TARİH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TARİH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Nisan 2011 Cuma

Dua ve Bulgar Papaz


Dua ve Bulgar Papaz


Hazırlayan: S. Talha Sağlam

Zavallı bir konferansçı, II. Abdülhamid devrin­de sâri (bulaşıcı) humma hastalığının geçme­si için yapılan iş, cami minarelerinden salâ ve­rilip, rahman suresi okutulmak oldu" diyerek padişahı maddi tedbir almamakla itham etmenin yanında maneviyatın tesirini inkâra kalkmış, dinleyicileri de yaratana dua ve ilticadan men eylemeye çalışmış.

Oysa bu gafil adam bilmiyor ki dua, inmiş ve inecek şey­lere menfaat verir.

Nitekim Osmanlılar, bütün maddi tedbirleri almanın ya­nında daima maneviyata büyük ehemmiyet vermiş, Allah'a sığınıp, Ona yalvarıp, Ona dua ve iltica ile zaferden zafere koşmuşlardır.

Bu vesile ile bahis mevzuu konferansçı ve onun gibilerine cevap ve ibret olsun diye Bulgar Popof’un kabulüne şahit ol­duğu bir dua ile intibaha gelişini naklediyoruz. Şöyle ki:

1951 yılında Bulgaristan'dan Türkiye'ye hicret eden ve oradaki Nüvvab Medresesi'nin âlî kısmı mezunlarından hoca, alim ve muallim Ali Efendi anlatmıştı. Ali Efendi, bulunduğu yörede devrinin hatip, nâtuk birisi olarak temayüz etmiş, sünnet, düğün ve bütün dini merasimlere davet edilir, konuşturulur ve dinlenir bir hoca imiş. Kendisi, halen hayatta olup, Adana’nın Yavuzlar mahallesinde ikamet etmektedir. Şu satırla­rın yazarı olan bu fakir Adana'da bulundu­ğum sırada Ali Efendi ile tanışmış ve kendi­sinden dinlemiştim.

1944’te Komünist rejim Bulgaristan'a ha­kim olunca bütün dinî merasim ve faaliyetle­ri yasaklıyor. Bir gün bir polis müdürü elin­de bir yazı ile Ali Efendi'ye gelerek "din af­yondur, bundan son­ra hiçbir dinî faali­yette bulunmayacak­sın, dinî öğretim ve konuşma yapmayacaksın, eğer yaparsan akıbetin meç­huldür, bunu da kimseye söylemeyeceksin" diyerek yazıyı okutup imzalatıp geri götürüyor. O zaman bu tebligat yal­nızca din adamlarına yapılıyor, halkın bundan haberi yok.

Bir gün sonra, mevlüt, sünnet merasimine Ali Efendi'yi götürmek üzere at arabaları ile etraftan geliyorlar. Ali Efen­di "işim var, mazeretim var" demişse de, "sen bize bu günlerde lazımsın, nasıl gelmezsin?" diyerek kucaklayıp at arabasına koyup götürüyorlar.

Ali Efendi, götürüldüğü bu merasimde, mevcut idareyi metheden konuşma yapıyor. Dinleyenler ise onu; "Ali Efen­di! Bize dinden imandan bahset, biz idareyi biliriz" di­yorlar ve kendi aralarında da "Ali Efendi'ye ne oldu, çok ya­van konuşuyor" şeklinde söyleşiyorlar.

Ali Efendi, merasimden döner dönmez hapsediliyor. Ken­disine, günde bir çeyrek katıksız ekmek verilerek bir hafta çeşitli küfür ve hakaretlere maruz bırakılıyor. Bu arada Ko­münistlerin meşhur halk mahkemesi toplanıyor. İçlerinde bir tane de Türk varmış, ne de olsa kanı çekiyor. Onlara; "bu zorla götürülmüş, idareden bahsetmiş, idareye karşı gel­meyin demiş, bu sefer bırakalım" diyor ve bırakıyorlar.

Ali Efendi, bu durumlarını Türkiye'ye gelinceye kadar kimseye anlatmamış. Allah, böyle zalimlere fırsat vermesin (Amin).

Alman harbinin sona erdiği bu yıllarda, harpten çıkmış Bulgaristan halkı büyük açlık ve sefalet içinde kıvranmakta­dır. Mevsim de kurak gidiyor. Öyle ki, ekilen ekinler, mısır­lar sararmış, bükülmüş. Eğer yağmur yağmazsa Bulgaristan ambarlarına hiçbir şey girmeyecek Bulgarların arasında bu­lunan milyonlarca Müslüman Türk de açlıktan perişan ola­cak, kurunun yanında yaş da yanacak. Dinî faaliyetler yasak­landığı için yağmur duasına da çıkılamıyor.

Bu durum muvacehesinde iyice sıkışan, açlık ve ölümle karşı karşıya gelen Müslüman halk, komünist idareyi zorlu­yor; "Açlıktan biz de öleceğiz, bırakın yağmur duası ya­palım, bizim size ne zararımız var, sahrada toplanıp yağmur vermesi için Allahu Teala 'ya dua edeceğiz. Bıra­kın duamızı yapalım" diye idareyi zorluyorlar.

Umumî tazyik karşısında idare de insafa gelerek "Dua edeceklermiş, etsinler bakalım" diyerek yağmur duasına müsaade ediyor.

Güneşli bir havada yağmur duasına gidiyorlar. Muallim Ali Efendi yağmur duasına giderken; yağmurluk, şemsiye fi­lan da alıyor.

Ali Efendi'nin küçüklükten tanıdığı ve kendisine çekir­dekten komünist dediği avukat Bulgar Popof’un dükkanı­nın yanından geçerken Bulgar Popof, Ali Efendi'ye "Bu gü­neşli havada yağmur mu yağar" diyerek hafife alıcı, alay­lı sözler söylüyor. Ali Efendi de ona kulak asmayarak yoluna devam ediyor.

