BASRİ ZİLABİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BASRİ ZİLABİD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Eylül 2015 Salı

BULGARLAR’DAN YENİ TAKTİK - OSMANLI CAMİLERİNİ İADE ETMEMEK İÇİN PUTPEREST KİLİSESİ KURDULAR

BULGARLAR’DAN YENİ TAKTİK - OSMANLI CAMİLERİNİ İADE ETMEMEK İÇİN PUTPEREST KİLİSESİ KURDULAR

Basri Zilabid
BTG Editörü

Bulgaristan’ın en yüksek tirajlı Trud (Emek) Gazetesi’nin 27.09.2015 tarihinde manşetten verdiği habere göre Sofya Mahkemesi ilk Putperest Kilisesi’nin kaydını yapmış. Putperest Kilisesi’nin sözcüsü Hristo Boyçev’in ifadesine göre, söz konusu kiliseyi kurmalarının sebebi Ortodoks kilisesi ile Bulgaristan Müftülüğü’nün ulusal kültür anıtlarına (Osmanlı camileri ile tarihi kiliseler kastediliyor) yönelik talepleri imiş. “Eskiden birçok cami ve kiliseler putperest tapınakları üzerine yapılmış, bu da bize davalarda taraf olma hakkını verecektir.” diyor sözcü…

Sofya Şehir Mahkemesi, Putperest Kilisesi’nin ilk kayıt taleplerini “inanç ve ibadet şekillerinin yeteri derecede açık olmaması” sebebiyle reddetmiş ancak vaki olan ikinci taleplerini 10 Ağustos 2015 tarihinde kabul edip, Nikolay Vıjarov, Hristo Boyçev (yazar ve tiyatrocu), Tonço Tokmakçiev (artist), Elena Vataşka (futbol taraftarı) ve Svetozar Filipov’u (ilk Bulgar ekzarhı Antim soyundan) kurucu heyet olarak tescil etmiş.
Fikir iki yıl önce Bulgaristan Müslümanlarının Osmanlı camileri için yoğun bir hukuki mücadeleye girişmesinden sonra ortaya çıkmış
Putperest Kilisesi Sözcüsü Hristo Boyçev: “Kilisemizi iki yıl önce Müftülüğün ve Ortodoks kilisesinin ulusal kültür anıtlarını faal ibadethane olarak kullanma ve sahiplik iddialarında bulunması üzerine kurduk. Neden bunları talep ediyorlar. Gelir kaynağı için… içeride mum satmak için…
Bugün, ister Ortodoks kilisesine ister müftülüğe ait olsun birçok mülk ile kilise ve camiler eski Trak mezarları veya tapınakları üzerine inşa edilmiştir. Müftülük Karlova camiini istiyordu, Ulusal Arkeoloji Müzesi için talepleri vardı. (Fatih’in veziri Koca Mustafa Paşa’nın Büyük Camisi kastediliyor.) Ortodoks kilisesi ise Rotondayı istiyordu. İşte Bulgar kültür mirasını ilgilendiren bu gibi sebeplerden dolayı biz derneğimizi kurduk. Artık bizde mabetlerle ilgili davalarda müdahil olabileceğiz.”
Putperest Boyçev’in sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla maksatları putperest ayinleri yapmaktan ziyade Müslümanlara ait olması gereken Osmanlı camilerinin iade sürecinde sözüm ona hukuki müdahalelerde bulunabilmek. Resmiyette “dini cemaat” kurdukları halde “dernek”ten bahsediyor olması onların gerçek niyetlerini açığa çıkarıyor.
Şuan resmi olarak Bulgar devletine veya belediyelere ait olan ancak Bulgaristan Başmüftülüğü’nün iadesini istediği Osmanlı camileri ve eserlerinden bazıları
Sofya: Büyük Camii (Koca Mahmud Paşa Camii), Kara Camii
Filibe’de: Taşköprü Camii, Çifte Hamam, 100 dönüm Türk mezarlıkları
Vratsa: Eski camii
Dupnitsa: Ahmet Bey Camii
Vidin: Konak ve Postahane
Eski Zağra: Hamza Bey Camii
Köstendil: Fatih Mehmed Camii
Samokov: Bayraklı Camii
Kırcaali: Medrese binası
Razgrad: Makbul İbrahim Paşa Camii
Yambol: Bedesten
Gotse Delçev: Karaca Paşa Camii
Varna: Üç vakıf binası
Ezerovo köyü: cami ve medrese 

