30 Kasım 2011 Çarşamba

BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİNİN 3. SAYISI ÇIKTI

 Bursa'da Balkanlı araştırmacıların yayınlanmasında öncülük ettiği bilimsel-hakemli bir dergi olan BALKAN ARAŞTIRMALARI DERGİSİ 3. sayısını yayımladı. 


İçindekiler:

- Arnavutluk'un AB Süreci Ve Kimlik Sorunu, Eduard Caka
- Avrupa Kültürünün Kosovalı Boşnak Gençlerin Din ve Kimlik Algıları Üzerine Etkisi, Muharem Çufta
- Türk ve Kosovalı Öğrencilerin Ölüm Kaygısı Üzerine Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Feim Gashı
- Hıristiyanlığın Arnavutluk ve Kosova'ya Giriş ve Yayılış Sürecine Kısa Bir Bakış - (I), Sead Paqarızı
- Ataullah Kurtiş Efendi Yönetimindeki Meddah Medresesi, Muhamed Alî
- A Hıstorıcal Glance Upon Tolerance And Mutual Understand Between Relıgıons In Albanıa, Genti Kruja
- Zaim Kardeşlerin Makedonya Hatıraları / Özlemleri, Özay Süleyman
- "Balkanlar ve İslâm: Karşılaşma, Dönüşüm, Kırılma, Devamlılık" Uluslar Arası Sempozyum 03-05 Kasım 2010, Çanakkale, Seda Şahin Ahmetaj



1 Kasım 2011 Salı

AYDINLARIMIZ BU AY NE OKUYOR

Emel Balıkçi-Şakir, Kırcaali, "ALEV" Kültür Dergisi sahibi, Türkiyeli yazar Hulki Cevizoğlu'nun Osmanlılar Yakılmalı mı Tapılmalı mı kitabını okuyor.
İsmail Çavuşev, Sofya, "Müslümanlar" Dergisi Başredaktörü, Dr. İsmail Cambazov'un Yeni Işık Gazetesi kitabı ile Zahari Soyanov'un Zapiski'lerini ve eski Deliorman gazetesini okuyor.

Hüseyin Karamolla, Sofya, Sâbık Milletvekili, halen Başmüftülük Eğitim Dairesi Müdürü, Dr. İsmail Cambazov'un Yeni Işık Gazetesi kitabını okuyor.


Dr. İsmail Cambazov, Sofya, Gazeteci-Yazar. Okuduğu kitaplar Petır Petrov'un Po sledite na nasilieto; Serbest Cumhuriyet Partisi (yazarı beliritlmemiş). Kitapların haricinde Altınoluk ve Avrupa Diyanet Dergilerini takip ediyor. Dr. Cambazov son yıllarda yayınladığı dört eserden sonra Balkanlar'da Yaşayan Müslüman Toplumların Tarihi isimli kitabını yazıyor.  


Vedat S. Ahmed, Sofya, Başmüftü Yardımcısı:  Şu anda okuduğum kitap Hüseyin Yorulmaz'ın kaleme aldığı "Bir Neslin Öncüsü Celal Hoca", daha önce okuduğum kitap ise Dimitır Vandov'un "Dvuboyat mejdu razuznavaneto i kontrarazuznavaneto na Bılgariya i Turtsiya".

Not: Aydınlarımıza yönelttiğimiz soruların cevapları elimize ulaştıkça onları da yayınlayacağız.


12 Ekim 2011 Çarşamba

Mehmed Niyazi'den yeni bir tarihî roman: Plevne



Mehmed Niyazi, 'Çanakkale Mahşeri' ve 'Yemen Ah Yemen' adlı tarihi romanlarından sonra, 'Plevne' (Ötüken Neşriyat) adlı üçüncü tarihi romanını yayımladı.
Yazar, dün romanın tanıtımı için Caferağa Medresesi'nde düzenlenen basın toplantısında Plevne'yi niçin yazdığını anlattı. Mehmet Niyazi, öncelikle, Plevne hakkında Türkiye'de yazılmış eserlerin azlığına değindi. Bizdeki kaynakların sayısı bir elin parmaklarını geçmezken, Rusya'da 1980'e kadar 481 eser kaleme alınmış. Mehmed Niyazi'nin cümleleri ile söyleyecek olursak, "Biz emperyalizmin sillesini savaş meydanlarında değil, kütüphanelerde yemişiz. Rusların kumandanını tüm Rusya tanırken, Osman Nuri ve Yunus Paşaları bizde kimseler tanımaz. İşte bu kitabı bunun için yazdım."
Romanda, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Osman Nuri Paşa ve Yunus Paşa komutasındaki Osmanlı ordularının Plevne'yi savunması anlatılıyor. Toplantıda, roman üzerinden tarihi bilgiler de veren yazar, Plevne'nin Osmanlı Devleti'nin omurgasının kırıldığı bir savaş olduğunu söyledi. Son romanında, -yayımlanmadan önce okuyan dostlarından- kurgu olmadığı yönünde eleştiriler aldığını ifade eden Mehmed Niyazi şöyle devam etti: "Ben tarihi romanlarımın hiç birinde kurgu yapmadım. Tarihi romancının görevi tarihten kopmadan gelecek nesillere tarih şuurunu vermek ve o acıları bilmesini sağlamaktır. Cemiyetleri en çok motive eden acılardır."
YAVUZ ULUTÜRK İSTANBUL

8 Ekim 2011 Cumartesi

Tarihçe-i Vak'a-i Zağra


M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ
Tarihçe-i Vak'a-i Zağra
Hüseyin Raci Efendi
“Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...”

Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir...

Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir. 

BİRKAÇ SÖZ

Bu kitap, yıkılan kutsal imparatorlugumuzdaki müslüman halkın ızdırap destanıdır.

93 Harbi sırasında, Rumeli müslümanlarının ugradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getirir.

Hatıraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamış, yurdunu işgal eden düşmanın elinde esir kalmış, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhâcereti» ile istanbul'a göçmüştür.

Kültürümüze yeniden kazandırmaya çalıştığımız bu eser, millî acı ve millî kinin bu kin düşman kadar, hâin aydınlara karşıdır da eşsiz bir âbidesidir. Onun hitabının, yeni nesillere birşeyler anlatabileceği, ne güzel ümid...

Elli yıldır sulh uykusuna yatan «milleti merhûmeyi, cedlerinin bu kanlı macerası, biraz uyandirabilse... Eski mübarek topraklarin —hattâ— hayâlini görebilen birkaç kişi çıkarabilse... Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarına dedesi'nin geldigi yeri, oğluna öğretmek borcunu hatırlatabilse...

Kitabın baştarafına koydugum «Giriş» kismında, eserin tarihî ve coğrâfî bakımlardan da anlaşılıp takip olunabilmesi için, anlatılan hazin vakaların sebebi, 93 Harbi'ne dair, hatırlatıcı bilgileri derledim. Sonuna ise, yine aynı düşünce ile ordumuzun harp yıllarındaki kuruluşuna dair lülzumlu birkaç not ve haddim olmayarak çizmeye çalıştığım bir Rumeli haritasi ekledim.

Eserin diline ancak gerektiği kadar müdâhale ederek, sadeleştirdim. Cümle kuruluşuna ve ûslubuna dokunmadım. Birinci kitaba fasıl ve arabaşlıkları koydum. Manzum olan üçüncü kitabı aynen derc edip, sonuna, açıklamasını ekledim. İlk iki kitapta, metin arasında rastlanan ayetlerin ve sonlardaki arapça bitiş dualarınin yerine meallerini koydum; arapça ve farsça birkaç beyit ve ibareyi ise almadım. Bunların dışında eserin metninde bir ilave, değişiklik veya çıkarma yapmadım. Dipnotlardan yıldızla işaretli olanlar, eserin yazarı ile naşir olan oğluna aittir.

