8 Mayıs 2010 Cumartesi

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ SEMPOZYUMU AÇILIŞ KONUŞMASI
PROF. DR. HASAN KAMİL YILMAZ

Sofyalı Bâli Efendi muhibbi, saygıdeğer Bulgar ve Türk dostlar. Hepinizi saygı ile selamlıyorum.

Sofyalı Bâli Efendi, XV-XVI. yüzyılda Balkan topraklarında doğmuş, buralarda yetişmiş ve yaşamış, bu toprakları aydınlatmış bir gönüller sultanıdır.

Osmanlı Devleti’nin en muhteşem devri kabûl edilen Yavuz Sultan Selim ve Kanûni Sultan Süleyman devirlerini idrak etmiştir. Yaşadığı devrin ihtişamına uygun ilmî bir eğitim ve tasavvufî terbiye aldıktan sonra insanlığa sevgi ışığı saçmış, gönülleri aydınlatmıştır.

Halvetiyye’nin Cemâliye kolundan İstanbul’da Kasım Çelebi’ye mensuptur. Vefatının ardından 450 seneyi aşkın bir süre geçmiş olmasına rağmen Bulgar ve Türk bu kadar insanı bir araya getirebilmesi onun büyüklüğünün delilidir. Aslında büyük insanlar üç türlüdür:

1-Hayatlarında bilinen, vefatlarının ardından unutulanlar,

2- Hayatlarında meçhûl iken ölümlerinden sonra eser ve tesirleriyle meşhûr olanlar,

3- Hem hayatlarında, hem de hayatlarından sonra meşhur olanlar.

Bâlî Efendi üçüncü gruba dâhildir. Böyleleri yaşadıkları dönemde şu iki özellikleriyle halkın sevgilisi olurlar: Tevâzu ve Cömertlik.

Halk dilinde alçakgönüllülük diye ifâde edilen tevâzu; din, ilim ve maneviyat önderlerinin en önemli özelliğidir. Tevâzu, insanlarla iletişim kurmanın en kestirme yolu olan empatinin de temel şartıdır. İnsanlar tevâzu ehli kişilerle daha kolay ilişki kurar ve onları severler.
Cömertlik, insanların sahip oldukları maddî, manevî ve ilmî her türlü imkânı başkalarıyla paylaşabilmesidir. Cömertlik insanların başkalarına ikrâm ve ihsânlarıyla iyi bir nâm sahibi olmalarını sağlar ve halkın gönlünde taht kurmasına vesîle olur. Nitekim kurduğu dergâh, zâviye, imâret ile vakfettiği çok geniş arazi, değirmen, menkul ve gayr-i menkul mallar, Bâli Efendi’nin halkın istifâdesine sunduğu mal varlığıdır. Onun yoksullara sığınak, kimsesizlere barınak, yetimlere sıcak bir ocak olan külliye ve dergâhı onun gönüllerdeki yerini sağlamlaştırmıştır. Vakfettiklerinden başka rivâyete göre kabri kazılırken çıkan küp, devrin Sofya Kadısı Abdurrahman Efendi tarafından mülhak vakıf olarak vakfiyeye 20.000 akçe olarak dâhil edilmiştir. Diğer mal varlıklarıyla bu sosyal vakıf hizmeti, yaklaşık 400 yıl devam etmiştir.

Bâli Efendi’nin ilim ve fikir dünyasında adını ölümsüzleştiren yazdığı eserleridir. Eserleri arasında İbn Arabî’nin Fusûs’una yazdığı şerh en önemlisidir.

Padişahlara ve devlet ricâline mektup ve arîzalar yazarak halkın ihtiyac ve talepleri konusunda onları uyarması, onun gücünü gösteren bir başka özelliğidir. Bâli Efendi ve benzerleri “halka hizmeti Hakk’a hizmet” gören ve “yaradılanı yaradandan ötürü seven” insanlardı. İnsanların dertleriyle ilgilenmek onların yegâne dertleriydi.

Benim Bâli Efendi ile ilgimin iki sebebi var: Birincisi Bulgaristan kökenli bir ailenin çocuğu olarak böyle bir tarihi şahsiyeti tanımak ve tanıtmak,

İkincisi doktora tez çalışmalarım sırasında Aziz Mahmud Hüdâyi’nin mektuplarında gördüğüm şu ibareydi: “Merhum Sofyalı Bâli Efendi bizim şeyhimiz şeyhidir. Şeyh-i Ekber’in Füsûs’unu şerh etmişlerdir. Şeyhimiz Nureddinzâde ki o da Filibelidir. Konevî’nin Nusûs’unu şerh etmiştir.”

Geçen yılki Tasavvuf Sempozyumu’nda böyle bir toplantı düşünmüştük. Bu sene de katkı ve katılımlarınızla - hamdolsun - gerçekleştirmiş bulunuyoruz.

TARİHÇE-İ HAYATI

Bâli Efendi Rumeli'de yetişen büyük velîlerdendir. Bugünkü Makedonya sınırları içinde kalan Usturumca'da doğdu. 1553 (H. 960) senesinde Sofya'da vefât etti. Kabri, Sofya yakınındaki Sâlihiyye'dedir. Hayatının büyük bir kısmını Sofyada geçirdiği ve orada medfun bulunduğu için “Sofyalı” diye ünlüdür.

Küçük yaştan îtibâren Sofya ve İstanbul'da ilim tahsil etti. Zamanının âlimlerinden aklî ve naklî ilimler okudu. Velîlerin sohbetlerinde bulundu. Kalb tasfiyesi ve nefs tezkiyesi ile meşgûl oldu. Nefsinin kötü isteklerini terk ederek kalbini temizledi. Yedi sene dağlarda, mağaralarda dolaştı. Tek başına, herkesten uzak halvet yaşadı. İstanbul'a gitti. Kâsım Çelebi'nin hizmetine girdi. Kasım Çelebi, Tavukpazarı yakınlarında, Hekîm Ali Paşanın kendisi için inşâ ettirdiği dergâhta irşâd ile meşguldü ve Çelebi Halîfe nâmıyla meşhûr Cemâl Halvetî'ye bağlıydı. Bâlî Efendi, Kâsım Çelebi'nin ilim ve feyzinden istifâde ile kemâle erdi.

Kâsım Çelebi'nin hizmetinde bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mânevî işâretiyle Fusûsü'l-Hikem’e şerh yazdı. Hâdise şöyle nakledilir: Kâsım Çelebi'nin hizmetinde, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmekle meşgûl iken bağa gitmişti. Bir müddet bağın bakımı ile uğraştıktan sonra, yanına biri geldi. Bu gelen tanıyıp gördüğü, bilip işittiği kimseye benzemiyordu. Selâm verdi ve: "Benim Füsûs adlı eserimin müşkillerini hâlleyle" deyip Bâlî Efendi’nin eline birkaç kâğıt tutuşturdu ve kayboldu. Bâlî Efendi, dergâha döndüğünde durumu arz etmek üzereyken Kâsım Çelebi şunları söyledi: Âlem-i misâlde Rasûlullah'ın huzûrunda Muhyiddîn-i Arabî hazretleri: "Ümmetinin büyüklerinden birinin benim kitabımı şerh edip şüpheleri gidermesini arzu ederim." dedi. Ben de: "Bu saâdet benim halîfelerimden birine nasîb olsun." diye niyazda bulunmuştm, arzumun kabûl edilerek bu işin sana verildiği bizim çoktan mâlumumuzdu. Haydi Allah mübârek etsin.

Tasavvuf yolunda ilerleyen Sofyalı Bâlî Efendi’ye şeyhi icâzet verip Sofya'ya gönderdi. Orada yıllarca insanlara doğru yolu gösterdi. Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın iltifatlarına mazhar olarak bâzı seferlerinde orduya manevî destek verdi. Dînin yayılması, zulmün kaldırılıp adâletin hâkim kılınması için kavlî ve fiilî duâlarda bulundu. Pek çok kerâmetleri görüldü. Birçok halife yetiştirip çeşitli bölgelere gönderdi. Rumeli ve insanlık için durmadan çalıştı. On binden fazla müridi arasında, en meşhûrları Kurd Mehmed Efendi ile Nûreddînzâde M. Muslihuddîn Efendilerdir. Nureddinzâde, Azîz Mahmûd Hüdâyi’nin talebelik yıllarında Küçükayasofya camiinde kendisinden feyz aldığı üstâdı ve mürşididir. Hüdayi, mektuplarında hem Nureddinzâde’den hem de Sofyalı Bâlî Efendi’den bahsetmektedir. Nureddinzâde Zigetvar seferinde Kanuni’nin naaşını İstanbu’a getirmiştir.

Bali Efendi Yavuz Sultan Selîm Han’ın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamza Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi. Bulgaristan’da Bedreddînî sayılan bazı tarîk mensuplarına Gazzâlî’nin eserlerini okumalarını tavsiye ederdi. Kânûnî’ye Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve bağlıları hakkında verdiği lâyiha, onun bu konudaki görüşlerini yansıtır.

ESERLERİ

1- Şerh-i Füsûsü'l-hikem, İstanbul 1309, 444 sh.

2- Usûl-i fakr ismiyle anılan Etvâr-ı Seb'a, İstanbul Belediye Ktp. O. Ergin Yzm. Nr. 1213, vr. 28 Türkçe; Süleymaniye Ktp., H. Mahmud Efendi, nr. 2996, vr. 14 Türkçe

3- Şerhu Hadîs-i Küntû Kenzen, Süleymaniye Ktp., Laleli, nr. 3711, vr. 148 Arapça; Süleymaniye-Esad Efendi, nr. 3782, vr. 74-75, Arapça

4- Risâletü'l-Kazâ vel-Kader, Konya Yusuf Ağa Ktp., nr. 12, vr. 11 Arapça; Süleymaniye Ktp., Reisülküttab, nr. 55, vr. 330-339 Arapça

5- Kıssa-i İbrâhim Aleyhisselâm, İ.Ü Ktp., Türk. Yaz., nr. 2410

6- Mecmûatü'n- Nesâih, Süleymaniye Ktp., İzmir, nr. 350, vr. 47 Türkçe

7- Risâletü't-Tasavvuf, Süleymaniye Ktp., Tahir Ağa, nr. 433/3

8- Vâridât, Süleymaniye Ktp., H. Mahmud nr. 2338, vr. 96 Türkçe adlı eserlerdir.

ŞÂİRLİĞİ

Bâlî Efendi şiirler de yazmıştır. Manzûme-i Vâridât adlı eseri şiirlerinden meydana gelir.

Hûr-i ıynin düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi

Geç hevâsından bihiştin maksad-ı aksâyı gör

beyti onun şiirlerindendir. Yâni: "Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme. Cennet'in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör; Allah Teâlâ’nın rızâsını gözet." demektir.

Bâlî Efendi, Sofya yakınındaki Salihiyye'de vefât etti ve oraya defnedildi. Rivayete göre kabir yeri kazılırken bir küp altın bulundu. Kânûnî Sultan Süleymân’a durum arz edildiğinde bu altınlarla kabri üzerine bir türbe, dergâh ve câmi yapılmasını emretti. Bu iş için Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu'nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi'yi vazîfelendirdi. Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi. Kalan para da vakfa îrâd olarak kaydedildi. Cami, imaret ve dergâhtan bugün eser kalmamış, sadece bir türbe vardır. Cami-dergâhın yerine kilise inşâ edilmiştir.

Bu sempozyumun gerçekleşmesinde en büyük pay Sofya St. Klement Ohridski Üniversitesinin ve özellikle Prof. Dr. Teofanov’undur. Öncelikle kendilerine ardından Bulgaristan Başmüftülüğüne, Ahmed Davudoğlu Vakfı’na, Bulgaristan Bilimler Akademisinden tebliğ sunacak değerli ilim adamları ile Türkiye’den katılan akademisyen dostlarımıza ve özellikle T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Tarihi Türk Musiki topluluğuna, şefleri Üstad Ahmed Özhan Bey’e teşekkür ediyorum. Toplantımızın Türk-Bulgar dostluğuna ve dünya barışına katkı sağlaması duâsıyla saygı ile selamlıyorum.
http://hasankamilyilmaz.com/index.php?option=com_content&task=view&id=352&Itemid=31

4 Mayıs 2010 Salı

FÜSUS ŞÂRİHİ SOFYALI BÂLÎ EFENDİNİN TASAVVUFÎ ÇİZGİSİ


Prof. Dr.Reşat ÖNGÖREN
İstanbul Ü. İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı


Özet
Füsus Şârihi Sofyalı Bâlî Efendi’nin Tasavvufî Çizgisi
Bu makalede Fusûsü’l-hikem şârihlerinden Sofyalı Bâlî Efendi’nin (ö.960/1553) tarikatta uyguladığı âdâb-erkân ve zikir şekli, zühd anlayışı, tevhid anlayışı, zâhir/şerîat-bâtın/tarikat ilişkisine yaklaşımı vb. açılardan tasavvuf anlayışının temel nitelikleri ortaya konmuştur. Bu özelliklerin tesbiti için, kaleme aldığı eserleri ve bu eserlerde üzerinde durduğu konular, yöneticilerle ilişkileri, benimsediği faaliyet tarzı, kendisinden sonra tarikat faaliyetlerini sürdüren halifelerinin eserleri ve değişik çevrelerle geliştirdikleri münasebetler dikkate alınmıştır.
Anahtar kelimeler: Tasavvuf, zühd, zikir, tevhid, Füsûsü’l-Hikem.