27 Ağustos 2015 Perşembe

Bulgaristan İlâhiyat Mezunları Derneği'nden önemli bir hizmet

Prof. İbrahim Sezgin ile

Trakya Üniversitesi Merkez Kütüphane Müdürü Recep Zogo ile
Bulgaristan İlâhiyat Mezunları Derneği'nden önemli bir hizmet
Adı Bulgaristan Yüksek İslâmî Eğitim Mezunları Derneği (BAZVİO) olup 2013 yılında tesis edilen sivil toplum kuruluşu Bulgaristanlı ilâhiyatçıları geliştirmek, yetiştirmek ve hizmetlerini artırmak amacıyla kuruldu. 100’ün üzerinde üyesi olan dernek, kuruluşundan bu yana Bulgaristanlı ilâhiyat mezunlarının eğitim düzeylerini ve becerilerini artırmaları ve diğer ülkelerdeki benzerleri ile iletişim içerisinde olmaları için değişik faaliyetler yapmaktadır. Derneğin son projesi Osmanlıca vesika ve kitabeleri okuma kursu düzenlemek oldu.
Proje kapsamında Edirne’de 17-21 Ağustos tarihleri arasında Edirne’de düzenlenen seminerefarklı alanlarda hizmet eden 13 ilâhiyat mezunu katıldı. Çalışma, dernek Başkanı Dr. Sefer Hasanov’un girişimiyle Trakya Üniversitesi ve Edirne’de hizmet veren Hasan Sezai Vakfı’nın destekleriyle gerçekleşti. Bir haftalık program esnasında üniversite hocalarından Prof. Dr. İbrahim Sezgin, Prof. Dr. Ali İhsan Öbek, Doç. Dr. Cumhur Ün ve Edirne Yazma Eserler Kütüphanesi Müdürü Musa Öncel uygulamalı olarak Osmanlıca vesika, edebi eser, kitabe ve mezartaşlarının nasıl okunacağını öğrettiler. Bu kapsamda ferman, berat, telhis, sicil, arzuhal vs. türden vesikalar, Selimiye, Beylerbeyi ve Üç Şerefeli Camileri hazirelerindeki ve Arkeoloji ve Etnografya Müzesinde sergilenen mezartaşları ve kitabelerden örnekler tanıtıldı ve okundu. Aryıca Edirne tarihi ve divan edebiyatı ile ilgili eserler okunup değerlendirildi.
Seminer boyunca büyük bir misafirperverlikle ağırlanan katılımcılar, dersler dışında Edirne’nin tarihî ve kültürel dokusuyla tanışma imkânı da buldular. Ayrıca Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yener Yörük misafirler onuruna bir akşam yemeği vererek projenin önemini ve bundan sonra da benzeri çalışmalara destek vereceğini ifade etti. Rektör, katılımcılara hatıra olması amacıyla aynı gün baskıdan çıkmış olan Prof. Dr. İbrahim Sezgin’in “Osmanlı Çingeneleri” eserini hediye etti, bu şekilde müellif de ilk kitaplarını imzaladı.
BAZVİO’nun ilk faaliyetlerinden biri olan seminer başarıyla tamamlanmış olup katılımcıların ısrarlı talepleri üzerine devamı beklenmektedir. Zira Bulgaristan’da hem Müslüman-Türk topluluğunun, hem de genel anlamda Bulgaristan tarihini ilgilendiren binlerce kitap, kitabe, mezartaşı, vesika, eşya vs. bulunmakta ve bunları okuyacak ve anlayacak çok az sayıda insan bulunmaktadır.
Prof. Ali İhsan Öbek ile