Bilahare seyretmek için yağmur duası yapılan yerin yakı­nına Bulgar Popof da gelmiş.

On binlerce Müslüman sahrada toplanıyorlar. Önce hoca efendiler halka bir tevbe ve istiğfar getirtiyor. Sonra da dua ediyorlar. Meydan kalabalık olduğundan Ali Efendi, "Amin" denecek yerlerde eline aldığı bir değneği kaldırıp, indirerek “Amin” demeleri için işaret ediyormuş. Halkın yalvarışları, gözyaşları, amin sadâları afâkı çınlatıyor…

Derken bir bulut, bir yağmur yağıyor ki bütün Bulgaristan arazisini kana kana suluyor. Bulgar Popof’un dükkanını da sel basıyor. Sararan ekinler ve mısırlar yeşeriyor, Cenab-ı Hakkın büyük bir lütfuyla halkın yüzü gülüyor, hapsi seviniyorlar.

Ali Efendi bir hafta sonra Popof’un dükkanının yanından geçerken, Popof ısrarla onu dükkanına çağırarak Rumeli şivesiyle ona diyor ki;

" - Abe, ben inanmıyordum ama Allah var ve siz Hak yoldasınız, ben Allah'a inandım," Ve bu sırada, "Allah var, Allah var" diye elini başına vurarak dükkanının içinde dört dönüyormuş.

Bu arada dükkanın yanından geçmekte olan papazları göstererek "Bunlarda iş yok, bunlar içki içer, domuz eti yer, kadınlarını boyar, bunlar değil siz hak yoldasınız."

- Abe o telgraf direği gibi şeyi yukarıdan aşağı nasıl kaldırıp indiriyordun? (Cenab-ı Hak onun gözüne değneği telgraf direği gibi büyük göstermiş)

-Bizde îman kuvveti var.

-Doğru.

- Abe sen o uzun adamı gördün mü? Elli metre uzun­luğunda yeşil sarıklı, ayağının arasında insanlar geçer.

-Gördüm.

-Ne o?

-Melek, biz dua ettiğimiz zaman gelir.

- Evet doğru, siz hak yoldasınız. Ve ben inandım. Allah vardır ve birdir, diyor.

Ne büyük ibret alınacak bir hadise değil mi?


*Hasan Arıkan'dan alınmıştır.