Kitapta geçen bazı yer isimlerinin doğru okunması ve haritadaki mevkilerini bulmak güç oldu. Bu iş için, İ. Halil Sedes'in eserine ekli olan harp haritaları ile eskilerden, 1324'te Mekteb-i Fünün-u Harbiyye-i Şahane matbaasında tab' olunmuş «Avrupayi Osmani Haritası»nı ve 1330'da Şems Matbaasında basılmış «Balkanlıların Hudut Haritasını, yenilerden ise, Harita Umum Müdürlüğünün 1956 basımlı «Türkiye» ve komşuları haritasını esas aldım. Mehazlardaki okunuş farklari elde olmayarak esere de aksetti.

Bana Türkiye Haritası'nı lütf eden, iyi insan, haritacı yarbay M. Orhan Bayrak Bey ile eski haritaları temin eden aziz dost, sahhaf İsmail Özdoğan Bey'e teşekkür borçluyum.

Samimiyetimden başka bir değeri olmayan bu çalışmamın, 93 Harbi'nde Lofça'nın Düzdağ yaylasından Bursa'ya göçen muhterem ecdadım ile milletimin bütün mazlum ve Şehitlerinin ruhlarına rahmet vesilesi olmasını Rabb'imden dilerim.

M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ


Kitabın tamamını İNDİR VE OKU!

30 Eylül 2011 Cuma

Vefatının 70. Yılında Asırlık Bir İmza Atan Büyüğümüz: YUSUFHANLARLI EMRULLAH EFENDİ

Emrullah Efendi 1878-1941
Vedat S. AHMED

Yeryüzünden milyonlarca, hatta milyarlarca insan geçmiş, ancak bunların sadece bir kısmı ardından derin izler bırakarak tarih sayfalarında yer tutmuşlardır. Bu kimseler ya topluma ciddî zararlar veren ve aşırılıklarıyla tanınan kimselerdir, ya da topluma faydası dokunup hayırları dilden dile, nesilden nesle, kitaptan kitaba aktarılan kimselerdir. Hiç kuşkusuz, bunların birincileri topluma zarar ettikleri gibi, kendilerini de heder eden kimselerdir. İkincileri ise topluma faydalı oldukları gibi, inşallah, ahiret gününde de inanarak yaptıklarının karşılıklarını göreceklerdir. Böyle şahsiyetlerden küresel çapta nam kazanan kimseler olduğu gibi, her toplumun kendi çapında yetişen değerli şahsiyetleri de vardır. Bulgaristan Türkleri arasında yetişen böyle insanlar arasında önemli bir yere sahip olduğunu düşündüğüm bir şahsiyet bulunmaktadır ve onun adı Emrullah Efendi’dir. Emrullah Efendi kimdir ve neden kendisini önemli şahsiyetler arasında görmekteyim? Bu soruların cevaplarını aşağıdaki satırlarda vermeye çalışacağım.

Emrullah Efendi, 15 Nisan 1878 tarihınde Deliorman’ın göbeğindeki şirin ve güzel Yusufhanlar (Pristoe) köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Feyzullah Hacı Hasan, aslen Malatyalı olup Osmanlı zamanında Şumnu yöresinde tahsildârlık yapmıştır. Bu esnada Yusufhanlar köyünden evlenerek oraya yerleşmiş ve ibtidâiye/ilkokul muallimliği yapmıştır. Oğlu Emrullah daha dokuz yaşında iken vefat eden Feyzullah Hacı Hasan arkasında Peygamber talihli yetim evlâdını bırakmıştır. Emrullah Efendi, on iki yaşına geldiğinde anasını da kaybederek öksüz kalmıştır. Ancak kendisinden büyük kardeşleri, ağabeyleri olduğu için onların himayesinde hayatın dikenli yollarında yürümeye başlamıştır. İlkokulunu köyünde hocalık yapan Muhsin Efendi’nin yanında ikmal etmiştir. Aynı zamanda birçok Deliorman çocuğunun yaptığı gibi, tatillerde gücü nispetinde çalışmış, büyüklerinde ziraat işlerinde yardımcı olmuştur.

O dönemde Silistre şehrinde Osmanlı döneminden kalma medreseler vardır ve onların en meşhurları Ayvaz Paşa, Satırlı, Bayraklı Cami medreseleridir. Küçük Emrullah’ın ilmî kabiliyetini gören kardeşleri ve yakınları onu eğitim için zamanın tanınmış Silistre medreselerinden birisine göndermişlerdir. Molla Emrullah orada okuduğu sürece de tatil zamanında bostan pandarlığı, kiracılık (taşımacılık) ve Ramazan hocalığı yaparak okulunu devam ettirebilmek için maddî kazanç elde etmiştir. Üstün bir başarı ile medresede dört yıllık eğitimini tamamlayınca Emrullah Efendi ilim yolundaki serüvenine İstanbul Dârü’l-Fünûnu (İstanbul Üniversitesi) İlâhiyat Fakültesinde devam etmiştir. Bu okulda iyi bir eğitim alarak 1913 yılının Şaban ayında aliyyülâlâ derece ile mezun olmuştur. Emrullah Efendi’nin İlâhiyat Fakültesi’nde öğrenim gördüğü sıralarda hocalarının bazıları şunlardır: Abdurrahman Şeref, Mustafa Asım, Hasan Fehmi, Hüseyin Avni, Ömer Hayri, Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzâde Ahmed Naim.

Emrullah Efendi İstanbul’da bulunduğu zaman zarfında devrin fikrî cereyanlarını, basın ve yayınını yakından takip etme imkânı bulmuştur. Orada “Sırât-ı Müstakîm” çevresinde toplanan münevverleri tanımış, Bulgaristan’a gelişinden sonra bile bu dergiyi okumuş ve okutmuştur. Emrullah Efendi’nin aynı zamanda meşhur muhakkik âlimlerden ve son Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Ders Vekili ve Danışmanı olan Muhammed Zâhid el-Kevserî ile yakın ilişkileri olmuştur.

Emrullah Efendi, üniversiteden mezun olunca Türkiye’de kalma teklifleri yapılmış, ancak o bu yapılan teklifleri reddederek memleketine dönmüştür. Döndüğünde Bulgaristan Türklerinin kültür merkezi halindeki Şumnu’ya yerleşen Emrullah Efendi, Müşebekli (Müşebbekli) Medresesine müderris olarak tayin edilmiştir. Eğitime pek de elverişli olmayan medreseyi tamir edip yepyeni bir eğitim yuvasına çevirmiştir. İstanbul’da tanıştığı yeni pedagojik usullerle eğitime başlayan Emrullah Hoca çok geçmeden okulun yetersiz oluşu nedeniyle Medrese-i Aliyye olarak bilinen eski medrese binasını tamir ettirerek öğrencileriyle oraya geçmiştir. Emrullah Efendi, ilk zamanlarda bu çalışmalarının karşılığında herhangi bir ücret de almamıştır. Fakat birinci Dünya Harbi’nin başlaması üzerine Bulgaristan ile Türkiye aynı safta savaşa girmiştir. Bu sebeple Bulgaristan Türklerine istedikleri orduda askerlik yapma hakkı tanınmıştır. Emrullah Efendi de askere alınarak orada önce tabur imamlığı, daha sonra da bölük vaizliği yapmıştır. İşler sükûna kavuşunca Emrullah Efendi tekrar Medrese-i Aliyye’deki müdürlük görevini üstlenmiştir.