Abstract
Sofyalı Bali Efendi’s Basıc Characterıstıcs of Consept of Sufısm
This article introduces Sofyalı Bali Efendi (d.960/1553), who is one of the commentators of Muhyiddin İbnü’l-Arabi’s Fusûsü’l-Hikem, and the basic characteristics of his consept of sufism. His view of sufism and the methods he has used in sufism have been researched for he task. For a better understanding of the issue, as well as the books of Bâli Efendi, the subject concerned in his books, his relationships with the authority and his way of acting; his successors (halife), their works and their contacts with various social spheres have been treated.
Key words: Sufism, asceticism, reciting Got’s name, monotheism, Fûsü’l-Hikem.


Bâlî Efendi (ö. 960/1553) Halvetiyye tarîkatının Cemâliyye şubesine mensup âlim bir şeyhtir. Uzun süre Sofya’da faaliyet gösterdiği için “Sofyalı” diye meşhur olmuşsa da, esasen bugünkü Makedonya sınırları içinde kalan Strumitsa (Usturumca) şehrindendir. Tahsilini Sofya ve İstanbul’da tamamladıktan sonra Halvetiyye şeyhlerinden Kasım Çelebi’ye (ö.924/1518) mürid olmak suretiyle tasavvuf yoluna girmiştir. Cemaliyye şubesinin kurucusu Aksaraylı Cemal Halvetî’nin (Çelebi Halîfe, ö.899/1493-94) İstanbul’daki halifelerinden olan Kasım Çelebi, aynı zamanda Fâtih Sultan Mehmed devrinin de ileri gelen âlimlerindendi. Kaynakların ifadesine göre Bâlî Efendi, Kasım Çelebi’nin yanında yetişen iki önemli halifesinden biridir. Bunlardan Karabaş Ramazan Efendi (ö. 952/1545 veya 963/1556) Kasım Çelebi’nin vefatından sonra İstanbul Çemberlitaş’taki Atik/Hadım Ali Paşa Zâviyesi’nde makamına geçmiş, Bâlî Efendi ise bir müddet İstanbul’da Zeyrek Câmii bitişiğindeki Semerci İbrâhim Efendi Tekkesi’nde (Akşemseddin Tekkesi) faaliyet gösterdikten sonra Sofya’ya gelerek vefatına kadar burada halkı irşad ile meşgul olmuştur.
Bâlî Efendi’nin yetiştirdiği halîfelerin adedinin dört yüzü bulduğu rivayet edilmektedir. Kendisinden sonra makamına vasiyyeti üzerine halîfelerinden Kurt Mehmed Efendi (Şeyh Mehmed b. Ömer, ö. 996 veya 997/1589) geçmiştir. Bâlî Efendi kendisini övme sadedinde “tarikatın kurdu” dediği için bu adla anılan Mehmed Efendi’den başka Bâlî Efendi’nin ileri gelen bir diğer halîfesi Nûreddinzâde Mustafa Muslihuddin (ö.Zilkade 981/Mart 1574) ise İstanbul’da faaliyet göstermiş, onun vefatından sonra da Kurt Mehmed Efendi Sofya’dan İstanbul’a giderek Kadırga’da bulunan Sokullu Mehmed Paşa Dergahı’nda makamına geçmiştir.
Hicrî 908 (1502-03 M.) senesinde Filibe’de (Plovdiv) dünyaya gelen Nureddinzâde Muslihuddin Efendi’nin, tasavvuf yoluna girmeden önce şeyhi Bâlî Efendi gibi zâhir ilimlerini tahsil ettiği belirtilmektedir. En son Kânûnî Sultan Süleyman devri âlimlerinden “Mîrim Kösesi” diye tanınan Mehmed Efendi’den okumakta iken Bâlî Efendi’ye intisab etmek suretiyle tasavvuf yoluna girmiştir. Seyru sülûkünü tamamdıktan sonra Bâlî Efendi kendisini hilâfetle Pazarcik’a (Tatarpazarcığı) göndermiştir. Ne var ki burada gayretli çalışmaları sonucu halkın büyük itibarını kazanması ve şöhretinin geniş bir çevreye yayılması sebebiyle, kendisini çekemeyenler tarafından başkent İstanbul’a “Şeyhin siyâsî emelleri var” şeklinde şikayetler gitmiş, teftiş edilerek hapsedilmesi için ferman çıkartılmak istenmişti. Fakat şeyh İstanbul’a gidip hakkındaki ithamların birer iftiradan ibaret olduğu hususunda Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’yı ikna etmeyi başarmış, hatta bu görüşme sırasında kendisinden çok etkilenen sadrazam onu İstanbul’a dâvet ederek faaliyetini başkentte sürdürmesi teklifinde bulunmuştur. Nureddinzâde bu teklif üzerine memleketinden âilesini alıp İstanbul’a gitti ve burada, muhtemelen o tarihlerde boş olan Küçük Ayasofya Zâviyesi’ne yerleşerek irşad faaliyetine başladı. Daha sonra kendisine mürid de olan Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, 1571 senesinde Kadırga’da Mimar Sinan’a inşa ettirdiği külliyede onun için bir zâviye inşa ettirmeye başlamış (Sokullu Mehmed Paşa Dergâhı), ancak zâviye tamamlanmadan şeyh vefat edince (ö.Zilkade 981/Mart 1574), vasiyeti gereği, yukarıda belirtildiği gibi pîrdaşı Kurt Mehmed Efendi onun yerine geçmiştir.

Bâlî Efendinin Tasavvuf Anlayışı
Tasavvuf ehline göre Hz. Peygamber (a.s.) ashab-ı kirama değişik zikirler tarif etmiş, bunlardan özellikle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali’ye telkîn ettiği zikir türleri günümüze kadar intikal etmiştir. Bu iki esas çizgi içinde tasavvuf tarihi boyunca teşekkül etmiş olan tarîkatların ortaya koyduğu değişik zikir şekilleri de asırlarca sürdürülmüştür. Buna paralel olarak tasavvuf anlayış ve düşüncesinde de dönem dönem çeşitlenmeler meydana gelmiştir. Bu tebliğde Bâlî Efendi’nin yazdığı eserleri ve üzerinde durduğu konular, benimsediği faaliyet tarzı, kendisinden sonra tarikat faaliyetlerini sürdüren halifelerinin eserleri ve değişik çevrelerle geliştirdikleri münasebetler dikkate alınarak tasavvuf anlayışının temel özellikleri ortaya konmaya çalışılacaktır.

I. Benimsediği Âdâb-Erkân ve Zikir Şekli
Bâlî Efendi’nin Halvetiyye’nin Cemâliyye şubesine bağlı bulunduğu yukarıda belirtilmişti. Cemâliyye şûbesinin âdâb-erkânı ve zikir şekli Halvetiyye ile aynıdır. Dolayısıyla Bâlî Efendi de Halvetiyye’nin âdâb-erkân ve zikir şeklini benimsemiştir. Halvetiyye’de seyru sülûk yedi isimle (lâ ilâhe illallah, Allah, hû, hak, hay, kayyûm, kahhâr) yapılır. Yedi isme karşılık nefsin emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmile olmak üzere yedi sıfatı vardır. “Atvâr-ı seb’a” olarak isimlendirilen nefsin bu yedi makamından her birinde on bin perde geçilerek, Allah ile kul arasında bulunduğu kabul edilen yetmiş bin perde aşılmış olur. Bâlî Efendi’nin kaleme aldığı eserlerden birisi, bu yedi makamın/tavrın açıklanmasına dâirdir (Atvâr-ı Seb’a, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmud Efendi, nr. 2927).

II. Zühd Anlayışı
Dünya nimetleri ve imkânlarına karşı tavır koyma şeklinde tanımlanan “zühd”, tasavvuf tarihinin farklı dönemlerinde değişik şekillerde anlaşılmış ve uygulanmıştır. Sözgelimi “zühd ve zâhidler” dönemi olarak adlandırılan Hicrî I. ve II. yüzyıllarda zühd adına hâkim anlayış, hiç bir şekilde para, mal ve mülke sâhip olmamak, ileri derecede riyâzet yapmak ve makam-mevki sâhibi yöneticilerden uzak durmak şeklinde tecelli etmiş iken, zamanla bu tutumda değişiklikler meydana gelmiş ve sevgisi kalbe sokulmadıkça para, mal ve mülke sahip olmanın ya da zulmü önleyip adâletin teminine yardımcı olmak maksadıyla yöneticilerle temas kurmanın bir sakınca doğurmayacağı hâkim görüş olarak ortaya çıkmıştır. Bâlî Efendi’nin yaşadığı XVI. yüzyılın tasavvufî çevrelerinde, “zühd ve zâhidler” dönemindeki anlayışı devam ettirenlere rastlanmakla birlikte, Bâlî Efendi ve halîfelerinin de içinde bulunduğu çoğunluk, sonraki asırlarda uygulanmaya başlanan zühd anlayışını benimsemiş gözükmektedirler. O yüzden başta sultanlar olmak üzere yönetici kesimle çok yakın münâsebetler
kurmakta zâhidlik açısından bir sakınca görmemişlerdir. Yukarıda da işâret edildiği gibi bu münâsebetlerin temel amacının, dinî kuralları dürüstce uygulamaları konusunda yöneticileri uyararak adâletli olmalarını sağlamak ve halkın huzurunu temin etmek olduğu ifade edilmiştir. Bu çeçevede Bâlî Efendi’nin Kanûnî Sultan Süleyman ile bazı seferlere katılarak orduya mânevî destek verdiği, sultana yazdığı bir mektupla Deliorman ve Dobruca bölgelerinde sapkın inanç ve âdetleriyle halka rahatsızlık veren Bedreddin Simâvî taraftarlarını cezalandırması için uyarılarda bulunduğu, ayrıca Sadrâzam Rüstem Paşa’ya “Oğlum Paşa Hazretleri”, “İmdi! Benim oğlum...” gibi ifâdeler kullanarak sevgi ve yakınlığını gösterdiği bir mektupta, kazanılamayan bir savaştan dolayı onu tesellî ettiği ve ardından sapkın inanç ve âdetleriyle fitneye sebep olan Kızılbaşları cezalandırması için kendisini uyardığı görülmektedir. Yine, Bâlî Efendi’nin halîfesi Nûreddinzâde’nin de Kanûnî Sultan Sileyman ile çok samimi ilişkiler kurduğu, zaman zaman davet edildiği sarayda mânevî ve rûhânî sohbetler ederek, başta pâdişah olmak üzere saray çevrelerini irşad etmeye çalıştığı görülmektedir. Hatta Nûreddinzâde Kanûnî Sultan Süleyman’a zikir veren şeyhler arasında yer almıştır. Kaydedildiğine göre Sigetvar seferine çıkma hususunda son kararını Nûreddinzâde’nin gördüğü bir rüya üzerine veren Kanûnî, şeyhi de beraberinde sefere götürmüş ve bilindiği gibi sultan bu sefer sırasında vefat edince Nûreddinzâde onun cenazesi başında İstanbul’a dönmüştür. Nûreddinzâde’nin meşâyihten Ahmed Şernûbî’ye (ö.994/1585) icâzet verirken bir de 1000 taneli tesbih hediye ettiği ve bunun Kanûnî Sultan Süleyman’ın her namazdan sonra virdini okuduğu tesbih olduğunu belirttiği nakledilmektedir. Nûreddinzâde’nin yakın ilişkisi Kanûnî’den sonra yerine geçen oğlu Sultan II. Selim ile de sürmüştür. 1570 senesinde Kıbrıs seferine çıkarken II. Selim Nureddinzâde’den duâ talebinde bulunmuş, o da dua ettikten sonra, adı geçen halifesi Ahmed Şernûbî’yi sultanın yanında sefere göndermiştir. Nûreddinzâde’nin samimî münâbetler kurduğu ve müridleri arasına kattığı önemli devlet adamlarından bir diğerinin de, yukarıda belirtildiği gibi, Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa olduğu bilinmektedir.
Devlet adamlarıyla yakın ilişki içinde olan Nûreddinzâde’nin yöneticilere mesajını sâdece sözle değil, aynı zamanda tercih ettiği giyim ve kuşam, benimsediği tavır ve davranışlarla da verdiği anlaşılmaktadır. Devlet büyüklerine yakınlığı ona çok geniş imkan ve itibar sağladığı halde o, halka karşı alçak gönüllü davranarak araya mesafe koymamış, yemekte ve giyimde sâdeliği seçerek zâviyede dervişler için çıkan yemekle kanaat etmiştir. Böylece o, geniş imkânlar içinde bile dünya nimetlerine karşı mesâfe konulabileceğini, nimet ve imkanlara fiziken yakın olmanın kalbe zarar vermeyebileceğini hâli ve tavrıyla göstermiştir. Buna rağmen yine de o, zâhidliği ilk dönemlerdeki gibi anlayıp uygulayanların tenkidinden kurtulamamıştır. Onu acımasızca eleştirenler arasında bizzat kendi tarikatına mensup şeyhlerden Tireli Bâlî Efendi de vardır. Sofyalı Bâlî Efendi’nin pîrdaşı Karabaş Ramazan Efendi’nin halîfesi olan ve cezbeli halinden dolayı “Sarhoş” lakabıyla da anılan Tireli Bâlî Efendi, Nureddinzade’yi şu şekilde tenkid etmekteydi: Devlet erbabının kapısına gelip gitmek, öncekilerde görülmemiş bir bid’attır. Bid’ad ihdas etmek ise fitne vesilesidir. Emir ve vezirlerin eteğine tutunmak pisliğe bulaşmaktır. Bir dervişin emir kapısında olması ne kadar da çirkin bir şeydir.
Nûreddinzâde’nin bu tenkidlere verdiği cevap, aynı zamanda onun yöneticilere yakınlığının gerekçesini de ortaya koymaktadır. Şöyle diyor: Kerâmet sahası derin ve geniştir. Farklı derece ve mertebede sayısızca insan vardır. Devlet adamlarına yakınlığımız neden bid’at olsun? Evliyâullah müslüman kardeşine yardım etmek ve zâlimin zulmünü defetmek için memur olagelmişlerdir. Husûsiyle halkın işleri ve idâresi hüküm sahiplerinin elinde olduğuna göre, onlara nasihat ederek doğruya yönelmelerini sağlamak, herkesçe mâlumdur ki bin müridi irşad etmekten daha faziletlidir.
Şu da belirtilmelidir ki, Nûreddinzâde bulunduğu konumda kalmaya pek de hevesli olmadığını, Halvetiyye şeyhlerinden Seyyid Seyfullah’a söylediği şu sözlerle açıkça dile getirmiştir: “Ehl-i dünya musâhabeti ile derûnumuzu doldurduk. Halâsa derman olsa gider fukara ile ihtilat ederdik.” Bunun üzerine Seyfullah Efendi kendisine “Nasîhatınızla bu denlü vüzerâ ve ümerânın gönüllerini ıslah ediyor ve onlara Cenâb-ı Hakk’a varan yolu gösteriyorsunuz; bu dahî ibâdettir” şeklinde cevap vermiştir.

