21 Mayıs 2020 Perşembe

OSMAN KILIÇ ÜSTADIN OSMANLI TÜRKÇESİ İLE EL YAZISI

Mazlum Bey Kardaşım:
Bu kitaptan birkaç aded bana gönderilmiş.
Bir dânesini size lâyık gördüm. Gönderiyorum.
Münderecâtı hakkında yorum yok. Takdir size âid.
imza: Osman Kılıç
Not: Görsel Cengiz Yolcu Beyin feysbuk paylaşımından alınmıştır.

12 Mayıs 2020 Salı

SEBİLÜRREŞAD MECMUASINDA ZORLA HRİSTİYANLAŞTIRMAYI ANLATAN MAKALE



Balkan Savaşları Esnasında Bulgarların Müslümanları Zorla Hristiyanlaştırması

Tanassura İcbâr 

– Selanik’ten 13 Mart târîhi ile Neue Freie Presse gazetesine iş’âr ediliyor: “Osmâniye, Cum’a-i Bâlâ ve Petriç kazâlarına mensûb on dört nâhiyenin Selanik’e gönderdikleri hey’et-i murahhasa, konsoloslara mürâcaat ederek dinlerinin muhâfaza edilmesini istirhâm etmişlerdir. Bulgarlar, köylerde İslâmları Hıristiyanlık’ı kabûle mecbûr ediyorlar. Aksi takdîrde İslâm ahali katl ü darb ediliyor. Tanassur edilenler, kendi arzuları ile ve bilâ-cebr Hıristiyanlık’ı kabûl ettiklerine dâir bir varaka imzâ etmeye mecbûr ediliyorlar. Kilise çanları çalındığı zaman kiliseye gitmeyen bu kabîl cebrî hıristiyanlar tehdîd ediliyorlar.” 
Kaynak: Sebilürreşâd Mecmuası, c. 10, ad. 236, s. 35. 

Ehl-i Salîb Mezâlimi: 

4180 Hâne İslâm Ahâlîsinin Tanassur Ettirilişi – Sofulu, Ortaköy, Koşukavak, Gümülcine kazâlarının muhtevî olduğu 21 parça karyede mutavattın 4180 hâne İslâm ahâlîsinin Ehl-i Salîb pîşdârı Bulgar vahşîleri tarafından gördükleri mezâlim ve ta’addiyât hakkında bu köylerden Edirne’ye gelebilenlerin ifâdât-ı âtiyyesini hürriyetperver! Avrupa hıristiyanlarının enzâr-ı bî-insâfına arz ederiz: “Köylülerin evvelâ isimleri değiştirilmiş, eski ismini söyleyenden 12 lira cezâ-yı nakdî alınmış, ısrâr edenler dayak altında öldürülmüştür; Pazar günü bütün ahâlî süngüler altında ma’bede sevk olunuyor ve câmi’lere ilâve olunan birer vaftiz mahalliyle kilise yapılıyordu. Kadınların başlarına siyah birer örtü geçirilmiş, ferâcelerinin üzerine Bulgarların budya nâmını verdikleri önlükler konmuştu, bütün sarıklar parça parça edilip ateşte yakılmış, her köylünün başı şarapla yıkanmış, kazanda su ısıtılıp yapraklı, bir dalla herkesin üzerine serpilmiş, yerinden kalkamayacak kadar ihtiyâr olanların evine gidilerek “mâ-i mukaddes!”den mahrûm kalmamalarına dikkat olunmuştur. Her tenassur eden köye Bulgarca okutmak, âyîn-i cedîdi öğretmek için birer daskalos (mu’allim) gönderiliyordu. Az zamanda bütün sakal ve saçlar kesildi, icrâ olunan teblîğāt-ı resmiyyede bir köyün Pomağını kabûl eden diğer köy halkın derhâl katli’am cezâsına düçâr edileceği i’lân olunmuştu. 
Kaynak: Sebilürreşâd Mecmuası, c. 10, ad. 255, s. 348. 

6 Mayıs 2020 Çarşamba

Sultan Abdulhamid'in İstihbaratçısı Samokovlu Halil Yaver Kimdir?

Sultan Abdulhamid'in İstihbaratçısı Samokovlu Halil Yaver Kimdir?
Halil Yaver'in kendi anlattığına göre öz geçmişi şöyledir. 
Halil Yaver aslen Bulgaristan’lıdır. Küçük yaşta Türkiye’ye gelmiş ve II. Abdülhamit tarafından okutulmuş ve Kazasker (askeri hakim) olmuştur. Hukuk Fakültesinin ilk mezunudur. Diploma numarası (1) dir. Bulgarcayı iyi bildiği için Türkiye’nin Bulgar
istihbaratı ile ilgili seksiyonunda çalışmıştır. Mekteb-i Mülkiye'de (Siyasal Bilgiler Fakültesi) Bulgarca dersi okuttuğundan kitaplarına Prof. Avukat Halil Yaver diye imza atarmış. İstihbarattaki görevi sırasında iki önemli olayı ortaya çıkarmakla övünür.

Biri Osmanlı Bankasını Ermeni Komitacıların tünel açıp bombalaması girişimi, diğeri de I. Dünya Savaşı sırasında müttefikimiz Bulgaristan sınırları içindeki ortak düşmanımız olan İngilizlerle bağlantılı bir telsiz istasyonunu meydana çıkarmasıdır. Şimdi Osmanlı Bankası olayını anlatalım. Karaköy civarında azınlıklara ait bir okulun teftişine (Halil Yaver o sırada azınlık okulları müfettişlerindendi) gitmiş. Okulun bahçesinde bir toprak yığını görmüş. Toprağı incelemiş. Okulun bahçe toprağına benzemediğini, bu toprağın dışardan geldiğini anlamış. Bunun nereden ve niçin getirildiği konusu onun içine dert olmuş, toprağın dışardan okul bahçesine getirilmesi sırasında bir kısmının arabadan etrafa döküleceğini düşünmüş. Bu sefer dışarıda aramalar yapmış. Yolun elli, yüz metresinde bu toprağa rastlamış. Böylelikle toprağın nereden geldiğini bulmuş. Sonunda bunun Karaköy’deki Osmanlı Bankası’nı tünel açmak suretiyle havaya uçurmak isteyen Ermeni komitacılar tarafından düzenlendiğini ortaya koymuş.

İkinci olaya gelince, I. Dünya Savaşı sırasında Bulgar mektupları sansürüne Halil Yaver’i memur etmişler. Kendisinden önce bu görevi yapan kişi oldukça tembelmiş. İncelemediği mektupların sayısı bir hayli çokmuş. Bunların arasında üç dört aylık yurtdışından gelen ve yurtdışına giden Bulgarca mektuplar birikmiş. Halil
Yaver ilk önce bu mektupları okumaya başlamış. İçlerinde Bulgaristan’a gidecek bir mektubun özel (kodlu) bir mektup olduğu kanısına varmış ve istihbarat dairesine mektubun gideceği adresin özel bir kontrole tabi tutulması gerektiğine işaret etmiş. Bulgaristan müttefikimiz olduğu için durum Bulgar hükümetine de bildirilmiş. Bulgar polisi gerekli hassasiyeti göstermiş. Sonuç olarak orada bir telsiz istasyonunun bulunduğu ortaya çıkmış.