27 Kasım 2014 Perşembe

SOFYA’DA YAPILAN TERCÜME KONFERANSI -İzlenimler-



SOFYA’DA YAPILAN TERCÜME KONFERANSI
-İzlenimler-
Basri Zilabid Çalışkan
1990 yılından sonra demokratik hayatın Bulgaristan’a da yavaş yavaş girmeye başlamasıyla İslami kitaplar Bulgarcaya tercüme edilmeye başlandı. Bu faaliyet daha ziyade Pomak müslümanlarının dini bilgi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelikti.
Zamanla Pomak gençlerin bazısı Türkiye’ye bazısı da Arap memleketlerine ilahiyat eğitimi almaya gittiler ve ülkelerine döndüler. Onlar da bu hayırlı işe katkıda bulunmak arzusuyla kimi Arapça’dan kimi Türkçe’den Bulgarca’ya tercüme işine giriştiler. Bunlardan bazısı halkın kullandığı dini dili/dini terminolojiyi yok sayarcasına, Osmanlı zamanında yerleşen dini terminoloji yerine bazen mahza Arapça kavramları bazen mahza Bulgarca tercümelerini kullanmaya başladılar. Birinci duruma örnek olarak “abdest” yerine “udu” , ikinci duruma örnek olarak ise rekât yerine “kolenopreklonenie” kelimelerini verebiliriz. Zamanla bu durum her platformda konu edilmeye, İslami dini terminolojinin tercümesi ile ilgili bir toplantının yapılması gerektiği dile getirilmeye başlandı. Prof. Teofanov’un yaptığı Kur’an tercümesine yönelik eleştiriler sıklaştı.
Nihayet Sofya Yüksek İslam Enstitüsüne bağlı İlmi Araştırmalar Merkezi kuruldu ve başına lisans ve yüksek lisansını Ürdün’de doktorasını da İngiltere’de tamamlayan Dr. Arif Abdullah getirildi.
İşte Dr. Arif Abdullah’ın gayretleriyle merkez ilk önemli icraatını gerçekleştirdi. Sofya’da bir tercüme konferansı ilanında bulundu. Ancak neredeyse konferans amacından farklı bir yöne kaymışken[1] öğrendiğimiz kadarıyla yapılan müdahaleler sonucu amacı gerçekleştirecek tebliğcilerin katılımı temin edilmiş. Konferans tecrübeli Bulgar oryantalistler tarafından ilgi görmüş buna mukabil genç Müslüman akademisyenlerden katılım olmamıştı.
İlk kanaatimiz böyle bir faaliyetin bir “çalıştay”a konu edilmesinin ve sadece Müslüman mütercimler arasında tartışılmasının daha faydalı olacağı yönündeydi. Hatta ilk duyuruyu gördüğümüzde tabiri caiz ise tepemiz atmış ve İlmi Araştırmalar Merkezi “hatalı başlangıç” (falstart) mı yapıyor demiştik. Ancak Başüftülük’ten yapılan müdahaleden sonra genç Müslüman akademisyenler de oldukça iyi hazırlanmış tebliğlerini sunmuşlar ve Bulgar arabistler/oryantalistler nezdinde medeni bir şekilde görüşlerini belirtmişlerdir. Bu toplantı Bulgar akademik çevrelerince genç Müslüman akademisyenlerin hem bir lansmanı/takdimi hem de bir milat olmuştur. Üç oturumdan oluşan sempozyumda ana hatlarıyla şunlar dile getirilmiştir:
1.       Dini terminolojinin birliği, Müslümanların birliğini sağlar. Aksi bir durum Bulgaristan Müslümanlarının bölünmesine sebep olur. Bu sebeple Osmanlı kültürüyle giren Arapça, Farsça ve Türkçe kaynaklı kelimeler muhafaza edilmelidir. Bunların saf Bulgarca karşılığı zaten yoktur. Çünkü Bulgar dil ve terminolojisi Ortodoks Hristiyan ruhun taşıyıcısıdır. Örneğin “Allah”, “Bog veya Gospod” değildir, olamaz. “Oruç” ile “Post” aynı şey değildir.
2.       Bu düşünceye karşı oryantalistler tercümenin geniş kitlelerce anlaşılabilir olması gerektiği ve bu sebeple hristiyan terimlerini kullanmanın kaçınılmaz olduğu fikrini öne sürmüşlerdir.
3.       Transkripsiyon meselesi de doğal olarak gündeme geldi ve bu konuda da Bulgar dili uzmanlarının bulunduğu bir toplantı yapılması lüzumu dile getirildi. Bu konuda konuşan Bayan Rayjekova “Haled”in yanlış doğrusunun “Halid” olması gerektiğini “Omar”ın yanlış “Umar”ın doğru olduğunu söyledi. Evet, bunlar Arapça bakımından doğrudur. Ancak Bulgaristan Müslüman toplumu açısından gerçekliğe zıttır. Arapça olan “Umar” Türkçe’de “Ömer” olmuş, Türkçe’den Bulgarca geçince de Yumer (Юмер) olmuştur. Doğrusu da budur. Tercümede de olsa tarihi yok sayamayız. Osmanlının dili ve kültüründen yoksun olan аrabistler yarım bin yılı yok saymaktadır. Kanaatimizce iyi bir Şarkıyatçı elsine-i selaseyi (Arapça, Farsça, Türkçe) bilmelidir.
4.       Tercüme, konusu ve hedef kitlesi bakımından farklılık arz edebilir. Bir romanla akademik bir eserin tercümesi aynı olmaz. Hedef kitle açısından Müslüman veya gayri Müslim olmak yine tercümeyi etkileyecektir.
5.       Harfi tercüme, tercüme değildir. Eseri tercüme edilen müellif çok iyi tanınmalı. Mütercim eserin ruhuna vakıf olmalı ve o ruhu çevirdiği dile vermelidir.
6.       Bulgaristan Müslümanları tarihinde misyonerler tarafından yapılan Bulgarca Kur’an Tercümesi ile Pomakları İslam’dan uzaklaştırma, Hristiyanlığa yaklaştırma faaliyetleri de yapılmıştır. Bu da tercümenin stratejik hedefler için kullanılabileceğini göstermektedir.

