmesi sebebiyle Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ilmiye sınıfında görev yapanlara verilen üst derecelerden Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’ye “Edirne Pâyesi”, Süleyman Faik Efendi’ye ise “İzmir Pâyesi” verilmiştir.

Kaynak: http://kircaalibugun.blogspot.com/

2 Kasım 2010 Salı

"RAZGRAD OLAYLARI" OLARAK TARİHE GEÇEN HADİSE

Razgrad Olayları, 20 Nisan 1933'te Bulgaristan'ın Razgrad şehrindeki Türk mezarlığının bir grup Bulgar tarafından yerle bir edilmesiyle başlayan ve devam eden süreçtir.

İstanbul'da başta Milli Türk Talebe Birliği'nin tertip ettiği büyük bir protesto gösterisi düzenledi. Öğrencilerin İstanbul'daki Bulgar mezarlığına çelenk koyarak başlattığı gösteri daha sonra büyüdü. Olaylar 2 gün sürdü, birçok öğrenci gözaltına alındı. Basın öğrencilerin arkasında yer alan yazılar yazdıysa da MTTB kapatıldı.

26 Ekim 2010 Salı

LIJNİTSA KÖYÜ MÜSLÜMANLARI İMAMLARINA SAHİP ÇIKTI







Bulgaristan müslümanlarının tarihinde bir ilk yaşandı

Bulgaristan müslümanlarının tarihinde bir ilk yaşandı
Lıjnitsa köyü müslümanları imamlarına sahip çıktılar.

