İSMAİL CAMBAZOV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSMAİL CAMBAZOV etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2012 Cuma

Ünlü Gazeteci, Canlı Aksiyon Adamı, Yetenekli İdareci Re’fet Rodoplu

Refet RODOPLU
Yazan: Dr. İsmail CAMBAZOV
Seçkin Türk gazetecisi Altan Deliorman’ın “Mustafa Kemal Balkanlar’da” başlıklı kitabını okurken biz Rodopluları yakından ilgilendiren enteresan bir olaya rastladım:
Balkan savaşları içinde (1912-1913) Ardino (Eğri Dere) de müftü bulunan Hasan Vehbi Rodoplu adında bir hoca, Osmanlı ordusuna yardım etmek için halktan altın para toplar. Bir heybenin iki gözüne yerleştirdiği 30 kilo altını sırtlıyarak Gümülcine’deki Osmanlı Başkonsolosluğuna götürür. Fakat et kafalı konsolos bu altınları kabul etmez.
-Doğu Rodoplar artık Bulgaristan’dır ve Sofya’daki Osmanlı Elçiliğine bağlıdır, der ve altınları oraya götürülmelerini tavsiye eder.
Böyle karşılamadan büyük hayal kırkılığına uğrayan müftü efendi asıl niyetinden ve kararından vazgeçmez. Gümülcine’den ter pülçek içinde dönerek sırtındaki haybeyi katırına yükletir, gecelikle keçi patekalarından tutar Sofya’nın yolunu. Dağdan tepeden yürüyerek bir haftada başkente varır ve Osmanlı Sefareti’ni bulur. Altınları tam Sefir Beye (Fethi Okyar) teslim ederken odaya genç, güzel sarışın bir Osmanlı zabiti (subay) girer. Sefir bey kendisine olayı anlatır. Bu zabit, sefarette askeri ateşe olarak çalışan kolağası (yarbay, pod polkovnik) Mustafa Kemal’dir. Olayı anlayınca kolağasının gözleri yaşarır.

-Böyle evlâtlara sahip bir milletin arkası hiç bir zaman yere gelmez, der.
Altan Deliorman’dan bu bilgiyi edindikten sonra iz sürmeye başladım. Hasan Vehbi Hoca’nın kimliğini araştırmaya başladım. Ne yazık ki, Eğri Dere’de, Kırcaali’de, Svilengrad’ta, Kırklareli’nde kendisini tanıyanlar bu dünyayı çoktan terketmişlerdi. Bazı yazılı kaynaklarda Hasan Vehbi Efendi’nin 1913 yılında Gümülcine’de kurulan Batı Trakya Federal Türk Cumhuriyeti’nin, Rodoplar Kesimi Başkanı, Kırklareli Müftülüğünden emekli eiken 1956 yılında yine burada ölüp toprağa verildiğini okudum.
Ancak bu iz sürme hepten boşuna gitmedi. Bir laf vardır, babasını ararken oğlunu buldum, derler. Benim işim de öyle oldu. Sofya Ulusal Kütüphanesi’nin Şarkiyat bölümünde eski Türkçe gazeteleri karıştırırken 1930-lu yıllarda çeşitli gazetelerde Kırcaali Türk Ruştiyesi öğretmeni Re’fet Rodoplu, Kırcaali Türk Ruştiyesi Müdürü Re’fet Rodoplu imzalarına rastlıyordum. Rodoplu soyadına bakılırsa bu aktif gazetecinin bizim taraflardan olacağı kanaatine vardım. Acaba kimdir filân derken bu zatın o ünlü müftünün büyük oğlu olduğunu öğrendim. Çok iyi bir rastlantı.
Ahmet Re’fet Rodoplu Kimdir?
1922 yılında Razgrat’ta çıkartılmaya başlanan daha sonra Sofya’ya taşınan ve başkentte 1927 yılına kadar yayın hayatına devam eden “Deliorman” gazetesini karıştırırken sık sık rastladığım Re’fet Rodoplu imzası dikkatimi çekti. Rodoplu soyadı ilgimi uyandırdı.
"Deliorman" gazetesi çıkmaz olunca bu imzanın 1925 yılında gene Sofya'da çıkmaya başlayan "Dostluk" gazetesine geçtiğini görüyoruz. Daha sonraları Re'fet Rodoplu 1928 - 1934 yılları arasında Vidin, Varna, Kırcaali'de yaınlanan "Turan" gazetesine geçiyor. Vidin'de çıkarılan "İstikbal" (1931 - 1932), Plovdiv'te yayınlanan "Rodop" (1929 - 1934), "Özdilek" gazeteleri Re'fet Rodoplu'nun derin anlam taşıyan ilgine fikir yazılarına sayfalarını açıyorlar. Yazılar, Rodoplu'nun büyük bir gazeteci, eğitmen, derin fikir adamı olduğunu gösteriyorlar. Her halde İstanbul medreselerinde beş on yıl okumuş bir bilgin olsa gerek, dedim. Geçen asrın 30-lu yıllarında en itibarlı gazetecilerden birisi haline gelen, üç-beş gazetede aynı zamanda yazan Re'fet Rodoplu'nun kimliği ile ilgilendim. Yaptığım araştırmalar karşıma gerçek değerli, eğitimi kıt, fakat çok okumakla kendisini yetiştirmiş, idealist, ülkücü bir fikir adamı çıkardı. '