Bu arada daha Birinci Dünya Harbi öncesinde Bulgaristan Müslümanlarının dinî kadro ihtiyacını karşılayacak bir okul kurulması kararlaştırılmış ve savaş sonrasında bu okulun açılış çalışmaları başlatılmıştır. Bulgaristan Müslümanları tarihinde bir devrim niteliğini taşıyan Medresetü’n-Nüvvâb açılması 1922 yılının sonuna doğru gerçekleşmiştir. Nüvvâb Medresesi’nin kurulması üzerine Emrullah Efendi oraya müdür olarak atanmıştır. Sert ve ısrarlı bir kişilik sahibi olan bu zat, Nüvvâb’ta hem hocalık, hem yöneticilik ve hem de öğrencilere babalık yapmıştır. Çok zor ve çalkantılı dönemlerden geçen okulun kapatılmayıp Türk toplumuna hizmet etmesi için gecesini gündüzüne katarak uyumlu bir şekilde çalışmıştır. O, gerektiğinde bazı mesai arkadaşlarıyla öğrencilerin ihtiyaçlarını karşılamak için köy köy gezerek eli açık Müslüman halktan yardım toplamış, gerektiğinde de karşısına sopayla, bıçakla çıkan haddini bilmezlere karşı mücadele etmiştir. Okulda çıkan karışıklıklar sebebiyle birkaç ay görevden alınmışsa da kendisine karşı yürütülen propagandaların aslının olmadığı tespit edilince yeniden görevine dönmüştür.

Emrullah Efendi Nüvvab’ın açılışından 1941 yılında vefatına kadar okulda 19 yıl müdürlük yapmış, yırminci yılın da açılışını yapabilmiştir. Nüvvâb okulu açılırken Tâlî/Lise ve Âlî/Yüksek kısımlarında ayrı birer müdür olacağı kararlaştırılmışsa da bu gerçekte hiçbir zaman olmamış ve Emrullah Efendi her iki bölümü de başarılı bir şekilde yönetmiştir. Ayrıca okulda değişik yıllarda, değişik sınıflarda çok üstün bir başarıyla şu dersleri de vermiştir: Arapça, Kelâm, Mantık ve Mecelle (İslâm Hukuku Prensipleri).

Emrullah Efendi öğrencileri üzerinde kuşun yavrusu üzerinde titrediği gibi titremiş, onları dalâlete düşmekten, tehlikeli akımlara kaymaktan ve siyasî cereyanlara kurban gitmekten korumaya gayret etmiştir. Aynı zamanda diğer daha alt seviyedeki medreselerin kapanmaması için de büyük mücadele vermiştir. Bu hususta Şumnulu âlim ve eski Başmüftü Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi’nin desteğini de alarak var olan medreselerin kapanmasını engellemek için oralara yetişkin Nüvvab mezunlarını müdür ve müderris olarak göndermiştir. Özellikle Razgrad’da açılmış olan Feyziyye Medresesini kapatmak isteyen din aleyhtarlarına karşı öğrencilerini hep uyanık tutmuştur.

Böyle aktif bir haat yaşayan Emrullah Efendi hizmet yolunda koşa koşa yorulmuş, ama mücadeleden geri kalmamış. O son anlarına kadar Nüvvâb’ın dertleriyle, Müslümanların eğitim işler ile meşgul olmuş ve bu yoldan pes etmeden Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Bu muhterem insan, metin ve gayretşinas zât 8 Ramazan 1360/30 Eylül 1941 tarihinde vazifesi başında “İrciî ilâ Rabbike/Rabbine dön...” emr-i ilâhîsine uyarak ruhunu Yaradan’a teslim etmiştir. Cenaze namazına başta Hocazâde Mehmed Muhyiddin Efendi, Divân-ı Alî-i Şer’î Azâsı tefsir sahibi Mustafa Hayri Efendi, Şumnu Müftüsü Mustafa Sabri Efendi olmak üzere Nüvvab öğretim kadrosu ve daha birçok öğretmen, köylü, kasabalı dost ve sevenler katılmıştır. Cenaze namazı Carşı Camii’nde kılınarak toprağa verilmiştir.

Ardında kızları ve oğulları, yüzlerce talebesi ve sevdikleri kalan Emrullah Efendi’nin en büyük mirası ise kurup yaklaşık 20 yıl boyunca yönettiği ve böylece bir asra imzasını attığı Medresetü’n-Nüvvâb’tır. Çünkü bu okuldan yetişen yüzlerce kişi sadece Bulgaristan Müslüman-Türk kültürüne hizmet ederek Müslüman-Türk kimliğini korumakla kalmamış, Türkiye’ye de ışık saçmıştır. Emrullah Efendi’nin Nüvvâb vasıtasıyla hizmetleri kendisinin vefatından sonra da devam etmiş, zira bu okuldan mezun olan oğulları Mehmed Emrullah ve Abdullah Emrullah, bir de damatları Beytullah Şişman ve Yusuf Aliş onun hizmetini devam ettirmişlerdir. Hatta oğlu Mehmed Efendi ve damatları Beytullah ve Yusuf efendiler babalarının vefatından sonra okulda hocalık da yapmışlardır.

Emrullah Efendi’nin oğulları 1949-1951 göçünde, damatları da 1989’daki büyük göçte Türkiye’ye göç etmişler ve orada rahmet-i Rahman’a kavuşmuşlar, damadı Yusuf Aliş ise İstanbul’da ikamet etmekteydi (Hayatta ise Allah hayırlı uzun ömürler versin!)

Son olarak bir hususu da paylaşarak yazımı noktalamak istiyorum: 3-4 yıl önce Nüvvâb mezunlarından olup 1990 yılında yeniden açılmasıyla Nüvvâb’ın ilk müdürü olan Osman İsmail hocama Emrullah Efendi’nin mezarını sormuştum. O da, mezarının “soyadönüş süreci” esnasında defnedildiği mezarlığın yerle bir edilmesi esnasında bazı vefakâr Nüvvâb öğrencilerinin müdürleri Emrullah Efendi’nin mezarını açarak fani bedeninden kalanları doğduğu Yusufhanlar köyündeki mezarlığa defnettiklerini söylemişti. Ben de üç yıl önce mezarlığa gidip ruhuna bir Fâtiha okuyarak bu değerli insanı yâd ettim.



Allah kendisine ganî ganî rahmet eylesin!

KAYNAK: KIRCAALİ HABER

17 Ağustos 2011 Çarşamba

BEKLENEN KİTAP ÇIKTI: Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi

Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi, Yazan: Dr. İsmail CAMBAZOV, Kitap İstanbul'da yayınlandı. İlgilenenlere duyurulur. 488 sayfa, 2. hamur kağıt. 
KİTABIN ÖNSÖZÜ'NDEN