III. Zâhir–Bâtın ya da Şerîat–Tarîkat Birlikteliği
Sofyalı Bâlî Efendi ve ileri gelen halîfelerinin bâtın/tasavvuf ilimlerinin yanı sıra zâhir/şerîat ilimlerini de tahsil eden önemli âlimlerden oldukları daha önce belirtilmişti. Balî Efendi ve halîfelerinin kaleme aldığı eserleri hem zâhirî ilimler hem de tasavvufî konularla ilgilidir. Onların böyle iki yönlü yetişmiş olmaları öncelikle kendi bünyelerinde sağlıklı bir zâhir-bâtın birliği oluşturmalarına sebep olmuş, müridlerini de kendileri gibi çift yönlü yetiştirme gayreti içine sokmuştur. Bu çerçevede Bâlî Efendi’nin kendisinden sonra Sofya’da makamına oturan halîfesi Kurt Mehmed Efendi’nin müridlerine Gazzâlî’nin eserlerini okumalarını tavsiye ettiği, diğer ileri gelen halîfesi Nûreddinzâde’nin ise şer’î ilimlerin bilinmesinin tarîkat erbabına destek ve yardımcı olacağı husûsunu ısrarla vurguladığı, bu sebeple Küçük Ayasofya Zâviyesi’nde müridlerine öncelikle ilm-i zâhiri öğrettiği ve tekkede “âmâl-i sâliha” diye ifâde edilen tarîkat âyinlerinden önce ilmî müzâkereler ve dinî ilimlerin tâlimini yaptırdığı, irşâda göndereceği müridlerine de şu şekilde nasihatta bulunduğu kaydedilmektedir: “İslâm dinini ikâme edin. Allah’a itâata ve takvâya sarılın. Her hususta hakkullah [Allah’ın hakkı] ve hakk-ı resûlullahı [resulullahın hakkı] kendi hakkınız ve cemî-i halkın hakkı üzerine tercih ediniz”. Ayrıca onun, müridlerin terbiyesi ile meşgul olurken aynı zamanda yaptığı vaazlar ve kurduğu tefsir ve hadis meclisleriyle her sınıftan halkı irşada çalıştığı, zâhir ilimlerine vukûfu ve çok etkili sohbeti sebebiyle meclislerine halkın yanı sıra devlet erkânının ve medrese çevrelerinden âlimlerin de devam ettiği nakledilmektedir.
Nûreddinzâde’nin ilmî seviyesini takdir edenler arasında devrin şeyhülislâmı Ebüssuûd Efendi gibi dirâyetli âlimler de vardır. Makalenin giriş kısmında da işâret edildiği gibi, Nûreddinzâde Pazarcik’ta faaliyet gösterdiği sırada, hakkındaki bazı ithamlar sebebiyle tutuklanma kararının çıkacağını haber alır almaz İstanbul’a giderek Zeyrek Câmii imamıyla birlikte Ebussuûd Efendi’nin ziyâretine gitmiş, o sırada yanındakilerle tefsirden bir yeri müzakereye başlayan şeyhülislâm, ilk defa gördüğü Nûreddinzâde’nin tefsir ilmine vukûfunu müşâhede edince kendisine hayran kalmış ve ardından Sadrâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya haber yollayarak, Şeyh Nûreddinzâde’nin gelip kendisiyle görüştüğünü, fazîlet ehli ve irfan sâhibi bir zât olduğunun anlaşıldığını, böyle bir kâmilin dünyevî menfaatlere tenezzül etmeyeceğini, hakkında ileri sürülen şeylerin birer iftiradan ibâret olduğunu ifâde etmiştir.
Bâlî Efendi ve halîfelerinin kendi bünyelerinde zâhir-bâtın birlikteliğini oluşturmuş olmaları, tarîkatla şerîatın ya da bâtın ile zâhirin birlikte ve dengeli bir şekilde sürdürülmesi husûsuna âzamî ölçüde dikkat etmelerini sağlamıştır. O yüzden Bâlî Efendi şerîat kurallarını hiçe sayan Kızılbaşlar ve Bedreddînîler ile mücâdele etmiş, halîfesi Nûreddinzâde de benzer tavır ve davranışlar sergilediği ileri sürülen Bayrâmî-Melâmî şeyhlerinden Bosnalı Hamza Bâlî hakkında devlet nezdinde şikâyetlerde bulunmuştur.

IV. Tevhid Anlayışı: Vahdet-i Vücûd
Bâlî Efendi ve halîfeleri tevhid anlayışında Muhyiddin İbnü’l-Arabî tarafından sistemli hâle getirilen vahdet-i vücûd (varlığın birliği) anlayışını benimsemişler ve bu görüşün doğru anlaşılması için eserler kaleme almışlardır. Bu alanda Bâlî Efendi’nin kaleme aldığı eserlerden birisi İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem isimli eserine yazdığı şerhtir (Şerhu’l-Fusûs, İstanbul 1309). Arapça olan bu şerhin en önemli özelliği, bazı konularda diğer Fusûsü’l-hikem şârihlerine muhalif görüş-ler ihtiva etmesidir. Mesela ona göre Firavun’un imanı konusunda İbnü’l-Arabî’nin asıl kanaati el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’deki fikridir. Bu eserinde İbnü’l-Arabî Firavun’un cehennemde ebedî kalacağını söyler. Fusûsü’l-hikem’inde Firavun’un imanının geçerli olup olmadığı konusunda yer alan ifadelerin ise şârihler tarafından yanlış anlaşıldığını ileri sürer. Bâlî Efendi’nin ayrıca Şeyhülislam Çivizâde’ye cevap maksadıyla yazdığı Fusûsü’l-hikem’in bazı konuları hakkında Risâle-i Müşkilât-ı Fusûs isimli küçük bir risâlesi daha vardır. Halîfesi Nureddinzade ise Risale-i Vahdet-i Vücûd isimli bir eser kaleme almış, Sadreddin Konevî’nin Nusûs’u ile Bedreddin Simâvî’nin Vâridât’ına de şerh yazmıştır. Onun Vâridât şerhinde, eserin bir kısım yanlışlarına işâret ettiği ve Simâvî’ye bâzı târizlerde bulunduğu belirtilmektedir.

Sonuç
Bâlî Efendi’nin şeyhliği ile birlikte şerîat/zâhir ilimlerine de vâkıf olan bir âlim oluşu, devlet adamlarıyla ilişkileri, yazdığı eserleri ve bu eserlerde ortaya koyduğu fikirleri, halîfelerinin eserleri, görüşleri ve değişik çevrelerle geliştirdikleri münâsebetleri onun tasavvuf anlayışındaki temel özellikleri de ortaya çıkarmaktadır. Buna göre o, tasavvuf yaşamında mensup olduğu Halvetiyye tarîkatının âdâb-erkan ve zikir şeklini şerîat kurallarıyla birlikte dengeli ve âhenkli bir şekilde uygularken, inanç ve düşünce dünyasında vahdet-i vücud (varlığın birliği) anlayışını benimsemiş, dinî kuralların doğru uygulanması; adâletin tahakkuku ve zulmün önlenmesi niyetiyle yöneticilerle yakın ilişki içinde olmanın tasavvuf düşüncesi; özellikle de zühd ve zâhidlik prensibi açısından bir sakınca doğurmayacağını kabul etmiştir.

Kaynakça
Nûreddinzâde Mustafa Muslihuddin, Fukarâya Nasîhat, Süleymâniye Kütüphânesi, Hâlet Efendi, nr. 818.
Taşköprizâde Isâmeddin Ahmed, eş-Şekâiku’n-nûmâniyye fî ulemâi’d-devleti’l-Osmâniyye (nşr. Ahmed Suphi Furat), İstanbul 1985.
Ali Çelebi b. Bâlî, el-Ikdü’l-manzûm fî zikri efâdıli’r-Rûm (eş-Şekâiku’n-nûmâniyye sonunda), Beyrut 1975.
Mecdî Mehmed Efendi, Hadâiku’ş-Şekâik (eş-Şekâiku’n-nûmâniyye tercümesi, nşr. Abdülkadir Özcan), İstanbul 1989.
Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-ahbâr, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, nr. 5959.
Seyyid Seyfullah Kasım, Câmiu’l-maârif, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmud Efendi, nr. 2335.
Mahmud Kefevî, Ketâibü âlâmi’l-ahyâr min fukahâi mezhebi’n-Nûmân el-Muhtâr, Süleymaniye Kütüp-hanesi., Hâlet Efendi, nr. 630.
Solakzâde Mehmed Hemdemî Çelebi, Solakzâde Târihi (nşr. Vâhid Çabuk), Ankara 1989. Nev’îzâde Atâî, Hadâiku’l-hakâik fî tekmileti’ş-Şekâik (nşr. Abdülkadir Özcan), II, İstanbul 1989.
Belgradlı Münîrî, Silsiletü’l-mukarrabîn ve menâkıbü’l-muttakîn, Süleymaniye Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa, nr. 2819/3.
Hüseyin Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmî, c. I, İstanbul 1281 H.
Kemâleddin Harîrîzâde, Tibyânü vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymaniye Kütüphanesi, Fâtih, nr. 431.
Ali Seydî, Sokullu Mehmed Paşa, İstanbul 1327 H.
Zâkir Şükrü Efendi, İstanbul Tekkeleri Silsile-i Meşâyihi (nşr. Şinasi Akbatu), İslâm Medeniyeti Mecmûası [İM], c. IV, sy. 4 (Haziran 1980).
Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr, Süleymaniye Kütüphanesi., Yazma Bağışlar, c. III, nr. 2307.
Bursalı Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333.
Sâdeddin Nüzhet Ergun, Türk Şâirleri, İstanbul 1936-45, c. III.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Târihi, Ankara 1988, III/1.
Hasan Kâmil Yılmaz, “Osmanlı Sultanları ve Mutasavvıflar”, Mâverâ: Aylık Edebiyat Dergisi, c. VIII, sy. 92-93-94-95, yıl: 8, İstanbul 1984.
Nihat Azamat, “Bâlî Efendi, Sarhoş”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1992, V.
Mustafa Kara, “Bâlî Efendi, Sofyalı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1992.
Mehmed Serhan Tayşî, “Cemâliyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1993, c. VII.
Süleyman Uludağ, “Halvetiyye”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1997, c. XV.
Baha Tanman, “Semerci İbrâhim Efendi Tekkesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi [DBİst.A], c. VI.
Doğan Kuban, “Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi”, DBİst.A, c. VII.
Mustafa Özdamar, Dersaâdet Dergahları, İstanbul 1994.
Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf Anadolu’da Sûfîler Devlet ve Ulema (XVI. Yüzyıl), İz yayıncılık, İstanbul 2000.