Halil Yaver, II. Abdülhamit döneminde istihbarata çalıştığı gibi 1908 sonrasında yine istihbaratta çalışmaya devam edebilen sayılı kişilerdendir. Çünkü 1908 den sonra II. Abdülhamit istihbaratçılarının önemli bir kısmının görevine son verilmişti. Halil Yaver 75 yaşından sonra delirmiş, Bakırköy Akıl Hastanesi’nde ölmüştür. Mareşal Çakmak’ın güvenilir adamıydı. Mareşal Çakmak-Şükrü Kaya çatışmasında Şükrü Kaya aleyhinde büyük hizmetler yapmıştır. Bu arada Şükrü Kaya aleyhinde dökümanlar Halil Yaver tarafından sağlanıp Habil Adem’e verilmiş ve Habil Adem tarafından Nereye Gidiyorsun Türkiye başlıklı bir kitap hazırlanmış ve kitap Prof. Avukat Halil Yaver imzası ile yayınlanmıştır. Bu kitap piyasaya çıktıktan kısa bir süre sonra Şükrü Kaya’nın emrinde bulunan İstanbul Valiliğince toplatılmış ve mahkemeye verilmiştir. Uzun bir yargılamadan sonra da beraat etmiştir. KAYNAK: https://edebivizor.com/
HALİL YAVER'İN YAZDIĞI KİTAPLAR
 Bugünkü Bulgaristan'da Türk Düşmanlığı
Yazan: Halil Yaver

İstanbul Barosu Avukatlarından ve Tuna Vilayetinin Sofya Sancağının Samokov Kazasının
Dolna Banya köyünden 
Bulgarların Balkanları İstila Planları
Halil Yaver
İstanbul 1938, 116 sayfa



5 Mayıs 2020 Salı

FİLİBE TÜRKLERİNİN SESİ HAMİYET GAZETESİ, Sezgin TOPAL

Filibe’de, 25 Kasım 1896 tarihinde Stara Planina Basımevi’nde basılarak yayın hayatına başlayan Hamiyet Gazetesi’nin, 11 Ekim 1897 tarihine kadar 95 sayı yayınlanmış olduğu görülmektedir. Her bir nüshası 4 sayfadan oluşan gazete, düzenli bir yayın gerçekleştirmemekle beraber 17. sayıya kadar haftada iki kez, 17. sayıdan itibaren ise haftada üç kez yayınlandığı anlaşılmaktadır.

Gazete, Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa Devletlerinin izlemiş olduğu politikayı ve Balkanlardaki siyasî çözülmeler ile Osmanlı Devleti’nin Balkan Devletleri ile olan ilişkilerini içermektedir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin eğitim faaliyetleri hakkında da bilgiler vermektedir. Bu çalışmada Balkan Türklüğünün kültürel hayatında büyük katkısı bulunan Hamiyet Gazetesi tanıtılarak, içeriği ele alınmıştır.
Makaleyi okumak için aşağıdaki bağlantıya tıklayınız:

Filibe Türklerinin Sesi: Hamiyet Gazetesi (İlmi Makale)


3 Mayıs 2020 Pazar

Şumnu'nun Türk Yayıncısı: Terakkî Matbaası sahibi Sabri Sadık (İLKNUR)

Şumnu'nun Türk Yayıncısı: Terakkî Matbaası sahibi Sabri Sadık (İLKNUR)

1892'de Şumnu'da doğmuştur. O güzel yurt parçasının Anavatandan ayrılışı yüzünden yüreklerde henüz dinmeyen acının taze havası içinde yetişti. Dört yaşında babasını kaybetti. Böylece Anavatan öksüzlüğü ve yetimlilik, onun küçük dünyasını kararttı. Rüştiyeyi bitirdikten sonra Türkiye'de okuma arzusunu gerçekleştiremedi. Genç yaşta hayata atıldı. 1909 yılında bir kırtasiye dükkanı açtı. İşini genişletip 1921'de Terakki Kütüphane ve matbaasını kurmuştur. Kısa zamanda başta okul kitapları olmak üzere birçok yayımları ortaya atan, Türkiye'de basılanları satan bu kuvvetli kültür müessesesi, harf inkılabından sonra hemen ona göre donanıp hizmet yoluna devam etmiş, Romanya, Yugoslavya, Yunanistan Türklerini bile yayımlarından faydalandırmıştır. 

Sabri Sadık bir müddet Cemaat-i İslamiye reisi ve belediye reis muavini olarak hemşehrilerine hizmet etmiş, fakat Bulgar makamlarınca kemalist sayılarak takibata uğramıştır. Öğretmen Mehmet Yurtsever'in derlediği (Bkz. Anayurt, sy: 28) milli heyecanı yıllarca dudaklarda şiir ve beste olarak dolaştıran "Tunca, Arda, güzel Meriç - bu üç kardeş Türk'tür Türk" marşının da tam metnini veren Şarkılar Mecmuası'nı basıp bütün Türk köylerine parasız dağıttığı için matbaası basılmış, kitapları müsadere edilmiş, kendisi de tevkif olunmuştur (tutuklanmıştır). Güçlükle kurtulan Sabri Sadık, en çetin şartlar içinde mücadelesine daha yıllarca devam etmiştir. 1943'te kendisine iki ay içinde doğduğu toprakları terk etmesi bildirilmiştir. O da Anavatan'a gelip Ankara'ya yerleşmiştir. 1952'de henüz 60 yaşında iken hayata gözlerini kapamıştır. Ana yurdunda ebedi uykusunu rahat uyusun.
Kaynak:  Anayurt Gazetesi (Ankara), 1 Kasım 1955 tarihli sayısı 

Kimya ders kitabı, Yazarı: Eşref Şemsi 
Şumnu Terakkî Matbaası 1927
Büyük Harbin Etfal Üzerinde Büyük Tesirleri,
Yazarı: Mehmed Masum 
Şumnu Terakkî Matbaası 1920
Vasıyyetü'l-İmam
Ali b. Ebi Talib li'bnihi'l-Hasan radıyallahu anhuma
Yazarı: Ebu'l-Hayr Ziyaeddin el-Ezheri
Şumnu Terakkî Matbaası 1930
(Arapça dilindedir)
Vahdaniyyeti İlahiyyenin Burhanları
Yazarı: Ebu'l-Hayr Ziyaeddin el-Ezheri
Şumnu Terakkî Matbaası 1930 
Sabri Sadık biyoğrafisinin yer aldığı 
Anayurt gazetesi (Ankara), 1 Kasım 1955 sayısı