Bu kitabı, daha üniversiteyi bitirirken çalışmaya başladığım “Yeni Işık” gazetesi ile ilgili anılarımı anlatmak niyeti ile yazmaya başladım. Fakat gerekli bilgileri, belgeleri toplarken gördüm ki,Bulgaristan’da Türk basınını anlatmadan, “Yeni Işık”ı anlatmak imkânsız. Hem de “Yeni Işık” sadece benim çalıştığım yıllarla sınırlı değil. İşin evveliyatı ve sonu var. Ben işi baştan tutmaz isem, anılarım boşlukta sallanıp kalacak. Kolları sıvamışken, Bulgaristan’da Türk gazeteciliğinin tarihini şöyle bir özetleyelim, dedim. Araştırmalarım esnasında, Bulgaristan‘da Türk basınının tarihi ile ilgili tek bir kitap çıkmadığını gördüm. Binaenaleyh, Bulgaristan’da yeni nesiller kendi öz basınının zengin geçmişini, tarihini bilmiyorlar. Türkiye’de çıkarılan dört - beş derleme, inceleme kitabından da haberleri yok. Zaten o kitaplar da artık sadece kütüphanelerde, arşivlerde bulunuyor.
Bu düşünceler beni Mithat Paşa‘nın “Tuna” gazetesinden başlayarak günümüze kadar Türk gazeteciliğine bir göz atmaya yöneltti. Büyük araştırmacı, Bulgaristan Türk gazeteciliğinin canlı tarihi olan sayın Mehmet Türker Acaroğlu’nun değerli derlemsinden yola çıkarak, bizim gazeteciliğimizin tarihini canlandırmaya çalıştım.
Anlattığım “Yeni Işık” gazetesi bir parti, hem de iktidardaki Bulgaristan Komünist Partisi‘nin gazetesidir. Pek tabii sayfalarında partinin iç ve dış siyasetini, ekonomik, kültürel, sosyal politikalarını yansıtacaktır. Haksızı haklı, eğriyi doğru göstermeye çalışacaktır.
Şimdi işler düzlüğe çıktıktan, demokrasiye geçtikten sonra ahkâm kesmek kolay. Bu gazeteyi çıkaranları eleştirmek, ayıplamak kolay. Ama, o zamanki “Komünist Faşizmi” koşullarına dönüp “Yeni Işık”ı o kuşular içinde inceleyenler bize hak vermesinler olamaz. O zaman “Yeni Işık”tan başkasını yapmak mümkün değildi.
Bu kitapta kötülüğe ya da iyiliğe örnek gösterdiğim arkadaşları da, eleştirmek, değerlendirmek fikrinden uzağım. Okuyucuya, hele de arkamızdan gelen nesillere telkin etmek istediğim fikir şu:
İçinde çalıştığımız objektif ve subjektif ortam bizi yanılttı. Birçok yanlışlıklar yaptık, günahlar işledik. Siz bizim karışık, inişli-çıkışlı hayatımızdan ibret alınız ki, yanlışlıklarımızı tekrarlamayasınız.

Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Dr. İsmail CAMBAZOV

Kitabı satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

15 Temmuz 2011 Cuma

Gül’ün Bulgaristan heyetindeki ‘casus’

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Bulgaristan heyetinde, Türkiye için casusluk yaptığı için 46 yıl önce Ankara’ya gönderilen Osman Kılıç da (91) yer aldı
ANADOLU AJANSI
Bulgaristanda temaslarda bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün heyetinde yer alan 91 yaşındaki Osman Kılıç 46 yıl sonra memleketini görme heyecanını yaşadı.
Kılıç’ın yaşam öyküsünü heyet üyeleri, Gül’ün dün milletvekilleri, akademisyenler ve gazetecilerle yaptığı sohbet toplantısında öğrenme fırsatını yakaladı.
Heyet üyeleri, kendilerini tek tek tanıtırken Cumhurbaşkanı Gül, en uzun konuşma fırsatını 91 yaşındaki Kılıç’a verdi. Kılıç’ın kendini “Şumnu’da doğup büyüdüm” cümlesiyle kısaca tanıtmak istemesi üzerine Gül, onu yaşam öyküsünden daha çok bahsetmesi için teşvik etti.

1920 yılında Şumnu’da doğduğunu ve bu şehirde büyüdüğünü, ilk öğretimden yüksek öğrenime kadar bütün öğrencilik dönemini de Şumnu’da geçirdiğini söyleyen Kılıç, eğitim hayatının önemli bir bölümünün de Şumnu’daki Şerif Halil Paşa “Tombul” Camisinde gerçekleştirdiğini dile getirdi. Şumnu’nun Osmanlı döneminde Rusya sınırındaki “serhat şehir” olduğunu ve burada garnizon bulunduğunu anlatan Kılıç, yaşam öyküsünü şu cümlelerle dile getirdi:

‘İdama çarptırdılar’
“Bulgaristan’da 1948 yılında komünizm dönemi başladı. O zaman ülkede 3 milyona yakın Türk azınlık vardı. Türk nüfusunu ateizme karşı koruma sorumluluğu da bana düştü. O dönemde beni ateizm karşıtı olduğumdan dolayı yargılayamadıkları için Türkiye lehine casusluk yapmakla suçladılar ve idam cezasına çarptırdılar. Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde Türkiye Cumhuriyetinin nüfuzu sayesinde cezam müebbete çevrildi ve daha sonra yapılan girişimlerle takas yoluyla
Türkiye’ye geldim. O zaman Bulgaristan’da bıraktığım 2.5 yaşındaki kızımı ondan sonra ilk kez Türkiye’de 19 yaşında gördüm. Türkiye’ye gönderildiğim 1965 yılından sonra ilk kez Şumnu’ya geliyorum. Çok heyecanlıyım ve sevinçliyim.”
Kılıç, öğrenim gördüğü ve daha sonra medresesinde hocalık yaptığı Şerif Halil Paşa Camisini Cumhurbaşkanı Gül ile birlikte gezerken o döneme dair anılarını da paylaştı. Medrese içindeki kütüphane ve dersliklerden bahseden Kılıç, medrese yakınlarında kaldığı yeri de Cumhurbaşkanı Gül’e eliyle işaret etti. Kılıç, Cumhurbaşkanı Gül’e kendisini Bulgaristan ziyaretine davet etmesinden dolayı da şükran duyduğunu söyledi.
Şumnu’ya bağlı Hitrino ilçesinde efsane pehlivanlardan Koca Yusuf’un heykel açılış törenine katılan Gül, akşam saatlerinde Türkiye’ye döndü.

8 Temmuz 2011 Cuma

BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR


BALKAN SAVAŞI ESNASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRILAN MÜSLÜMAN POMAKLAR[1]