2010 yılının ikinci yarısı Bulgaristan müslümanları için zorlu bir dönem oldu. Yaklaşık on yıllık Bulgaristan hizmetinden sonra İstanbula avdet etmiş, gelişmeleri internet üzerinden takip etmeye devam ediyordum.
Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında Bulgaristan müslümanlarını rahatsız eden olaylar olmuş, Nedim Gencev denilen ve komunist dönemin asimilasyon politikasının maşası olarak kullanılmış bu hain, yine Bulgar derin devletinin kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmek için seçilmiş Bulgaristan müslümanları cemaati idaresine karşı açtığı davalar hep lehine sonuçlanmış ve nihayetinde Yüksek Temyiz Mahkemesi tarafından resmi Yüksek İslam Şurası Başkanı olarak tanınmıştı. Bunun neticesinde Dr. Mustafa Hacı önderliğinde Bulgaristan müslümanlarının temsilcileri başta başkent Sofya olmak üzere ülkenin her köşesinde bu kararı protesto ettiler. Ancak, Nedim Gencev’in zor kullanarak başta Başmüftülük makamı olmak üzere bölge müftülüklerine, cami idarelerine girmek istemesine müslümanlar karşı koymuş ve Ramazan gibi mübarek bir ayda Filibe Cuma camisinde yaşanan kavga bu sorunu ülkenin bir sorunu olarak gündeme oturtmuştu.
Bulgar basını meseleyi ilk başlarda algılamakta zorlandı. Bu şundan ileri gelmekteydi. Bulgar Ortodoks Kilisesi’nde de demokrasiden sonra iki başlılık zuhur etmiş ve her iki tarafın da belli sayıda taraftarı bulunmakta idi. Yani buradaki çekişme iki grup arasında bir çekişme idi. Bir tarafta komunizm döneminde Bulgar Patriği olan Maksim diğer tarafta demokrat siyasi partilerin desteğini alan İnokentiy. Ancak Nedim Gencev – Mustafa Hacı çekişmesi iki grup arasında bir çekişme değil, Nedim Gencev’in bütün Bulgaristan müslümanlarına karşı bir çekişmesidir. Nedim Gencev’i destekleyen beslediği 20-30 kişiden başkası değildi. Yaklaşık bin civarındaki imam ve cami encümeni ise Mustafa Hacı başkanlığındaki idareyi tasvip ettiklerini defalarca teyit etmişlerdi. Mahkeme kararının tek Nedim Gencev’in lehine olmasına rağmen arkasında halk desteği olmadığını gören insaflı basın onun haklılığından ciddi ciddi şüphe etmeye başladı.
Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin 2001-2009 yılları arasında sekiz yıl süre ile iktidar ortağı olması Türk düşmanlığını körüklemiş, milliyetçilik duygularını had safhaya çıkarmıştı. Bulgar milliyetçiliği ile Türk düşmanlığını bayrak yapan partilerin oylarında patlama olmuş, bunun neticesinde Boyko Borisov başkanlığındaki GERB Partisi, aşırı milliyetçi ATAKA Partisinin şartsız desteği ile güvenoyu alarak hükümet kurmuş idi. Seçim gecesi gelecek dört yılın Başbakanı Boyko Borisov, “Bulgaristan müslümanlarının kendilerini güvende hissetmelerini istemesine” rağmen olaylar tam aksi yönde gelişmiştir.
Bu olaylar Türk ve Arap basınında da yer almış ve milyonlarca Bulgaristan muhacirini topraklarına kabul etmiş olan Ana Vatan Türkiye Cumhuriyetinin Ak Parti iktidarı da din ve vicdan özgürlüğü ile demoktarik seçim gibi evrensel ilkelerin ihlaline taalluk eden bu meseleye bigane kalmayıp Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve Yurtdışı Türklerden sorumlu Devlet Bakanı ve Bursa Milletvekili Faruk Çelik Bulgaristan Başbakanı Sayın Boyko Borisov’u ziyaret ederek meselenin nasıl çözülebileceği yönünde bir görüşme yapmış idi. Bu görüşmeden belli bir müddet sonra Başbakan Borisov, Nedim Gencev ile Mustafa Hacı’yı makamına davet etmiş ve aralarındaki sorunu çözmelerini istemişti. Ancak bu toplantıdan da bir netice çıkmamış ve gözler T.C. Başbakanı Sn. R. Tayyip Erdoğan’ın 4 Ekimde gerçekleştireceği ziyarete çevrilmişti. Bu ziyaret önemliydi, çünkü Başbakan Borisov, Bakan Çelikle görüşmesinden sonra “eğer bu ikisi aralarında anlaşamazsa, biz Sn. Eroğanla bu meseleyi çözeriz” demesiydi.