25 Nisan 2020 Cumartesi

BULGARİSTAN MÜSLÜMAN MUALLİMLER BİRLİĞİNİN ÇIKARDIĞI "TERBİYE OCAĞI" GÜNÜMÜZ HARFLERİNE ÇEVRİLMEYE BAŞLANDI


Bulgaristan Müslüman Muallimler Birliğinin 1921 yılında çıkarmaya başladığı "Terbiye Ocağı" ilmi dergisi günümüz harflerine çevrilmeye başlandı. 
Bulgaristan Türklerinin eğitim hayatında önemli bir yeri olan Öğretmenler Birliği önce Terbiye Ocağı daha sonra da Muallimler Mecmuası adıyla neşriyatta bulunmuştu. 
TERBİYE OCAĞI SAYI 1 İÇİN TIKLAYINIZ

TERBİYE OCAĞI SAYI 2 İÇİN TIKLAYINIZ

10 Nisan 2020 Cuma

Filibe’den Yayha Kemal Beyatlı geçti, Kadriye CESUR

“Filibe, yüz sene evveline kadar, Bursa ve Eyüp gibi iliklerine kadar Türklük sinmiş bir şehirdi. Filibe’yi görmeyi özlerdim. 1921’de görmek kısmet oldu. Sofya’dan trene bindim. (…) Tiren durdu. Plovdiv! Plovdiv! sesi geliyor. İstasyonda bir çorbacı ve köylü kalabalığı kaynaşıyor. Rengi solmuş setre pantolonla mintan giyen ve kalıpsız fes taşıyan Türkler dolaşıyorlar. Tirenden çıktım: “Otel Mole’ye götür!” dedim.


Otel Mole, Filibe’nin Perapalas’ı, altı lokanta üstü otel, odaları şöyle böyle, az çok temiz, koridorları koğuş sisteminde bir oteldi; lakin adı Filibe’ye mezcedilmiş bir addır. Sokak üstünde bir oda tuttum. Karşımda küçük bir cami vardı. İlk Osmanlı devirlerinden kalma, yekpare, metin, ferahlı bir yapı idi; o köşede tek başına Çelebi Sultan Mehmed’i hatırlatıyordu. Filibe’ye seyahat eden vatan Türklerinden son gören galiba ben oldum; çünkü İstanbul’a avdet ettikten biraz sonra, yolu genişletmek için, yıkıldığını gazetede okudum.” 
Solda otel Molle, sağda Alaca Cami 

2015 yılının bir yaz günü Filibe’de, adı geçen yapıtın Bulgarca baskısını gözden geçirirken, Yahya Kemal Beyatlı’nın yukarıda anlattığı otelin önünden kim bilir kaç defa geçmişimdir diye düşündüm.
Üniversite eğitimi yıllarımda da bu şehirde yaşadığımdan hayıflanmam çok geçmeden üzüntüye dönüştü. Öğrencilik yıllarımda böyle bir duygu yükünün altına girmem elbette düşünülemezdi. 1980’li yıllar Türklüğe ilişkin izlerin silinmesi için topyekün kampanyaların zirveye ulaştığı zamanlardı…
Ancak şimdi Yahya Kemal’in konakladığı otelin Filibe’nin ana caddesinin iki yanını kuşatan binalardan tam olarak hangisi olduğunu öğrenmek için dayanılmaz bir istek duydum. Yazarın adını
verdiği otel Molle hakkında hiçbir şey bilmiyordum, dahası adını bile duymamıştım. Araştırmaya koyuldum. Yahya Kemal, Filibe’ye 1921 yılında gelir. İnternette kısa bir gezintiden sonra otel Molle’nin 1 Ocak 1912 yılında görkemli bir açılışla faaliyete geçtiğini ve ilerleyen yıllarda şehrin seçkin zümresinin tüm önemli kutlamalarına ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yaptığını öğrendim. Kaynaklarda şehrin ilk elektrik jeneratörü, kaloriferli ısıtma sistemi, ilk asansörü de bu binaya ait olduğu belirtilmekte. Bina İtalyan mimar Mario Pernigoni’nin projesi olup, Arnavut asıllı iş adamı Dimitır N. Molle tarafından kiralanarak şehrin en görkemli otel-restoranı haline getirilir.
İşte Yahya Kemal’in Filibe’nin Perapalas’ı olarak tanıttığı otel buydu. Ancak ana caddenin her iki tarafındaki birbirinden güzel, geçen onca yılın farklı mimari uslüplarını koruyan binalardan hangisiydi bu otel Molle?
Döneme ait şehir fotoğraflarının birinde otel binası açıkça görülüyordu. Yine de bugünün gözüyle “şu olsa gerek” diyebilecek bir düşüncem oluşamıyordu. Aynı gün ana caddeyi defalarca bir ucundan öbür ucuna yürüdüm. Molle hangisiydi? Türkiye’nin Filibe başkonsolosluğunda görevli olan ve edebiyat tutkusunu bildiğim yakın arkadaşım Şenar Bahar’a derdimi telefonda kısaca anlattıktan sonra, kendisinin mesai sonunda buluşmak üzere sözleştik. Anlaştığımız saatte Şenar geldi ve artık
batan güneşin altında tekrar ana caddede bugünkü postaneden Cuma Meydanına doğru ilerledik. Elbette başımız bir sağa sola bakmaktan iyiden iyiye dönmüştü. Birkaç bina tariflere epey uyuyordu. Birbirimizden cesaret alarak bir tanesine girdik. Bu bir oteldi. Girişte resepsiyon ve az ötesinde bar bölümü göründü. Bar tezgahının arkasındaki barmene yöneldik. Selamlaştıktan sonra adamın hiç mi hiç duymayı beklemediği sorular sorduk:
Binanın geçmişini biliyor muydu? Molle adı kendisine bir şey ifade ediyor muydu? Eskiden bu bina ne olarak kullanılmıştı, bir fikri olabilir miydi? Varsa bizle paylaşır mıydı, lütfen…
Adam şaşkın şaşkın bize baktı ve bu konuda bilgisi olmadığını söyledi. Sonra da “Siz miras peşinde olmalısınız?” diye çıkıştı bize. Şaşırma sırası bizdeydi: nasıl olur? Biz “ünlü bir yazarın yazdıkları üzerine eski bir oteli bulmaya çalışıyoruz.” gibi bir şeyler geveleyerek çıktıysak da, evet, doğruydu. Biz bir miras peşindeydik ancak bu mefhum barmenin düşündüğünden daha farklı anlamlar içermekteydi. Biz bile bunu sonradan idrak ettik. Yorulmuştuk. Şenar ile ertesi gün öğle saatlerinde buluşmak üzere ayrıldık.
O gece her ikimiz de konu üzerine epey düşünmüştük. Ben Filibe’ye ilişkin ansiklopedilerin başlıklarını internetten taramış, otel Molle’ye ilişkin bilgileri de gözden geçirmiştim. Bunların arasındaki kilit bilgiye nihayet Rusana Kuzmanova’nın “podtepeto” başlıklı internet sitesindeki yazısından otel Molle’nin bugün Knyaz Aleksandır adını taşıyan ana caddenin 39 numaralı binası olduğunu öğrenmiştim. Aynı yazıda binada başka bir tabelanın fotoğrafına yer verilmiş ve büyük rakamlarla No: 67 sayısı açıkça seçiliyordu. Daha ne olsundu? 39 veya 67?! Otel Molle buydu!
Otel Molle'nin bugünkü binası 
Şenar ile buluştuğumuzda onun keşfi benim elimizdeki fotoğrafı yanlış, hatta olabilecek en ters açıdan yorumlamış olmamdı. Öyle ki, sağda aradığım binalar solda ve tersi olarak değerlendirmiş
ve çok vakit kaybetmiştim. Şenar’a minnettardım tabi. Hemen caddedeki 39 numarayı bulduk. Ey, gaflet! Öğrencilik yıllarımda her Allah’ın günü önünden geçtiğim, dahası üniversite sınavları için 1985 yılında geldiğim Filibe’de gecelediğim otel Republika ile karşı karşı karşıyaydım! Sevineyim mi, üzüleyim mi?! Yahya Kemal’in 1921 yılında kaldığı otelde ben 1985’te kalmış, sınav heyecanlarımı aynı binada geçiştirmiştim. Hüzünlü bir heyecanla binaya girdik.
Burasıydı işte: eskiden otel Molle, sonrasında başkaca adlar altında, 1980’lerde otel Republika olarak hizmet vermiş olan bina bugün sıradan bir iş merkezi olmuştu. Kat odalarında hukuk büroları, sürücü kursu ofisleri ve turizm acentelerinin yazılarını görebiliyorduk. Sonuncuların reklamlarında İstanbul turları, “gece gündüz Boğaz manzaralı”, “Orient’te heyecan ve serüvenler” vaat eden reklam başlıklarını okuduk. Bugün kullanılmayan ama şehrin tarihinde ilk olan o asansörü de gördük. Ne var ki binanın görkemli geçmişine ilişkin hiçbir iz, anımsatma, tabela vb. göremedik. Yahya Kemal’e dair bir iz bulmak elbette hayaldi ancak binanın şehir tarihindeki önemini belirten kısa bir tarihçe yazısının esirgenmiş olması anlaşılır değildi. Şenar ile vedalaştıktan sonra, Yahya Kemal’in çarşı dediği ana cadde boyunca ilerlediği güzergahtan yürümeye karar verdim. Üstat bu yolu “Paris’ten tahsil arkadaşımız” olarak ifade edip, adını vermediği bir kişi ile kat eder.
Çarşıda biraz yürüdükten sonra “Bursa’dan bir manzara” ile karşılaştıklarını yazar. “Bursa devrinden bir cami” diye belirtir ve: “Caminin önünde Türk kahveleri, börekçileri, kebapçıları, küçük iskemlelere oturmuş sarıklı ve kürklü ihtiyarlar, fesini arkaya atmış delikanlılar, Türk hayatından henüz çıkmamış bazı Bulgarlar, senli benli konuşarak kahve içiyorlar.” diye devam eder. İlerleyen satırlarda Yahya Kemal cami hakkında kısa bilgileri ve öznel duygularını dile getirir. Sözünü ettiği cami ise bugün de aynı meydanda dimdik yükselen ve yazarın anlattığı bazı ayrıntılar hariç (iki –üç mezar, havuz vb.) Murat Hüdavendigar Camii ya da daha sık kullanılan adıyla Cuma Cami’dir. Bugün Bulgaristan'daki en büyük camilerden biri olarak bilinen yapının adı ayrıca Ulu Cami ve Muradiye Cami olarak da belirtilir. Filibeli araştırmacı Georgi Rayçevski caminin inşaasının I.Murad (1362-1389) devrine ait olduğunu yazar. Çoğu kaynakta ise inşaat tarihi olarak 1367 yılına yer verilir.