Yazan: Plamena Stoyanova
Bulgarca’dan tercüme eden: Basri Zilabid

5 Ekim 1912 tarihinde Balkan Savaşı patlak verir. Bulgaristan’ın her yerinde var olan umut ve heyecan basına da yansımış durumdadır. En aşırı eleştiriyi adet edinmiş muhalif basın bile Hristiyan Balkan devletlerinin bu siyasî ve askerî hareketini, “Asyalı istilacıya” karşı hakiki bir birlik olarak görmekte ve onaylamaktadır. Türkiye, Balkan topraklarından sürülmeli, kazanılan topraklar ise kendi aralarında paylaşılmalıdır. Bütün gözler cereyan eden askerî hareketlere dikilmişken, cephe gerisinde de savaşın kızıl kıyametinden geri kalmayan dramatik olaylar yaşanmaktadır.
Savaşın daha ilk aylarında Bulgar Ortodoks Kilisesinin teşebbüsü, Çar Ferdinand’ın, Geşov hükümetinin ve VMRO[2] yönetiminin desteği ile Pomakların hristiyanlaştırılması başlar[3].
St. Şişkov’un yazdığı gibi, “Bu fırsat her zaman bulunmayan, en uygun, en elverişli bir andı, o gün bütün gerekçeler hem insanî, hem hristiyanlığa uygun hem de doğru idi.”[4] Siyasî olayların gidişatı gereksiz gürültü ve tantana yapmadan asimilasyon politikası yürütmenin mümkün olduğu anlamına geliyordu. Hükümetin her attığı adımı tenkit etmeyi adet edinmiş muhalif gazeteler bile bu meseleyle ilgili 1913 yılının sonuna kadar herhangi bir habere yer vermemişlerdir.
Sadece Tsırkoven Vestnik (Kilise Gazetesi), Filibe Metropoliti Maksim’in idaresi altında başlayan hristiyanlaştırmayı öven makaleler neşreder. Gazete sayfalarında Pomaklar, Nisan Ayaklanması (1876) ve Rus-Türk Savaşı (1877-1878) gibi Bulgar kurtuluş mücadelesinin en kritik anlarında Bulgar karşıtı hareketlerde bulunmakla açık açık itham edilmişlerdir. Pomaklar ki, “… bir zamanlar bizim erkek ve kız kardeşlerimiz olan bu insanlar bizim en büyük, en acımasız ve en fanatik düşmanlarımız olmuşlardır.”[5] Ancak hemen arkasından şöyle bir açıklama gelmektedir: “Fakat bunun için onların bir suçu yok, onların kaderi herkesçe malum, çok kötü bir kader…”[6]
Pomaklar, dağlık bölgelerde yaşarlar, resmî zevatın bir kısmına göre Osmanlı istilası esnasında zorla İslamlaştırılmışlardır. Müslümanlıkları sebebiyle Bulgarlarca, dil farklılığı sebebiyle de Türkler tarafından izole edilmiş ve muhtemelen “yeni mühtedilere” yan gözle bakılması sebebiyle İslam dinini Bulgar dili ve âdetleriyle telif eden kapalı bir toplum olarak ortaya çıkmışlardır.  Balkan Savaşı’nın başlamasıyla onlar için de kötü günler başlamış, “Büyük Bulgaristan” hayali dinle ilgili yeni endişeler doğurmuştur. Pazarcık şehrinin önde gelenleri “Farklı dinler, farklı yabancı idealleri getirir”[7] diye Başbakan İvan Geşov’a mektup yazar ve esaret yıllarında Bulgarların Rumlaşarak, Romenleşerek veya Türkleşerek milyonlarca soydaşını kaybettiğini dile getirirler. “Kiliseye gereken şey, cemaatini aramaktır”, yani onları din vasıtasıyla Bulgarlaştırması gerekir.[8] Hedef tahtasına ilk olarak kurtarılmış bölgelerde yaşayan Pomaklar oturtulmuştur. Hristiyanlaştırmanın müteşebbislerine göre Bulgar hristiyanlarla Pomakların Müslüman kalbi arasındaki uçurumun bertaraf edilmesinin tek yolu, onları hristiyanlaştırmaktır.
Böylece Bulgar ordusunun zafer sarhoşluğu ortamında, 1912 yılı sonundan 1913 yılının yaz aylarında kadar, Rodoplarda, Batı Trakya’da ve Makedonya’da yüzlerce yerleşim yeri (köyler, mahalleler, kulübeler) hristiyanlaştırılmıştır. Bu bölgelerde hristiyanlaştırılanların sayısı 200.000 civarındadır[9]. Seçime yer yoktur: “Hristiyanlığı kabul etmeleri gerektiğine dair mesele Pomakların önüne açıkça ortaya konulmuştur.”[10] Kilise ve hükümetin baskısına, her tarafa korku salan çetelere dayanamayan Pomaklar hristiyanlığın safına geçerler.
Vaftizler genellikle bütün köy için topluca yapılır. İnsanlar köy meydanına toplanır, üzerlerine kutsanmış su serpilir, haçı öperler ve İslam’dan yüz çevirdiklerinin simgesi olarak domuz etinden bir parça yedirilir. Bundan sonra erkekler feslerini Bulgar şapkası ile değiştirmekte, kadınlar ise feracelerini çıkarıp hristiyan kadınların kullandığı başörtüsünü takmak mecburiyetinde bırakılmaktadır. Yeni hristiyan olanlar hristiyan isimlerini de onları vaftiz eden papazlardan alırlar[11]. “Ben Türk’üm, Bulgar olanı istemem”[12] gibi ifadeler fanatizm olarak görülmüş, evlerinde gizlenenler ise güvenlik güçleri tarafından çıkarılmış ve onlar da vaftiz edilerek hristiyanlaştırılmış. Minarelerin dibine bomba konularak havaya uçurulduğuna, baskı uygulandığına[13], dinini muhafaza etmek için fidye ödendiğine[14] dair kanıtlar vardır. İntiharla son bulmuş gerçek insanî trajediler de söz konusudur.[15]
35 yıldır yani Kurtuluş’tan (1878) bu yana İslam’dan vazgeçip Bulgar olarak temayüz etmelerinin beklentisinde olan hristiyanlaştırmanın müteşebbisleri tarafından suçlanan bu insanların trajedisini anlatabilmek zordur[16].
Zorla dinlerinin değiştirilmesi onların bütün dünyalarını allak bullak eder. Bulgar dilini muhafaza etmiş olmalarına rağmen, onların bakış açıları yüzyıllardan beri İslam dini tarafından şekillenmiştir. İsimlerinin değiştirilmesi, yabancı gözlere karşı yüzlerinin bile kapalı olması gereken kadınların feracelerini çıkartmaları, birden fazla eşi olan erkeklerin zorla ikincisini boşamak zorunda bırakılması[17], Müslüman olarak pis saydıkları hayvandan bir parça etin yenilmek zorunda bırakılması onların hayatlarına yapılmış çok acı bir müdahaledir.
Resmî olarak kilise hristiyanlaşmanın gönüllü olduğunun[18] borazanlığını yapsa da, hatta bu isteğin Pomakların kendilerinden geldiğini söylemeye kalksa da, kilise misyonerlerinin raporları gerçek tavrın ne olduğunu ortaya koymaktadır: “Özellikle yaşlı insanlarda yeni dinin onlara büyük bir acı verdiği görülüyor”[19].
Kilisenin hristiyanlaştırma esnasında zorlama olmadığı hakkındaki değişmez tutumu bu inisiyatifin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra da aynı şekilde kalacak, hatta Filibe Metropoliti Maksim kendi hayat hikâyesini anlattığı hatıratında bir kez daha zorbalığı inkâr edecek, ancak “bazı yerlerde bu gibi olaylar olduysa bunlar istisnai ve mahalli olaylardır.”[20] diyecektir.
Buna karşılık Pomakların oldukça sık rastlanan aktif ve pasif karşı koyma eylemleri olmuş, bu eylemler Bulgar ordusunun savaş meydanındaki başarı durumuna göre çeşitli şekil ve ölçülerde kendini göstermiştir.
1913 yılının başlarında Er Köprü, Dryanovo ve Bogutevo köylerinin sakinleri hristiyanlaştırma esnasında uygulanan zulmü protesto ettikleri ve açıkça 500 yıl önce kendilerinin İslamlaştırılmasıyla benzerlik kurdukları bir mektubu Bulgaristan Millet Meclisi Başkanı S. Danev’e gönderirler. Mektup anonimdir. Mektubu yazanlar isimlerini yazmaya cesaret edememişlerdir.[21] Bu Pomakların tepkilerini ifade ettikleri tek belge değildir. Ancak o da diğer bütün protestolarda olduğu gibi neticesiz kalmıştır.
Hristiyanlaştırma devam etmektedir, ancak Pomaklar da kendileri için yeni olan hristiyanlık kanunlarını atlatacak yolları bulurlar. Mesela, hristiyanlarla akrabalık tesis edilmesini önlemek için 12-13 yaşındaki erkek ve kızların çabucak evlendirilmesi. İmamlar hristiyanlığa meyilli Pomak ailelerini sistemli bir şekilde hesaplaşmakla tehdit etmekte, zenginler ise bazı Pomakları evlerinde saklamaktadır.[22] Birçok Müslüman baba, papazların evlerine girmesine müsaade etmemektedir. Papazlara göre ise bu “Asya fanatizmi” hem kendi çocuklarının kurtulmasına hem de sadece hristiyanlığın onların kadınlarına verebileceği hürriyete engel olmaktadır.