12 Eylül Referandumu sebebiyle Bulgaristan gezisini 4 Ekime erteleyen Başbakan R. Tayyip Erdoğan, “% 58 Evet” sonucuyla Sofya havaalanına indiğinde yağmura rağmen uçağın merdivenlerine kadar kendisini karşılamaya gelmiş Başbakan Borisovu karşısında buldu. Görüşmeler yapıldı, beyanatlar verildi. Müftülük meselesinin görüşmelerde önemli bir noktayı teşkil ettiği apaçık ortadaydı. İki başbakan da “Bu Bulgaristan müslümanlarının bir iç meselesidir, biz buna karışmıyoruz, ancak yeni bir seçimin yapılmasına ortam hazırlayacağız” dediler. Kaldığı otele çekilen Başbakan Eroğan burada seçilmiş Başmüftü Mustafa Hacı ve heyetini kabul ederek kısa bir görüşme gerçekleştirdi.
Bu önemli ziyaretten ve olumlu havadan henüz iki gün geçmişti ki, 6 Ekim Çarşamba günü bütün Bulgaristan’ı şoka sokan bir haber ortalığı kasıp kavurdu. Bulgar Polisi ile İç İstihbarat Teşkilatı Pomak müslümanların yoğun olarak yaşadığı Rodop ve Pirin dağları bölgesinde 12 eve baskın düzenledi. Bu 12 kişiden 2’sinin Bölge müftüsü 8 tanesinin imam 2’sinin de sıradan müslüman olduğunu bilahare öğrendik. Bu masum müslümanlara isnat edilen suç terörist faaliyetleri desteklediği iddia edilen el-Vakful-İslami adlı kuruluşa üye olmak, devletin nizamını değiştirmek için propaganda yapmak v.s.
Bu baskından akıllarda geriye kalan ve tarihe geçen bir olay oldu. Olay da şu idi: Gotse Delçev ilçesine bağlı Lıjnitsa köyü imamı Muhammed Kamber’in evine savcılıktan alınan arama kararıyla giren polisler kitap, bilgisayar, kaset cd ne varsa el koymuş ve polis arabalarına bir kısmını yüklemiş oldukları halde haber nasılsa köyde yayılmış ve galeyana gelen kadın erkek yaklaşık 500 kişi imamın evi ile polis arabalarını çevreleyerek imamlarına sahip çıkmış, polislerin kitapları geri teslim etmesini istemiştir. Halkın toplandığını gören yüzleri kapalı siyah bereli polisler, halk dağılmayıncaya kadar evden çıkmayacaklarını söylemişler, ve altı saat halkın dağılmasını beklemişlerdir. Yağan yağmura rağmen köylülerin dağılmaması ve daha büyük olayların çıkmasına meydan verilmemesi için bizzat suçlanan köy imamı ile Gotse Delçev müftüsü araya girmiş ve halkı sakinleştirmeye çalışmıştır. Durumun uygun olduğunu gören polisler evden çıkarak acele ile arabalarına binerek köyden ayrılmışlardır. Ülkenin saygın gazetelerinden 24 Çasa (24 Saat) bunu “İç istihbarat ajanları hocanın evinde sıkıştırıldı” başlığıyla vermiş, Trud (Emek) gazetesi “300 kişi İç istihbarat ajanlarını rehin olarak tutuyor”, Dnevnik (Günlük) gazetesi ise “İmamlar, İstihbarat teşkilatının baskınlarından dolayı iktidarın özür dilemesini isteyecekler” demiştir.
Bulgaristan müslümanlarının Osmanlı’dan sonra çeşitli dönemlerde uğradıkları baskı ve zulümlere tepki gösterdikleri, direndikleri ilgililerin malumdur. Ancak, bir müslüman din adamına, hocalarına, imamlarına böyle sahip çıktıklarını ben ne bir ağızdan duydum ne bir kitapta okudum. Kadın erkek, Lıjnitsa köyü müslümanları büyük bir cesaret göstererek baştan aşağıya silahlarla donatılmış istihbarat ekiplerine karşı masum olduğuna inandıkları imamlarına sahip çıkması tarihi bir olay olmuştur, bir ilk ve bir örnek olmuştur. Böyle bir vukuatı beklemeyen Bulgar basını yapılan operasyonun haklılığını ve istihbaratta İslam uzmanlarının olup olmadığını sorgulamaya başlamıştır. Çünkü önemli iddialardan birisi de şu idi: radikal fikirleri yayan kitap bulundurmak. Baskıcı rejimlerde kitap ne yazık en önemli suç unsuru olabilmektedir, işte 2010 yılında da Avrupa Birliği üyesi Bulgaristanda böyle bir garabet yaşanmıştır.
Netice-i kelam, Lıjnitsa köyü müslümanlarnın imamlarına sahip çıkması Bulgar İç İstihbaratının keyfi “radikal İslam operasyonlarının” kamuoyu tarafından sorgulanması ve tartışılmasına yol açmış, bu yapılanın İslam ve müslümanlara karşı bir korkutma ve sindirme politikası olduğu seçilmiş Başmüftülük idaresi tarafından belirtilmiş ve en önemlisi olarak diğer müslümanlara bir örnek olmuştur. Bin yıldır İslamın bayraktarlığını yapan bir milletin ferdi, bir Bulgaristan Türkü olarak bu olaydan payıma düşen şu soru oldu: Türklerle dopdolu olan Deliorman ve Kırcaali havalisinde polis bir imamı almaya geldiğinde aynı tavrı Müslüman Türkler gösterebilecek midir?