    İSLAM LİTERATÜRÜ’NÜN BULGARCAYA TERCÜMESİ SEMPOZYUMU
DÜZENLEYEN: SOFYA YÜKSEK İSLAM ENSTİTÜSÜ İLMİ ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
SOFYA, 22 KASIM 2014, SOFYA ST. KLEMENT OHRİDSKİ ÜNİVERSİTESİ

Sunucu: Dr. Emine Bayraktarova
Açılış konuşmaları: Dr. Mustafa Hacı, Bulgaristan Başmüftüsü ve YİE Rektörü
Prof. Tsvetan Teofanov, Sofya “St. K. Ohridski” Üniversitesi Klasik ve Yeni Filolojiler Fakültesi Dekanı,
Dr. Arif Abdullah, Sofya YİE  İlmi Araştırmalar Merkezi Müdürü
Akademik Stefan Vodeniçarov, Bulgaristan Bilimler Akademisi Başkanı

BİRİNCİ OTURUM: BAŞKAN PROF. STOYANKA KENDEROVA
 Doç. Mariana Malinova,
Arap uyanışı döneminde Rifaa Rafi at-Tahtavi (1801-1873) ve tercüme konsepti
Dr. Arif Abdullah,
İslam terminolojisini Bulgarcaya aktarmak: teolojik analiz
Dr. Velin Belev,
“Hal”den “kal”e geçişe dair
İsmail Çauşev,
İslam terminolojisini popüler formda açık ve anlaşılır kılma gayreti

İKİNCİ OTURUM: BAŞKAN DR. ARİF ABDULLAH
Doç. İbrahim Yalımov,
İslam dini lügatinde Osmanlı Türkçesi terimlerin işlevi
Doç. Pavel Pavloviç,
Gramer ve mana yönüyle Kur’an’da “Kalala” Kavramı (4: 12; 4: 176)
Murad Boşnak,
Bosna ve Makedonya’da kullanılan islami kavramlar
Baş Asistan İvan Dülgerov,
Kur’anda “İkame” kavramı (doğruluk/düzgünlük ve hakkaniyet)

ÜÇÜNCÜ OTURUM: BAŞKAN DOÇ. MARİANA MALİNOVA
Prof. Stoyanka Kenderova,
Osmanlı kaynaklarında özel isimlerle yer adlarının transkripsiyonu meselesi
Veselina Rayjekova,
Arap isimlerinin Bulgarcaya traskripsiyonu ve transliterasyonu: İbn Tufeyl’in “Hay bin Yakzan”ı ve el-Cahız’ın “Cimrileri” ve buradaki gerçekliklerin tercümesi
Dr. Kadir Muhammed,
Kelama Giriş (Yazar: B. Topaloğlu, Bulgarcaya tercüme eden Orlin Sıbev) kitabında İslami ıstılahların tercüme sorunları
Dr. Ahmed Lütov,
Başmüftülük yayınlarında kullanılan dini kavramlarla ilgili sorunlar



[1] Konferans ilan usulüyle yapıldığından ve ilk yayınlanan katılımcı listesinde biri hariç geri kalan tümü Bulgar oryantalistlerinden ibaretti ve konuları “tercüme” etrafında olmakla birlikte maksadı temin edecek durumdan çok uzaktı. Bu durum aşağıda verilecek tebliğler listesinden de görülebilir.