Erkekler hristiyanlığı kabul etmeye zorlanacakları ihtimaline karşı evlerinden uzak genellikle dağlara çıkarlar veya kendilerine ya da başkalarına ait hayvan sürüleriyle dolaşırlar. Papazlara göre, bu meselenin çözülebilmesi için sürü sahiplerinin bulundukları yerde hristiyanlaştırılması, diğerlerinin ise köylerine döndürülüp yeni dine o kadar da meyilli olmayan akrabalarıyla beraber hristiyanlığı kabul etmeleri gerekir.[23]
Kilise idaresinin açıkgözlülüğünü belirtmeden geçemeyiz. Türk ordusunda görev yapmış ve esir düşmüş Pomakların hristiyanlığı kabul etmeleri halinde evlerine dönmeleri/salıverilmeleri hakkındaki teşebbüs onlara ait. Esirlerin bu isteklerinin yerine gelmesi için resmî olarak dilekçe vermeleri gerektiğinden, bu belgeler “babalar evlerine döndüklerinde aile efradının kötü duruma düşmemesi için” ailelerinin de acele ile hristiyanlaştırılması için kullanılmıştır[24].
Kilisenin eski imamlara emekli maaşı bağlanması teklifi de oldukça ileri görüşlüdür.[25] Şiddetli dirençlerini kırmak için onlara hayatta kalma alternatifi sunmak, bundan daha iyi bir yol mu var?
Buraya kadar anlatılanlardan sonra bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiğine inanmak zor olsa da böyleleri var, ancak bunun da değişik sebepleri vardır. Kilise idaresine göre bunlardan bazıları Bulgar hristiyan halkına karşı aşırı hareketlerde bulunmuşlar ve kendilerinden intikam alınmasından haklı olarak korkuyorlar. Diğer bir kısmı evlerine dönebilmek için hristiyanlığı kabul eden esir askerlerden oluşmaktadır. Üçüncüleri de ekonomik sebeplerle bağlantılı, gerçekten çok sayıda dilekçe var. Hristiyanlaştırma misyonuyla görevli öğretmen ve papazların raporları Pomak ailelerinin sefalet ve kötü sağlık şartlarında yaşadıklarına şahitlik ediyor. Bazı köyler ateşe verilmiş, Türk ordusunda askerlik yapmış kişilerin evlerinde açlık çekiliyor, kış aylarında ise bütün bunlara kolera salgını da ekleniyor.
Birçok Pomak hanesi, Bulgarlar tarafından yağmalanmış ve Filibe Metropolitliği kendi cemaatine el konulan malların sahiplerine iade edilmesi çağrısında bulunma mecburiyetinde kalmıştır. Kilise, “büyük acılara maruz kalmış Pomak halkına” ve dinlerine geri dönmüş kardeşlerine destek için yardım toplamış ve dağıtmıştır.[26]
Eski dinlerine dönmeyen tahrip edilmiş Pomak köyleri içinse kaynak sadece bir kalem için ayrılabilir. Bu paralarla zarara uğrayanlar sadece kışı geçirebilecekleri barakalar yapabilir. Belgede “merhamet adına yapılmış bir davranış” olarak geçen bu hadise gelecekte bu kişileri hristiyanlaştırma fikri ile çok sıkı bağlantılıdır. Ne demişler, bu dünyada karşılıksız bir şey yoktur.[27]
Pomaklar arasında bu duruma “fırtına geçinceye kadar” rıza göstermeye karar vermiş azımsanmayacak bir kitle de vardır. Ancak şuna kesin olarak inanmaktadırlar: “savaş sona erip barış sağlanınca … biz tekrar Müslüman olacağız”[28]. Yine bu kişiler ormanlarda gizlenmekte ve Allah’a karşı ibadetlerini yerine getirmektedirler. Genç aileler yeni doğan çocuklarını vaftiz etmemekte, cenazeler ise papazın gelip hristiyanlığa göre ayin yapmasına fırsat verilmeden gömülmektedir. Dışarıda hristiyan gibi gözükmekte evlerinde ise Müslüman olarak yaşamaktadırlar.
Vladimir Ardenski, araştırmalarında bazı Pomakların gönüllü olarak hristiyanlığı kabul ettiklerini belirtse de, bu hiçbir surette kitlesel bir olay değildir.[29]
Kilisenin Pomakları hristiyanlaştırırken camileri kilise ve okullara çevirirken[30] ve İslam ahlakını hristiyan ahlakıyla değiştirirken sadece “Kilise Gazetesi” bu olayları dile getirir. Tabii ki, yapılanları olumlu karşılayan bir üslupta. İkinci Balkan Savaşı’nın başlamasıyla (16 Haziran 1913) tenkitlerini arttıran muhalif basın bu konuda suskunluğunu sürdürmektedir.
Gazete sayfalarında yayınlanan ilk bilgiler 1913 yılının sonlarına doğru kısa haberler şeklinde ve yapılacak seçimler sebebiyledir. Filibe gazeteleri ve “Narodni Prava” (Hukuk-u Milliye) gazetesi M. Takev’in Pazarcık’ta yaptığı seçim konuşmasını yayınlar. Pomakların önünde Takev: “… Kilise çanlarının eritilip sığırlarınızın boyunlarını süslemesini istiyor musunuz?… Dininizi, imanınızı geri almak istiyor musunuz? O zaman Demokrat Parti’ye oy veriniz!”[31] Pomakların hristiyanlaştırılmasına açıkça karşı çıkan az sayıdaki siyasetçilerden biri olan Takev böyle bir konuşma yaptığını inkâr etmektedir[32]. Filibe valisi Sayın Dimitrov’un Takev’in yalan söylediği ve bu gibi propaganda ile “partizanlık”[33] yaptığı hakkındaki sert mukabelesinden sonra “Trakya” Gazetesi’nin sayfalarından “doğruydu, hayır değildi” şeklinde aralarında ciddi bir atışma başlar. Takev’in, Pomakların hristiyanlaştırılması konusuyla siyasi bir propaganda gütmediğini açıklaması[34] tartışmayı vali lehine sonuçlandırmış olur. Takev’in bu açıklamasına Filibe metropolitinin “Eğer Takev bu hristiyan karşıtı propagandaya devam ederse kiliseden aforoz edilecektir”[35] tehdidi de herhalde yardımcı olmuştur.
Kilisenin kesin ve kararlı tepkisi mantıklıdır. O ümitsiz bir şekilde davasını savunmaya çalışmaktadır. Seçim kampanyası ile ilgili haberler 1913 yılının Ekim ayı başlarında basına yansır. Bu tarihte artık Bulgaristan İkinci Balkan Savaşı’nı kaybetmiş, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşmasıyla da tebaasına karşı din hürriyetini iade yükümlülüğü altına girmiştir. 
Kilise misyonlarının raporlarına göre, Pomaklar arasında eski hayat tarzına dönüş hareketi Ağustos ayı sonlarında başlamış ve bu sürecin durdurulması da mümkün gözükmüyor[36]. Din adamlarının ikna, tehdit ve çağrı şeklindeki canhıraş hareketleri başarısızlıkla sonuçlanır. Devlet olaylara seyirci kalmaktan vazgeçer ve zorla hristiyanlaştırmayı yasaklar, Pomak ve Bulgar halkının tırmanan negatif duyguları karşılıklı kavga ve sürtüşmelere sebep olur[37]. Yönetimin desteğini kaybeden kilise mensupları suçun tamamını yeni hristiyanların özgür vicdanına “tecavüz”[38] etmek suretiyle milli bir ihanet içinde olduğunu iddia ettikleri Radoslavov hükümetinde bulurlar.
Bu arada hükümetin ödün vermeyen duruşu “Hukuk-u Milliye” gazetesine şu şekilde yansır: “Bugüne dek hiçbir Bulgar hükümeti Pomakların din ve vatandaşlık özgürlüklerine dokunmamıştır.”[39] Enteresan olan, gözle görülür görüş ayrılığı değil, Radoslavov’un zaten her türlü günahı işlemekle suçladığı kendisinden önceki hükümetlere neden bu suçu da izafe ederek bu fırsattan yararlanmadığıdır. Olan hadiseler için sorumlu oldukları halde… Din özgürlüklerinin kesin olarak iade edildiğine dair resmi açıklama yumuşatılmış bir şekilde sunulmuştur: “… kurtuluş savaşındaki o hengamede dedelerinin dinine geçenlere (hristiyanlık kastediliyor – mütercimin notu) din özgürlükleri verilmiştir[40]. Din değiştirme ile ilgili bu hengâmenin ne menem bir hengâme olduğu açıklanmamış; bunun sorumlusunun kim olduğu sorusuna da cevap verilmemiştir?