Basri Zilabid

BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?

BULGARİSTAN’IN “KÜÇÜK DEVLET KOMPLEKSİ”: MÜFTÜLÜK KRİZİ SONUNCUSU OLUR MU?

Sofya şehir meydanında, Bulgaristan-Türkiye ilişkilerinin temel felsefesini anlatan önemli bir sembol bulunmaktadır: Çar II. Aleksandır heykeli. Bu heykel Bulgaristan Parlamentosunun tam karşısında yer almaktadır. Diğer bir ifadeyle, egemen bir devletin, egemenliğinin temsilcisi olan Parlamentosunun tam karşısında, tüm heybetiyle bir Rus İmparatoru durmaktadır. Zira Çar II. Aleksandır, Bulgaristan’ı Osmanlı esaretinden kurtarmış; bunun karşılığında bağımsız Bulgaristan devleti Rusya’ya olan minnet ve sadakatinin göstergesi olarak, yeni kurulan devletin en önemli kurumlarından biri olan Millet Meclisinin tam karşısına bu heykeli dikmiştir. O tarihten bu yana, Bulgaristan için Türkler yıllarca “yüce” Bulgar halkını köle gibi yönetmiş bir düşman; Ruslar ise ülkelerini Türklerin esaretinden kurtaran bir kahraman olarak görülmüştür. Bu algıyı, ne Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp 1923’te yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ne de Bulgaristan’ın 1989’da demir perdeyi indirip Türkiye ile yeniden iki komşu devlet durumuna gelmesi değiştirebilmiştir. Günümüzde Bulgaristan hala tarihi önyargılarını kıramamış ve Türkiye ile ilişkilerinde “büyük devlet-küçük devlet kompleksinden” kurtulamamıştır. Bu kompleks hem dış politikasındaki fevri davranışlarında, hem de sınırları içerisinde yaşayan ve toplam nüfusunun yaklaşık %10’una tekabül eden Türk asıllı vatandaşlarına yönelik politikalarında sıkça kendini göstermektedir.
Bulgaristan’ın söz konusu davranışlarına örnek göstermek için çok uzun geçmişe gitmeye gerek yoktur; Borisov hükümetinin son bir yılını değerlendirmek bile yeterli olacaktır. Zira Temmuz 2009’da yapılan parlamento seçimlerinin ardından iktidara gelen Boyko Borisov’un ilk söylemlerinden biri Türkiye’deki Bulgaristan vatandaşlarının seçimlerde oy kullanırken usulsüzlük yapıldığı iddiası; ilk icraatlarından biri de Ankara Büyükelçisini geri çekmek olmuştur. Ardından, Aralık ayı içerisinde, Borisov’un televizyonlardaki tam ekran görüntüleri ile, Bulgaristan Devlet Televizyonu BNT’de 2000 yılından bu yana hafta içi her gün 10 dakika olarak yayınlanan Türkçe haberlerin kaldırılmasının referanduma götürülmesi ile ilgili, ülkedeki aşırı milliyetçi ATAKA partisinin hazırladığı yasa tasarısına Parlamento’da destek vereceğini açıklaması takip etmiştir. Üzerinden çok fazla bir zaman geçmeden gerek iç politikadaki tartışmalar gerekse dış baskılar sonucunda Borisov, kendi dilinde yayın hakkının temel hak ve özgürlükler alanına girdiğini öğrenmiş; temel hak ve özgürlüklerin ise referanduma götürülemeyeceğini fark ederek açıklamalarını geri çekmiştir. Ancak ilişkilerdeki talihsizlikler bu kadarla kalmamıştır. 2009 yılını bu tartışmalarla kapatan hükümet, yeni yılın ilk günlerini de benzer bir siyasi çıkışla karşılamıştır: Yurtdışındaki Bulgarlar ve Dini İşler Bakanı Bojidar Dimitrov’un, Balkan Savaşları öncesinde ve esnasında Türkiye’den göç eden Bulgarların Türkiye’de bıraktıkları mal ve mülkleri için tazminat ödenmesi talebi ile ilgili “24 Çasa” gazetesine verdiği demeç[3]. Üstelik söz konusu açıklamada, bu durumun Türkiye’nin AB üyeliği yolunda bir engel teşkil edebileceği söylenmiş; diğer bir ifadeyle “Bulgaristan’ın Türkiye’nin AB üyeliğine veto kullanabileceği” mesajı verilmiştir. Hemen ardından Başbakan Borisov çıkarak, tazminat talebinin Bakan Dimitrov’un kişisel bir açıklaması olduğunu; hükümet olarak böyle bir talep ve politikalarının olmadığını söylemiştir. Siyasi bir nabız yoklaması olarak değerlendirilebilecek bu durum, Borisov’un Ocak ayı sonundaki Ankara ziyareti esnasında iki lider tarafından konuşularak netliğe kavuşturulmuştur. Derken takip eden süreçte bu kez parlamentodaki diğer bir milliyetçi parti VMRO tarafından Türkiye’nin AB üyeliğinin referanduma götürülmesi için ülke çapında imza kampanyası başlatılmıştır. Bulgaristan’ın kendi AB üyeliği vatandaşlarına sorulmamışken, bir başka devletin üyeliği için referandum talebi sadece Türkiye tarafından ciddiye alınmamakla kalmamış, karikatürlere bile trajikomik bir durum olarak yansımıştır.
Bulgaristan’ın Türkiye ile ilişkilerinde komplekslerini gösteren vakalar bunlarla da sınırlı değildir. En son geçtiğimiz hafta gazeteler, New York’ta yapılan Balkan Liderleri Zirvesi’nin akşam yemeğinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün salona girişinin bölge ülkelerinin liderleri tarafından coşkuyla karşılanmasından rahatsız olan Bulgaristan Başbakanı Borisov’un, tepkisini ayağa kalkmayarak gösterdiğini yazmıştır. Sofya basını ise konuyu büyük manşetlerle “Borisov Türkiye’yi disipline etti” başlığı ile vermiştir. Söz konusu davranış Bulgaristan’ın kompleksini en açık bir şekilde bir kez daha ortaya koymaktadır. Ayrıca, Borisov toplantıdaki konuşmasına “1908’de Osmanlıdan ayrılıp bağımsız bir devlet haline gelen Bulgaristan…” diye başlamış; fakat ne yazık ki bu söylemiyle salondaki davranışı birleştiğinde, onca yıldır oturmuş bir devlet geleneği oluşturamadıklarını tüm dünyaya kendi ağzından deklare eder konuma düşmüştür.
Şüphesiz bu örnekler arasında en uzun vadeli olanını ise Baş Müftülük krizi oluşturmaktadır. Bulgaristan Müslümanlarının 1998’den bu yana devam eden tartışmalı müftülük seçimlerini, Bulgaristan Yüksek İdare Mahkemesi 12 Mayıs 2010’da karara bağlamış ve Komünist dönemde müftülük görevi yapmış olan Nedim Gencev’i Yüksek Dini Şura Başkanı olarak atarken; Bulgaristan Müslümanlarının seçilmiş müftüsü Mustafa Hacı Aliş’in resmi olarak tanınmadığını tescil etmiştir. Kararın ardından ülke çapında mitingler düzenlenmiş; gerek müftülük yetkilileri gerekse Müslüman ahalinin ileri gelenleri tarafından “Müslümanlar arasında bölünmenin sağlanmasına yönelik bilinçli bir devlet politikasının yürütüldüğü ve bu anlamda Nedim Gencev’in hükümet tarafından kullanıldığı ve desteklendiği” sıkça dile getirilmiştir. Ayrıca konu sadece Müslümanların temsil makamı ile ilgili değil; diğer bir boyutu da müftülük teşkilatının yetki alanları ve mal varlıklarının tasarrufu ile ilgili kanunlarca tanınmış olan haklarının kullanılmasına yine kanunlarca engeller konulmuş olmasıdır. Bakıldığında, Bulgar hükümetinin bu müdahalesi her şeyi kontrol etme kaygısından kaynaklanmaktadır. Zira böylece, geçmişten bu yana sürekli tehdit olarak algıladığı bir grubun “aşırı güçlenmesini” engellemek ve kendi gücünü göstermek istemektedir. Ancak bu tavır güçlü bir devleti değil; tersine “korkuları güçlü” bir devleti andırmaktadır.