Tarih ve Düşünce Dergisi, 2003

9 Ocak 2011 Pazar

Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar – 1


Hatıralar Gönlümü Yaralar
Basri Zilabid
Çocuk denilecek yaşta ana baba ocağından ayrıldık. Onlar, çocuğumuz okuyup adam olsun diye ayrılığı, hasreti sinelerine çektiler, bizler okuyup adam olalım diye ana baba şefkatinden mahrum kalmayı göze aldık.
Önce sınırı aştık, sonra farkına varmadan bir de suyu aşmışız. Geriye dönüşü zor bir yola girmişiz... Anadolu toprağına basmışız. En büyüğümüz Vetovolu Sinan abi ağlıyordu, hepimiz ağlıyorduk. Niyetimiz imam hatip okulunu okuyup köyümüze hoca olmaktı. Ama daha ilk günden otobüs terminalinin yolunu bilebilseydik istisnasız hepimiz geri dönecektik. Allah geri dönmemizi murad etmemiş, okumamızı murad etmişti. Okuduk...
“Üniversite” kelimesini lise ikinci sınıfta arkadaşlarımdan duydum. Bunun liseden sonra gelen daha yüksek bir okul olduğunu öğrendim ve onu da okumak istedim. Nasip oldu...
Lisede Edebiyat öğretmenim hatıra defterime “geleceğin Sofya müftüsü yazmıştı”, besbelli ki bize büyük hedefler gösteriyordu. İstanbuldaki hocalarımız da bizleri yanındakilere tanıtırken “Bu genç Bulgaristan Türklerinden. Fakülteyi bitirince memleketine dönüp halkına hizmet edecek, öyle değil mi? diyerek bize kaçacak bir yer bırakmıyor, bir nevi anavatanın ve İstanbul’un cazibesine kapılmamayı bize ihtar ediyordu.
Sekizinci sınıfın sonuna kadar ders kitapları dışında kitap okumadım. Türkçe kitap yoktu, Bulgarca kitap okumak ta hoşuma gitmiyordu. Köylü çocuğu idik... Kitap okumayı lisede sevdim. İlk okuduğum kitaplar romanlardı. Üniversite yıllarımda ise ne kadar çok şeyi bilmediğimi anladım ve bunu telafi etmek için çaba harcadım. O yüzden kitaplarımı çoğaltmaya baktım.
1996 yılının bir sonbahar günü İstanbul’daki Cağaloğlu’ndan Sirkeciye inerken Kültür Bakanlığı’nın kitap satış yerine uğradım ve oradan elimde “Kader Kurbanı”yla çıktım. O günden sonra bende kendi insanlarımın tarihini, kültürünü, geleneklerini, hikayelerini daha yakından tanıma isteği uyandı. O günden bugüne Bulgaristan Türkleri’ne dair yazılmış kitapları edinmeye, baştan sona kadar hakkını vererek okumaya gayret ettim ve etmeye devam ediyorum.
“Bulgaristanlı Türk gençlerin mutlaka okuması gereken kitaplar” yazı dizisinde Bulgaristan Türkleriyle ilgili yazılmış kitapları gençlere tanıtma arzusundayım. Onlardan aktaracağım pasajlarla genç okurun kalbinde milletine, tarihine, diline yönelik bir sevgi kıvılcımı oluşturabilirsem ne mutlu bana.
Bulgaristan Türklerini alakadar eden kitapları okurken dipnotlarda veya bibliyoğrafyada Yahya Kemal’in “Balkana Seyahat” isimli Bulgaristan’ın Rahva (Oryahovo) kasabasında 1923 yılında basılmış bir anı kitapçığı devamlı zikredilir. Bu durumu merak eder dururdum. Nasıl olmuş da Yahya Kemal Türkiye’de değil de Bulgaristan’da üstelik Türklerin kesafette olmadığı bir yerde 30 sayfalık bu kitapçığı bastırmış. Meğer hakikat şu imiş: Yahya Kemal 1921 yılında Bulgaristan’a yaptığı seyahatten edindiği izlenimleri İstanbul’da yayınlanan Dergah Mecmuası’nda Osmanlıca olarak neşretmiş, Rahva’da Ahali Gazetesini yayınlayan Mehmet Behçet Perim de bu seyahat notlarını Bulgaristan Türklerine sunulmasının önemine inanmış olmalı ki, bunları bir kitapçık halinde yine Osmanlıca olarak bastırmış. Çok ta iyi etmiş.
İşte Bulgaristanlı Türk gençlerinin bir solukta okuyacakları ilk kitap : “Balkana Seyahat”tir. Bugün Balkana Seyahat anıları Yahya Kemal’in Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım isimli kitabının 146 ile 164. sayfaları arasında bulunmaktadır. Yani ayrı bir kitapçık olarak günümüz Türkçesiyle basılmamıştır. İnşallah bu şeref Bulgaristan’da Türkçe kitap dergi gazete işleriyle uğraşan abla ve ağabeylerimize nasip olur.
Yahya Kemal kimdir? Neden onun hatıraları bizim için önemlidir? Yahya Kemal 1884 senesinde bugün Makedonya’nın başkenti olan Üsküp şehrinde dünyaya gelmiş. O tarihlerde Bulgaristan Osmanlı’nın elinden çıkmış olsa da bugünkü Makedonya henüz Osmanlı toprağı idi. On sekiz yaşına kadar çoğunlukla Üsküp’te yaşamış babasının memuriyeti sebebiyle Selanikte de bir müddet kalmışlardır. 1902’de İstanbul’a Galatasaray Lisesi’nde okumak için gönderilmiş ancak, Paris sevdasına tutulmuş. Sultan Abdülhamid aleyhtarı olarak kaçtığı Fransa’da Abdülhamid idaresinin ehemmiyetini hatta kıymetini idrak ederek beş yıl sonra vatanına dönmüştür. Yahya Kemal büyük bir Türk şairi ve edibidir. Siyasetle de iştigal etmiştir. Hayatta iken hiç bir kitabı basılmamıştır. Ölümünden sonra Yahya Kemal Enstitüsü kurulmuş ve eserleri kitaplaştırılmıştır. İşte bu enstitünün müdürü olan merhum Nihad Sami Banarlı “Hatıralarım” kitabıyla ilgili şöyle diyor:
“Kitabın baş tarafında, ileride Yahya Kemal olacak bir vatan evladının tanıttığı Üsküp şehrimizi, Filibeyi, Selaniki, bütün eski Türk vasıflarıyle resmedilmiş buluruz. Burada sağlam karakterli, dinine ve milli geleneklerine bağlı, halis Türk ve efendi bir milletin yaşadığını, bir defa da Yahya Kemal’in kaleminden öğrenmenin buruk hasretini tadarız.
...Bugünkü Bursa gibi, Edirne gibi bizim olan, bizim mimarimizle süslü, bizim musikimizle sesli bir ülkede, bizim adet ve an’anelerimizle başı dik yaşayan bu millet, İttihad ve Terakki komitesinin yaptığı bir ihtilal sonunda, Balkanlardaki bütün topraklarımızla birlikte, evvelce bize tabi kavimlere esir olur. Katliam, muhaceret ve sefalet içinde erir, azalır, zelil ve perişan oluruz.”
Yahya Kemal’in anılarından birkaç alıntı ile bu bahsi kapamak istiyorum. Birincisi Osmanlı geleneğine uygun olarak beş yaşında bir çocuğun nasıl mektbe başladığını bize anlatıyor.
“1889’da, yeni yaptırmış olduğumuz evde, mektebe başladım. Mektep, Sultan Murad Camii’nin mihrabı arkasında Yeni Mekteb denilir, beyüz senelik bir vakıftı.
Mektebe başlayışım kadim an’aneye tamamiyle uygun oldu. Erkenden muallim-i evvel Sabri ve muallim-i sani Gani efendiler bizim selamlığa geldiler; çarşıdan bana savatlı bir divit, boyundan geçirilir, sırmalı bir cüzdanlık alınmıştı. Gani Efendi kalem açtı, divitin mürekkebine batırdı. Bir Rabbi yessir yazdı. Sonra üstüne şeker döktüler, bana o yazının mürekkebini şekerli şekerli yalattılar.
Dışarıda bahçede, meydanda bekleyen mekteb çocuklarına birer külah şeker dağıtıldı. Nihayet bu çocuk kaafilesi
“Şol cennetin ırmakları,
Akar Allah deyu deyu...
Çıkmış Tanrı melekleri
Bakar Allah deyu deyu..”
İlahisini cumhurca “ırlayarak yola düzüldüler.
Davetliler vardı, onlar şerbet içtiler, kuşaklarını ve ceplerini şeker külahlarıyle doldurdular, o aralık, zahir ürkmiyeyim diye, beni bir araba ile ayrı bir yoldan, Saat Bayırından mektebe ilettiler. Annemin hazırlamış olduğu bir şilteyi, muallim Gani Efendi’nin hoca makamı olan, yarım kavis, mihrabımsı yerin arkasına koydular. Maarif alemine girişimin ilk günü budur.”
Bir alıntı da “Balkan’a Seyahat”ten yapalım. Büyük edibin hasret duygularına kulak kabartalım:
“Bir Türk gönlünde nehir varsa Tuna’dır. Dağ varsa Balkan’dır. Vakıa Tuna’nın kıyılarından ve Balkan’ın eteklerinden ayrılalı kırk üç sene oluyor. Lakin bilmem uzun asırlar bile o sularla o karlı tepeleri gönlümüzden silebilecek mi? Zanneder misiniz ki, bu hasret yalnız Rumeli’nin çocuklarının yüreğindedir? Rumeli toprağına ömründe ayak basmamış bir Diyarbekirli Türk de aynı hasretle bu türküyü söylemiyor mu?
Gözde tüter dumanları
Bak Şıpka’nın Balkanları
Hala sızlar al kanları
Ayrılmıştık otuz sene
İşte Şıpka geldik yine.
İstanbul’dan Burgaza vapurla, Burgaz’dan da Sofya’ya trenle geçen Yahya Kemal yol üzerine gördüklerini, Sofya’da kaldığı müddet içerisinde Bulgar siyesetine dair müşahedelerini, İstanbolof’un kurnazlığını, Sobranya’da İstanboliyskiyi dinleyişini, Bulgar tiyatrosuna gidişini , Sofyalı Bali Efendi’nin türbesini yıkan papazı nasıl çarptığını, Sofya’nın imarına dair düşüncelerini aktarır bize.
Yahya Kemal, Bulgarların siyasi liderler etrafında değil de şair İvan Vazof etrafında birleştiğini müşahede eder. “Elli seneden beri Bulgarlığın domuzundan kırmızı biberine kadar bütün millilikleri ile teganni eden bu ihtiyar şairi, akşam üstleri Sofya’nın Panah kahvesinin taraçasında oturur görüyordum. Önünden akan bu halk ona hâlikına (yaratıcısına) bakar gibi bakıp geçiyordu... Ziyaretine gitmemi teklif ettiler; Beşi bir süngüde ünvanlı bir parçasını gördüğüm için görmek istemedim. Ben orada iken ani bir ölümle öldü...”
Vazof için yapılan görkemli cenaze merasimini ayrıntılarıyla anlatan Yahya Kemal, bu bahsi şöyle bitiriyor:
“Ah esaret ne feci cilvelerin vardır! O gün cenazede tabii bilıztırar Vazof’un menfuru Türklerin de heyetleri vardı! Ben o fesli kafileye hüzünle bakarken, gafil Türklerimizden biri “Bizde yazık ki böyle büyük bir şair yetişmedi”, dedi. Fuzûli’yi, Bâkî’yi, Nef’î’yi, Nedîm’i, Gâlib’i, Hamîd’i Vazof’a göre bu Himalaya tepelerini düşündüm. O Türk’ün yüzüne baktım...Cehalet gözüme esaretten bin kat feci göründü.”
Not: Balkana Seyahat kitabının Osmanlıcasını PDF formatında satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