26 Şubat 2014 Çarşamba

ÖZGÜR YÜREK, Basri Zilabid (Bulgarca)

Свободно сърце

Скъпи читатели, в следващите редове ще се постарая да Ви запозная с едно свободно сърце, израснало в Кремълския дворец, подобно на Мойсей, в двореца на Фараона. Името му е Джохар Дудаев.
Отвоювалият свободата на Чечения Джохар Дудаев е роден през февруари 1944 година в чеченското село Ялхо. Току отворил очи за света, се запознава с руското насилие, заточението му започва, когато е едва петнайсетдневно бебе в ръцете на майка си. На 23 февруари 1944 г. родителите му биват заточени в Сибир.
Детството си прекарва в сибирските степи при много тежки условия за живот. Средното си образование завършва там. През 1962 г. се дипломира успешно във Висшето военно-въздушно училище "Тамбов", а през 1966 – във Висшия институт за инженерни пилоти за далечни полети.
През 1974 г. Джохар Дудаев завършва Военно-въздушната академия "Гагарин" и получава чин инженерен пилот I степен. Правителството на СССР го награждава общо с 12 медала и го издига в чин дивизионен генерал (генерал-лейтенант).
В историята на Съветския съюз Дудаев остава като първия мюсюлманин, командващ дивизия в стратегическите военно-въздушни сили.
Преди да стане държавен глава на Чечения, той се обявява против, потушаването на движенията за независимост в Балтийските републики, поради което бива наречен генералът бунтовник. През 1989 г. е на служба в командването на флотата на стратегическите военно-въздушни сили в Естония, където и получава заповед от Москва за въоръжено потушаване на започналите бунтове за свобода в Балтийските страни. Той обаче не изпълнява тази заповед, а отговаря така: "Няма да пусна бомби над народ, който се бори за свободата на родината си!"
Москва не може да преглътне това неподчинение и заедно с военното си поделение Дудаев е изпратен на заточение в Грозни. През май 1990 г. Джохар Дудаев подава оставка. Оттам насетне Русия, вече е бременна с много събития, начело на които ще застава все този бунтовен командир.
През месец ноември 1990 г. е поканен на Конгреса на чеченския народ, преименуван по-късно в Чеченски национален, а Дудаев е избран за председател на изпълнителния комитет на това народно събрание. По време на неуспешния опит за преврат срещу Горбачов на 18-21 август 1991 г. застава срещу организаторите на преврата. Впоследствие пък оглавява народното движение за събаряне на Чеченеко-ингушкото правителство, което подкрепя съмишлениците на преврата. Демократичните сили в страната, интелигенцията и целият чеченски народ го подкрепят. На изборите, проведени на 27 октомври 1991 г., получава 87 % от гласовете и е избран за президент на Чечения.
На започналата на 11 декември 1994 г. окупация и упражнявания от страна на Русия геноцид към Чечения, Джохар Дудаев отговаря така: "Докато и последният чеченец е жив, Русия няма да има власт над нас!" И обявява джихада, свещената война, на своя народ.
Чеченският народ начело с Джохар Дудаев в продължение на две години води великата си борба за независимост, докато накрая през месец май 1996 г. страната се прочиства от руснаците и добавя нова, златна страница в кавказката история.
Този лидер на свободата загина на 21 април 1996 г. вследствие на атентат.
Нека Аллах бъде милостив, а Дженнета негов дом.
Басри Зилябид

Вестник "Мюсюлмани", брой 8 (113), Ноември, 2002 година

6 Şubat 2014 Perşembe

BULGARCA İSLAM TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER (BULGARCA)