Sonuç İtibariyle…

Tarihte Türklerle iç içe yaşamış milletlerden biri olan Bulgarların, Osmanlı İmparatorluğu yönetimi altında yaklaşık 500 yıllık bir geçmişi bulunmaktadır. Balkanlar genelinde bakıldığında, Bulgarlar gibi Ortodoks-Slav kökenli Balkan halkları açısından bu dönem, Osmanlı’nın siyasal, ekonomik ve kültürel baskı ve hakimiyet alanı olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşımın altında yatan en temel neden ise 19. yüzyılın başlarından itibaren ulusal mücadelelerini Osmanlı yönetimine karşı vermeleri ve ulus-devletlerini oluşturma sürecinde kendi tarihlerini yeniden kurgularken Osmanlı/Türk karşıtlığı tezini sıklıkla kullanmış olmalarıdır. Tüm bunlar, Bulgaristan’ın siyasal hafızasında tarihten gelen önyargıların yerleşmesine ve Türkiye ile ilişkilerinde büyük devlet-küçük devlet kompleksi oluşturmasına zemin hazırlamıştır. Bu nedenle süreç içerisinde doğal olarak bir takım evhamlar ve korunma iç güdüsü geliştirmiştir. Dış politikada da kendisini gösteren Bulgar toplumundaki bu yerleşik paradigma, politik söylemlerle zaman zaman ikili ilişkilerde gerilimi arttırsa da, Türkiye’nin güven telkin eden tutarlı adımlarıyla bugüne kadar ciddi bir soruna dönüşmeden aşılmıştır.
Müftülük krizinde gelinen son nokta ise göstermektedir ki, Bulgaristan sadece dış politikasında değil, devlet olarak yerine getirmesi gereken temel sorumluluk alanlarında da başarılı bir sınav verememektedir. Bilhassa AB üyesi bir Bulgaristan’dan beklenen, temel hak ve özgürlükler alanına giren “inanç hürriyeti” konusunda daha hoşgörülü davranabilmesidir. Zira azınlık haklarına saygı, Kopenhag kriterlerinde açık ve net bir şekilde yer almakta; tam üyeliğin vazgeçilmez şartlarından biri olarak sunulmaktadır. Birlik konuyla ilgili birçok antlaşmaya imza atmış ve evrensel değer ve normların savunucusu olduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Dolayısıyla, azınlıklık hakları başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklere saygı sadece bir üyelik kriteri olarak değil, “Avrupalı” olmanın en temel şartlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 2007’de AB üyesi olmuş olan Bulgaristan’ın “ne kadar Avrupalı” olduğu sorusu ön plana çıkmakta ve ülkede halen “temel” bazı sıkıntıların devam ettiği tezi güçlenmektedir.
Bu meselenin AB’ye olan etkisi ise, Birlik’i kendi içerisinde inandırıcılığını kaybetme riski ile karşı karşıya getirme potansiyelinde yatmaktadır. Bir taraftan evrensel değerlerin savunusu olduğunu söylerken, diğer taraftan kendi içindeki ülkeler halen Birlik’in temel değerlerini özümseyememiştir. Daha da önemlisi Birlik bunun karşısında somut bir önlem geliştirememektedir. Demokratik yollarla seçilmiş bir Müftünün devlet tarafından tanınmamasının Avrupalı bir yaklaşım olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir karar, gün geçtikçe hoşgörünün daha da önem kazandığı çağımızda, Bulgaristan’ın daha az toleranslı bir topluma doğru evirilmesine neden olabilecektir.

Muzaffer VATANSEVER
USAK AB Araştırmaları Merkezi

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
Muzaffer Vatansever (Bulgaristan/Kırcaali, 1984), USAK AB Araştırmaları Merkezi bünyesinde Balkanlar üzerine çalışmalarını sürdüren genç araştırmacılardandır. Odaklandığı temel konular Balkanların Avrupalılaşma süreci, Türkiye-Balkan ülkeleri ilişkileri, Balkanlarda Türk azınlığın varlığı ve Yunanistan'ın ekonomi-politiğidir.

Muzaffer Vatansever halen Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine devam etmekte olup, "Son Dönem Bulgaristan-Türkiye İlişkileri" üzerine tez çalışmasını sürdürmektedir. Bahar 2010 döneminde Sofya Üniversitesi tarafından sağlanan araştırma bursuna hak kazanarak, 15 hafta süreyle Bulgaristan'da alan çalışması yapmıştır. İngilizce ve başlangıç seviyesinde Bulgarca bilmektedir.

17 Ekim 2010 Pazar

ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ


ŞUMNU'DA TÜRK HATTATLARI VE ESERLERİ
Ord. Prof. Dr. A. SÜHEYL ÜNVER

Şumnu ve havalisi Romeli'nde büyük ve yerli Türk halkı en çok olan bir ilimiz, Kültürümüz noktasından da bütün incelikleriyle bugün de ele alınmağa layık bir yer,.. Şehir ve varoşları, yakın ve uzak ilçeleri noktasından da önemli. Sonra Şumnu tarihimiz boyunca sıhhî ve idarî teşkilâtı dolayısıyla askerî bir merkez... Kamil Kepecioğlu'nun incelemeleri­ne göre çok zengin vesikalara mâlik bulunuyoruz,

Sonra şehrin camileri, mescidleri, tekyeleri, bir kültür merkezimiz olan kütüphanesi; bilhassa üzerlerinde, birer birer eserleriyle birlikte durduğu­muz hattatları, müzehhif'leri, mücellidleri ve bunların çarşıları çok geniş bir teşkilata sahip[1]..

Romeli'nde adâletimiz sayesinde altı buçuk asırlık kültürel hayatımız­da oraları ne kadar benimsediğimiz ve ihmal etmediğimiz arşiv kayıtlarında en ufak ayrıntılarına kadar yer almıştır. Bunlar her zeman aradığımız nisbette bulunur. Rumeli'nde medeniyetimizin izleri hâlâ vardır. Adetleri­miz, sosyal çalışmalarımız tıbbî ve mistik folklorumuz çok zengindir.

Bugün vesikalarımız bize çok önemli bilgiler veriyor. Fakat bu raporumuz esasları şimdiye kadar, zamanımızda da olduğu gibi hiç ele alınmamış. Osmanlı­ Türk imparatorluğunun İslâm dininin kitabı olan Kur'an ihtiyaçlarını Şumnu dikkate değer bir teşkilatla temin etmesi noktasından yalnız bunun üzerinde durabileceğiz [2]. Diğer hususlarını yazımıza almayacağız [3].