2 Kasım 2010 Salı

"RAZGRAD OLAYLARI" OLARAK TARİHE GEÇEN HADİSE

Razgrad Olayları, 20 Nisan 1933'te Bulgaristan'ın Razgrad şehrindeki Türk mezarlığının bir grup Bulgar tarafından yerle bir edilmesiyle başlayan ve devam eden süreçtir.

İstanbul'da başta Milli Türk Talebe Birliği'nin tertip ettiği büyük bir protesto gösterisi düzenledi. Öğrencilerin İstanbul'daki Bulgar mezarlığına çelenk koyarak başlattığı gösteri daha sonra büyüdü. Olaylar 2 gün sürdü, birçok öğrenci gözaltına alındı. Basın öğrencilerin arkasında yer alan yazılar yazdıysa da MTTB kapatıldı.

7 Şubat 2009 Cumartesi

Birinci Dünya Savaşından Posta Pulu



Ressam: Willy Stieborsky
Şahıslar: Vilhelm ІІ, Ferdinand, Mehmed V, Frantz Yosif
Yazı: Viribus - Unitis
Birinci Dünya Savaşı
Yayınladığı yer: Viyana
Posta pulu

Kaynak: Bulgar Milli Kütüphanesi, Dijital ortam

http://193.200.14.178/scripts/cgi/dwis.pl

10 Ekim 2008 Cuma

Pomakların, Kuman Türklerine dayanan tarihi geçmişi vardır


Yazan: Basri Zilabid

Pomaklar, Balkanlarda Pomakça konuşan Müslümanlara verilen bir addır. Pomakların, Kuman Türklerine dayanan uzun bir tarihi geçmişi vardır. Kuman Türkleri miladi 916 yılında Kuzey Çin’den ayrılarak önlerine çıkan Ruslarla savaşıp, XI. ve XII. yüzyılda Ukrayna ve Romanya üzerinden Balkanlara inmeğe başlayan bir Türk kavmidir. İlk olarak kuzey Bulgaristan’a daha sonra güneye doğru inerek Rodoplara ve Makedonya’nın doğu kısımlarına yerleşmişlerdir. Yerleştikleri bölgelere Kumanova, Kumantsi, kumança gibi isimler vermişlerdir.
Kuman ve Peçenek Türkleri’nin 1087’de kurdukları federasyonun 1091’de yıkılması neticesinde Kuman Türk boylarından birçoğu Romanya, Macaristan, Avusturya ve Çekoslovakya içlerine kadar giderek gayri Türk unsurların içinde Hıristiyanlığı kabul etmişler ve etnik varlıklarını kaybetmişlerdir. Batı Trakya ile Rodop ve Prin bölgelerinin dağlık kesimlerinde ise bir hayli Kuman Türk boyu kalmıştır.
1065 yıllarından itibaren Bizans, Slavların güneye inmelerini önlemek amacıyla Konya’nın bazı kesimlerinden birçok Türk kabilelerini gayet tavizkar tekliflerle Teselya ile Makedonya ve Rodoplara götürüp iskan ettirmiştir. Bu kabilelerin 55-60 bin kişilik bir topluluk olduğu Bizans kroniklerinde belirtilmektedir. Daha sonra 1345 yılında Gazi Umur Beyin fütuhatına sahne olan bu bölgelere 100 bin kadar Yörük Türkmen iskan edilmiştir.
Anadolu’dan iskan edilen bu Türk-Müslüman grup-ları bu bölgede yaşayan Kuman Türkleri arasında İslamiyetin yayılmasında etkili rol oynamışlardır. Bu gruplar arasında şeyh, abdal, derviş, gibi İslam misyonerleri İslam’ın propagandasını yapmışlardır. Bulgar tarihçileri Zlatarski ve İreçek İslam Dini mis-yonerlerinin Bulgaristan’da İslam propagandasını yaptıklarını ve XIII. asra kadar İslam dininin bu yörelerde yayıldığını belirtmektedir. Tarihi verilere göre Kuman Türkleri’nin ihtida ederek Müslüman oluşları Osmanlı’nın bölgeye gelmesinden önceye rastlamaktadır.
Kuman Türkleri Anadolu’dan gelen Müslüman kardeşlerine maddi ve manevi yardımlarda bulunmuşlar, “öncü”, “ardcı” ve “ileri keşif” kolu olarak aktif görevlerde bulunmuşlardır. Slavlar Kuman Türk Müslümanlarına Osmanlı ordularına yardım ettikleri için yardımcı anlamına gelen “pomagaç” adını vermişler ve bu zamanlarda Pomak şeklini almıştır. Ancak bu kelime Osmanlı müelliflerinin eserlerinde geçmediği gibi, Pomak adına da hiçbir yerde rastlanmamaktadır. Bu tabir Türkçe eserlerde ancak 1877-1878 Türk-Rus harbinden sonra Balkanlar’dan gelen muhaceretler dolayısıyla rastlanır.
Pomaklar bütün tarihleri boyunca Osmanlı Devletine sadakat ile hizmet etmiştir. 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının elim neticeleri Rodopların Rus ordusu ve Bulgar komitacıların istila tehlikesine kaldığı vakit, Rodop Türkleriyle Pomaklar yine birlik ve beraberlik içinde düşmanlarını bu bölgeye sokmamışlardır. 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos andlaşması hükümlerine itiraz etmişler ve oturdukları bölgede “Muvakkat hükümet” kurmuşlardır. Bulgar-Rus kuvvetleri muahede şartlarını yerine getirmek için, Pomaklara saldırdılar. Pomaklar ve Rodop Türkler’i, aylarca mukavemet edip memleketlerine düşmanı sokmadılar. 1878 Haziran ayından itibaren büyük Avrupa devletlerinin ve Osmanlı Devleti’nin mümessilleri Berlin’de barış müzakerelerine başladıkları vakit, Rodoplar’da savaş devam ediyordu. Bu çetin mücadele Berlin’de toplanan kongre üzerinde etkili oldu ve çeşitli milletlerin temsilcilerinden oluşan bir heyet, Rodoplar’a gönderildi. Neticede Pomaklar arzularına kavuştular. Berlin Kongresi kararları gereğince müstakil bir “Şarkî Rumeli Vilâyeti” kuruldu ve Pomaklar’ın vatanı düşman istilasından kurtuldu.
Pomaklar’ın konuştukları dile gelince, % 30 Ukrayna Slavcası, % 25 Kuman-Kıpçakçası, % 20 Oğuz Türkçe’si, % 15 Nugayca ve % 10 Arapça’dan müteşekkildir. Buna göre Bulgarlar’ın iddia ettikleri gibi Pomakça’nın Bulgarca’nın bir şivesi olduğunu söylemeye imkan yoktur. Pomaklar bugün Bulgaristan güneyinde, Yunanistan’ın kuzeyinde, Makedonya’nın çeşitli bölgelerinde ve Türkiye’nin kuzeybatısında ve güney orta bölümlerinde yaşamaktadırlar. Bugün kendini Pomak kabul edenlerin sayısı 500 bini aşmaktadır.
Pomaklar umumiyetle zeki, çalışkan ve cesur insanlar olup, daha ziyade ziraat ve ticaretle ile meşguldürler. Şehirlerde oturanların çoğu Türkçe konuşur. Bunlar Türk-İslam medeniyeti içinde gelişmiş olduklarından, bugün duyguları ile Türklüğe bağlı yaşamışlar ve onun keder ve saadetini paylaşmayı bir vazife bilmişlerdir.

BİBLİYOGRAFYA
• ACAROĞLU, Türker, “Bulgaristan”, Türk Ansiklopedisi, VII/377-396, Ank. 1956
• (ALTINAY), Ahmet Refik, Türk İdaresinde Bulgaristan, Devlet Matbaası, İst. 1933
• AYDINLI, Ahmet, Batı Trakya Faciasının İçyüzü, Akın Yay., İst. 1971
• ÇAVUŞOĞLU, Halim, Balkanlarda Pomak Türkleri, Köksav Yay., Ank. 1993
• EREN, A. Cevat, “Pomaklar”, İA, İX/572-576, İst. 1964
• ----, “Pomaklara Dair”, Türk Kültürü, Sayı 4 (Şubat) Ank. 1963
• FEHER, Geza, Bulgar Türkleri Tarihi, TTK, Ank. 1999
• KONSTANTİNOV, Yulian, “Strategies for Sustaining a Vulnerable Identity: The Case of the Bulgarian Pomaks”, Muslim Identity an The Balkan State, London 1997
• MEMİŞOĞLU, Hüseyin, Pomak Türklerinin Tarihi Geçmişinden Sayfalar, Ank. 1991
• “POMAKLAR”, Müslüman Halklar Ansiklopedisi (MHA), İST. 1991
• “RODOPLAR VE POMAK TÜRKLERİ” , Türk Dünyası, Sayı 28, İst. 1973
• YÜCEL, Yaşar, “Balkanlarda Türk Yerleşmeleri ve Sonuçları”, Bulgaristan’da Türk Varlığı (Bildiriler) TTK, Ank. 1992.