РАЗМИСЛИ ВЪРХУ БЪЛГАРСКИЯ
ИСЛЯМСКИ ТЕРМИНОЛОГИЧЕН РЕЧНИК

Басри Зилябид

В едно интервю на Бирали Бирали, Ходжата на Бирково Мехмед Табак казваше:
„Учехме арабския език посредством турския. Тоест с един чужд за нас език учехме друг чужд език.”
Питам се защо в онова време Исляма са го учили на турски и арабски. Защо помашките учени тогава не са писали на български, че учениците и другите хора да могат по лесно да изучат религията си.  Ако някой желае, нека помисли върху отговора на този въпрос, а аз ще мина към темата, „Как ще стане ислямизацията на българския език или казано по друг начин как ще превеждаме Исляма на български език”.
Преводът на ислямска литература на български език няма дълга история. След демократичните промени тогавашното ръководство на главно мюфтийство започна да издава скромна литература на български и на турски. Голям процент от населението на България така или иначе през комунизма се беше ограмотило.
Турците не бяха грамотни по отношение на собствения си език поради забраната на режима, но въпреки това не сме били свидетели, турци да изучават религията си от издания на български език. Защото за тях българският може да се използва в отношенията с българи но в никакъв случай в религията.
След 23 години демокрация въпреки, че сме много далеч от други балкански страни по брой издадена ислямска литература все пак се оформи един кръг от преводачи и издатели. Но какви принципи и правопис ще се следва при превода, засега не е уточнено и всеки превежда според своето разбиране.
Арабистите или ориенталистите немюсюлмани използват европейската транскрипция. Тази група изследователи в коментарите си за мюсюлманите в България игнорират целия османски период и в повечето случаи правят заключения позовавайки се само на арабски и/или английски източници. 
Османистите немюсюлмани понеже владеят повече турския език и по малко арабския използват османо-турския правопис на термините.
А какъв би трябва ло да е преводът на мюсюлманския изследовател? Тук искам да изразя личните ми възгледи:
Автентичният език на Исляма е арабският. С разпространението на Исляма много народи са приели тази вяра, така и турците. Турският език е бил чужд на Исляма. Някои ислямски термини са влезли в него от арабския а някои от персийския, защото персийският е първият чужд език влязъл в контакт с Исляма. В този случай пред турския стоят два езика чрез които той ще се ислямизира: единият оригиналния език на Исляма - арабския и втория ислямизираният персийски.
 Подобно на това което турския език е изживял смятам, че и българския трябва да изживее. Защото контактът на балканските народи с Исляма е станал чрез турския език. Тоест чуждиците в турския отнасящи се за Исляма трябва да се въведат и в българския. Всъщност те от векове насам са въведени но има някои моменти в които младите са откъснати от корените си. Трябва да сме твърди в използването на оригиналните термини (например да използваме „дуа” а не „молитва”), но не с арабска транскрипция а с османотурска (например да използваме „абдест”, „намаз” а не „уду”, „салят”) защото от векове наред тези термини вече са навлезли сред мюсюлманите.
Богат речник или уеднаквяване на термините? Понякога срещаме в преведените книги да се използва само „Пророкът” или „Пратеникът на Аллах”, например. Но смятам, че читателят трябва да разбере, че „Пророк, Пейгамбер, Пратеник, Неби, Расулюллах” са синоними, че Коран-и Керим и Свещения Коран или Аллах Теаля и Всевишния Аллах са едно и също нещо. В никакъв случай не трябва да се използва само едно и съща дума защото така се стеснява ислямския речник.
Един от важните проблеми е транскрипцията на личните имена: например, да вземем името на втория халиф. Умар, Омар, Омер или Юмер е той.
За личните имена съм мислил много. В записките си по Сийер на времето съм писал Умар, Омар, Омер... По правилото „куллю шейин йерджиу иля аслихи” и аз се върнах на Юмер. Защо? Защото мисля, че сегашния „Юмер” от село Рибново трябва да види себе си в Хазрети Юмер. „Фати/ъма” трябва да е „Фатме”...
Читателя трябва да осъзнае, че името което носи има дълбоки корени свързани с името на пейгамбера, семейството му, пророците, сахабетата и т.н.



29 Ağustos 2013 Perşembe

KISA GEZİNİN KÂRI...

Bulgaristan'a yaptığımız kısa gezinin karı dostları görmek, hal hatır sormak, bağları koparmamak bir de bir kaç kitap heybemize katmak oldu. İlk kitabın yazarı Stoyan Dinkov. Eserin başlığını Türkçe söyleyecek olursak Osmano-Roma imparatorluğu, Bulgarlar ve Türkî milletler. Bu kitabı daha önce tanıtmıştık ancak elimize geçmemişti şimdi artık yazarın ne dediğini kendi kaleminden okuyacağız.
İkinci kitap bir belge derlemesi, Rodoplar Derlemesi - 7. Bu kitapta Drujba Rodina'ya (Vatan Derneği) ait belge ve fotoğraflar bulunmaktadır. Bilmeyenler için kısaca söyleyelim bu derneğin amacı Pomak müslüman toplumunu önce Türklükten soğutmak, daha sonra da Bulgarlaştırmaktır. Bu kitabı Sofya'da bulunan Bulgar Bilimler Akademisi kitapçısınından sadece 2 levaya aldık (2,5 TL). Kitap kurtları için bu kitapçıda hem değerli hem ucuz kitaplar bulmanın mümkün olduğunu söyleyelim. Üçüncü kitap Bojidar Aleksiev'in Bulgaristan'dan Yedi Müslüman Aziz (Evliya) ismini taşıyor. Burada Sarı Saltık, Ali Koç Baba, Otman Baba, Kademli Baba Sultan, Akyazılı Baba, Kız Ana Sultan ve Demir Baba'dan bahsediliyor. Kitabın sonunda yaklaşık 20 sayfa İngilizce özet de verilmiş. Dördüncü kitabımız Sofya Yüksek İslam Enstitüsü'nün 4. Sayısını yayınladığı ilmi dergi, adı: Yıllık. Başmüftü Yardımcısı değerli dostum Vedat S. Ahmet Bey'in heybemize hediyesi oldu. Teşekkür ederiz. Bir kaç sahafa 1970'li yıllarda yayınlanmış "Tımraş" kitabını sorduk ancak bulamadık. BTG'nin değerli okuyucuları eğer bu kitabın bir yerde satıldığını görür veya duyarsanız lütfen bize bildiriniz. Şimdilik kalın sağlıcakla.. Basri Zilabid, BTG Editörü      