Şehir mahalleleri ve köylerin isimleri üzerinde de durduk. Bunların Romeli'ye âit çok zengin bilgileri içine alan Baş Vekâlet Arşivi'mizde bütün teşkilâtıyla ayrıntılı mevcut olması. bu kaynakları herhalde böyle perakende çalışmalarımız gün ışığına ulaştıracaktır. Evliya Çelebi'nin Şumnu'su da şehirde bilhassa hattat olan ince zevk sahibi Halil Şerif Paşa camii ve imaret teşkilatı, kütüphanesi âdeta asırlar boyu kültür tarihimizi zenginleştirmektedir. Bunlarla şahsi dostum Bulgar müsteşriklerinden aziz “Boris Nedkof” bilhassa ilgilenmiş ve kitaplığında bulunan Türkçe, Arapça, Farsça yazma kitaplarımızı itina göstererek Sofya'daki Kültür Merkezi'ne nakledildiklerini ve üzerlerinde çalışıldığını, hükümetimizin davetlisi olarak Türkiyemizi ziyaretlerindeki devamlı temasımızda kendilerinden öğren­miştim. Aramızdan ayrılmasından çok üzgünüz. Hatırasını bu kadarcık olarak taziz etmeği bir borç sayarım. Keza Şumnu'lu üstad Osman Keskioğlu'ndan ve eşsiz Diyanet İşleri Başkanımız Tevfik Gerçeker de, bizzat resmini çıkardığı bir Şumnu Kur'an-ı Kerimini bize tanıttı. Kendisine teşekkür ederiz.

Şumnu Hattatlığı

Şumnu güzel yazı ekolünün iki devresi vardır. XIX. asırdan önce Kur'an-ı Kerim istinsahında ve bunları Osmanlı İmparatorluğunun yakın ve uzak illerine sipariş üzerine gönderilen mükemmel tezhibli ve nefis ciltli nüshalarını hattatları ve bunların kronolojisi yalnız yazdıkları eserlerden tesbit olunabilir. Fakat bunların hiçbiri toplu olarak bir yerde tesbit olunamadığından dünya yüzünde şark ve garbda dağılanların, Şumnu'da, yazılanların gösterilebilmesi bizim için mümkün olamamıştır.

Bir de Adli Sultan Mahmud'un Rumeli'ye, ilk Rus istilası tahribatını teftiş ve halkın maneviyatını düzeltme maksadıyla seyahati sırasında (sene 1808 -1839) uğradığı Şumnu'da, kendi de hattat olduğundan burada Kur'an yazanların gayretini görmüş, halkın ve hattatların isteği üzerine İstanbul'daki birinci sınıf hattatlardan İbrahim Şevki'yi gönderdikten sonra yazılarda beklenen üstünlük teminedilmiştir, Bu devre eserlerinden mümkün olabilenleri son yarım asırlık araştırmamızda görebilmişizdir.

Yalnız bu devre bile beklenenin üstünde çok zengindir. Ancak bundan bir özet takdim edebileceğiz..

İbrahim Şevki bir ara Silistre'de epi hattat yetiştirmiştir. Ancak Şumnu' faaliyeti hakkında bir yerde kayıtlı bilgi elde edemedik. 1210-1233 (1795 -1818) tarihleri arasında yazdığı mükemmel eserlerini görebildik.

İbrahim Şevki Efendinin öğrencilerinden Süleyman Vehbi de epi hattat yetiştirmiştir. Öğrencilerini eserlerin ketebe'lerinden öğreniyoruz. Bu iki üstadın yazı şivelerinde bir keskinlik vardır. Ancak yazdıkların­dan Kur'an'ların haricinde, celî levhalarından görmek mümkün olmadı. Bunlardan gördüklerimizin hattatlarından şöyle bir liste takdim edebiliriz.

-Ahmed Refik. Şumnulu. Sene 1267­-1268 (1851-1852 ) .Kur'an. 1266 (1850) tarihli bir diğerini gördük. Ahmed Zarifî talebesindendir.

-Ahmed Zarifî. Topçu Ahmed Şükrü öğrencisi. Ahmed Refik, Şumnulu Şaban ve yine oralı Ahmed Fuad'ı yetiştirmiştir. Bunların birer Kur'an'ı vardır. Tarihleri 1283 (1866) ve 1292 (1875)..

-Hafiz Osman Nazifî, 1276 (1859). Üstadı Ömer Vehbi’dir.

-Hafiz Osman Asım. 1291 (1874). Üstadı Hacı Hafız Ahmed Nazifî'dir.

Mehmed Nuri (Şumnulu) 1261 (1845). Üstadı Hüseyin Vehbi. Mehmed Nuri'nin birkaç Kur'an'ını daha görebildik. Bir de Delâil’i görüldü. 1262 (1846) tarihli diğer bir Kur'an'da 1256 (1840) tarihli bir Kur'an'ına 1967’de Ankara'da 3000 TL istediler. 1274 (1857) tarihli bir Kur'an'ını Üstad Tevfik Gerçeker görmüşler, bildirdiler.