3 Haziran 2008 Salı

ULUSLARARASI FİLİBE CUMA CAMİİ KONFERANSI

T.C FİLİBE BAŞKONSOLOSLUĞU HİMAYESİNDE
7 Haziran 2008'de Bulgaristan'ın ikinci büyük şehri Plovdiv'de Uluslararası Cuma Camii Konferansı düzenleniyor. Yer: Uluslararası Plovdiv Fuarı, Kongre Merkezi "Plovdiv" Salonu
Ayrıntılı bilgi için: http://www.cumamosque.com/

07 HAZİRAN 2008 CUMARTESİ
08:30-09:00 KAYIT
09:00- 10:30 AÇILIŞ KONUŞMALARI
10:30- 10:45 ARA
10:45- 12:15 BİRİNCİ OTURUM (SANAT TARİHİ)OTURUM BAŞKANI: Prof.Dr.Zekai CELEP
21.YY PERSPEKTİFİNDEN BULGARİSTAN’IN OSMANLI MİMARİ MİRASI Dr.Stephan LEWIS
BALKANLARDAKİ OSMANLI MİMARİSİ HAKKINDA DÜŞÜNCELER VE PLOVDİV CUMA CAMİİ. Dr.Maximilian HARTMUTH
FİLİBE TARİHİ TOPOGRAFYASINDA HÜDAVENDİGAR KÜLLİYESİ.Prof.Dr.Gönül CANTAY
FİLİBE HÜDAVENDİGAR CAMİİ’NİN OSMANLI MİMARİSİNDEKİ YERİ.Yard.Doç.Selçuk SEÇKİNBULGARİSTAN- PLOVDİV (FİLİBE)’DEKİ MURAD HÜDAVENDİGAR (CUMA) CAMİSİ’NİN SON RESTORASYONLAR DOĞRULTUSUNDA MİMARİ VE SÜSLEME BAKIMLARINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.Yard . Doç.Musatafa ÖZER
TARTIŞMA
12:15-13:45 ÖĞLE ARASI
13:45-15:15 iKiNCi OTURUM (MiMARi)
OTURUM BAŞKANI: Mimar Sava RADEV
PLOVDİV 1.MURAT CAMİİ YAPISAL RESTORASYONU
Ö.g Mim.Hasan TURHAN- ikinci yazar – Mim.İsmail HATİPOĞLU
PLOVDİV (FİLİBE ) MURAT HÜDAVENDİGAR (CUMA)CAMİİ YAPISAL RESTORASYONU. Konservatör Celaleddin KÜÇÜK
1.MURAT HÜDAVENDİGAR CAMİİ RESTOROSYONU,MALZEME İSTATİKLERİ VE ŞANTİYE ANILARI.
Mim.İsmail HATİPOĞLU
MURADİYE CAMİİNİN YAPISAL VE DEPREMSEL TEPKİ ANALİZİ.
Prof.Dr.Zekai CELEP
TEMEL VE KUBBE SAĞLAMLAŞTIRMA.Müh.Georgi KALAIDJIEV
TARTIŞMA
15:15-15:30 ARA
15:30-17:00 ÜÇÜNCÜ OTURUM (DUVAR RESİMERİ VE YAZILARI)
OTURUM BAŞKANI:Prof.Dr.Gönül CANTAY
PLOVDİV (FİLİBE ) MURAT HÜDAVENDİGAR CUMA CAMİİ DUVAR RESİMLERİ RESTORASYONU.Konservatör N.Mine YAR
FİLİBE 1.MURAT HÜDAVENDİGAR CAMİİ YAZI PROGRAMI.Yrd. Doç. Ali Rıza ÖZCAN
PLOVDİV CUMA CAMİİ DUVAR RESİMLERİNİN DİJİTAL DÖKÜMANTASYONU.Restoratör Emine KARAMAN ikinci yazar – C. KÜÇÜK, N.M. YAR
FİLİBE CUMA CAMİİ’NİN VE DUVAR RESİMLERİNİN UÇ BOYUTLU TANITIMI.Grafiker Teodora TASHEVA - N.M. YAR
17:00- 17:30 TARTIŞMA VE KAPANIŞ.

20 Nisan 2008 Pazar

"Rumeli'nin Önemli Bir Şehri Lofça'da, Osmanlı'nın İzleri"

Yazan: Neval Konuk

Lofcadaki Osmanli Mimari Eserleriyle ilgi olarak, Türk Traih Kongresi'nde sunulmus; Rumeli'nin Önemli Bir Şehri Lofça'da, Osmanlı'nıın İzleri" adli bir tebligim bulunmaktadir. Lofçadaki bu eserlerin haricinde arşiv belgelerinden ve çeşitli kaynaklardan 63 Osmanlı eserinin tespit edildigi ortaya çıkmaktadır.
Ayakta Olan Eserler:
1-Arasta Köprü: Osmanlı doneminde, 1874’te insa edilmiştir. Koprunun, üstü kapalı olup, iki yanında ahşap altmışdört dükkân yer almaktadır. Bu mimarîsiyle, Balkanlarda günümüze gelebilen tek Osmanlı çarşılı köprüsüdür. Mimar, Koljo Fiçoto tarafından, yapılmıştır. 1925 yılında yanmış, 1931 yılında ise yeniden inşa edilmiştir.Şu anda mevcut halini ise, 1982 yılında elde etmiştir.
2-Hacı Hüseyin Camii:
Şehirde, günümüzde ayakta kalan tek camidir. Opalçenska Caddesi, eski adıyla Eski Cami (Çingan) mahallesinde bulunur. Minareye çıkış, batı cephesindendir. Ama, minaresi yıkılmıştır. Machiel, Kiel’e göre, şehirde ayakta kalan son cami yıkılmıştır. Muhtemelen, kendisi Lofça’ya gitmemiştir. Gittiyse bile bu camiyi tespit edememiştir. 1950’lere kadar faaliyet gösteren eser, günümüzde de Cuma günleri ve bayramlarda kullanılmaktadır. Kitabesine göre, Hacı Hüseyin tarafından hicrî 1170 (milâdî 1756-57)’de inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlı olan cami; dıştan 11.87m. x 16.79m. ölçülerindedir. Yapı, kırma çatı ile örtülüdür. Günümüze gelinceye kadar çok sayıda onarım geçirdiği, cephe düzenlerindeki düzenleme ve malzeme farklılıklarından anlaşılmaktadır. Kitabesinin transkripsiyonu şu şekildedir:

“Rumeli aklâmının matlubu Hacı Hüseyin
Mazhar-ı hayr-hân eylemiş ânı hüdâ’
Lofça ahâlisini etdi bu hayr ile şâd
Sahib-i hayra duâ eyledi bay u küdâ’
Cevherî harf ile yaz sen dahi tarihini
Yapdı bunu câmi’i Hacı Hüseyin Ağa
Sene 1170

3-Yahya Paşa Hamamı:Üsküp’ün en güzel camilerinden birinin ve Balkanlardaki bir çok eserin bânîsi Gazi Yahya Paşa’nın hicrî 10 Recep 912 (milâdî 26.11.1506) tarihi ve buna ek olarak hicrî 14 Şevval 914 (milâdî 05.02.1509) tarihinde hazırlanmış zeyl vakfiyesine göre, Üsküp, Sofya, Niğbolu, Filibe ve İstanbul Kadırga limanında bir takım akarlar vakfedilmiştir. Gazi Yahya Paşa’nın bu iki vakfiyesi Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde 629 numaralı defterin 415-423. sahifeleri arasında kayıtlıdır. Vakfiyesinde, hayratlarına irâd olmak üzere Lofça’da bir hamam kayıtlıdır. Yahya Paşa Hamamı, günümüzde Todor Startiev Caddesi, Varoşa Mahallesi, Nu.:2’de yer almaktadır. Bu mahallede 400 civarında Türk yaşamaktadır. Hamam, yaklaşık olarak 20 senedir aslî fonksiyonunu sürdürmemektedir. Yanında yeni yapılmış ek bina vardır. Günümüzde yapı, yakınındaki ekmek fırını için odun deposu olarak kullanılmaktadır. Eser, erkekler hamamı olarak inşa edilmiştir. Soyunmalık, tek kubbeli büyük bir mekândır. Kubbeye geçiş tromplarla sağlanmıştır. Kare bir sıcaklık etrafında halvetler yer alır. Girişi, kuzeydedir.

15 Nisan 2008 Salı

LOFÇA HAMAMI VE CAMİSİNİN SON HALİ

Lofça'da Osım nehrinin hemen kenarında bulunan bir tek camidir. Kapısının hemen üstünde bulunan Osmanlıca kitabede Hicri 1170 tarihi yazılıdır. Miladi olarak 1756 yılına denk gelmektedir. Resimde de görüldüğü üzre kapının sol tarafına spreyle haç çizilmiş, sağ tarafına ise Ay Yıldız çizilerek üstüne çarpı işareti konmuştur. Lofça'da ve etraf köylerde az sayıda da olsa müslüman yaşamaktadır. Ancak caminin imamı yoktur ve ne cuma ne de vakit namazı kılınmaktadır.
Caminin hemen yakınında bulunan hamam. 1990 yılına kadar umuma hizmet etmiş ancak daha sonra bir şirkete depo olarak kiralanmıştır.




Caminin yan sağ taraf duvarı.




LOFÇA'DA OSMANLI EVLERİ







29 Mart 2008 Cumartesi

BULGAR TÜRKLERİ TARİHİ


Şuandaki Bulgarların Türk soyundan geldiklerini delilleriyle ispatlayan Macar yazar Geza Feher'in kitabı. İyi okumalar.