Re'fet Rodoplu Eğridereli. Hem de içinden. Burada doğmuş 1901 ama, Mustafa Paşa (Svilengrad) kasabasında büyümüş. Çünkü babası, ateşin milliyetçi, ilerici din adamı Hasan Vehbi Efendi XX. asrın başlarında bu şehirde Osmanlı ilçe müftüsüdür. Asıl adı Ahmet olan (Re'fet takma gazeteci adıdır ve merhamet, acımak, yüce anlamlarını ifade eder). Rodoplu ilk okulu Mustafa Paşa'da bitirmiş, orta okulu artık Bulgaristan'a geçmiş olan Eğridere'de ikmal etmiştir. Bu okulun medrese mi, yoksa rüştiye mi olduğu bilinmiyor. Herhalde o yıllar da açılan özel Türk rüştiyesi olsa gerek. Idadiyeyl (lise) de Plovdiv'te bitirdiğini yazıyor gazeteler. Plovdiv'te okuması artık Birinci Dünya Savaşı yıllarına rast geliyor. Bu yüzden yüksek tahsiline devam edemiyor. 18 yaşındaki genç iş hayatına atılmak zorunda kalıyor.

Burada şu ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Ahmet Rodoplu'nun Plovdiv'te idadiye bitirmesi çok önemli bir meseledir, Kaynaklar bu idadiyeniıf herhangi yabancı bir kolej (Fransız, İngiliz, Alman koleji) olduğunu belirtmediklerine göre, demek o düz lisede okumuştur. 1915 - 1918 yıllarında Plovdiv'te Osmanlı idadiyesi bulunmadığına gore, Rodoplu Bulgar lisesi bitirmiştir. Dolayısı ile Eğridere'den Bulgar lisesi bitiren ilk Türk gencidir. Bu yüzden cebinde Bulgar diploması ile (ozamanlarda bu lise herhangi bir fakülteye denktir) hayata atılan Rodoplu'yu 1919 yılında Kırcaali'deki özel Türk rüştiyesinde ders verirken görüyoruz. Bu okulda öğretmen ve müdür olarak 15 yıl çalışan Re'fet Rodoplu bizim dağlarda yüzlerce ilk okul öğretmeni yetiştirmiştir. Ozamanlarda rüştiye tahsilli öğretmenler sadece en büyük ilokullarda bulunuyordu. Ahmet Re'fet Rodoplu'nun gazeteciliğe merak sarıp yazı yazmaya başlamasu, Kırcaaali rüştiyesinde öğretmenliği ve müdürlüğü sırasına rast gelmektedir. Birçok yazısının altında Re'fet Rodoplu - Kırcaali Türk rüştiyesi öğretmeni veya müdürü tamamlamasının bulunması da bunu göstermektedir.