-Abdurrahman. Şumnulu. Bir eserini gören hatırlıyor.

-Hafiz Mustafa Şevki. 1262 (1846). Hocası Mehmed Said Tab'i dir.

1270 (1854) tarihli diğer birini de gördük. Bir ara İstanbul'a gelerek Kadıasker Mustafa İzzet Efendi'den feyz almıştır. Şumnu tezhibli bir En'am nüshasını gördük.

Köse İmam. Bir eserini Baha Ersin görmüş.

-Topçu Ahmed Şükrü. Üstadı Şaban Reşad. 1273 (1856) tarihli Kur'an'ı var.

-Hasan Aşıki. Şumnulu..Üstadı Osman Şevki.. 1254 (1838) tarihli çok temiz Kur'an', ve 1256 (1840) tarihli Mevlid'i görülmüştür.

-Hüseyin Vassaf. Şumnulu. Ahmed Şükrü talebesinden. Çok sayıda Kur'an-ı Kerim yazmıştır. 100 tanedir.

-Hacı Hüseyin Hamdi. Şumnulu. Üstadı, Hattat İsmail Zühdü. 1248 (1832) tarihli Kur'an'ı görüldü.

-Osman Nuri, Şumnulu. 1296 (1879) da hayata. Üstadı Hüseyin Hilmi, Ali Osman Hilmi. 1271 (1854) tarihli büyük kıt'ada Kur'an'ından başka epey yazıları var .

-İbrahim Namık. Üstadı Mustafa ,Rıfat. Küçük kıt'ada 1277 (1860) tarihli Kur'an'ı görüldü.

-Hafiz Mehmed Hıfzı, Şumnulu. Bir Kur'an'ı görüldü. Üstadı Hacı Hüseyin Hamdi.,

-İbrahim Edhem, Şumnulu. Dayısı Mehmed Şerif’den yazı öğren­miş. 25 Kur'an yazmıştır. Çok yaşamıştır.

-İsmail Şevki. Üstadı Süleyman Vehbi. 1263 (1847) tarihli bir Kur'an'ını Tokat'ta gördüm.

-Salih Naili. Hafiz. Ali Ulvi'nin öğrencisi. 1273 (1856) tarihli bir Kur'an'ı İstanbul Üniversite Kütüphanesi A. 6647 de. ,

-Hasan Rıza. Üstadı Hacı Mehmed Şevki. 1275 (1858) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa Ktp. N. 15 de.

-Mehmed Nureddin. 1241 (1825) tarihli Kur'an'ı Topkapı Sarayı Hazine K. N. 3 de.. Şumnu sakinlerinden..

-Mehmed Ali Ulvi. İsmail Şevki'nin talebesinden. 1238 (1822 ) tarihli Kur'an'ı Nafiz Paşa N. 6 da...

-Hafiz Ali Hamdi. 1255 (1839) tarihli 50. Kur'an'ı.. Mehmed isimli Bir tezhibçinin 1262 (1846) tarihli eseridir.

-Hasan Âşki. 1254 (1838) tarihli bir ''Delâil''i görüldü. Üstadı Hafız Osman Şevki..

-Hüseyin Hamid (Hafız). 1276 (1859) tarihli 37. Kur'an'ı. üstadı Terlikçi Mehmed Said tab'i'dir.,,

-İsmail Besim. 1275 (1858) tarihli Kur'an. Hafız Ahmed Nazili talebesinden. 1277 (1860) da ufak boyda Hizbü'l-Bahri'ye ait bir eseri görüldü.

-Hafiz Osman Raşid, 1246 (1830) tarihli Kur'an'ı var. Süleyman Vehbi öğrencisi.

-Ahmed Fuad. 1292 (1875) tarihli Kur'an’ı, Üniversite Kütüphanesi A. 6591

-Şaban Şumnuludur. Yazı hocası Ahrned Zarifi'dir. Ufak bir Kur'an'ını gördük.

-Hafız Ahmed Nâib. Silistrelidir. Şumnulu Abdurrahman Tevfik öğrencilerindendir. 1261 (1845) tarihli Kur'an'ını gördük.

-Hasan Aman. 1260 (1844) tarihli Kur'anı var. Üstadı Hüseyin Vehbi'dir.


Şumnu Tezhibi ve Ciltçiliği

Yazı ve süsleme san'atımız üzerine, bulundukları ve yaşadıkları Şumnu'da bir ekol yaratan ve en azından iki asır bunu yaşatan, kısmen isimlerini öğrenemediğimiz sanatkarlar kendi olgun usulleriyle dikkate, değer eserler vermişlerdir, Bunların yaptıklarına ''Şumnu işi'' derler. Ciltlerinde bile zilbahar tarzını benimsemişlerdir,

Bunu tarif güçtür. Bunları bulundukları yerde görmeğe dikkat olunursa bunun vereceği alışkanlıkla ayırabilmek mümkündür. Şumnu işlerini biz hattatların Şumnu'lu veya Şumnu'da bulunmaları kaydını koymalarından bulabiliyoruz,

Bunların en mühimlerini hususi ellerde ve birkaçını müze ve kütüpha­nelerimizde bulabildik. Bunlardan sanatkarlarının, bilhassa sahifelerinin altın cetvellerini titizlikle hazırlayan cetvelkeş denen ince çalışan ustaların mahâretlerini bilhassa belirtmek lazımdır.