Bugün Cuma Cami’nin bitişiğinde Filibelilere klasik Türk kahvesi, “demli Türk çayı” ve baklava çeşitleri sunan bir Türk pastanesi yer alır. Şehir nüfusunun sevilen uğrak yeri olan bu işletme aynı zamanda meydanın tarih boyu süren şehrin merkezi konumunu halen vurgulamaktadır. Yahya Kemal’in adımlarını izlemeye koyuluyoruz tekrar:
“Kalktık. Aynı cadde üzerinden yürüdük. Solda Yeşilli Cami, tamir göre göre yine yaşının farikasını kaybetmemiş.”
Yeşilli veya Yeşiloğlu Camii
Bildiğim halde bakınmadan edemedim. Yeşilli Cami’ye dair bir iz yoktu. Filibe’deki camileri ismen sıralayan Pars Tuğlacı ise Evliya Çelebi’yi kaynak göstererek Yeşiloğlu Cami’sinden söz eder.
Bu iki isim aynı camiyi işaret etmesi muhtemeldir. Şöyle veya böyle hazindir ki bugün ne Yeşilli Cami’yi, ne Yeşiloğlu Cami’yi, ne de başka birçok eski ve bize ait yapıyı görmek mümkün değil. Ancak yazarın gördüğü ve bizlerin de halen varlığından, korunmuş olmasından sevinç duyduğumuz bir başka mabede yaklaşmaktayız. Y. K. Beyatlı: “Yine yürüdük. İki taraf Bulgar dükkanları, Mamafih Türkiye zamanındaki gibi. Solda bir yeşillik görünüyor. Neresi olduğunu sordum.”
Yahya Kemal’in gözünden kaçmayan soldaki yeşillik Şehabettin Paşa Türbesidir. Hemen yanında İmaret Cami yükselir. Yapım tarihi 1442 yılı, bazı kaynaklarda ise 1444 veya 1445 olarak verilen İmaret (Şahabettin Paşa) Cami, II. Murad döneminde Lala Şahin Paşa’nın oğlu Şehabettin Paşa Tarafından yaptırılmıştır. İmarethanesi ise Sultan II.Beyazid döneminde eklenmiştir. Bugün burada görebildiğimiz sadece cami binası ve Şehabettin Paşa Türbesi’dir. Cami ibadete açıktır. İmaret Cami için Bulgar arkeolog ve siyaset adamı Bogdan Filov şöyle yazar: “İmaret Cami ülkemizde korunmuş olan en güzel ve en enteresan Türk yapılarından biridir.”
İmaret Camii, 1940'lı yıllar
Bundan sonra yazar, “Rumeli-i Şarki İhtilalinin vukuu bulduğu” hükümet konağını görmek ister. Görür ve: “Sultan Mahmud binası, basık ve geniş bir bina. Şimdi Tahsil Şubesi gibi bir şey olmuş.” diye yazar.
Beyatlı’nın ilerleyen satırları bu hüzün eşliğinde sürüp gider. Zira Filibe’de birçok eski Osmanlı yapısı “şu veya bu gibi birşey” olarak kullanılmaya başlamış ve bu eğilim günümüze dek sürmektedir. Örneğin (Y.K. Beyatlı değinmez) Çifte Hamam bugün çağdaş bir resim galerisidir, Kurşun Han ise yıllar içinde defalarca yıkılıp yapılıp çeşitli işlevli binalara dönüştürülmüş ve bugün yerinde büyük alelade bir gıda marketi hizmet vermektedir. 14. yüzyılda bir kervansaray olarak inşa edilen Kurşum Han’a ait tek hatıra ise Etnografya Müzesinin avlu duvarına örülmüş olan han kapısından kalan bir ornament (süsleme) olarak karşınıza çıkar.
Hüzünlüdür Filibe… Yahya Kemal de Filibe’den geçişini yoğun bir hüzünle döker sayfalara: tesadüfen rastladıkları bir Türk çocuğunun üzüntüsü, çarşıdan geçen Çingene düğünün cümbüşü, eski Türk mesirelerinin Batı parklarına “uydurma“ gayesiyle yok edilmesinden duyumsadığı kederle hemhal oluruz.
“Karşımızdaki tepeden, Türklerden kalma saat kulesi, eski kubbeler, eski minareler, eski evler Osmanlı mazisinin bir alemi gibi görünüyordu.”
Meraklısı için bu alemi bugün görmek ve hissetmek ancak araştırma ve emekle ilgili bir süreç haline gelmiştir. Katmanları kazıdıkça güzelliklerin ortaya çıkmasıyla ödüllendirilen bir emek.
Yazarın güzergahını tamamlayıp dönüş yolunda tekrar Cuma Caminin önünde durup, çay içmeye karar veriyorum. Kalktığımda cami duvarındaki güneş saatine ilişiyor gözüm. Bugün bile tıkır tıkır çalışıyor!