Ahmet Re'fet Rodoplu'nun Bulgaristan Türk eğitim ve kültürüne, hele de Rodop Türklerine hizmeti sadece eğitim ve gazetecilik alanında değildir. Türkler arasında ulusal bilinci oluşturup şekillendirmek, kemalistlerin Türkiye'de hayatın her sahasında yaptıkları reformların Bulgaristan Türkleri arasında da uygulanmasını sağlamak için kurulan birçok toplumsal teşkilatta sorumlu görevler yüklenmiş ve aktif olarak çalışmıştır. Örneğin Bulgaristan'daki Türk ahalisinin eğitim ve kültür hayatında önemli rol oymyan "Muallim-i İslâmiye" (Türk Öğretmenler Birliği), gençlik ve spor cemiyeti "Turan" teşkilatında kurucu üye olarak sorumlu görevlerde bulunmuştur. Eğridere'de "Turan" cemiyetinin başkanlığını yapmış, teşkilâtın Rodoplar'da yaygınlaşmasına, şubelerinin artmasına gecesini gündüzüne katarak çalışmıştır. Ancak Rodoplunun dağlıların eğitim ve kültürünü yükseltmek suretiyle ulusal bilincini geliştirme çalışmaları, Bulgar Emniyetinin dikkatinden kaçmamıştır. Onun kemalistliği Bulgar şovenlerinin hoşuna gitmemiştir. Bu yüzden 1933 yılında çok sevdiği öğretmenlikten çıkarılmıştır. Gözüdönük Bulgar ırkçıları bununla da yetinmeyerek Trakya- Makedonya Komitası örgütü bu kahramanı idam etme kararı almıştır. Bu durumda Rodoplu canını kurtarmak, davasına Anavatan topraklarında devam etmek için Türkiye'ye sığınmak mecburiyetinde kalmıştır.

Ahmet Re'fet Rodoplu'nun çok taraflı yeteneği, bitmez tükenmez enerjisi, Türkiye'de daha da gelişmiş ve bol meyveler vermiştir. Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz yörelerinde bucak müdürlüğü, tahrirat kâtipliği, kaymakam vekilliği, belediye başkam yardımcılığı yapmıştır. Bütün bu idari mevkilere rağmen Rodoplu, daha Bulgaristan'da başladığı gazeteciliği de bir tarafa atmamıştır. 1930 yılında Ahmet Gültekin (Arda), Mustafa Uguz Peltek ve Terziköylü Hasanoğlu Mustafa ile birlikte Kırcaali'de çıkarmaya başladığı "Özdilek" gazetesini Lüleburgaz'a taşıdı. Bu gazeteyi bir süre hem tek başına çıkardı ve hem de onlarca Doğu Trkya gazetesinde okkalı yazılar yazdı. Bu gazetelerin listeleri sayfalara sığmaz, işte beşi-onu: Milli Gazete (Edirne), Trakya'da Yeşiyurt (Kırklareli), Edirne Postası (Edirne), Yeni İman (Tekirdağ), Batı Trakya (İstanbul), Önder (Keşan), Babaeski (Babaeski), Hür Fikir (Lüleburgaz), Yeni Fikir (Kırklareli), Ulus (Ankara), Vize Postası (Vize), Anayurt (Ankara), Birlik (Edirne), Tekirdağ (Tekirdağ), Kolay İlân (İstanbul) gazete ve dergilerinde sık sık Re'fet Rodoplu imzasını bulmak mümkündür. Rodoplu'nun Bulgaristan Türk basınında yazdığı yazıların ana konusu azınlık hakları, Türk okulları, kültürü meselesi idi. Türkiyedeki gazeteciliğinin ana konusu ise Bulgaristan Türklerinin durumu oldu. Rodoplu'nun "Deliorman", "Dostluk", "Turan", "Rodop", "İstikbal", "Özdilek" gazetelerinde yazdığı yazılar toplansa ciltlere sığmaz. Türkiye'de yazdıkları ise koskoca bir kitap dizisini besleyecek kadar çoktur.