Geşov ve Danev hükümetlerine geleneksel olarak karşı duran “Pryaporets” gazetesinin duruşu da aynı. Neden değişik fikirleri savunan bu kadar gazete susmayı tercih ediyor? Herhalde uluslar arası şöhret kazanan Pomakların hristiyanlaştırılması meselesi ülkemizi zora soktuğu için. Ayrıca hem Türk hem de Yunan diplomasisi bu gerçekleri kendi lehlerine çok başarılı bir şekilde kullanmışlarıdır.[41] V. Ardenski’ye göre basının susmasının bir sebebi uygulanan askerî sansür, diğeri de gazetecilerin önemli bir kısmı tarafından rahatsız edici, acıklı millî bir meselenin hristiyanlaştırmak suretiyle çözülebileceğine inanmalarıdır[42]. Ancak onlar yanılıyorlar, çünkü hristiyanlaştırma bu sorunu/meseleyi çözmüyor aksine derinleştiriyor. Bütün bunlara rağmen Geşov direk olarak yüz kızartan bir leke olan hristiyanlaştırma ile suçlanmamıştır. Ancak “Mir” (Barış) gazetesinin Radoslavov’un hristiyanlaşanları seçimi kazanmak için zorla İslam’a çevirdiği hakkındaki iddiasından sonradır ki, “Hukuk-u Milliye” gazetesi tehditvari bir şekilde perdeyi aralamaktadır:
Seçim maksadıyla değil… Hükümet ülkeye din özgürlüğünü getirdi. Ve bunun için takdir edileceği yerde kötüleniyorsa ve bu da halkçı-tsankovistçi hükümetin hiç hoş olmayan işleri sebebiyle hiç ağzını açmaması gereken kişiler tarafından yapılıyorsa, şunu iyi bilsinler ki, liberal hükümetin elinde Pomak meselesine ışık tutacak belgeler vardır. Bu belgelerde Pomakların kim tarafından hristiyanlaştırıldığı ve hristiyanlaştırmanın nasıl yapıldığı apaçık görülüyor. Eğer “Mir” gazetesi bu yolda yürümeye devam ederse kurdu kuzuların yanına (koyun ağılına) davet eder[43].
Çok keskin bir cevap ancak, adlî makamlar tarafından bir soruşturma açılmamıştır. Kilise teşkilatı da savaş sırasında yaptıklarından mes’ul tutulmamıştır.
Kilise zaten çok nazik bir durumdadır. İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Ekzarh İstanbul’u terk eder ve Bulgaristan’a döner. Bozguna uğramış, ağır bir krizin içine düşmüş bir devlete bütün gücüyle yardım etmesi gereken bir müesseseye ağır bir ithamda bulunmaya gerek yoktur. Cereyan eden hadiseler neticesinde kilise Bulgaristan’a yeni ilhak edilmiş komşu ülkelerdeki cemaatini kaybetmekle kalmıyor, merkez olma ve potansiyel birleştirici rolünü de Bulgar bilincini canlı tutma ve besleme hakkını da kaybeder. Kendi davasını yani hristiyanlaştırmayı hakkıyla savunamamış kilise, öfke ile Radoslavov hükümetine “Bulgar karşıtı politika”[44] güttüğü tepkisini verir ve acıyla “kazanılanın kaybedildiği”[45] tespitini yapar. Bu gerçekler Bulgar kilisesine karşı tenkidin neden yapılmadığını açıklamaya yetiyor mu? Kilisenin bu hareketi hükümet, muhalefet ve Bulgar toplumunun önemli bir kısmının görüşleriyle uygunluk arz etmiyor mu acaba? Dr. Georgi Çiçovski gibi Pomak savunucuları, Nikolay Vrançev gibi, Nikolay Popfilipov, yazar A. Straşimirov[46] gibi Pomak meselesine aşina olanlar ve yapılan zulümleri yüksek makamlara iletenler neden bir ilgi ve alaka uyandırmıyor veya bir tartışmayı tetikleyemiyor? Herhalde Pomaklara karşı gerçekten bir tahammülsüzlüğün ve anlayışsızlığın var olduğunu söylemek mümkün. Bu durum seçimlerden sonra parlamentoya öncekinden daha fazla Müslüman milletvekilinin girmesiyle daha da kuvvetlenmiştir. Savaş daha yeni bitmiş, acılar hâlâ diri, yabancı bir dine karşı tahammülsüzlük, Müslüman Osmanlı imparatorluğu ile savaş arifesindeki derecesiyle aynı derecede. Hoşgörülü ve özgür Bulgaristan’ın, o kadar da özgür olmadığı, hoşgörüsünün ise her tarafa çekilebilecek bir kavram olduğu anlaşılmıştır. Mantıkî olarak şöyle bir soru ortaya çıkıyor – Bulgaristan bu Balkan savaşlarından galip olarak çıksaydı hristiyanlaştırılan vatandaşlarına dînî özgürlüklerini geri verecek miydi?  Üstelik Balkanlarda homojen uluslar meydana getirmenin ana silahının asimilasyon politikası uygulamanın kabul edildiği bir zamanda. Peki sınırları içine yeni dahil olmuş diğer milletlere karşı tutumu nasıl olacaktı? Komşuları olan Yunanistan ve Sırbistan’ın savaş sonrası dönemde etnik ve dînî azınlıklara karşı uyguladığı siyasetle Bulgar devletininki farklılık gösterecek miydi acaba? Bu sorunun cevabı ne yazık ki olumsuz.
Bizi bu düşünceye sevk eden Pomakların savaş zamanlarında başına gelenlerdir. Hristiyanlaştırma, Sveti Sinod’un[47] “beklenilmesi gerektiğine dair” çekincelerine rağmen Çingene ve Türkler gibi diğer azınlık gruplarına da sıçramış; bir kısım Türk ve Çingene hristiyanlaştırılmıştır.[48] Hoşgörüden bahsedeceksek Pazarcıklı hristiyanlaştırma konusunda faal kişilerin mektubunu göz önünde bulundurmamız ve yeni ilhak edilmiş yerlerdeki Yunan, Türk veya Romen halkının ne kadarını Bulgar addetmiş olabilirler diye kendimize sormamız gerekir. Birinci Dünya Savaşı esnasındaki olaylar da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. O dönemdeki Bulgar silahının gücü Ortodoks dünyasında Bulgar kilisesini büyüklük açısından Rus kilisesinden sonra ikinci yere yükseltmiştir. Bulgar din adamları da yeni yerlerde bulduğu halkı değil sadece Bulgar kilisesine bağlama, Bulgar devleti ve ulusuna katmak için çok samimi gayret içerisine girmiştir[49]. Dolayısıyla Pomakların hristiyanlaştırılması diğer Balkan devletlerinin kendi azınlıklarına karşı uyguladıkları yöntemlere belirli bir ölçüde benzemektedir. Gerçekten Sırp ve Yunan idaresine özgü radikal baskılar yok, ancak bu kesinlikle şiddet eylemidir. Burada tuhaf olan şey, Bulgar asimilasyon politikasının etnik olarak farklı bir topluma karşı değil de, tek günahları Müslüman olmak olan Bulgarlara karşı yapılmış olmasıdır.
Hristiyan kilisesinin ortaya koyduğu bütün çaba ve gayretlere rağmen, Pomaklar bu defa da itilmiş kapalı bir toplum olarak tebarüz ediyor ve neticede kilise onlara ulaşamıyor. Belki de tarihin hata ve haksızlıklarını düzeltme isteği çoğunlukla hayal olarak kalıyor, insanî isteklerin zorla bir yöne sevk edilmesine yönelik her adım, doğal olarak bir tepki ve mukavemet doğuruyor ama hiçbir şekilde müspet bir sonuç vermiyor.
Pomakları etnik köklerinden uzaklaştıran ve onları Türk propagandasına açık hâle getiren[50]  hristiyanlaştırma, o zamanın çağdaşları tarafından da araştırmacılar tarafından da çok büyük bir siyasî hata olarak kabul edilmiştir. Sv. Eldırov’a göre ise, hristiyanlaştırma hadisesinde harcanan emekler, kilisenin Makedonya’daki Bulgarların kaderinin ne olacağına dair önemli bir meseleye odaklanması gereken dikkatini başka yöne saptırmıştır[51]
29 Eylül 1913 tarihinden sonra hristiyanlaştırılmış Pomaklar kitlesel olarak İslam dinine dönmeye başlarlar. 1914 yılının Şubat ayının ortalarında Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin heyecenla ve bir hışımda gerçekleştirdiği büyük işten eser kalmaz. Elde kalan sadece Bulgaristan’a yöneltilmiş ağır bir suçlamadır. Çünkü, hem kendi vatandaşlarının haklarını hem de kendi kanunlarını çiğnemiştir, halbuki prensip olarak bunları koruması ve savunması gerekirdi.
Devin şahrinde (Türkçe: Dövlen) hristiyanlaştırma, 1912. Papaz İvan Cacev, Kaynak: Filibe Devlet Arşivi Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 3.