26 Mart 2008 Çarşamba

НАСИЛСТВЕНОТО ПОКРЪСТВАНЕ НА ПОМАЦИТЕ

На 5 октомври 1912 г. избухва първата Балканска война. Надеждите и ентусиазма на цяла България бликат и от печата. Дори и най-критично настроените опозиционни вестници одобряват този политически и военен акт като истинско обединение на християнските балкански държави срещу „азиатския нашественик”. Турция трябва да бъде прогонена от балканските земи, а освободените територии да бъдат поделени. И докато всички погледи са вперени в разиграващите се бойни действия, в тила се случват не по-малко драматични събития.
Още в първите месеци на войната, по инициатива на Българската Православна Църква, с подкрепата на цар Фердинанд, правителството на Гешев и ръководството на ВМРО, започва покръстването на помаците.
„Моментът – както пише Ст. Шишков- беше много рядък, най-удобен, най-благоприятен, тогава всички основания бяха и човешки и християнски и правоверни.” Това означава, че ходът на политическите събития позволява провеждането на асимилационна политика без излишен шум и гласност. Дори опозиционните вестници, традиционно критикуващи всяка стъпка на правителството, не поместват информация по въпроса чак до края на 1913 г. Единствено „Църковен Вестник” публикува статии, пропагандирайки започнатото под ръководството на пловдивския митрополит Максим покръстване. От страниците на печата помаците са обвинени открито в антибългарски действия в най-критичните моменти от освободителната борба - Априлското въстание /1876 г./ и Руско-турската война /1877-1878 г./: „...в помаците някога наши братя и сестри, ние сме имали най-големи, най-жестоки и най-фанатизирани врагове...”. Но веднага следва уговорката : „ Ала за това те не са виновни, тяхната съдба се знае, тя е най-злочеста...”
Помаците са планински жители, които според част от битуващите на официално ниво схващания са насилствено ислямизирани в хода на османското нашествие. Изолирани от българите тъй като са мюсюлмани и от турците заради езиковите различия, а вероятно и поради презрението към „неофитите”, те се обособяват като едно затворено общество съчетало мюсюлманската религия с българския език и обичаи. С избухването на Балканската война за тях настават тежки дни. Изгрелият мираж на „Велика целокупна” България поражда нови тревоги, касаещи религиозната принадлежност. „Разните вери носят разни чужди идеали”- пишат пазарджишки общественици до министър предеседателя Ив. Ев.Гешов и споделят, че по време на робството българите са изгубили милиони свои сънародници, станали гърци, румънци или турци. „На църквата предстои да потърси пасомите си.”, което значи да ги побългари чрез вярата. За първа мишена са определени помаците от освободените територии. Тяхната християнизация според инициаторите на покръстването е единственият начин да се преодолее пропастта, зееща между българите християни и мюсюлманската душа на помаците.
И така в условията на еуфория от победите на българските войски от края на 1912 г. до лятото на 1913 г. са покръстени стотици населени места /села, махали, колиби/ в Родопите, Западна Тракия и Македония. Покръстените в тези области са приблизително 200 хиляди души. Няма място за избор: „Поставихме въпроса прямо на помаците – че те трябва да се кръстят”.Притиснати от църквата, от официалната власт, а и от бродещите чети, които тормозят помашкото население и всяват страх, помаците бързо преминават в редовете на християнската вяра.
Често кръщенетата се извършват масово за цялото село. Хората се свикват на мегдана, поръсват се със светена вода, целуват кръста и отхапват парче свинско месо – символ на отказа им от исляма. След това мъжете заменят фесовете с шапки, а жените свалят фереджетата и се забраждат. От своите кръстници християни, новопокръстените получават и християнски имена. Изказвания като: „Аз съм турчин, българско не щем!”, се определят като фанатични, а криещите се по домовете, са изкарвани с охрана и също кръстени. Има свидетелства за взривове на минарета, изнудвания, откупуване правото за запазване на религията, както и за истински човешки драми завършващи със самоубийства. Трудно е да се опише трагедията на тези хора, обвинени от инициаторите на покръстването, че 35 години са чакани да се проявят като българи, т.е. след Освобождението да отхвърлят исляма.
Насилствената смяна на религията преобръща целият им свят. Макар и запазили българския език, техният мироглед векове наред е пречупван през мюсюлманската вяра. Смяната на имената им, свалянето на фереджетата от жените, чийто лица би трябвало да са скрити за чужди очи, заставянето на мъжете, имащи повече от една съпруга да отпратят втората, принудата да отхапят парче месо от животно, което те като мюсюлмани смятат за нечисто, е ТИРАНИЧНА намеса в техния живот. И макар официално Църквата да тръби, че покръстването е доброволно, а желанието за това идва едва ли не от самите помаци, докладите на църковните мисионери разкриват истинското отношение към ставащото: „Особено на старите хора се забелязва, че им е голяма мъка новата вера”. Активната и пасивна съпротива на помаците е често срещано явление, и тя придобива различни форми и размери в зависимост от успехите на българската армия по бойните полета.
В началото на 1913 г. жителите на селата Ер Кюприя (или Ер Кюпрю, от 1934 г. Мостово), Дряново и Богутево изпращат писмо до председателя на Народното събрание С. Данев, в което протестират срещу насилието при християнизацията и откровено правят аналог с помохамеданчването им преди 500 години. Писмото е анонимно. Авторите не са посмели да поставят имената си. Това не е единственият документ с който помаците ще се опитат да изразят своя протест, но той както и всички останали остава без резултат.Покръстванията продължават, а помаците намират своите начини да заобикалят новите християнски правила, като например бързите годежи на 12-13-годишни момичета и момчета, за да се избегне сродяването с християни. Ходжите системно заплашват по-податливите помашки семейства с разправа, а богатите често укриват някои от тях по домовете си . Много бащи не допускат поповете в къщите си, и според последните този „азиатски фанатизъм” възпрепятства спасението на техните домочадия, както и освобождението на жените им, каквото само християнството може да даде.
Често мъжете бягат в планините или кръстосват със свои или чужди стада, далеч от домовете си, където могат да бъдат принудени да приемат кръщението. Според свещениците, за да се реши този проблем, собствениците на стадата трябва да бъдат кръстени по места, а останалите да бъдат върнати в селата и там да приемат християнството заедно със своите роднини, които били много неподатливи към новата вяра. Не може да не се отбележи находчивостта на църковните власти. Тяхна е инициативата за връщане по домовете на пленените помаци, участвали в турската войска, ако последните се съгласят да приемат кръщението. Тъй като пленниците трябва да подадат официални молби за това свое желание, тези документи се използват за бързото покръстване и на семействата им, „за да не изпаднат в трудно положение кога се завърнат у свое си”.
Далновидно е и предложението на Църквата за отпускане пенсии на бившите ходжи. Какъв по-добър начин за париране на острата им съпротива, от даването им на алтернатива за отцеляване? След всичко споменато до сега е трудно да се повярва, че някои от помаците приемат и доброволно християнската религия, но такива има, а съобръженията са различни. Някои от тях, според църковните власти, са участвали в ексцесии над българското християнско население и справедливо се опасяват от възмездие. Други са военнопленници, които се кръщават, за да се завърнат по домовете си. Трети, наистина многобройни молби са свързани с икономическия фактор. Някои от селата са опожарени, в домовете, особено на участващите във турската войска войници се гладува, а към зимните месеци се прибавя и разразяването на холерна епидемия.
Много от помаците са ограбвани от християните и на Пловдивската митрополия и се налага да призовава своето паство да връща присвоените вещи. Църквата организира благотворителни акции и раздава помощи за „изстрадалото помашко население”, „за тези завърнали се към вярата братя.”