Anavatanda 33 yıl Türk kültürüne hizmet eden Ahmet Re'fet Rodoplu 1970 yılında yerleştiği İstanbul'da (Bakırköy) Bulgaristan Türklerine, göçmenlerine yardım cemiyetlerinde, derneklerinde çalışmıştır. Rodop - Tuna Türkleri Kültür ve Dayanışma Demeğinin onursal başkanlığını yapmıştır. Bundan başka Mustafa Kemal Derneği Büyük Devrim Konseyinde, Halk Evleri Derneği Atatürk Enstitüsünde, Türk Basın Birliğinde aktif çalışmalarda ve değerli katkılarda bulunmuştur. Onun Türkiye'de Esperanto dilinin gelişip yaygınlaşmasında büyük hizmetleri vardır.

Türk ulusuna gazeteci, yazar, idareci ve toplumcu olarak 59 yıl hizmet vermiş olan Ahmet Re'fet Rodoplu 10 Nisan 1984 tarihinde Çapa hastahanesinde hayata gözlerini yummuştur. Gömütü Kozlu mezarlığındadır. Nur içinde yatsın.
KAYNAK: KırcaaliHaber.com

17 Ağustos 2011 Çarşamba

BEKLENEN KİTAP ÇIKTI: Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi

Bulgaristan Türk Basını Tarihinde Yeni Işık Gazetesi, Yazan: Dr. İsmail CAMBAZOV, Kitap İstanbul'da yayınlandı. İlgilenenlere duyurulur. 488 sayfa, 2. hamur kağıt. 
KİTABIN ÖNSÖZÜ'NDEN

Bu kitabı, daha üniversiteyi bitirirken çalışmaya başladığım “Yeni Işık” gazetesi ile ilgili anılarımı anlatmak niyeti ile yazmaya başladım. Fakat gerekli bilgileri, belgeleri toplarken gördüm ki,Bulgaristan’da Türk basınını anlatmadan, “Yeni Işık”ı anlatmak imkânsız. Hem de “Yeni Işık” sadece benim çalıştığım yıllarla sınırlı değil. İşin evveliyatı ve sonu var. Ben işi baştan tutmaz isem, anılarım boşlukta sallanıp kalacak. Kolları sıvamışken, Bulgaristan’da Türk gazeteciliğinin tarihini şöyle bir özetleyelim, dedim. Araştırmalarım esnasında, Bulgaristan‘da Türk basınının tarihi ile ilgili tek bir kitap çıkmadığını gördüm. Binaenaleyh, Bulgaristan’da yeni nesiller kendi öz basınının zengin geçmişini, tarihini bilmiyorlar. Türkiye’de çıkarılan dört - beş derleme, inceleme kitabından da haberleri yok. Zaten o kitaplar da artık sadece kütüphanelerde, arşivlerde bulunuyor.
Bu düşünceler beni Mithat Paşa‘nın “Tuna” gazetesinden başlayarak günümüze kadar Türk gazeteciliğine bir göz atmaya yöneltti. Büyük araştırmacı, Bulgaristan Türk gazeteciliğinin canlı tarihi olan sayın Mehmet Türker Acaroğlu’nun değerli derlemsinden yola çıkarak, bizim gazeteciliğimizin tarihini canlandırmaya çalıştım.
Anlattığım “Yeni Işık” gazetesi bir parti, hem de iktidardaki Bulgaristan Komünist Partisi‘nin gazetesidir. Pek tabii sayfalarında partinin iç ve dış siyasetini, ekonomik, kültürel, sosyal politikalarını yansıtacaktır. Haksızı haklı, eğriyi doğru göstermeye çalışacaktır.
Şimdi işler düzlüğe çıktıktan, demokrasiye geçtikten sonra ahkâm kesmek kolay. Bu gazeteyi çıkaranları eleştirmek, ayıplamak kolay. Ama, o zamanki “Komünist Faşizmi” koşullarına dönüp “Yeni Işık”ı o kuşular içinde inceleyenler bize hak vermesinler olamaz. O zaman “Yeni Işık”tan başkasını yapmak mümkün değildi.
Bu kitapta kötülüğe ya da iyiliğe örnek gösterdiğim arkadaşları da, eleştirmek, değerlendirmek fikrinden uzağım. Okuyucuya, hele de arkamızdan gelen nesillere telkin etmek istediğim fikir şu:
İçinde çalıştığımız objektif ve subjektif ortam bizi yanılttı. Birçok yanlışlıklar yaptık, günahlar işledik. Siz bizim karışık, inişli-çıkışlı hayatımızdan ibret alınız ki, yanlışlıklarımızı tekrarlamayasınız.