Kadriye CESUR, Filibe
1928 yılında meydana gelen depremde hasar gören Kurşunlu Han ne yazık ki, tamir edilmeyerek yıkılmıştır. 

FİLİBE TÜRK MEZARLIKLARI

Filibe'de Bunarcık Tepesinin doğu tarafında bulunan Türk mezarlığı.

Filibe Saat Tepesinin batı tarafında bulunan Türk mezarlığı. 
Foto: Dimitır Kavra. Saat Tepeye Bakış, 1880.
Saat Tepe'den çekilmiş aynı mezarlığın fotoğrafı
Bugün Filibe Şehir Bahçesi olan yer Türk mezarlığı idi.
(Şuanda bu bahçenin bir kenarında T.C. Filibe Başkonsolosluğu bulunmaktadır) 

23 Mart 2020 Pazartesi

Bulgaristan Müslümanları hakkında 30 yıllık kaynak: Müslümanlar Gazetesi ve Dergisi

Müslümanlar Gazetesi'nin 25. sayısı. Yıl: 1992.
Topu topu dört sayfalık bir gazete ama birçok önemli haberi kendisinde barındırıyor.  




22 Mart 2020 Pazar

Dr. İsmail Cambazov Vefat Etti

Bulgaristan Türk toplumunun münevverlerinden Dr. İsmail Cambazov geçirdiği beyin kanaması sonucu bir müddettir Sofya'da Pirogov Hastanesi'nin yoğun bakım servisinde tedavi görüyordu. 21 Martı 22'sine bağlayan Miraç Gecesi saat 01:30'da irtihal-i dâr-ı bekâ eyledi. 92 yıllık hayatına birçok olayı sığdıran hocamıza Allah'tan rahmet, değerli eşi ve aile fertlerine başsağlığı dileriz. 
22 Mart 2020 ikindi namazını müteakip Sofya'nın banliyösü olan Botunets mahallesindeki Müslüman mezarlığına defnedildi.
Bulgaristan'da Corona virüs sebebiyle dışarı çıkma yasağı olduğu için cenaze namazı Banyabaşı camisinde kılınamamış, Botunets mahallesindeki mescitte kılınarak hemen yanında bulunan Müslüman mezarlığına defnedilmiştir. Cenaze namazı Başmüftü Dr. Mustafa Hacı tarafından kıldırılmıştır.  

Dr. İsmail Cambazov'un 90. yaş yılı münasebetiyle Başmüftülük'te yapılan merasimden sonra
Vedat S. Ahmed ve Celal Faik beylerle...

T.C. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu'nun taziye mesajı

7 Mart 2020 Cumartesi

MİHALOĞLU MAHMUD BEY'İN İHTİMAN VAKFI

DEĞİŞİM ZAMANLARI: MİHALOĞLU MAHMUD BEY'İN İHTİMAN VAKFI 
(XV. yy'daki kuruluşundan XX. yy başlarına kadar) 

Prof. Dr. Veselin Yanchev Ms. Mariya Kiprovska

Kaynak: Bulgaristan Sofya'da münteşir,
History dergisi, Volume 27, Number 6, 2019, s. 559-598


Özet: 
Modern İhtiman kasabası, Osmanlı döneminde kuruluşunu ve daha sonra gelişmesini, İhtiman'a yerleşen ve onu ikametgah yapan, dindar, hayırsever ve yardımsever olmak için kurulmuş büyük dindar vakfının merkezine dönüştüren asil Mihaloğlu ailesinin üyelerine borçludur. İhtiman'ın tarihi, kuruluşundan bu yana Bulgar topraklarındaki Osmanlı yönetiminin sonuna kadar Mihaloğlu ailesiyle yakından bağlantılıdır. Bu makale Mihaloğlu Mahmud beye ait vakfın gelişimini özetlemektedir. Osmanlı Devleti döneminde ve bağımsız Bulgaristan'ın ilanından hemen sonraki dönemde önemini belirtmek amacıyla kuruluşundan 20. yüzyılın ilk on yılına kadar İhtiman bölgesinde “vakıf sorunu” sadece genç milli devletin Osmanlı ile uluslararası ilişkilerinde değil ama aynı zamanda iç politikada da önemli bir sorun olarak göze çarpıyordu. 1877-1878 Rus-Osmanlı savaşından sonraki döneme ait belgeler, özellikle İhtiman vakfının son yıllarına ve özellikle de Osmanlı eliti olan vakıf yöneticilerinin kaderinin izinin sürülmesine bağlı olan, şimdiye kadar incelenmemiş bazı soruların açıklanmasına izin veriyor.  
(Tercüme BTG tarafından biraz acele ile yapılmıştır, fikir vermesi açısından) 

TIMES OF TRANSFORMATIONAL CHANGE: THE PIOUS ENDOWMENT OF MIHALOĞLU MAHMUD BEY FROM ITS ESTABLISHEMENT IN THE 15TH UNTIL THE BEGINNING OF THE 20TH CENTURY 

Abstract. 
The modern town of Ihtiman owes its establishment and further development during the Ottoman period to the members of the noble Mihaloğlu family who settled in Ihtiman and turned it into its residence and a center of its large pious foundation, founded to support the religious, charitable and educational institutions built in the town. The history of Ihtiman remains closely linked to the Mihaloğlu family ever since its establishment until the end of the Ottoman rule in the Bulgarian lands. The present article outlines the development of the waqf of Mihaloğlu Mahmud bey in the area of Ihtiman from its foundation till the first decade of the 20th century in an attempt to point out to its importance for the period of Ottoman rule as well as during the period immediately after the proclamation of independant Bulgaria when the so-called “waqf question” occupies a key place not only in the international relations of the young national state with the Ottoman empire but it also stood out as an essential problem in internal politics as well. The documents from the period after the Russo-Ottoman war of 1877–1878 allows for the elucidation of certain hitherto understudied questions connected to the last years of Ihtiman pious foundation’s existence in particular, as well as to the tracing out of the fate of the members of the Ottoman elite in the face of the Ihtiman waqf administrators during the new political and economic conditions of the national Bulgarian state.


