Gerek sohbetlerimde, gerekse yazılarımda zaman zaman şu cümleyi kullanmaktan kendimi alamıyorum: İstanbul’daki selatin camilerinin tarihi hazireleri, aynı zamanda tarihi hazinelerdir. “Hazire” ile “hazine”yi birbirine karıştıran kültür tarihçilerini (!) bir tarafa bırakacak olursak bu mekânlar gerçekten de tam bir ulema semtleri olarak karşımıza çıkıyor. Konuyla ilgilenenlerin yakından bildiği gibi, İstanbul’da iki bölge - öteden beri – “ulema semti” diye biliniyor. Evet, Fatih ve Süleymaniye camilerinin hayli geniş olan çevresi böyle güzel bir sıfatla anılıyor.
Hayattayken iki büyük Osmanlı padişahına, Fatih Sultan Mehmed Han ile cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’a maddeten de yakın olmayı kendileri için şeref telakki eden birçok âlimin, şairin, sanatkârın öldükten sonra da yine onların yanına, türbelerinin yakınına defnedildiklerini görüyoruz. Bu açıdan bakılınca – yukarıda da belirtildiği üzere – Osmanlı hazirelerini, bir bakıma ulema ve üdeba meşheri diye nitelendirebiliriz. Mesela bu iki büyük hazireden biri olan “Fatih Haziresi” tam bir âlimler bahçesi olarak arz-ı endam ediyor. Sadece âlimler mi, aynı bahçenin sakinleri olan şairler, hattatlar, devlet adamları da kendilerine mahsus sanatkârane yapılmış mezar taşlarıyla ziyaretçilerini selamlıyorlar. Bir-iki isim verecek olursak, tarihçi Ahmed Cevdet Paşa, kütüphaneci Ali Emiri Efendi, mutasavvıf Ahmed Amiş Efendi, mütercim Âbidin Paşa, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa, gazeteci Ahmed Mithat Efendi, İslâm bilgini Harputlu Hoca İshak Efendi, ünlü tarihçimiz Ahmed Cevdet Paşa’nın “Asrımızın İmam-ı Azamı” diye övdüğü Karinabadlı Ömer Hilmi Efendi ve daha birçok “meşhur” Fatih’in türbesinin hemen yanı başındaki bu hazireye “cennet bahçesi” görünümü veriyor.
Bu mukaddimeyi, sözü kültür dünyamızın renkli isimlerinden Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi Efendi’ye getirmek için yaptım. Evet, daha çok “A’mâk-ı Hayâl” isimli tasavvufi romanıyla tanınan ve sevilen bu zat da, Fatih haziresinde yatıyor ve ne yazık ki onun mensup olduğu tarikatın bugünkü müntesiplerinden başka hiç kimse mezarının yerini bilmiyor. İtiraf edeyim ki bu konuda benim de malumatım yoktu. Bir gün, bu tarihi mekânda dolaşırken, hazire görevlisi yanıma yaklaşıp, hocam, zaman zaman Manisa’dan gelen bir grup Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin kabrini soruyorlar, ben de bilmediğim için cevap veremiyorum. Biliyorsan lütfen bana da göster, dedi. Görevliye, az müsaade et deyip biraz dolaştıktan sonra Hazretin kabrini – mezar taşındaki hayli silik yazıları okumak suretiyle – buldum. Belki de o beni buldu. Mezarlık görevlisine haber verip sevinmesine vesile oldum. Unutmadan söyleyeyim, merhumun kabri hazirenin orta yerinde, Ahmed Cevdet Paşa’yla Gazi Osman Paşa’nın arasında bulunuyor.
Geçen gün, arkadaşım Ömer Lekesiz Yeni Şafak’taki köşesinde “Filibeli Ahmed Hilmi’ye rahmet” başlığıyla yayımladığı yazısında bu zatın eserlerini sıraladı ve merhum hakkında ayrıntılı bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ni gösterip onun en meşhur eseri A’mâk-ı Hayâl hakkında da bir iki cümle sıraladı. Gerçekten de bu eser onu ölümsüzleştiren bir çalışmadır. Nitekim hakkında söylenen “birkaç söz”de şu ifadelere yer veriliyor:
“Bu kitabı hakikat endişesi ile dolu olan vicdanlar, sonu olmayan bahisleri seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu memleket ve bu millet hayli Raci’ler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir.
Okuyucularımıza takdim ettiğimiz bu hikâyeler (Acaba hikâye mi?) teveccühe mazhar olursa kendimizi bahtiyar sayarız. Çünkü bu hikâyeye gösterilecek rağbet, ciddi mes’elelere yakınlık duyma manasını ifade edecektir. Bunun ise okuyucularımızdan esirgenmemesi gerekir. Bu muhterem millette, hakikat endişesiyle müteessir binlerce hassas yürek olduğunu dost ve düşmana isbat etmiştir.”
Son günlerde yayınevlerinin yayınlamak için birbirleriyle yarış ettikleri A’mâk-ı Hayâl’i bendeniz 1997’de Latin harflerine aktardım ve eser Timaş Yayınları arasında neşredildi. Bugünlerde Devlet Tiyatroları tarafından da sahneleniyor.
Merhumun diğer önemli bir eseri ise, “Senusiler ve Onüçüncü Asrın En büyük Mütefekkir-i İslâmisi Seyyid Muhammed es- Senusi” ismini taşıyor. Bunu da “Abdülhamid ve Seyyid Muhammed el- Mehdi ve Asrı Hamidi’de Âlem-i İslâm ve Senusiler” ile birlikte kısmen sadeleştirip yayına hazırladım. Eser, yine 1997 yılında Bedir Yayınevinden çıktı. Hacmi küçük, fakat muhtevası önemli olan bu kitap, “Onüçüncü hicri yüzyılda Kuzey Afrika’da İslâmî hizmetler ve manevi fütuhat yapan Senusilik tarikatı ve büyük şeyhi Seyyid Muhammed İdris es- Senusi hakkında bilgi vermekte ve bundan sonra da Sultan İkinci Abdülhamid’in saltanatı zamanında, İslâm Dünyası ve Senusiler konusunda yazarın şahsi düşüncelerini ve değerlendirmelerini ihtiva etmektedir.”
Haftaya -inşallah- Şehbenderzade’nin hayatından ve en “baba” eserinden söz edeceğim.
KAYNAK: 27 EKİM 2019 PAZAR, YENİ ŞAFAK GAZETESİ (İSTANBUL)