Allah hepimizin yardımcısı olsun.
Dr. İsmail CAMBAZOV

Kitabı satın almak isteyenler bizimle irtibata geçebilirler. bulgaristanalperenleri@gmail.com

1 Ekim 2010 Cuma

Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri

Dr. İsmail Cambazov

Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.

Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.

Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.

Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:

Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.

Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.

Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.

Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.

Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.

Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.

İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048

Sofya'da Yazılan Kur'an Tefsiri

Dr. İsmail Cambazov

Üniversite yıllarımda Sofya'da Başmüftülükte çalışan halim selîm son derece mütevazi ve takva sahibi bir hocaefendi ile tanıştım. Daha sonraları bu muhterem zatın Türkiye'den Bulgaristan'a sürgün edilen yüzelliklerden Mustafa Hayri Efendi olduğunu öğrendim. Başmüftülükte Yüksek Şeriat Mahkemesinde kadı olarak göreve başlamazdan önce Mustafa Hayri Hocaefendinin "Nüvvab"ın tali kısmında beş yıl, ali kısmında ise üç yıl müderrislik yaptığı bilgilerini edindim.

Mustafa Hayri Efendi ile dostluğumuz 1950'li yıllarda tekrar Türkiyeye dönünceye kadar devam etti. Başmüftülükte, evinde kendilerini ziyarete gittiğimde her zaman bürosunun üzerinde açık Arapça, Farsça kitaplar görüyordum. Gece gündüz okuyordu. Fakat bir şeyler yazdığını hiç tahmin edemiyordum. Tevazuundan kendisi de bir şeyler anlatmıyordu.

Bu yüzden Bursa'da bir dostta Mustafa Hayri Efendi'nin Arap'ça beş ciltlik Kur'an tefsirini görünce çok şaşırdım. Hemen bütün işlerimi bir tarafa iterek bu değerli eseri inceledim.

Birinci hamur lüks kağıda basılmış, kırmızı kapaklarla ciltlenmiş, baskı açısından da mükemmel olan bu eserin 70 yılda Şumnu'dan Kahire'ye kadar yolculuğunun hikayesini ciltlerin hazırlanıp; basılmasında halledici rolü oynayan redaktörlüğünü yapan, zamanımızın büyük müfessirlerinden biri olan Mescid-ül Haram vaizlerin'den şeyh Muhammed Ali Es Sabuni şöyle anlatıyor:

Mekke'deki İslami Mirası Araştırma ve İhya Kurra Üniversitesinde araştırmacı profesör olarak çalıştığım yıllarda İslam mirasına ait eserleri inceliyordum. Bu sırada bana değerli bir Türk kardeşim geldi.Pek eski sayılmayacak bir tarihte vefat etmiş olan Türk alimlerinden bir yakınına ai't birkaç büyük ciltten oluşan bir yazma eser getirdi. Müellifin kendi hattı ile kaleme alıp ta, güm ışığına çıkaramadan, vefat ettiği bu büyük ciltleri bana arz etti ve yardım severlerin desteği ile bu kitapları yayınlayacak birisini bulmamı rica etti. Zira müellif kendilerine ilmi bir servet olarak bu eserleri bırakmıştı.

Ben bu koca ciltleri inceledim. Ve tefsir ilminde mükemmel bir eser olduğunu İslam kültür mirasında küçümsenmeyecek ilmi bir servet, olduğunu gördüm. Fitne ve fesat kaynağı çelişkilerle dolu bu asırda yüce Allah bu dine ilmiyle amil ulemadan, onu koruyup kollayacak kimseler nasip etmiştir. Böylece değerli üstadlar ortaya çıkararak İslam'a yönelik bu çirkef saldırının, karşısına durmuşlar, onu koruyup müdafaa etmişlerdir. Mustafa Hayri eI Hüsn'ü Mensuri bunlardan birisidir. Bu zat yüce Kur'an'a hürmet yolunda büyük gayretler sarfetmiş, ünlü tefsir kitaplarım süzerek bu faydalı büyük tefsiri meydana getirmiştir. Onu "AL MUKATATAF MÎN UYUMÜT-TEFASÎR" diye isimlendirmiştir. Eseri islam ve müslümanlara hizmet için Arapça yazmıştır. Bu gerçekten ismi ile müsemma bir tefsirdir. Tefsir bahçesinde açan çiçeklerden etrafa saçılan güzel bir koku mesabesindedir.