27 Şubat 2020 Perşembe

VARNA'DA KOMÜNİSTLERİN ÖLDÜRDÜĞÜ BÜYÜK TÜRK ŞAİRİ: RECEP KÜPÇÜ


YAZAN: DANİELA GORÇEVA
Има още един български поет, етнически турчин, на когото с радост и гордост бих видяла стихотворенията, изписани по фасади на сгради в София, Бургас, Пловдив - Реджеп Кюпчу!
Роден, живял и за съжаление и убит в България. Умира внезапно при много съмнителни и неизяснени до ден днешен обстоятелства, най-вероятно убит от органите на Държавна сигурност.
За жалост малцина са чували за него. Реджеп Кюпчу е бургаски поет, родом от пловдивското село Куклен, който устоява на натиска да „побългари” фамилното си име през 70-те години на Кюпчиев, заради което е тормозен и преследван от комунистическите власти, но е подкрепян от приятелите си българи и най-вече от бургаските поети Недялко Йорданов, Христо Фотев и други, с които го свързва, особено с Недялко Йорданов, крепко приятелство.
Реджеп Кюпчу е автор на прекрасна поезия на български и турски, която за съжаление не е много известна извън Бургас, а в Бургас е известна най-вече благодарение на усилията на Недялко Йорданов, който успя да издаде негова стихосбирка и който всяка година организира заедно с други съмишленици – българи и турци, вечер в памет на поета. Реджеп Кюпчу е автор на стихотворението „България”.
Ето го:
Аз не съм чужденец,
аз съм твой син.
Твоето слънце,
твоето гергефено нощно небе
ме познават.
Познават ме твоите пътища,
по които вървях
и вървя.
Като дете, когато прохождах,
паднах
и целунах земята ти
и след тази целувка
направих
своята първа крачка.
Следата ми от този миг е тук.
На твоята земя.
Тъй както първата любов
и тази моя първа крачка
не се забравя,
Не се забравя никога.
Аз не съм чужденец.
Аз съм твой син.
И сълзите ми са твои –
от радост или от тъга.
Моята майка,
моят баща,
които с ръцете си
съм спуснал в гроба,
лежат в земята ти,
Българийо!
Аз съм твой син
и мои са твоите пътища.
Синът му Erdinc Kupcu също е поет, също има трагичната съдба на преследван от комунистическия режим - и то от юношеските си години, веднага след убийството на баща си. Хвърлен по скалъпено обвинение в затвора, където написва великолепни стихове.
А ето и писаното някога от мен в сп. Диалог, бр. 64, 2011 г.
ПРИЯТЕЛИ МОИ, ДА ТРЪГНЕМ
Даниела Горчева
БЪЛГАРИЯ
Аз не съм чужденец,
аз съм твой син.
Твоето слънце,
твоето гергефено нощно небе
ме познават.
Познават ме твоите пътища,
по които вървях
и вървя.
Като дете, когато прохождах,
паднах
и целунах земята ти
и след тази целувка
направих
своята първа крачка.
Следата ми от този миг е тук.
На твоята земя.
Тъй както първата любов
и тази моя първа крачка
не се забравя,
Не се забравя никога.
Аз не съм чужденец.
Аз съм твой син.
И сълзите ми са твои –
от радост или от тъга.
Моята майка,
моят баща,
които с ръцете си
съм спуснал в гроба,
лежат в земята ти,
Българийо!
Аз съм твой син
и мои са твоите пътища.
Трудно ми беше да напиша следващите няколко реда за бургаския поет Реджеп Кюпчу, защото това негово стихотворение ме вълнува много повече от приповдигнатия патос на „земя като една човешка длан”. За разлика от пропагандната поезия на партиеца Джагаров, поезията и – уви, трагичната съдба на Реджеп Кюпчу са истински, а не театрални.
Реджеп Кюпчу е български поет, роден в България, живял в България и умрял, по-точно – убит в България. Той е турчин. Писал е стихове на български и на турски. Днес поезията на Реджеп Кюпчу, който никога през живота си не е бил в Турция, се изучава в Турция. И то – като чужд поет, като поет от България.
Замислих се дали в днешна България бихме изучавали в училище стиховете на българин, живял в Турция, писал на турски и никога не стъпвал в България? Мисля, че читателите сами ще си отговорят. Но докато слушах агресивните и глупави въпроси на една полуграмотна журналистка, изпратена от телевизия СКАТ да провокира събралите се да почетат паметта на Р. Кюпчу хора на една вечер на поезията, за пореден път си дадох сметка че ако не започнем този разговор сега и веднага, утре за България ще бъде безнадеждно късно.
И не става дума за Реджеп Кюпчу, а за всички нас.
Защото псевдопатриотарските крясъци и заплахи в България достигнаха такива децибели, че вече заглушават всеки разумен глас.
А след автоцензурата и страха идва тиранията, а с нея и робството. Ако днес замълчим, утре ще бъде късно.
В България, спасила някога своите евреи и дала достоен, вдъхновяващ урок на цял свят, че дори във време на война едно общество може да съхрани разума си и да прояви кураж и непреклонност, защитавайки хуманността, в тази същата България днес е едва ли не табу да кажеш добра дума за турчин, за помак, за мюсюлманин, за евреин, да не говорим за омразата срещу ромите, която вече взема патологични размери.
*
Реджеп Кюпчу е роден на 28 септември 1934 година в село Куклен, Пловдивско, но от 1956 година живее в Бургас и тук се раждат децата му. Уви, пак в Бургас са погребани първородният син на Реджеп и Джемиле – едва 14-годишният Юнал, новородената им дъщеричка и самият Реджеп.
Името Реджеп означава „достоен за уважение”. И наистина, сладкодумният и весел Реджеп е бил изключително тачен от съселяните си и от приятелите си в Бургас. Хора от Куклен, с които съм разговаряла, са ми разказвали как цялото село идвало да го види в къщата му щом пристигне, как всички го наобикаляли, сядали където сварят и го слушали със зяпнала уста. Може би именно харизмата и авторитетът му са били причина Държавна сигурност да се страхува от него и да го премахне, а след смъртта му да продължава да преследва сина му Ердинч.
Ако днес името на Реджеп Кюпчу все още не е забравено – поне в Бургас, дължим това на малцина и най-вече на Недялко Йорданов, който през 2006 година подготвя стихосбирката му „Приятели мои, да тръгнем” и написва в предговора своите болезнени спомени за „един винаги весел човек” :
"Болезнени ще бъдат тези спомени за един винаги весел човек. Реджеб* имаше необикновен, къдрав смях. Когато се смееше, а той се смееше често, витрините на „Малина" и „Куба" дрънчаха от смеха му, а по улиците минувачите се обръщаха с любопитство или възмущение.
Веднага се харесахме. Има такива хора. с които от първата среща разбираш, че ставате приятели за цял живот. А той ми остана един от най-добрите приятели наистина за цял живот.
Днес етническият проблем отново се поставя на дневен ред, след като се смяташе разрешен. През какви ли не перипетии премина този изкуствен за България проблем. За нас с Реджеб той никога не е съществувал. Не само между мен и него, а и между Реджеб и всички бургаски поети. Митко Велинов шеговито го наричаше „турчина" и в това влагаше много любов и нежност, защото те двамата бяха неразделни.
Живеехме, както казах, много весело и по братски. Реджеб беше душата на компанията ни. Духовит, сладкодумен, речта му гъмжеше от мъдрости и метафори. Той беше поет до мозъка на костите си. Мислеше и пишеше като древен мъдрец, а имаше съвсем скромен произход. Роден беше в село Куклен, Пловдивско, но съдбата рано-рано го беше запратила в Бургас. Имаше прекрасна жена, красива и строга - албанска туркиня - Джемиле, и двама синове - Юнал и Ердинч. Джемиле перфектно говореше български и беше учителка в квартал „Комлука". Самият Реджеб беше сменил няколко професии - черноработник, строител, редактор в многотиражка, кореспондент на турския вестник „Йени ъшък".