21 Nisan 2010 Çarşamba

TARİHÇİ VESELİN ANGELOV'TAN OKUNACAK ÜÇ KİTAP

ÇOK GİZLİ
Bulgaristan Türk Ulusal Azınlığına Karşı Aimilasyon kampanyası
Belgeler 1984-1989
Kitabın özellikleri: Büyük boy, 830 sayfa, Dili: Bulgarca, Satış: PDF şeklinde, Fiyatı: 50,00 TL. İletişim: bulgaristanalperenleri@gmail.com

SİLAHSIZ MÜCADELE
Bulgaristan Türk Milli Kurtuluş Hareketi
Belgeler 1985-1986
Kitabın özellikleri: Büyük boy, 440 sayfa, Dili: Bulgarca, Satış: PDF şeklinde, Fiyatı: 25,00 TL. İletişim: bulgaristanalperenleri@gmail.com

GİZLİ
Bulgaristan Türklerinin Protesto Hareketleri
Belgeler
Ocak-Mayıs 1989
Kitabın özellikleri: Büyük boy, 275 sayfa, Dili: Bulgarca, Satış: PDF şeklinde, Fiyatı: 15,00 TL. İletişim: bulgaristanalperenleri@gmail.com

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bulgaristan İHL Öğrencileri Mecliste

Rusçuk - Şumnu ve Mestanlı İmam-Hatip Liselerinde okuyan öğrenciler Başmüftülüğün organizasyonuyla Sofya'ya ziyarete geldiler. Başmüftülük, Yüksek İslam Enstitüsü ve Millet Meclisini ziyaret eden öğrenciler bu kurumlarla ilgili bilgiler aldılar. Ayrıca kendilerine yüksek öğrenimle ilgili sunum yapılarak öğrenimlerine kendi seçecekleri üniversitelerde devam etmeleri tavsiye edildi.
Öğrenciler Millet Meclisi ziyaretini Sofya'nın Türk aydınlarından Dr. İsmail Cambazov (ortada) ile eski milletvekillerinden ve halen Başmüftülükte Eğitim Dairesi Müdürü Hüseyin Karamolla (sağda) gerçekleştirdiler.

11 Nisan 2010 Pazar

Mehmed Tabak Hocaefendi İçin Mevlid Okutuldu

20 Şubat 2010'da dar-ı bekaya yolcu ettiğimiz Birkova köyü imamı Mehmed Tabak Hocaefendi için yakınları 10 Nisan 2010 cumartesi günü bir mevlid merasimi tertip ettiler. Hayatını İslâm dinine hizmete adayan bu saygıdeğer hocafendinin mevlidine iştirak eden başta damadı Bulgaristan Başmüftüsü Mustafa Hacı, Pazarcik Müftüsü Abdullah Efendi, Gotse Delçev Müftüsü Aydın Efendi ve Sofya'dan gelen heyet ile bölge imamları merhumun ruhuna Kur'an-ı Kerim okudular, Peygamber Efendimize salatü selamlar getirdiler ve ona şefaatçi olmasını dilediler. Ayrıca Mevlid-i şerif okundu ve konuşmalar yapıldı.
Üç saat süren merasimden sonra öğle namazı kılındı ve gelenlere yemek ikram edildi.

5 Nisan 2010 Pazartesi

ATAKA GAZETESİ YAZARINDAN TÜRKİYE HÜKÜMETİNE HAKARET VE İFTİRA

Bulgar aşırı milliyetçi ve Türk düşmanı Ataka Gazetesi yazarı ve SKAT televizyonunda program sunucusu Stefan Solakov 2.4.2010 tarihli yazısında isim vermeden Türkiye hükümetini “yeni osmanlı canavarına” benzeterek hakaret ediyor “İslam terörizmine elini uzatmakla” da iftira ediyor.
“Yeni Osmanlı Canavarı İslam Terörizmine Elini Uzatıyor” başlığını taşıyan yazıda Moskova’da meydana gelen terör olayını konu edinen Solakov New York, Madrid, Londra, Tokyo halklarının yaşadığı acıyı Rusların da başına geldiğini belirtiyor ancak İstanbul’da meydana gelen terör saldırılarını kasıtlı olarak anmıyor.
Solakov yazısına şöyle devam ediyor: “En iyi yetişmiş uzmanlar bile evrensel kötülük saçan İslam ideolojisinin radikal söylemlerine karşı ılımlı İslam temsilcilerinin kullanılabileceğini sanmakla hataya düşüyor. Bunun için çoğu kere Türkiye Cumhuriyeti örnek gösteriliyor ve Arap dünyasında geniş siyasi ve etnik toplumlar üzerinde etkili olabileceği ifade ediliyor. Atatürk tarafından reforme edilen Osmanlı devleti uzun süredir yükselen İslam enerjisininin Avrupa ve Hristiyan medeniyetini ele geçirme ve yok etmenin önünde bir engel oluşturuyordu. Ancak 15 seneden beri İsa ve Muhammed arasındaki Türk sınır muhafızlarının durumu birden bire değişiti. Laik devletin dayanağı ve ateşli dervişlerle kanlı Osmanlı İmparatorluğunu yeniden dirilmesini destekleyen ideologların saldırılarına karşı en güvenilir sigorta olarak gösterilen Ankara’daki generallerin şöhretinden hiç bir şey kalmadı. Malesef yeni islamcıların her türlü sınırı aşacak ölümcül bulaşıcı bir hastalık gibi kısa sürede yerkürenin büyük kısmını kapsayacağı anlaşılıyor.”Peki bütün bu hakaret ve iftiraları yapan Stefan Solakov kimdir ve bu küstahlığı neye güvenerek yapmaktadır.
1967 yılında henüz 25 yaşında iken “Sider” kod adıyla Bulgar komunist gizli servisinde en alt kademeden kadrolu olarak göreve başlayan yazar (!) 10 yıl içinde şube vekilliğine yükseliyor. 1989 yılından sonra ise maaşlı olarak görevine devam etmekle birlikte kadrodan çıkarılıyor1.
Bulgar komunist rejiminin kadrolu ajanının özgeçmişine bakılırsa yakalanmadan tam 13 yıl Türkiye’de faaliyet gösteriyor. 7 yıl Bulgar Telegraf Ajansı’nın (BTA) Ankara temsilciliği, 2 yıl Sofya-Press İstanbul temsilciliği, Bulgar Devlet Televizyonu’nun 3 yıl İstanbul temsilciliği ve Tercüman Gazetesi’nde 1 yıl gözlemci olarak bulunuyor.
Bütün bu kin ve düşmanlığa şaşmamak lazım, çünkü Osmanlı’dan sonra Bulgar halkının birlik ve bekası devlet ideolojisi olarak Türk ve Türkiye düşmanlığı üzerine bina edilmiştir. Türk ve Türkiye düşmanlığı Bulgar halkın bilinç ve bilinç altına pompalanmazsa Bulgarları bir arada tutan harç yok olur gider, bütün bunların altında yatan sebep budur.

Basri Zilabid, Sofya

7 Mart 2010 Pazar

"Çingene olmak zor ama hem Çingene hem Müslüman olmak daha zor"

Bulgaristan'da 1998'de parlamentoya seçilen; ancak polisin, Çingene mahallesinde uyuşturucu sattığını tespit edip failleri tutuklattırınca hedef haline gelen Bulgaristan Çingenelerinin lideri Assen Christov, Vakit'e çarpıcı açıklamalarda bulundu.

MEHMET NEDİM ASLAN/LONDRA
Dünyanın her tarafına dağılmış bir toplululuğu oluşturuyor Romenler ya da daha sık kullanımıyla Çingeneler. 11. yüzyılda Hindistan'dan yola Çingene halkı İran ve Türkiye üzerinden Avrupa'ya yayıldı. Ortaçağ Avrupası'nda yaşadıkları ülkelerde katliamlara uğradı. Nüfusları tam olarak bilinmese de 5 milyona yakın bir topluluk oldukları tahmin ediliyor. Hitler'in Avrupa'ya hakim olduğu dönemde 1 milyona yakını 'Ari ırkı kirletiyor' diye gaz odalarında yakıldı. Ancak bugün Çingeneler için ne bir 'Çingene Soykırımı'nı anma törenleri düzenleniyor ne de böyle bir soykırım yapıldığından kimsenin haberi var.

ÇİNGENELER PİZZA YEMEZ
Yaşadıkları her ülkede geçmişte ve günümüzde hep 'aşağı bir topluluk' olarak görüldü. Çoğu kimsenin onlarla belki hiç iletişimi olmamıştır ama 'onları nasıl tanımlarsınız' diye sorulduğunda da en çok duyulan ya da duyulacak kelimeler 'kirli', 'hırsız', 'tembel', 'çalgıcı', 'falcı' olacaktır. Onlarla ilgili bir sohbet yapıldığında “Çingeneler çalışmaz”, 'Çingeneler okumaz” en çok kullanılan cümlelerin başında geliyor. Assen Christov da buna pizzasını yerken “Çingeneler pizza yemez”i de ekliyor gülerek.

“ELİNDE KİTAP OLAN TEK ÇİNGENE BENDİM”
5 Mart 1967'de Bulgaristan'ın Varna kentinde 5 kız 5 erkek çocuklu bir Çingene ailesinde dünyaya geldi Assen Christov. “Benim asıl ismim Hasan ama Bulgarlar Müslüman isimlerini değiştirince benim ismimi de Assen yaptılar” diyor Christov. Babası öldüğünde 9 yaşında olan Hasan, ailesinden gizlice okula gittiğini söylüyor. “Elinde kitap olan tek Çingene bendim. Okumayı çok seviyordum. Annem ve babam okula gittiğimi bilmezdi” diyen Christov, okulda kendisinin nasıl karşılandığını şöyle açıklıyor: “Ben Çingeneyim dediğimde Bulgar öğretmenler bana 'sen Çingene değilsin, sen Bulgarsın. Çingeneler okumaz, sen okuyorsun' derlerdi.”

HEM ÇİNGENE HEM MÜSLÜMAN OLMAK ÇOK ZOR
Gittiği okulun en parlak öğrencilerinden biri olan Hasan'ın ismi 1981'de Assen olarak değiştiriliyor. “Bulgaristan'da Çingene olmak zor ama hem Çingene hem de Müslüman olmak daha zor” diyor eski Hasan yeni Assen. Askere gittikten sonra Varna'ya dönen Assen Christov, önce belediye meclis üyesi ardından da 21 yaşında Varna'daki Kamenar Belediye Başkanı seçiliyor. 'Okumuş Çingene' olarak tanınan Assen, kısa sürede büyük başarılara imza atıyor belediye başkanlığı döneminde. Çingeneler arasında adeta bir 'efsane' olan Christov, 1998'de Bulgaristan Parlamentosu'na seçiliyor.

POLİSLERİ ŞİKAYET EDİNCE HAYATINDAN OLUYORDU
Çingenelerin en fazla baskı ve şiddete maruz kaldığı ülkelerin başında gelen Bulgaristan'da parlamentoya seçilen ilk Çingene milletvekili olan Christov, Çingenelerin iş ve eğitim olanaklarından yararlanması için önemli çalışmalar yaptığını söylüyor. Ancak bu çalışmaları uzun sürmüyor. “1999'da Çingenelerden bir mesaj aldım. Bana 'Polisler gelip Çingene mahallelerinde çocuklara uyuşturucu satıyorlar' dediler. Ben de o mahalleye gittim ve polisleri suç üstü yakaladım ve isimlerini aldım” diyen Christov'un bu davranışı neredeyse hayatına mal oluyor.

KIZI ÜÇ YIL BOYUNCA KONUŞAMADI
Sonrasında olanları ise şöyle açıklıyor: “Polislerin bu olayını Meclis'e taşıdım ve Meclis'te büyük tartışmalar oldu. İçişleri Bakanı yanıma gelerek 'Keşke böyle yapmasaydın' diyerek beni uyardı. Bir hafta sonra da karıma ateş açtılar. Benim de içinde olduğumu düşünerek arabamı taradılar. Karım yaralandı, kızım üç yol boyunca konuşamaz oldu. Biz de bu olaydan sonra 2000 yılında İngiltere'ye kaçtık.”

“ARTIK DİPLOMALI BİR ÇİNGENEYİM”
Bulgaristan'da ölümden dönen Christov İngiltere'deki iltica başvurusu kabul edildikten sonra üniversite eğitimine başlıyor. Liverpool kentinde İçişleri Bakanlığı'na bağlı 'Suç Kayıtları Bürosu'nda görev yapan Christov, üniversite eğitimini de İngilizce Dili üzerine yapıyor. “Artık diplomalı bir Çingeneyim” diyor Christov gülerek.