28 Haziran 2012 Perşembe

BİRLİĞİMİZ NEYE DAYANACAK?


Birliğimiz neye dayanacak?
Basri Zilabid
Yıllardır bu yazıyı yazmamak için kendimi frenliyordum. Ne zaman bir yazı yazmak istesem hep bu konu “beni ne zaman yazacaksın” dercesine devamlı rahatsızlık veriyordu. Ben ne kadar kaçsam da o beni kovalayacak, çünkü bu mesele “bizim” temel meselemiz... “Birlik meselesi.”
Bu konu her zaman gündemdir ve hiçbir zaman önemini ve sıcaklığını kaybetmez. İstanbul’daki üniversite hayatımdan sonra dokuz yıl – tam da HÖH’ün iktidar ortağı olduğu dönemlerde – Sofya’da arkadaşlarımızla beraber kurduğumuz bir sivil toplum kuruluşunda çalıştım.
Bulgaristan Türklerinin kendi aralarında “birliği” etnisiteye dayandırdığını gördüm. İnsanların ana müşterekleri “Türk” olmaktı. Burada din bile ikincil bir öneme sahipti. Dünya görüşlerinin neredeyse hiçbir anlamı yoktu. Bir solcu ile bir milliyetçi ve bir islamcı “Türklükleri” sebebiyle bir araya gelip diğer görüşlerini kendine saklayabiliyordu. Ben buna “Etnisite Birliği” diyorum.
Türklerin, Pomaklar ve Çingenelerle ilişkisine gelince, onlarla olan birlik meselesi “din birliği” çerçevesinde işliyordu. Ancak bunun topluluklar arasında çok güçlü olduğunu söyleyemeyiz.
Dışarıdan sosyolojik olarak baktığımızda – Başmüftülük hariç – seküler bir kuruluş olarak Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH) aslında Bulgaristan’daki sadece Türkleri değil 3 Müslüman topluluğunu bir araya getirmektedir. Ve bir anlamda “Din Birliği”ni oluşturmaktadır. (HÖH içerisindeki az sayıda Hıristiyan Bulgarların mevcudiyeti genel görüntüyü bozmaz onlar istisnalardır.) Ancak bu “Din Birliği” dediğimiz şey sadece görünürde oluşmuş bir neticedir. Üç toplumdan hiç biri bu netice hâsıl olsun diye HÖH’e oy vermemektedir. Ya ne için oy vermektedir? Siyaset arenasında hak ve özgürlüklerini müdafaa etme iddiasında olan “tek” parti oldukları için. Burada oy verenler parti ile ilişkilerini “Menfaat Birliği”ne dayandırmışlardır. Bir manada, “oyuma karşılık hak ve özgürlüklerimi savunup elde etmeni talep ediyorum”, demektedirler. Bu talepleri karşılanmış mıdır veya ne kadarı karşılanmıştır, sorusuna cevap ne yazık ki olumsuzdur. Eğer cevap olumlu olsa idi biz bugün “birlik meselesini” konuşmuyor olacaktık.        
Âcizane kanaatimce Balkanların tamamında olduğu gibi Bulgaristan’da da Türklük siyaseti yerine İslam siyaseti güdülmelidir. Türklük siyaseti Pomak ve Çingene kardeşlerimizi bizden uzaklaştırmaktadır, onları İslam siyaseti ile kucaklamak ve eşit Müslüman kardeşler olarak ilişkilerimizi geliştirmek durumundayız. Türkler kendi aralarında “Dil Birliği”ni, Bulgaristan Müslüman toplumu olarak ta aralarında “Gönül, Fikir ve İş Birliği”ni tesis etmek için çalışmalıdır. Gönül, fikir ve iş birliğini biraz açacak olursak, gönül birliğinden Türk, Pomak ve Çingene’nin birbirine saygı ve sevgisini, fikir birliğinden ülkü ve ideal birliğini, iş birliğinden zenginliği paylaşma ve arttırma anlaşılmalıdır.
Kanaatimce birliğimizin temeline etnisite birliği yerine din birliğini, Türkler arasında dil birliğini, Müslüman toplum arasında gönül, fikir ve iş birliğini sözde değil uygulama olarak gerçekleştirdiğimiz zaman epey bir yol kat etmiş olacağız. 