Tezhipçilerinde bilhassa tarihi klasik yoldan ziyade garbın rökoko süslemelerinin yapıla yapıla bize mahsus karma örnekler esastır; lâkin bunlar çok çeşitli ve değişiktir. İşin ince sanat tarafı da buradadır.

Bu çeşit Kur'anları ve süslemeleri çok gören kolleksiyon sahiplerinden Baha Ersin Şumnu işleri ve değerlerini iyi bilenlerdendi. Eskiden normal fiyatlarla bulunabilirse satın alınabilen bu eserler tahminin üstünde yükselmiştir,

Şumnu'da bu sanâtkarların bulundukları çarşıda pek çok sayıda dükkanları varmış. 60 kadar tahmin ediliyor, Hattatlar Kur'anları evlerinde, köşelerinde itina ile yazarlar ve buradaki sanatkarlar , bunları idare edenlerce taksim olunurmuş. Burada bir günde muhtelif hattatlar tam bir buçuk Kur'an yani 900 sahife kadar yazarlar ve bunları cetvelcilere ve tezhibçilere ve sonra ciltçilerine verirlermiş.

Bunlar hazırlanınca cetvelleri tezhib ve noktaları zaruri işaretleriyle tamamlanınca ciltletilir ve bunlar, buna memur birisiyle katır sırtına yüklenerek pazarlama yeri olan İstanbul'a getirilir. Vezir Hanı'n da bunları bekleyenlere tevdi edilir, yapılan sipariş üzerine getirilen bu Kur'an’ların bedelleri ödenir.

Buna karşılık Şumnu'da bulunmayacak yeni istenenler için lazım gelen aharlı yahut daha ucuz olsun, kendilerinin temin edecekleri Kur’an kağıtları, kalemler, cetveller, sair aletler dediğimiz avadanlıklar, siyah is mürekkepleri, kırmızı mürekkepler, çeşitli kağıtlar, cilt için deriler vesaire satın alınarak götürülür; bu yeni malzemeyle bu işler yürütülür, yalnız buradan cilt derisi götürmezler; zira Şumnu'da bunun â1âsı çıkar.

Ne yazık ki bütün bunlar her işimizde olduğu gibi şifahi olarak yürütülmüş, elimize yazılı bir defter veya not geçmemiştir. Bazı Kur'an-ı kerimlerdeki fiyat farkları yazan ve İmzasını atan hattata göre değişir. Mesela: Ahmed yazısıyla olan 120 kuruş ise Mehmed Efendinin büyükçe olanı 150 kuruşa gidiyor.

Yeni siparişler için bunlardan örnek sahifeler ve ayrıca tezhiplerine , örnekler gösterilirmiş ki bunlardan kitapçı Raif Bey'den elde edebildiğimiz bir kaç örneği misal olarak gösterebiliriz.,

Yine teessürle bildiririz ki biraz da olgun sanatkarlarının itinalarından ve elden ele süslenmesi dolaşmış olanlarınkinde olduğu gibi tezhipçilerinin isimlerini bilemiyoruz. Bunların çoğu kollektif çalışmışlardır. İstanbul'da da böyle olmasından anlıyoruz.

Şumnu'da hattatlar ve müce1lidler çarşısında çalışan 1255 (1839) de Ali Hamdi yazısıyla Kur'an'ı tezhib eden Mehmed isimli bir sanatkarın ismini verebiliyoruz.



Belleten, sayı 185.



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Bütün bunlar için İstanbul'da Süleymaniye Kütüphanesinde Dr. Süheyl Ünver Türk Kültür Tarihi Arşivinde Şumnu dosyasına her zaman başvurulabilir, Bu arada Romeli'nde bıraktığımız eserlerimiz üzerine Kâmil Kepelioğlu defterlerini incelemek lazımdır.


[2] İmparatorluğumuzun Kur'an ihtiyacı yalnız. Şumnu değil Erzurum, Sarranbolu, Amasya, Afyon, Edirne, Isparta, Tokat, Larende, Kastamonu, Bolu ve şüphesiz en fazla İstanbul'da yüzlerce hattatın yazdıkları şaheserlerle karşılanmaktaydı, Ama bunlar arasında Şumnu en önemli yeri alır, Matbaanın memleketimize bundan 250 yıl önce gelmesinden beri de Kur'an-ı Kerim yazmaları yanında Tab'ları menedilmiştir. Bunun tarihi 11'i asra ulaşmaktadır.

[3] 1286 (1869) tarihleri Tuna Vilayeti salınamesi'ne göre (İ.Ü.K) Şumnu civarıya bir sancağımızdır ve mutasarrıllıktır. Hududu içinde 40 büyük cami ve mescit, 5 büyük hamam, 34 koltuk meyhane, 2 Koğuşlu karakol, 1 Telgrafhane, 1 Hastahane, 1 memleket meydan saati, 6 medresesiyle imaret, 22 mektep, 6 kilise havra ve manastır ve türbeleriyle 10 tekke... Kamil Kepecioğluna göre yalnız Şumnu'da 27 cami, 9 tekke ve zaviye, 2 şehir hamamı, 5 den fazla tarihi kitabeleriyle çeşme, köprü, 1 taşhan ve sayılamıyaeak derecede çok vakıf tesisler bu arada yer almaktadır ..