İSLAM İNSAN HAKLARI KOMİSYONU'NA BAŞVURDU
İngiltere'ye yerleştikten sonra Bulgaristan'da yaşayan Çingenelerin yaşadığı sorunları unutmamış Christov. İnternette forum sitelerinde Bulgaristan'daki Çingenelerin dramına dikkat çeken Christov, bununla da yetinmeyip insan hakları ve yardım kuruluşlarına başvurmuş. Üç yıl önce de Londra'daki Islamic Human Rights Commission (İHRC) isimli insan hakları kuruluşunun kapısını çalmış. “İlk defa bir kuruluş bizi böyle sıcak karşıladı ve sorunlarımızı içten dinledi” diyor Christov. İHRC de Bulgaristan'daki Çingenelerin sorunlarını yerinde tespit için derneğin Kampanya Direktörü Seyfettin Kara'yı Varna'ya gönderiyor. Christov ile birlikte iki defa Bulgaristan'a giden Kara, Çingenelerin yaşadığı insanlık dışı durumu bir rapor haline getiriyor.

ÇİNGENELERİN DRAMI RAPORLAŞTI
“Avrupa'nın Utancı: Müslümanlara Karşı Nefret ve Bulgaristan Çingeneleri” ismi taşıyan 40 sayfalık raporda, Çingenelerin hem etnik hem de dini ayrımcılığa ve ırkçılığa tabi tutulduğu birinci elden aktarılıyor. Çadır ve kulübelerde yaşayan ve eğitim, iş olanaklarından yoksun Çingenelerin AB üyesi Bulgar Hükümeti tarafından adeta bilerek yüz üstü bırakıldığı tanık ifadeleriyle gösteriliyor raporda. Kara'nın Varna'ya giderek Çingenelerin dramını yerinde görmesine vesile olan Christov şöyle diyor: “Belki bana bakıp Çingene değil, diyorsunuz. Ama ben bir Çingeneyim, sadece, koşullarım daha iyi. Ama Bulgaristan'da yaşayan yüzbinlerce Çingene çok kötü durumdalar. Kulübelerde yaşıyor insanlar. Su yok, elektrik yok, iş yok. Bulgar Hükümeti bu insanlara hiçbir yardımda bulunmuyor.”

TÜRKİYELİ KARDEŞLERİNE ÇAĞRI
IHRC'nin Çingenelerin sorunlarına yönelik ilgisinden memnun olan Christov, daha fazla kişi ve kuruluşa duyurmak için çabalarının süreceğini söylüyor. Türkiye'deki insan hakları ve yardım kuruluşlarının da “Bulgaristan'da zulüm gören kardeşlerini unutmasınlar” diyerek göreve çağırıyor. “Çingeneler daha aşağı bir halk değil. Çünkü dinde ırkların birbirinden üstünlüğü diye bir şey yok. O yüzden bize önce insan olduğumuz için sonra Müslüman olduğumuz için kardeşlik elini uzatsınlar.”
VAKİT GAZETESİ - TÜRKİYE, 7.03.2010

23 Ocak 2010 Cumartesi

MOZAİK DERGİSİ 2 YAŞINDA. NİCE YILLARA!

Mozaik Dergisi - Aylık Kültür Sanat Eğitim/Çocuk ve Gençlik dergisidir. Yayınladığı yer: Şumnu, Şumnu Nazım Hikmet Kültür Evi Yayını, Genel yayın yönetmeni: Nurten Remzi
Sayfa adedi: 32 tamamı renkli
internet adresi
www.mozaikdergisi.com

14 Ocak 2010 Perşembe

TÜRKİYE LEHİNE CASUSLUKTAN İDAM CEZASI VERİLEN EMBİYA ÇAVUŞ HATIRALARINI YAZDI


Hakkında üç idam cezası verilen ,101 yıl hapis cezası ile şartlı tahliye edilen Embiya ÇAVUŞ, 16 yılı hapiste geçen Bulgaristan da yaşadığı 56 yılını anlattığı hatıralarını yayımlandı.
Kitabı temin etmek isteyenler:
Fevzipaşa Bulvarı No:136
Doğruel İşhanı 7/703
Çankaya / İZMİR
TÜRKİYE
Tel/Fax +90 232 441 13 52

12 Ocak 2010 Salı

LOM TÜRKLERİNE DAİR

İNCİLİ HANIM'IN VARİSLERİ - NASLEDNİTSİTE NA İNCİLİ HANIM
YAZAR: MÜFİDE AHMEDOVA
LOM, 2006, 95 SAYFA
KİTABI PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

5 Ocak 2010 Salı

NECMETTİN HAK: DPS MİSYONUNU YERİNE GETİRDİ

DPS – HÖH’ün 20. Yıl dönümü münasebetiyle (4 ocak 1990 da kurulmuştu) Bulgar Devlet Radyosu – BNR, partinin önemli kurucu isimlerinden biri olan Necmettin Hak’la bir röportaj gerçekleştirdi.
Necmettin Hak özetle şunları söyledi:
“1990’dan önce Bulgaristan Türkleri, Bulgar ulusuna bir ek olarak görülüyordu. DPS’nin amacı, Bulgaristan’da sadece Bulgarlar’ın yaşamadığını göstermekti. Çünkü o dönemde bütün etnik gruplar yok sayılmıştı. Bulgaristan’ı kurtaracak bir ulus inşa etmek gerekiyordu.”
“Bana göre, Bulgaristan’da hiç bir kimsenin yok sayılmaması gerektiğini gösterdiği için, DPS-HÖH misyonunu yerine getirmiştir.”
“Hepimiz Anayasa ve kanunlar önünde eşit olmalıyız. Devamlı DPS-HÖH’ün etnik parti olduğu konuşuluyor. Halbuki gerçek etnik partiler diğerleridir. Bizim partimizde yeterli sayıda Bulgar var gelecekte de var olacak.”
“1989’dan önce de şimdi de DPS için Ahmed Doğan’dan daha layık bir lider yoktur.”
Kaynak: Focus Haber Ajansı
Tercüme eden: Basri Zilabid