18 Nisan 2012 Çarşamba

Sofyalı Bali Efendi Türbesi’nde Bir Hatıra

Bali Efendi Türbesinin
Sofya kvartal Knyajevo'da
bulunduğu yer
Sofyalı Bali Efendi Türbesi’nde Bir Hatıra

Basri Zilabid

2006 yılındaydı Sofyalı Bâli Efendi Sempozyumu’ndan sonra BNT den bir programcı hanım "Ağustos ayı başlarında burada insanlar toplanıyor, türbeyi ziyaret ediyorlar ben de çekim yapmak istiyorum" demişti. O gün türbe kapısını açabilir misiniz... diye benden ricada bulundu. Ben de "yetkili olmamakla birlikte yakındaki fırıncıdan anahtarı temin eder, açarız" dedim. Çünkü anahtar Türkiyeli bir işadamının işlettiği fırında duruyordu.

Tarih yaklaşınca yanımda çalışan Aytoslu Beyhan Mehmed kardeşimle türbeyi bir ziyaret edelim dedik. Bir de baktık kilise bahçesindeki büyüyen otları papazlar biçtirmiş, arka tarafta kalan türbe çevresindeki diz boyu otlar olduğu gibi duruyor. Bu böyle yakışık almaz dedik ve Banyabaşı Camii’ndeki görevli arkadaşlara kosaları [tırpanları] olup olmadığını sorduk. Olumsuz cevap alınca Knyajevo’daki dükkanlardan iki orak satın aldık, oradaki otları iki üç saat çalışmayla güzelce kesip bir kenara topladık. Orakları da türbenin içine bir köşeye koyduk ki, daha sonra tekrar lazım olduğunda kullanılsın diye...

Gün geldi çattı… Hafızam beni yanıltmıyorsa 5 veya 6 ağustos olacak... Sofya'dan, İhtiman'dan, Kostinbrod taraflarından Çingeneler gelmeye başladı. Biz kapıyı açtık, televizyon için program hazırlayan Bulgar hanım benimle kısa bir röportaj yaptı daha sonra ziyarete gelenlere mikrofonu uzattı. Onların duygu ve düşüncelerini aldı.

Gelenlerden yaşlı bir dede bana:

-"Oğlum, biz her sene buraya geliriz ama hiç açık bulamayız, çok sağ olun, var olun!" dedikten sonra tabeladaki "Bali Efendi" ibaresi gözüne ilişti "biz onu Ali Baba" biliyorduk, dedi. Evet yıllar yılı terk edilmiş, bir kitabesi bile olmayan bu türbede yatan büyük Halveti Şeyhi Bali Efendi, zamanla Ali Baba olmuştu.

Türbeyi ziyarete gelenlerden birkaç aile arabalarından mangalları kasalarla biraları indirmeye başladılar, belli ki burayı içkili piknik alanına çevireceklerdi. Biz neye uğradığımızı şaşırdık. Buna nasıl engel oluruz diye düşünürken

-Burada ateş yakmak tehlikeli olabilir, kilise yetkililerinden izin aldınız mı? Deyiverdim. Papazların buna izin vermeyeceklerini zannederek… Tam o sırada genç papaz göründü. Çingene hemen yanına koştu ve:

-Papaz efendi, mangal yakabilir miyiz? Diye sordu. Papaz:

-Dikkatli olun, yangın çıkarmayın yeter, giderken iki bira da bize bırakın demez mi!

Biz, Kanuni Sultan Süleymanla mektuplaşmış bu büyük zatın ruhuna birer Fatiha ve üçer İhlas göndererek oradan ayrıldık.
Not: Bali Efendi Türbesi, Sofya’nın banliyösü olan Knyajevo semtindeki ana yol üzerinde bulunan Sveti Prorok İliya Kilisesinin hemen arkasında bulunmaktadır.