Muhammed Ali Es-Sabuni gibi yüksek bir İslam aliminin böyle engin takdirine layık görülen eserin, giriş kısmında editörün, mukaddimesinin ardından, merhum müellifin hayatını, bu değerli eseri bu kadar saklayıp zamanı gelince Sabuni'ye götüren, damadı, benim de "Nuvvab" hocalarımdan Süleymaniye Kütüphanesi emeklilerinden, halen İstanbul'da yaşayan, İbrahim Halil Tanır'ın kaleminden öğreniyoruz.

Merhum Mustafa Hayri el-Mensuri 1886 (1307) yılında Anadolu'da bir vilayet merkezi olan Adıyaman'da doğmuştur. Babası aşçılıkla geçinmesine rağmen daha küçük yaşta oğlunu okutup alim yetiştirmek için büyük gayretler sarf etmiştir. Oğluna ortaokulu bitirdikten sonra Arapça öğretmek için aile yuvasından çıkararak Gaziantep'e göndermiştir. Orada tanınmış İslam alimlerinden Abdullah Hoca'nın önüne diz çökmüştür. Sonra hocasının tavsiyesi ile İstanbul'a giderek Medresetül Vaizine yazılmıştır. Burada iki yıl okuduktan sonra Medresetül Ruddafa geçmiştir.

Medrese eğitimini tamamladıktan sonra askerlik vazifesini ifa etmek üzere kışlaya girmiştir. Birinci Dünya Savaşında Çanakkale, Malakedonya muharebelerine katılmıştır. Harb esnasında esir düşen, genç Mustafa'ya çok ülkede esaret hayatı yaşadıktan, sonra serbest bırakılmış, Bulgaristan'ın Şumnu şehrine gelerek yerleşmiştir. "Nüvvab" îmam-Hatib Okulunda göreve başlamıştır. Burada Arap dili, Farsca, Fıkıh, Usul, Fereraiz, Ahkamül Evkaf gibi dersler okutmuştur.

Öğretim çalışmalarıyle birlikte 1922 yılında, el Muktataf fil fıkıh, başlıklı eserini kaleme almıştır. Daha sonra Başmüftülükte göreve alınan Mustafa Hayri efendi, Yüksek şeriat Mahkemesinde kadı olarak çalışmalarının yanı sıra "Al Muktataf min Uyumüt-Tefasir' başlıklı Kur'an tefsirini yazmıştır. Bu eser onlarca yıl çalışmanın semeresidir. Ancak 30 lu yıllarda yazıldığı zannedilmekte dir. Onun ayrıca "Kitabüt Tıp", "Müslüman Çocuklar için ilmihal", "Mecmuatül Fezaid" gibi arapça ve Türkçe eserleri de vardır. 1950'li yıllarda tekrar Anavatan'a dönen alim burada da bir çok dini hizmetlerde bulunduktan sonra I968/(I390) yılında 82 yaşında Hakk'ın rahmetine kavuşmuştur. İstanbul'da "Kozlu" mezarlığında met- fun'dur. N'ur içinde yatsın.

İnşallah zamanımızın da ilmi taleblerine ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde yazılmış olan, Kahire'deki "Darusselam" yayınevi tarafından Arapça artık iki defa basılmış olan bu kıymetli eseri yakında Türkçe'ye de çevrilerek müslümanların hizmetine sunulacaktır.
ALTINOLUK DERGİSİ/TÜRKİYE 2002 - Ocak, Sayı: 191, Sayfa: 048