18 Aralık 2009 Cuma

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

OSMAN SEYFULLAH KESKİOĞLU’NUN HAYATI, HİZMETLERİ VE ESERLERİ HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

Vedat S. Ahmed
Başmüftü Yardımcısı

Bulgaristan Türkleri arasından yetişen son derece önemli şahsiyetlerden biri Osman Keskioğlu’dur. Zira değerli hocamız Dr. İsmail Cambazov’un kullandığı “ayaklı kütüphane” nitelemesine hakikaten lâyık birisi olup ilmi ve irfanıyla ve bu yoldaki azimli çalışmalarıyla çok zengin ve geniş ilmî birikime sahip olduğunu göstermiştir.
İbrahimoğlu Seyfullah’ın oğlu olarak Burgaz kazası Karînâbâd (Karnobat) kasabasına bağlı Koca Balkan eteklerinde yer alan ve o yıllarda yaklaşık 1000 nüfusu olan Rupça köyünde dünyaya gelen Osman Keskioğlu’nun doğum tarihiyle, hatta doğum yılıyla ilgili birkaç görüş vardır. Bu görüşler arasında 1907, 1908 ve 1909 yılları yer almaktadır. Bu yıl farkının Hicrî ve Rumî tarih kullanımından kaynaklanmış olacağını düşünmekteyim. 1908 yılında doğmuş olması muhtemel olmakla birlikte, biz, birkaç kaynakta belirtilen 22. 02. 1907 tarihini esas aldık.
İlk öğrenimini köyünde gören Osman Seyfullah, savaş yıllarından dolayı bazı engellerle karşılaşmış, o yüzden ilkokulu birkaç yıl geç tamamlamıştır. İlkokulu tahsil ettikten sonra 1924/1925 eğitim yılında Şumnu’da faaliyet gösteren rüşdiye/ortaokul seviyesindeki Medrese-i Âliye’ye kaydolmuş ve dört yıllık orta öğrenimini orada görmüştür. Bu okulda öğrenci olduğu sıralarda hocalık yapanlar arasında Mustafa Hayri Efendi, Ali Rıza Efendi, Necip Asım Efendi, Ahmed Kemal, Vidinli Rüstem Cemil gibi kişiler vardır.
Osman Seyfullah, 1928 yılında kaydolduğu Nüvvâb Medresesi’nin Tâlî/Lise Kısmı’ndan 1933 yılında sınıfın en başarılı öğrencilerinden biri olarak mezun olmuştur. Hemen ardından Nüvvâb’ın Âlî/Yüksek Kısmı’na kaydolmuş ve 1936 yılında yüksek öğrenimini fevkalâde dereceyle tamamlamıştır. Medresetü’n-Nüvvâb’ta okuduğu yıllarda bir çok hocadan ders almakla birlikte üzerinde en fazla tesiri olanlar arasında Yusuf Ziyaeddin Ezherî bulunmaktadır, bunu yazdığı eserlerinde her fırsatta dile getirmesinden anlamaktayız. Ayrıca Emrullah Feyzullah Efendi, Süleyman Sırrı ve bir yıl kadar derslerine giren Hasip Safvetî’nin tesiri de görülmektedir.
Nüvvâb’tan mezun olduğu 1936 yılının sonlarına doğru sınıf arkadaşları Ahmet Hasan (Davudoğlu) ve Muharrem Abdullah (Devecioğlu) ile birlikte Müessesât-ı Diniye ve Vakfiye Müdüriyeti tarafından tahsis edilen bursla Başmüftülük tarafından eğitim amacıyla Mısır’a gönderilmiştir. Mısır’daki Ezher Üniversitesi’nin Şeriat/İslâm Hukuku Fakültesi’nde dört yıllık eğitimini tamamladığı 1940 yılında mezun olarak Bulgaristan’a dönmüştür.
Döner dönmez Şumnu’ya yerleşen ve Nüvvâb’a öğretmen olarak atanan Osman Seyfullah, okuldaki görevini 1950 yılında Türkiye’ye göç etmek zorunda kalıncaya kadar sürdürmüştür. Bu zaman zarfında okulun Tâlî ve Âlî kısımlarında değişik dersleri okutan Osman Seyfullah’ın özellikle Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı, Hadis, Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi dersleri okuttuğu kaynaklarda görülmektedir.
Bu esnada Şumnulu Beyzadeoğulları ailesinden Halise hanımla evlenmiş ve bu evliliklerinden Muallâ ve Şevkiye adlı iki kızları doğmuştur.
10 Eylül 1950’de ailecek Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşen ve Keskioğlu soyadını alan Osman Seyfullah, 4 Ekim 1950 tarihinde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nde Arapça tercümanlığı görevini üstlenmiş ve bu kurumdaki görevinde 10 yıl kadar kalmıştır. Ayrıca 18 Kasım 1959’da Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde Arapça okutmanı olarak ek görev üstlenmiştir. Ertesi yıl ise aynı fakülteye öğretim görevlisi olarak atanmış ve yaklaşık 13 yıl Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları derslerini okutmuştur.
Aynı zamanda 16 Mart 1961 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere ve Dinî Eserleri İnceleme Kurulu üyesi olan Keskioğlu, bu kurum Din İşleri Yüksek Kurulu’na dönüştürüldükten sonra 7 Ekim 1965’te kuruma tercüman olarak görevlendirilmişшчи. 31 Aralık 1965’te Bakanlar Kurulu kararnamesiyle aynı kurul üyeliğine atanmış ve bu görevdeyken 4 Ağustos 1976 tarihinde emekliliğe ayrılmıştır.
Anadili Türkçeden başka Arapça, Farsça ve Bulgarca da bilen Osman Keskioğlu’nun uzun yıllar Türk Dil Kurumu üyesi olduğu da bazı araştırmacılar tarafından bildirilmiştir. Keskioğlu, ilim dünyasına sağladığı katkılardan dolayı 1986 yılında Selçuk Üniversitesi tarafından “fahrî doktor” unvanına lâyık görülmüştür.
Yarım asırdan fazla süren çileli ve yorucu bir ilim yolculuğundan sonra Osman Keskioğlu, 4 Ağustos 1989 tarihinde vefat etmiş ve Ankara’nın Asrî Cebeci Mezarlığı’na defnedilmiştir.
Eşi Halise hanım daha önce vefat etmiş, kızı kimyacı Prof. Dr. Muallâ Keskioğlu ve damadı Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) üyesi Prof. Dr. Gürol Ataman ise 2 Ağustos 1986’da vukû bulan bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişlerdir. Küçük kızı Şevkiye yıllardan beri İngilizce tercüman olarak Ankara’da görev yapmaktadır.
***
Osman Keskioğlu, 80 yıla yakın ömründe yapıp ortaya koyduklarıyla çok yönlü bir şahsiyet olduğunu ispatlamıştır. Onun bu farklı yönlerini ele alarak biraz daha yakından tanımak faydalı olacaktır.
Osman Seyfullah öğrenciliğinde arkadaşları arasında ön plana çıkan, seçilen birisidir. 1930 yılının Ekim ayında okul açılınca öğrenciler tarafından düzenlenen boykotun beş kişilik tertip komitesinde bulunması ve bu hususla ilgili olarak yayınladıkları “Maskeli Takdirler Karşısında” adlı çağrı bunun delillerinden sadece biridir. O, okuldaki sosyal ve eğitim etkinliklerine aktif olarak katılan ve bu şekilde öğrencilik dönemini iyi bir şekilde değerlendiren bir kişidir. Özellikle bu yıllarda kendisini istilâ eden kitap tutkusu onun ileriye yönelik hayat çizgisini belirleyen çok önemli bir etken olmuştur.
Osman Seyfullah, Nüvvâb öğrencilerinin kurup çalıştırdığı Müsterşidler Cemiyeti’nin çalışmalarına katılmış, derneğin kütüphanesinin zenginleşmesi ve düzenli olarak çalışması yönünde sorumlulardan biri olarak çaba sarf etmiştir. O, ayrıca çalışkan öğrencilerin istifadesine sunulmuş olan son derece zengin ve çok değerli eserlere sahip Şerif Halil Paşa Kütüphanesi’nden de istifade imkânına sahip olmuştur. Öyle ki, 1942 yılında Macar Türkolog Herbert Duda’nın girişimiyle bu tarihî kütüphane Millî Kütüphane’nin Şarkiyat Şubesi’ne bağlı bir birime dönüştürülmüş, kitapların yeni şartlara göre tasnifi başlatılınca Osman Seyfullah bu işe memur edilmiş ve 1950 yılına kadar bu sorumlu görevi sürdürmüştür. Bununla birlikte Mısır’da bulunduğu zamanlarda Kahire Kütüphanesi’nin zengin kaynaklarından istifade etme imkânı bulmuş ve vaktinin büyük bir kısmını orada geçirmiştir. Bu birikime sahip olan Keskioğlu, nâtıkasının pek kuvvetli olmaması sebebiyle kendisini yazmaya adamış ve hayatının sonuna kadar buna bağlı kalmıştır.
Osman Keskioğlu, daha Nüvvâb öğrencisi olduğu zamanlarda aktif bir şekilde yazmaya başlamış ve değişik dergi ve gazetelerde yayınladığı dinî ve fikrî içerikli kısa yazıları, şiir ve hikâyeleri onun bu yönde gelişime müsait olduğunu ortaya koymaktadır. 1931 yılında Nüvvâb öğrencilerinden birkaçının dinî içerikli nasihat kitapçıkları/broşürleri yayınlanmış , bunların arasında Osman Seyfullah’ın Öğütlerim adlı kitapçığı da vardır. Bu arada ilk şiirlerini de 1931 yılında İntibah gazetesinde yayınlamaya başlamış, bunları daha sonra Dostluk, Emel ve Medeniyet gazetelerindeki şiirleri izlemiştir. Mısır’dan döndüğü 1940 yılından itibaren ise Medeniyet gazetesinde devamlı yazılar yazmıştır. Zaten o dönemde gazetenin başında da önce okul arkadaşı ve yakın dostu Mehmet Fikri, daha sonra ise köylüsü ve 12 boyunca Şumnu’da okul arkadaşı olan Salih Pehlivan bulunmaktadır. Ayrıca Nüvvâb’taki öğrenciliği sırasında öğrenci arkadaşlarıyla neşrettikleri Emel gazetesinin başyazarlığını da yapan Osman Seyfullah’ın gazetede hem şiirleri hem de yazıları görülmektedir.
9 Eylül 1944 sonrasında Bulgaristan’daki yönetimi “halk idaresi” ele geçirince ülkede havalar değişmiş, bir taraftan Türklerin sosyal, kültürel ve eğitim hakları genişletilmiş, diğer taraftan da dinî haklar hususunda kısıtlamaya gidilmiştir. Bu değişikliklerin Nüvvâb ve Nüvvâblılar, dolayısıyla Osman Seyfullah üzerinde de büyük etkisi olmuştur. Verilen haklardan istifade etme ve biraz da yeni şartlara ayak uydurma düşüncesiyle o zamana kadar Osman Seyfullah, O. el-Ezherî veya sadece O. imzasıyla yazılar ve şiirler neşreden yazar ve şair, yeni şekillenmeye başlayan Türk basınında O. Sungur veya Osman Sungur imzasıyla görülmeye başlamıştır. Hatta belirli bir zaman Işık gazetesinin Yayın Kurulu’nda da bulunmuştur. O dönemde çıkan Işık, Yeni Işık, Eylülcü Çocuk ve Halk Gençliği adlı gazete ve dergilerde şiirlerini, edebiyat ve din konularındaki yazılarını yayınlamıştır. Bunların arasında eski sistemi eleştirip yeni düzeni metheden “zamana uygun” ifadelere de rastlanmaktadır. Ancak belirli bir zaman sonra oluşan yeni şartlara “ayak uydurmakta” geri kalması, ayrıca basın sayfalarında yeni şair ve yazarların görülmeye başlaması sebebiyle Osman Sungur yavaş yavaş köşesine çekilmek zorunda kalmış, ilk zamanlardaki gibi yoğun bir şekilde yazı ve şiirler yazmaz olmuştur.
Osman Seyfullah, zorunlu olarak Türkiye’ye göç edince Ankara’ya yerleşerek kısa bir zamanda kendisini ilim çevrelerine tanıtmış ve takdir kazanmıştır. Bunun neticesinde Ankara’da yayınlanmakta olan İslâm, Anayurt, Vakıflar Dergisi, Diyanet Gazetesi, Diyanet Dergisi, Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Türk Kültürü gibi basın organlarında pek çok dinî, ilmî ve kültürel içerikli popüler ve ilmî yazı ve makaleleri basılmıştır. Bunların arasında, Bulgaristan’da Medeniyet sayfalarında neşrettiği çalışmalarının bir devamı niteliğini taşıyan dinî konulardaki yazı ve araştırmaları ağır basmaktadır. Bununla birlikte İslâm medeniyeti ve tarihi, Bulgaristan Müslümanlarının tarihi ve kültürü ile ilgili son derece değerli araştırmalar da vardır. Özellikle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki görevi esnasında vakıflarla ilgili araştırmaları, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde göreve başlayınca ise İslâm düşüncesi ve İslâm dünyasındaki ıslahat hareketiyle ile ilgili çalışmaları ağırlık kazanmıştır.
Osman Keskioğlu, gazete ve dergilerde yayınlanan yazılarıyla birlikte daha Bulgaristan’da iken içinde bulunduğu zor şartlara rağmen, bazı kitaplar yayınlama imkânı bulmuş, bu konudaki çalışmaları Türkiye’ye varınca hız kazanmıştır. Tespitlerimize göre, müellifin tek başına veya ortaklaşa kaleme alıp Bulgaristan ve Türkiye’de yayınlanan toplam 32 telif eseri bulunmaktadır. Ayrıca Arapçadan tercüme edilmiş 13 kitabı vardır. Bunlara ilâveten biri içinde bulunduğu heyet tarafından, diğeri ise kendisi tarafından müstakil olarak hazırlanan iki Kur’ân-ı Kerim meâli yayınlanmıştır. Bununla birlikte hazır olup yayınlamaya muvaffak olamadığı 20 kadar eseri bulunmaktadır. Müellifin eserlerinin çoğu büyük hacimli, ilmî değerleri yüksek olup pek çok ilmî araştırmaya kaynak olmuşlardır. Eserlerin hemen hemen hepsinin birkaç baskısı bulunmaktadır ki, bazıları büyük tirajlarla basılmış ve 30. baskıya ulaşmışlardır. Peygamber Efendimizin hayatına dair kaleme aldığı eserleri birkaç yabancı dile tercüme edilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun yayına hazırladığı ilk eserleri Nüvvâb hocalığı dönemindeki müktesebatına dayalıdır. Bu eserleri arasında Kur’ân tarihi, fıkıh tarihi, siyer ve İslâm tarihi ile alâkalı olanların bir kısmı Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde alanının ilkleridir ve o dönemin şartlarında son derece önemli kaynak değerleri olduğu gibi, bazıları bugün dahi İslâmî araştırmalarda sıkça atıfta bulunulan eserlerdir. Müellifin kitap ve makaleleri arasında Bulgaristan Türklerinin tarihi, kültürü, kurumları ve edebiyatı ile ilgili çok zengin çalışmalar bulunmaktadır. Bu eserleri, araştırma titizliğinden, çok ansiklopedi zenginliğiyle kaleme alınmıştır. Hem belgelere, hem de tanıklık edilen olaylara dayanarak yazılan bu eserler, Bulgaristan Türkleri ile ilgili araştırmalar yapacak her ilim adamının ilk başvuracağı eserler arasında yer almaktadır.
Bir ilim adamı olarak Osman Keskioğlu sadece yazmakla yetinmemiş, geniş bilgi ve birikimini yıllarca Nüvvâb Medresesi ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ders verdiği öğrencileriyle de paylaşmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Osman Seyfullah, 10 yıl boyunca Nüvvâb’ın lise kısmında Türk Dili ve Edebiyatı, Arap Dili ve Edebiyatı gibi dersleri okuturken, yüksek kısmında da Hadis ve Mecelle, Teşrî Tarihi, Usûl-i Fıkıh gibi İslâm Hukuku ile alâkalı dersleri takrir etmiştir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde ise 13 yıl boyunca Kur’ân-ı Kerim ve İslâm Dini Esasları gibi temel İslâmî dersleri vermiştir.
Keskioğlu’nun eğitim-öğretim çalışmaları sadece hocalık yapmaktan ibaret olmayıp teşkilâtçılığı da vardır. 1944 sonrasında Bulgaristan’da yeni esmeye başlayan rüzgâra kapılarak Şumnulu öğretmenler, eskiden yoğun ve çok verimli eğitim çalışmalarıyla bilinen Muallimîn-i İslâmiye ve onun devamı olan Türk Muallimler Cemiyeti’ni ihya etme teşebbüsünde bulunmuşlar ve Türk Öğretmenler Birliği’ni kurmuşlardır. Bu birliğin idaresine genç öğretmenlerden Osman Seyfullah başkan, Osman Kılıç da sekreter olarak seçilmiştir. Ancak komünistler, böyle bir müessesenin kendi çıkarlarına uygun olmayacağı fikrine kapılarak birliğin gelişmesine imkân tanımamışlar ve Türk öğretmenlerin kendi başlarına teşkilâtlanmasının önüne set çekilmiştir.
Osman Keskioğlu’nun eğitim-öğretim hizmetleriyle ilgili önemli bir husus da hazırlamış olduğu ders kitaplarıdır. Daha Nüvvâb’a gelir gelmez “hocaların hocası” olarak bilinen yarım asırlık eğitim tecrübesine sahip Süleyman Sırrı ve Nüvvâb hocalarından Hâfız Nazif Osman ile birlikte Nüvvab’ın 1. sınıfı için Arapça dersi için Teshîlü’l-Kavâidi’l-Arabiyye adlı ders kitabını hazırlayarak Arapça öğretiminde bazı yeni metotları kullanıma koymuşlardır. Aynı hocalarla birlikte Nüvvâb’ın 2. sınıfının ihtiyaçlarına cevap verebilecek Türk Edebiyatı yardımcı ders kitabı Müntahabât adlı derlemeyi hazırlamışlardır. Bu eserde Tanzimat dönemi ve sonrası Türk edebiyatına ağırlık verilmekle birlikte divan edebiyatı temsilcilerinin eserlerine de yer ayrılmıştır. Ayrıca Nüvvâb’ın yetiştirdiği kısa ömürlü şair Mehmet Fikri’nin iki şiirine de yer verilmiştir. Osman Seyfullah’ın bu alandaki hizmetleri 1945-1946 yıllarında ilkokul ve ortaokullara ders kitapları hazırlama komisyonlarına katılarak devam etmiştir. Yürütülen çalışmalar sonucunda Türk dili ve edebiyatı dersi için beş adet Dilbilgisi ve Okuma ders kitabını hazırlamıştır. Bu ders kitaplarının daha sonra birkaç baskısı yapılmıştır.
Osman Keskioğlu’nun dinî alanda da büyük hizmetleri olmuştur. Daha önce de bahsettiğimiz İslâmî konulardaki eserlerinin yanı sıra Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı dergi ve gazetede Kur’ân ve hadis yorumları içeren tamamen din konusunda bilgilenme ve İslâmî bilinçlenmeyi hedefleyen yazıları neşredilmiştir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu gibi dinin doğru bir şekilde anlaşılması ve yaşanmasını hedefleyen, din konusunda uzman kişilerden oluşan bir kurumda yıllarca görev yapması Keskioğlu’nun bu alandaki hizmetlerine yeterince işaret etmektedir. Zikredilen görevde bulunduğu esnada kurumunu temsilen Tunus, Somali, İran gibi ülkelerde düzenlenen uluslararası kongre ve toplantılara katılarak İslâmî konularda tebliğler sunmuş olması onun din konusundaki yetkinliğini desteklemektedir.
Osman Keskioğlu’nun burada zikretmeden geçemeyeceğim önemli bir hizmeti de Bulgaristan Türklerinin varlığını, tarihini, kültürünü ve kurumlarını tanıtma ve bunun neticesinde koruma veya ihya etme hususunda olmuştur. O, her zaman Bulgaristan Müslümanlarının dertleriyle dertlenmiş birisidir. Yıllarca yürütmüş olduğu ilmî çalışmalarda Bulgaristan Türklüğü ön planda olmuştur. Daha Kahire’de eğitim gördüğü sıralarda Mısır Millî Kütüphanesi’nde keşfettiği Bulgaristan Türklerinin tarihi ve edebiyatı ile ilgili eserleri istinsah ederek arşivine almış ve kültürümüzün zenginliğini gösterme yönünde ilk adımları atmıştır. Nüvvâb’ta öğretmenlik yaptığı 1948 yılında Dışişleri ve Mezâhip Bakanlığı tarafından istenen Bulgaristan Türklerinin kökenine dair raporu meslektaşı Hâfız Yusuf Yakup ile birlikte tarihî verilere dayanarak hazırlayıp önlerine köklü bir tarih sununca komünist yöneticiler rahatsız kalmışlardır. Özellikle komünizm döneminde Bulgaristan Müslümanlarının birçok sıkıntıya maruz kaldığı 1970-1980’li yıllarda Keskioğlu, hiç durmadan Bulgaristan Müslümanlarının vakıflarını, dinî ve millî müesseselerini doğru bir şekilde tanıtarak hem bu varlığın yok olmasının önüne geçmek, hem de bu eserleri okuyanlara zengin bir tarih ve kültürden doğacak özgüven vermeyi hedeflemiştir. Ayrıca yaptığı çalışmalarla Bulgaristan Türklerinin tarih ve kültürünü ele alacak birçok araştırmacının önünü açmış, istikametini belirlemede etkili olmuştur.
Buraya kadar anlattıklarımızı özetleyecek olursak, Osman Keskioğlu’nun hem Bulgaristan Türkleri, hem de ilim dünyası için önemli bir kazanım olduğunu, miras olarak bıraktığı eserleriyle yeni ufuklar açmaya devam ettiğini söylemek hiç abartılı olmayacaktır. Onun bu çalışmalarını değerlendirip tanıtmak, yayınlanmayan eserlerinin de yayınlanmasını sağlama yönünde bazı adımlar atmak, başta Bulgaristan Türkleri olmak üzere ilim dünyasının bir vefa borcudur.