Живееха в едно мазе, където не влизаше никакво слънце. Слънцето просветваше като отражение от прозореца на съседния жилищен блок. Този образ се е запечатал в съзнанието ми, когато превеждах стихотворенията му за първата му книга на български език. Реджеб пишеше ту на български, ту на турски език.
Само малко светлина,
съвсем малко светлина
исках да донеса в стаята си –
светлина – колкото пшеничен сноп
да донеса с ръцете си исках.
И големият ми син, който е седемгодишен,
пръв се притече на помощ
с ръцете си детски.
Той нарисува слънце –
едно смешно, но истинско слънце.
Когато се запознахме, Реджеб имаше вече две издадени книги със стихотворения на турски език, в издателство „Народна култура". Казваха се „Животът не е сън" и „Въпросите продължават". Това тогава се поощряваше, такава беше официалната държавна политика. Всичко това ни изглеждаше съвсем нормално, така както беше и с арменците, които също имаха до едно време свои училища. Колко пъти се смени тази конюнктура! Как зорлем почнаха да ни делят на българи и турци....”
За Реджеп Кюпчу Недялко Йорданов твърди, че е имал „самочувствието на български поет” и допълва:
„Никога не беше ходил в Турция и до края на живота си не отиде. Програмното му стихотворение се казваше „България". Беше го написал на български език. Помня, че през 1965 година Яшар Кемал, Факир Байкурт и Азис Несин му бяха дошли на гости. Бяха турски писатели комунисти и нашите служби не им попречиха да вземат със себе си стихотворенията на Реджеб. По-късно това вече се смяташе за национално предателство. Бяха удивени от абсолютния литературен турски език, на който пишеше Реджеб – беше го изучил сам от книгите. Но той пишеше и на български също толкова добре, само че не му се удаваше класическият стих, а в поезията му на турски имаше много музика. Казваше ми: „Понякога стихотворението ми се ражда на български, понякога на турски, и аз самият не мога да си обясня как става това." Варненското издателство предложи да му издаде книга на български език и аз се заех с превода. Беше 1967 година - годината на разведряването и относителната демокрация, малко преди чешките събития. Реджеб ми даваше подстрочници, четеше ми стиховете си на турски език, за да усетя ритъма и римите, както и атмосферата в тях. Превеждах с голямо удоволствие, почти буквално.”
В спомените си по-натам, Недялко Йорданов разказва за издевателствата над поета, за доносите, за поръчковите статии, за уволненията, за провокациите, за арестите, за отказа да дадат работа на Реджеп Кюпчу – по това време с болно от левкемия дете, нуждаещо се от скъпи лекарства; разказва за агонията на 14-годишния Юнал и за смъртта му, съкрушила Реджеп, Джемиле и 12-годишния тогава Ердинч, за по-нататъшната трагична орис на цялото семейство.
И всичкото това ожесточено преследване започва още в далечната 1968 година и причината е отказът на Р. Кюпчу да „побългари’ името си.
На 26 април 1976 година поетът е подмамен да замине спешно за Варна. Последното листче с почерка на Реджеп е една набързо надраскана бележка до съпругата му, оставена на кухненската маса, че се налага да тръгне за Варна и ще се върне привечер. Връщат го в ковчег... Човекът, който го е подмамил, се оказва доносник на Държавна сигурност. Съшитите с бели конци обяснения са, че спътникът му уж бил помолил Реджеп да го изчака на една пейка в парка, за да се окъпел в градската баня(?). И като излязъл от банята чист и умит, Реджеп вече бил издъхнал на пейката. Човек, който никога в живота си не е боледувал. Едва 42 –годишен. След това „органите” не разрешили аутопсия.
Недялко Йорданов споменава в предговора си към стихосбирката „Приятели мои, да тръгнем”, че службите всъщност са пуснали една след друга няколко версии за смъртта на поета:
„Казаха, че получил инсулт.
После - някаква друга версия, че е убит с удари по главата. Пуснаха слух, че това са извършили турски националисти. И до днес не е ясно как точно е починал.”
Тормозът над семейството му обаче не спира и след смъртта му и се пренася върху 16-годишния му син Ердинч. Момчето е привиквано непрекъснато в милицията и пребивано от бой. „Бият ме така, че да не оставят белези, бият ме по бъбреците..." – казва Ердинч на Недялко Йорданов. През 1980 година изпращат 20- годишното момче в затвора със скалъпено чудовищно обвинение, а докато майка му – превърнала се в „пътуваща сянка между Бургас и Стара Загора”, го посещава, къщата е обърната с главата нагоре и ръкописите на Реджеп Кюпчу – отмъкнати. Васил Ангелов – шеф на отдела в ДС за хората на изкуството „доброжелателно” съветва Недялко Йорданов да престанел да се занимавал с Ердинч Кюпчу: „Имаме сведения, че в затвора е говорил против др. Тодор Живков и е писал стихове с антипартийно съдържание."
През зимата на 1984/1985 започва страшният асимилационен процес, цинично наречен „възродителен”. Защото българският национален предател Тодор Живков и престъпната му клика, предлагали неведнъж на московските си господари суверинитета на България и присъединяването й като 16-та република към СССР, в перверзията си на дегизирани в народни носии бандити, не могат да се удържат да не оставят мръсните си отпечатъци дори върху понятие като българското Възраждане. И подкарват танкове и БТР-и срещу мирното турско население на България да го „възраждат” и да му „възстановяват” имената. След като през 60-те и 70- те години са „възстановили” и имената на помаците с цената десетки убити и на стотици изселени и пратени по затвори и лагери.
Ще цитирам откъс от писмото на Джемиле, принудена като много други наши съотечественици да напусне България с т.нар. „голяма екскурзия”. Писмото е писано през 1992 до Недялко Йорданов.
Здравей, Недялко,
Преди да замина за Турция, обещах да пиша. Дълго чаках нещата да улегнат, за да мога да ги опиша по-точно.
Статията ти „Как ще живеем оттук нататък" попадна и в моите ръце. Мъжката дружба, която съществуваше между теб и Реджеб – тя е жива и до днес. Болката по Реджеб продължава, където и да съм. Останах вдовица, ненавършила 40 години, а децата ни – сираци. За мен той е жив. Жив ще остане и до края на живота ми.
До мен достигат слухове, че се издирват убийците на Реджеб. Уверена съм, че всичко ще се открие. Реджеб не почина, той беше убит. В това съм уверена, както и в това, че произведенията бяха отмъкнати от органите на МВР.
Недялко, с теб искам да споделя радостта от това, че Реджеб е приет от турската интелигенция. Във връзка с 15-годишнината от смъртта му се отпечата цяло списание за живота му и спомени, разказани от близки. Изпращам ти това списание, макар че не разбираш турски. Искам да ти преведа само това, което пише във вестник „Хюриет".
„Произведенията на следните чужди писатели ще се изучават в училищата:
Азербайджан – Бахтияр Вахатаде, Цжеяил Мехмед Кулизаде
България – Реджеб Кюпчу
Казахстан – Айас Исхаки
Киргизстан – Чингис Айтматов
Узбекистан – Сюлейман Чолпан
Туркменистан – Ата Атаджаноглу"
В същия вестник пише, че произведенията на Назъм Хикмет и Азис Несин все още няма да се изучават от учениците. Всъщност произведенията им се печатат, пиесите на Азис Несин се играят.
С Азис Несин се виждаме.