Güney Bulgaristan’da Banite köyünde (Türkçe: Ilıca) hristiyanlaştırma, 1912.
Kaynak: Filibe Devlet Arşivi, Fond 959 K, opis 1, arşiv birimi 902, varak 2



[1] Makalenin orijinal başlığı, “Müslüman Bulgarların Hristiyanlaştırılması”dır. Bulgar tarihçilerinin ve Bulgar devletinin resmi görüşü Pomakların, Bulgar olduklarıdır. Çoğunlukla onlar için Bulgar-Muhammedileri veya Müslüman Bulgarlar tabirini kullanırlar. Ancak Pomakların ekseriyeti bu tanımlamaları kabul etmez. Kendilerini Müslüman Pomaklar olarak tanımlar. (B.Z.)    
[2] VMRO – Vıtreşna Makedonska Revolyütsionna Organizatsiya: Makedonya İhtilalci İç Cemiyeti – Son dönemde Bulgarlar ve Makedonyalıların Osmanlı Devletine karşı kurdukları çeşitli komite ve çetelerin en önemlisidir.
[3] Georgiev, V., St. Trifonov, Pokrastvaneto na bılgarite mohammedani 1912-1913.  Dokumenti, [Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması 1912-1913 Belgeler]Sofya 1955, s. 7.
[4] Sbornik ve çest na Plovdivskiya mitropolit Maksim, statiya na St. Şişkov. [Filibe metropoliti Maksim anısına Kitap, St. Şişkov’un makalesi]
[5] “Tsırkoven vestnik”, br. 1, [“Kilise Gazetesi, sayı 1,], 5.01.1913
[6] A.g.g.
[7] Georgiev V., St. Trifonov, İstoriya na bılgarite v dokumenti [Belgelerle Bulgar Tarihi], 2/113, 1992
[8] Georgiev V., St. Trifonov, a.g.e.
[9] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 8
[10] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s 201
[11] Drugite balkanski voyni [Diğer Balkan Savaşları], Fondatsiya Karnegi [Karnegi Vakfı], s. 146, Sofya 1995
[12] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 452
[13] Ardenski, V., Zagasnali ognişta [Sönmüş Ocaklar], s. 67, Sofya 2005
[14] Ardenski, V., a.g.e., s. 68
[15] Ardenski, V., a.g.e., s. 73
[16] Georgiev, V., St. Trifonov, Bulgar Muhammedilerin Hristiyanlaştırılması, s. 166
[17] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 301
[18] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 159
[19] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 202
[20] Plovdivski mitropolit Maksim. Avtobiografiya i spomeni [Filibe metropoliti Maksim. Özgeçmiş ve hatıralar], s. 71, Plovdiv 1930
[21] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[22] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 113
[23] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 144
[24] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 154
[25] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[26] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 161
[27] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 180
[28] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 365
[29] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 71
[30] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 168
[31] “Narodni prava” [Hukuk-u Milliye], sayı 200, 7.11.1913
[32] “Trakya”, sayı 3, 8.11.1913
[33]  A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[34] A.g.g., sayı 9, 6.12.1913
[35] A.g.g., sayı 5, 26.10.1913
[36] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 212, 404, 416
[37] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 229, 401, 441; Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[38] “Vıprosıt za novopokrıstenite” [Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi], Kilise Gazetesi, 1.03.1914
[39] Hukuk-u Milliye, sayı 227, 8.12.1913
[40] “Kronoloji”, Hukuk-u Milliye, sayı 238, 21.12.1913
[41] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 85
[42] Ardenski, V., a.g.e., s. 81
[43] “Koy pokrısti pomatsite” [Pomakları kim hristiyanlaştırdı], Hukuk-u Milliye, sayı 57, 11.03.1914
[44] “Yeni hristiyanlaştırılanlar meselesi”, Kilise Gazetesi, sayı 9, 1.03.1914
[45] A.g.m.
[46] Ardenski, V., Svoi, a ne çujdi [Yabancının değil, bizim], s. 21, Sofya 1975; Diğer Balkan Savaşları, s. 147
[47] Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin merkezi yönetim organı.
[48] Georgiev, V., St. Trifonov, a.g.e., s. 108
[49] Eldırov, S., “Balkanskite pravoslavni tsırkvi i voynite na Balkanite, 1912-1918” – V: sb. Balkanite mejdu mira i voynata XIV-XIX v. [“Balkan Ortodoks Kiliseleri ve Balkanlardaki Savaşlar 1912-1918”, Barışla Savaş Arasındaki Balkanlar XIV-XIX Yüzyıllar] s. 256, Sofya 2002
[50] Ardenski, V., Sönmüş Ocaklar, s. 87
[51] Eldırov, S., a.g.m., s. 264