OSMAN KESKİOĞLU’NUN BULGARİSTAN TÜRKLERİ’NİN KÜLTÜR TARİHİNE KATKILARI

OSMAN KESKİOĞLU’NUN BULGARİSTAN TÜRKLERİ’NİN KÜLTÜR TARİHİNE KATKILARI

Basri Zilabid
Sofya Yüksek İslam Enstitüsü Öğr. Gör.

Bulgaristan Prensliği’nin henüz Osmanlı Devleti’ne vasal olduğu 1907 yılında doğan Osman Keskioğlu’nun Bulgaristan Türkleri’nin kültür tarihine olan katkısını uzun gayretler neticesinde tamamladığı Bulgaristan’da Türkler - tarih ve kültür - adlı eseri etrafında sunmaya gayret göstereceğiz.
O. Keskioğlu, Bulgaristan’da Arapça ders kitapları Türkiye’ye göçünden sonra ise genellikle dini telif ve tercümeler üzerine çalışmış olmasına rağmen Bulgaristan Türkleri’nin tarih ve kültürünü anlatan bir eser yazmayı kendisine vazife addetmiş ve bunu tarihi bir borç bildiğini kitabının ilk satırında şöyle ifade etmiştir:
“Bu eseri yazmayı tarihi bir borç bildim. Bu borcu ödemeye çalışırken çok zahmet çektim. Tam anlamıyla iğneyle kuyu kazarcasına bir işti bu. Yıllarca didindim araştırdım. Bulgaristan’da iken topladığım notlarımı, kitaplarımı salmadılar. Anayurda gelince yeniden işe başladım. Yıllık izinlerimi bu uğurda harcadım. İskenderun’dan Edirne’ye kadar arkadaşları bulup bilgi almaya çalıştım. Zaman zaman bezginlik geldi.”
Arkadaşlarının ve dostlarının yardımı ve teşvikiyle eserini tamamlayan Keskioğlu, “eserde olayları olduğu gibi yansıtmaya gayret ettim. Bazı kişiler hakkındaki sözler hoşa gitmeyebilir, fakat ben olayı naklediyorum, olanı anlatıyorum, hüküm vermiyorum, hüküm okuyucunun ve tarihindir.” dedikten sonra Bulgaristan’da zaman içinde oluşan Abdülhamitçi – Jöntürk, İttihatçı – İtilafçı, inkılapçı – tutucu gibi grupların birbiriyle mücadelesinden milletin çok zarar gördüğünü ve gelecek nesillerin bu gibi hatalara düşmemesi için bunları bir ibret levhası olarak kaydettiğini belirtir.
Osman Keskioğlu, Bulgaristan Türkünün istinat etmesi gereken iki unsurun din ve dil olduğunu şöyle ifade eder: “Milletler ve cemaatler bazen gaflete düşerler. İyi yapıyoruz sanarak zarar getirirler. En büyük gaflet, milliyetini unutmaktır. Milletin iki ana unsuru vardır. Din ve Dil.”
Keskioğlu, Bulgaristan’da Türkler isimli eserini 1978 yılında tamamlamış olmasına rağmen ancak Aralık 1985’te Türkiye Kültür ve Turizim Bakanlığı tarafından basılmıştır. Bunda, Bulgaristan Türklerine karşı girişilmiş olan asimilasyon politikasının son perdesi olan zorla isim değiştirme zulmünün etkisi olduğu kanaatindeyiz. Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, bu olay sebebiyle bugün elimizde başucu kitabı olarak O. Keskioğlu’nun Bulgaristan’da Türkler, Bilal Şimşir’in, Bulgaristan Türkleri ve Osman Kılıç’ın Kader Kurbanı isimli eserleri bulunmaktadır.
Bulgaristan’da Türkler isimli eserini bir Giriş ve beş Bölümden oluşturan yazar sonuna da 58 adet resim eklemiştir.
Girişte imparatorluktan ayrıldıktan sonra meydana gelen tahribat, zulüm ve göçleri konu edinir. Bulgarların, Türklerin taassubundan yararlanarak onları nasıl göçe zorladıklarını Ömer Seyfeddin’in Tuhaf Bir Zulüm hikayesinden de alıntı yaparak anlatır.
Rakamlarla Bulgaristan Türklerinin sayısını gösteren yazar, nüfus çokluğuna rağmen siyasi arenada – partizanlık yüzünden – bundan faydalanılamadığını belirtir.
1918-1928 yılları arasını birlik, huzur ve atılım devri olarak betimleyen Keskioğlu, bu devirde din, eğitim, basın, spor ve kültür derneklerinin faaliyetlerini konu edinir.
Giriş kısmının sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan Krallığı arasında 1909 ve 1913 yıllarında imzalanan antlaşmalarla bunlara ek protokollerin sağladığı haklar ile Büyük Ali Haydar efendinin yaptığı çalışmaları anlatır.
Yukarıda bahsettiğimiz kitabın esasını oluşturan beş bölüm şunlardır:
1. Dini Teşkilat
2. Eğitim ve Öğretim
3. Dernekler
4. Kültür kaynakları
5. Hizmet edenler
Dini Teşkilat bölümünde, Başmüftülük ve müftülüklerin kurumsal yapısını oluşturan 1895 Tüzüğü, 1909 ve 1913 tarihli İstanbul Protokolleri ve bu iki protokole istinat eden 1919 tüzüğünden bahsedilir.
Bulgar hükümetlerinin Türklere karşı daima kaypak bir siyaset izlediğini belirten Keskioğlu, 1938 yılında müftülüklerden hakimlik vasfı alınırken diğer taraftan hoş görünmek için aynı yıl Kral Boris’in tahta çıkışının 20. Yıl dönümü münasebetiyle 26 müslüman ileri gelene nişan verildiğini yazar.
Bulgaristan’da din ve eğitim hayatının vazgeçilmezi olan ecdat vakıflarının idaresi için Başmüftülük nezdinde kurulan Vakıflar Müdürlüğünden ve görevlerinde bahseden yazar, vakıfların bir kolunu da tekkelerin ve zaviyelerin oluşturduğunu belirtir ve Tuna vilayetinde 86 tekke ve zaviyenin olduğunu ifade ettikten sonra Demir Baba, Kaligra Sultan, Akyazılı Baba ve Bali Baba’dan ayrıntılı olarak bahseder.
Keskioğlu eğitim ve öğretim alanında geri kalmışlığımıza hayıflanır, Bulgarların 1810’da ilk yeni usul okulu açtıklarını bizim ise bunu ancak 1834’te başarabildiğimizi ortaya koyar. İlkokul ve Rüştiyelerin şehirlere göre dağılımını , sayısını, ders programını, öğretmen ve öğrenci sayılarını veren yazarın üzerinde durduğu meselelerden başlıcaları öğretmenlerin maaş konusu, ders kitapları ve ders kitaplarının Türkiye’de meydana gelen harf inkılabından sonra latin harfleriyle basılıp basılmaması konusunda oluşan ihtilaf .
Keskioğlu eserinin içinde geçen başlıklara uygun düşen şiirler koymakla hem onu renklendirmiş ve tadlandırmış hemde kendi görüşünü şairin dilinden ifade etmiştir.
Şumnu Devlet Türk Öğretmen Okulunu anlattığı başlığın altına Tevfik Fikret’in şu beytini almıştır:
Yükselmeli artık yetişir zilletü zulmet
Fikir ordusuyuz, meşal-i irfanla mücehhez
İlim irfan ateşiyle donanmış fikir ordusu olacak öğretmenlerin zillet ve karanlığı yıkacaklarına inan Osman Keskioğlu, Darul Muallimini ayrıntılarıyla anlatır.
Bulgaristan Türk öğrencilerine öğretmen yetiştirecek bir Darul Muallimin (Devlet Türk Öğretmen Okulu) açılması fikrini ortaya atan bir siyasetçi/milletvekili Tahir Lütfi ve ona yardımcı olan bir müftü Hacı Ömer; Mektep Encümenleri Kongresinin 1905 yılında aldıkları karara istinadet gerekli makamlar nezdinde teşebbüse geçmiş ise de okulun kesin olarak açılması ancak 13 yıl sonra Şumnu’da 1918 yılında gerçekleşmiştir. Çiftçi hükümetinin Türklerin oyunu almak için Razgrad ve Kırcaali’de de öğretmen okulları açma vaadi gerçekleşmemiş, aksine 1928 yılında Şumnu Darul Muallimini de kapatılmıştır.
Keskioğlu, Bulgristan Türkleri’nin eğitim hayatında silinmez izler bırakan Medrestün Nüvvabı anlatırken, Mehmet Akif’in “Ah şu sizin medreseler, asrın icabına uyakta inad etmeseler” mısralarını koymuş olmasına rağmen bu medresenin asrın icabına uymakta inat etmeyi bırakın bunun için can attığını belirtmekle sözlerine başlar. Kendisi de bu okulun hem öğrencisi hem öğretmeni olması hasebiyle bütün medreseleri böyle gördüğü şeklinde bir mülahazada bulunulmaması maksadıyla olsa gerek Osmanlının yıkılış döneminde medresenin çürüdüğünü ve verimsiz hale geldiğini açık açık belirtir.
Bir ihtiyaçtan kaynaklanan Medrestün Nüvvab’ın açılışı 1913 yılında Bulgaristan ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan protokollere girecek kadar önemli bir meseledir. Ancak bu okulun açılışı da 9 yıl sonra 1922 yılında gerçekleşmiştir. Okulun kuruluşunu, ders programını, müdür ve öğretmenlerini, şehirlere göre mezun sayısını veren Keskioğlu, öğrenci derneği Müsterşitler Cemiyeti ve faaliyetlerinden de bahseder ve iki önemli öğrenci isteğini belirtmeden geçmez. Bunlardan birincisi Nüvvab mezunlarının öğretmen olma hakkının verilmesi, ikincisi de okulun Padagoji ve İlahiyat bölümlerine ayrılmasıdır.
Nüvvab mezunlarına öğretmen olma hakkı 1933 yılında Maarif yani Eğitim Bakanlığınca tanınmıştır, ancak okulun iki bölüme ayrılması talebi Başmüftülükçe kabul edilmemiştir.
Medresetün Nüvvab’ın münevver/aydın muallimler yetiştiremediği hakkındaki yapılan bazı tenkitlere katılmayan O. Keskioğlu şöyle demektedir: “Nüvvab mezunları Bulgaristan’da Türk okullarında öğretmenlik yaptılar, Türk yavrularına milli kültür ve ruh verdiler, milli bünyede boşluk bırakmadılar, halkı öksüz koymadılar.” Türkiye’ye göç edenlerin de inkılaplara uyum sağladığını ve önemli vazifelerde hizmet ettiklerini belirtir.
Keskioğlu, çok değerli Nüvvab öğretmenlerinin kısa hal tercümelerini verirken onlarla ilgili ilginç noktaları da belirtmeden geçmez. Örneğin, Nüvvabı bitirdikten sonra Beden terbiyesi kursuna gidip Nüvvabta jimnastik öğretmeni olan Sabri Mollaoğlu Çeliktürk’ün öğrenciyken Şumnu’da Çarşı camiinde Türkçe ezan okuduğunu belirtir.
Eserinin üçüncü bölümünde bugün sivil toplum kuruluşu denilen Bulgaristan Türklerinin kurduğu dernekleri anlatan Keskioğlu, en eski ve en büyük cemiyetimiz olan Muallimin-i İslamiye Cemiyeti İttihadiyesi (yani Müslüman Öğretmenler Birliği) ile başlar. 1906 yılında kurulan bu derneğin amacı Türk okullarının ıslah edilmesidir. Bunun için okul programları yapmak, ders kitapları hazırlayıp basmak ve okul talimatnamesi ile müfredatlı program hazırlamayı kendisine vazife addeder. Her yıl farklı şehirlerde kongreler tertip eden cemiyet önemli kararlar alır ve uygulamaya koyar. 1928 yılında yapılan Filibe kongresinde adını Türk Muallimler Cemiyeti olarak değiştirir. 1921-1923 yılları arasında Terbiye Ocağı, 1923-1926 arası Muallimler Mecmuası adında dergiler yayınlamıştır. Keskioğlu öğretmenlik hizmetinin kutsal olduğunu ve unutulmaması gerektiğini belirttikten sonra, “Türk Muallimler Birliği halka çok hizmet etmiş ve Türklüğü yaşatmıştır” der.
Bulgaristan Türk gençleri arasında spor kuruluşları ortaya çıkmaya başlamış bunlar belli bir zaman sonra spor faaliyetleriyle birlikte fikir bakımından da yükselmesi amaçlanarak 1926 yılında Turan Cemiyeti adı altında birleşmişlerdir. Sekiz yıl ardarda değişik şehirlerde kongreler düzenleyen Turan Cemiyeti ulaştığı 95 şube ve 5000 üyesi ile dikkat çeken bir hal alır. Gençler arasında milliyetçiliği ve kemalizim ideolojisini yaydığı gerekçesiyle devletçe zararlı görülür ve 1934 yılında kapatılır.
Keskioğlu, Turan Cemiyetinin bir taraftan kara taassuba bağlı tutucu grup diğer taraftan milliyetçi Bulgarlarca haksız saldırıya maruz kaldığını belirtirken, Muallim Hasip Safveti’nin Cemiyet Hayatı ve Gençlik başlıklı yazısını eserine almakla onun çok yerinde olan görüşlerini de paylaşmış oluyor.
Söz konusu yazıda: ... “Bulgaristan Türk gençliği, ekseriyet itibarıyla kendi kuvvetini ölçememiş, başka kuvvetlere hürmet ve tebaiyyete de alışmamıştır. Bulgaristan Türk gençliği, yıkacağını ve yapacağını ne için yıkmak ve nasıl yıkıp yakmak lazım geldiğini tayin etmemiştir, edememiştir.
... Teşkilatçı gençlere faaliyet programlarında en büyük ehemmiyeti gösterişlere değil, ruhi hazırlığa tevcih etmelerini büyük bir ehemmiyetle tavsiye eylerim.” Denilmektedir.
Eserinin dördüncü bölümünü “Kültür Kaynakları” olarak adlandıran Keskioğlu, Midhat Paşa zamanından itibaren çeşitli yerlerde basılan ilmi, edebi ve okul kitaplardan, matbaalardan, açılan kıraathanelerden, Osmanlı zamanında bugünkü Bulgaristan sınırları içinde olan büyük kütüphanelerden bahseder. Bunların 3’ü Filibe’de, 2’si Vidin’de, birer tane de Sofya, Şumnu, Plevne, Köstendil, Samokov, Eski Zağra, Tırnovo ve Ziştevi bulunmaktadır. Ayrıca Nüvvab ve Öğrenci derneğinin kütüphanelerini de zikreder.
Şumnu Şerif Halil Paşa Kütüphanesinin çok zengin olduğunu belirten Keskioğlu, buna örnek olarak 12. Yüzyılda yaşamış meşhur İslam Coğrafyacısı İdrisi’nin, Sicilya Kralı II. Roger için yazdığı ve 70 haritayı ihtiva eden Nüzhetü'l-Müştâk fi İhtirâkı'l-Âfâk (yani İklimler Boyunca Yolculuk Yapmayı Arzu Edenin Sevinci) isimli eserinin 16. Yüzyılda istinsah edilmiş bir nüshasının bulunduğunu ve çok iyi muhafaza edildiğni kaydeder.
Bulgaristan Türklerinin anavatanla olan manevi bağlarını muhafaza etmek için konuştuğu dilin İstanbul Türkçesi olması gerektiğini belirten Keskioğlu, bu sebeple Bulgaristan’da basılan okul kitaplarına Türkiye yazarlarının yazılarının konulduğunu belirtir ve listesini verir.
Kültür kaynaklarının önemli bir unsuru da gazete ve dergilerdir. Keskioğlu, 1879 yılı ile 1947 yılları arasında çıkan 90 gazete ve 13 derginin yayınlandıkları yer, dönem ve yayıncıları hakkında bilgiler verir.
Eserinin beşinci ve son bölümünü Bulgaristan Türklerine hizmet edenlere ayıran Keskioğlu, onları “din adamları”, “[milletvekili], idareci ve gazeteci”, “öğretmen ve yazar” olarak 3 gruba ayırmış çok meşhur olanlarının kısaca tercüme-i hallerini vermiş diğerlerinin isimlerini zikretmekle yetinmiştir.
Keskioğlu, eserinin son cümlesinde, “Bu kitap 1978’de tamamlandıkatn sonraki olaylar tarihte benzeri görülmemiş feci zulümler başka bir eserde ele alınacaktır.” Demiş ancak ömrünün buna kifayet edip etmediğini ve varislerine ilmi çalışmalarından neler bıraktığını şuan için bilemiyoruz.
1986 yılında Bulgaristan’da Müslümanlar ve İslam Abideleri ismiyle yayınladığı eserinde Keskioğlu, Osmanlı İmparatorluğu devrinde bugünkü Bulgaristan sınırları içinde yaşamış alimleri ve burada meydana getirilmiş abideleri şehir şehir sıralayarak anlatır. 40 büyük ve küçük şehrin camilerini, medreselerini ve tekkelerini, bunlara ait – ulaşabildiği - vakfiye ve kitabeleri, bu müesseselerde hizmet etmiş alim ve mutasavvıfları başta Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesine, Şemseddin Sami’nin Kamusul Alamına, Bursalı Mehmed Tahir’in Osmanlı Müelliflerine ve kendi müşahedelerine dayanarak anlatır.
Kitabının sonunda Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Bulgaristan’ı da anlattığı Avrupa’da Osmanlı Mimari Eserleri kitabını “muazzam” olarak niteleyen Keskioğlu, burada kullanılan bazı resimlerin kendisi tarafından tedarik edildiğini belirtmektedir.
Bulgaristan’da Müslümanlar ve İslam Abideleri, geniş okuyucu kitlesinin bu konudaki bilgi ihtiyacını karşılaması ve Osmanlı kaynaklarındaki bilgileri toplu bir şekilde vermesi bakımından önemli bir hizmet görmüştür.
Sonuç olarak, Osman Keskioğlu’nun Bulgaristan Türkleri’nin kültür tarihlerine dair bu iki eseri ve Vakıflar dergisinde yayınladığı dört makalenin önemi aşağıda vereceğimiz bilgiler müvacehesinde değerlendirildiğinde çok daha iyi anlaşılacaktır.
Yazarın Türkiye’ye göç tarihi olan 1950’den, 1985 yılında Bulgaristan Türkleri’ne uygulanan zorunlu isim değiştirme zulmüne kadar konuyla ilgili Türkiye’de yayınlanmış kitap sayısının iki elin parmakları kadar olduğunu tespit ettik. Bulgaristan’da Türkler isimli eserini taradığımızda Keskioğlu’nun kendisinin de sadece yedi kitaptan faydalandığı diğer kaynaklarının Bulgaristan’da yayınlanmış süreli yayınlar ve bizatihi müşahedeleri olduğu görülür.
Keskioğlu’nun 1978’de tamamladığı Bulgaristan’da Türkler isimli eseri Bulgar komünist rejiminin Türk azınlığınının zorla isimlerini değiştirerek sözmün ona Bulgaristan’da Türk olmadığını dünyaya ilan etmesi neticesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin buna neşriyat alanında olan tepkilerinden biri olarak alelacele Aralık 1985’te Kültür ve Turizim Bakanlığınca basılması bundan sonra gelecek araştırma ve yayınların öncüsü olma vasfını kazandırmıştır. Nitekim, ikinci baskısı daha yeni yayımlanan Bulgaristan Türkleri eserinde Bilal Şimşir, 1985 – 2008 yılları arası Bulgaristan Türkleri üzerine çıkmış başlıca kitapların listesini verir. Türkçe olarak yayınlananların sayısı yüzü aşkındır.
Not: 16 Aralık 2009 tarihinde Sofya’da düzenlenen “Ölümünün 20. Yıldönümünde Osman Keskioğlu – Hayatı, Fikirleri ve Eserleri” sempozyumunda sunulan bildiri.