Уверена съм. че годините, през които съм работила в България, ще бъдат признати. Има 3500 учители, изселени от България, да не говорим за другите. Всички ние бяхме пропъдени. Ние не напуснахме страната. Тя ни напусна.
Недялко, не мога да кажа, че живеем зле, защото сме по-добре от това, което бяхме.
Преди да завърша, моля да ме извиниш. Часът е 2. Мислите ми са уморени. Утре започва друг ден. Нека този ден бъде светъл за вас, за нас, за всички хора в света.
Приемете нашите поздрави!
Джемиле
17 май 1992 г.
Тази година се навършиха 35 години от убийството на Реджеп Кюпчу. Давността за това престъпление отдавна е изтекла, убийците бродят ненаказани. Нищо чудно днес да са видни политици и „бизнесмени”, често канени по радио и телевизия да ръсят престъпната си пропаганда – винаги в полза на Кремъл и на българската комунистическа олигархия и винаги в ущърб на обикновените хора в България – били те българи, турци, помаци, роми, руснаци...
Както всяка година през април Турският културен център в Бургас почете паметта на Реджеп Кюпчу с един поетичен спектакъл, на който присъстваха българи и турци, а почетни гости бяха Ердинч Кюпчу и Недялко Йорданов. Колегата Ирина Недева от радио Хоризонт направи вълнуващо предаване, в което прозвучаха гласовете на Недялко Йорданов, на Ердинч Кюпчу и стиховете на Реджеп и на сина му Ердинч. Прокуденият от България Ердинч живее със семейството си в Истанбул и пише стихове на български език. България си остава наша Родина, казва той.
*
Понякога стихотворението ми се ражда на български, понякога на турски
споделя Реджеп Кюпчу с Недялко Йорданов.
Нека „чуем” прекрасните му стихове, независимо на какъв език са писани. А и както пише Недялко Йорданов в края на предговора си към стихосбирката на Реджеп: „Поезията му беше родена на българска земя. Той изживя целия си кратък живот тук, дедите и децата му бяха родени тук. Приятелите му бяха българи и той самият се чувстваше български поет. Мъчно ми е, че там, в Турция, в страната, в която никога не беше стъпвал, той е по-познат, отколкото тук.”
СЪДБА
Аз съм само едно листо, паднало на земята,
А дървото не търси обруленото си листо.
Дървото не тъжи за листата,
дървото сънува само идната пролет,
дето пак ще се усмихне цвят по цвят,
листо по листо.
Аз тъгувам за мястото си върху клона на дървото,
Но аз съм едно листо, паднало на земята,
и формата ми, и цветът ми,
всичко, всичко изчезва постепенно.
Къде е, къде е моето дърво,
къде е, къде е моят клон,
откъдето да предизвиквам ветровете!
ИЗПОВЕД
Тръгнах ей така,
босичък
по голямата земя.
Изгоряха ми нозете,
сърцето ми изгоря.
Не изгаряйте нозе.
Сърце, не изгаряй.
Аз съм още
в началото на пътя,
в началото на пътя...

ПРЕДЧУВСТВИЕТО НА ЦВЕТЕТО
Слънцето ме събуди с целувка
и аз известих пролетта.
Дъхът ми се пръсна наоколо
и стана пиян света.
Пчелата се влюби във мене,
запя на старинен саз.
Какво, че краде от нектара ми –
в меда имам дял и аз.
Никой не е избягал
от смъртта досега.
Поне от мен да остане
във всичко по малко тъга.
И накрая, един откъс от поемата, дала името на стихосбирката „Приятели мои, да тръгнем”:
РАЗГОВОР
Хайде, приятели мои,
да тръгнем!
Аз не искам в застояли води
да гледам своето отражение.
Аз обичам течащи води,
като течащите води обичам
веселото движение.
Напуснете и вие уютния завет
и с вятъра, вдигащ от сън тишината,
призори,
между деня и нощта,
да сме вече на път по земята.
Няма да скучаете, ако тръгнете с мене.
И дори,
ако гладни
и жадни
останете –
според сезона –
малини ще ви бера,
лешници ще ви бера,
в шепите си вода ще ви донеса –
няма да ви оставя гладни,
жадни няма да ви оставя.
Аз от обикновени хора узнах
истинския смисъл на всяко приятелство.
Може тъмно да стане наоколо,
но вие не се плашете –
като едно русокосо момиче
тихо над нас ще изгрее луната
И под дърветата – сънна и плаха –
ще се оттегли встрани тъмнината.
Хайде, приятели мои,
да тръгнем!
Дългият път
иска пътници, които вървят.
Има ли пътници, които вървят,
усмихва се дългият път.
Не се плашете, приятели мои–
всяко истинско, всяко смело пътуване
почва от края на пътя,
утъпкан от другите.
Ние ще тръгнем нататък.
Да тръгнем нататък.
...
Завършвам тези редове с тъга, че няма място за цялата поема, но и с надеждата най-после да започнем да ценим човеците, а не националността им. За да нямат шанс престъпни манипулатори в България, в тази България, която някога спаси своите евреи. Време е сега да спасим себе си и да съхраним духовността си, както се пее в българския всеучилищен химн за Кирил и Методий, написан от Стоян Михайловски.
_
*Реджеп Кюпчу (Recep Küpçü) е известен у нас като Реджеб Кюпчу и така фигурира в стихосбирката „Приятели мои, да тръгнем” и в спомените на Недялко Йорданов. Списание „Диалог’ благодари на Недялко Йорданов и на Ердинч Кюпчу за препратените снимки и текстове.