16 Aralık 2009 Çarşamba

KESKİOĞLU KONFERANSI SKAT TV'YI ÇILGINA ÇEVİRMİŞ

İlk olarak sitemizde yayınlanan Osman Keskioğlu anısına düzenlenecek sempozyum haberini Bulgaristan Türklerine haber yayını yapan iki değerli site (Bulgaristan Haber ve Kırcaali Haber) daha geniş kitlelere ulaştırdı. Anlaşılan bu gibi sitelerin müdavimlerinden biri de SKAT TV.
Sempozyumun bir gün öncesi (15.12.2009) "BAŞMÜFTÜLÜKTE, TÜRK MİLLİYETÇİSİ OSMAN KESKİOĞLUNU HATIRLAMALARI GEREKTİĞİNE KARAR VERDİLER" başlıklı bir haber yayınladı skat tv internet sitesi.
"Kimse tarafından kontrol edilmeyen, savcılık soruşturması ve kapatılmak için adeta yalvaran Türkçe internet siteleri "kendiliklerinden ve emir almadan" tuhaf bir organizasyonu haber veriyorlar." denilerek başlanan yazının nedense yazarı yok. Ama yazısından konuya vakıf olduğu anlaşılıyor. "Bildiri sunacaklar arasında İslam Enstitüsü Rektörü İbrahim Yalımov ile Başmüftü yardımcısı Vedat Ahmed'in isimleri öne çıkıyor" denilen yazıda bunun "Bulgaristan müslümanlarının maneviyatının korunması" kampanyasından ibaret Türk yanlısı bir kutlama olduğunda hiç bir şüphemiz yoktur" vurgusu yapılıyor.
Bu satırları sempozyumdan döndükten sonra yazıyorum. Allaha şükür sempozyum çok güzel geçti, salon Sofyalı Türk aydınlarla ve İslam Enstitüsü öğrencileri tarafından doldurulmuştu. Okunan tebliğler/bildiriler de Osman Keskioğlu'nun farklı yönlerini ortaya koydu, inşallah bunlar yayınlanacak ve daha geniş okuyucu kitlesine ulaşacaktır. Skat yazarı ve milliyetçi Bulgarlar üzülecek diye bunlar yapılmayacak mı? Biz de sizin haksız saldırılarınıza üzülüyoruz ama huyunuzdan hiç vazgeçmiyorsunuz.
Ayrıca Skat yazarı diyor ki, Keskioğlu'nun Bulgaristan'da Türkler -tarih ve kültür- kitabını 1985 yılında TC Kültür ve Turizim Bakanlığı tekrar olarak yayınladı yani önce yayınlanmıştı ama zorla isim değiştirmeye karşı bir propaganda olarak tekrar yayınlandı. Organizatörler bizi aldatmaya kalkmasınlar deniliyor.
Sayın yazar, söyleyin de bizde öğrenelim. Hangi yılda hangi kuruluş tarafından yayınlanmış. Hani bizler, Bulgaristan Türkleri, 2. sınıf insanız ya, cahiliz ya, belki bizi ayınlatırsınız!
Basri Zilabid, Sofya

AŞAĞIDA OSMAN KESKİOĞLU'NUN ESERLERİNDEN ÇOK AZ BİR KISMININ KAPAK RESİMLERİNİ YAYINLIYORUZ.