26 Ağustos 2010 Perşembe

MUHAKKAK OKUNMASI GEREKEN BİR KİTAP

Doç. Dr. Kasım Yunusov
Yakınlarda basından Dr. İsmail Cambazov’un OSMAN KILIÇ MAHKEMESİNİN PERDE ARKASI adlı kitabı çıktı. Hemen okumaya başladım ve bitirmeyince de bırakamadım. Hiç mübalağasız, son derece ilginç ve değerli bir eser. Adı geçen olaylar ve kişilerin yaşadıkları insanı okadar çekiyor ve etkiliyor ki, kendini onlardan bir türlü ayıramıyorsun. Okuyucuyu düşünmeye sevkediyor ve yaşananlarla ilgili onda bir çok sorular doğuruyor. Burada, hepsi birbirinden alakalı ve çekici çok sorunlar ortaya atılmış. Hatta, sözü geçen problemlerle ilgilenen okuyucularla kitap üzerinde bir tartışma ve yorumlama organize edilebilir, diye düşünüyorum. Böyle bir etkinliğin herkes için çok faydalı olacağı kanısındayım.

Ama bu ayrı bir konu. Geçelim esere ve onun içeriğine. Yazar kitabına, zamanının çok yetenekli bir şahsı, otoriteli ve Türk halkı tarafından sevilen, sayılan ünlü öğretmen Osman Kılıç’ın ve daha 5 öğrencinin tutuklanması, mahküm edilmesi ve onlarla ilgili olayları, kendilerinin ve başka ilgililer arasındaki ilişkileri konu etmiş. Dolayısıyla bu olaylar alelade olmayıp çok büyük önem taşırlar ve Bulgaristan Türklerinin tarihinde gayet değerli sayfalar oluştururlar.

Aslında sayın Osman Kılıç ağabeyimiz Türkiyede yazdığı ve daha 1989 yılında yayınladığı KADER KURBANI adlı kitabında kendinin ve o 5 öğrencinin başından geçenleri mükemmel bir tazda okuyucularına anlatmış. Fakat eser Türkiyede çıktı ve buralara, bizlere ulaşamadı. Kitabın burada da yayınlanması için gösterilen çabalara rağmen bu gerçekleşemedi. Ülkemizden, ilgilenenler ancak Türkiyedeki tanıdıkları ve yakınları vasıtasıyla kitabı okuyabilmişlerdir. Burada hemen şunu belirtmek isterim ki Dr.Cambazov’un kitabı kesinlikle KADER KURBANI’nın tekrarı değildir. O, olayların başka yönlerini ele almış, onlarla doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi bulunan kişileri araştırmış, düşüncelerini almış ve eserine aktarmış. Bundan başka bir uzman sıfatıyla o, tarihimizi belirleyen olayları hukuksal açıdan değerlendirme deneyinde de bulunmuş. Kısaca, yapıtının başlığından da anlaşıldığı gibi yazar olup bitenlerin PERDE ARKASI taraflarını vermeye çalışmış. Bu da okuyucunun ilgisini artırıyor ve sonuna kadar onu canlı tutuyor.

Kitabında aktardığı son derece ilginç kişisel olaylarla Dr.İsmail Cambazov, okuyuculara, ülkemizde komünist idaresinin daha ilk yıllarda azınlıklara, bu arada Bulgaristan Türklerine ait çizdiği siyasal stratejisini gösterme deneyinde bulunmuş. Kanaatimce bunu da yazar iyi başarabilmiş.

Tahmin ediyorum ki, halen yöremizde, 60 yıldan fazla önce vuku bulan bu olayları bilen, hatta işitmiş olan dahi pek az insan kalmıştır. Artı, uzun yıllar ağızlarda resmi organların kasıtlı olarak yaydıkları uydurmalar, yalan yanlış yorumları ve değerlendirmeleri geziyordu. İlk kez demokrasi koşullarında bu olaylarla ilgili hakikatı öğrenme imkanımız doğdu. Burada çok ilginç bir taraf da bizlerin, o tüyler ürpertici ve Bulgaristan Türklerini ilgilendiren hadiseleri, Dr.Cambazov’un, onları bizzat tanık olarak, kaleme aldığı yazısından öğrenme şansımızdır.

Ne doğa, ne de toplum olayları tesadüfi oluşmazlar. Onların yeri, zamanı ve kendilerini doğuran etkenler ve nedenler bulunmaktadır. Dolayısıyla eserin yapısı (strüktürü) da bu felsefi ilkelere göre düzenlenmiştir. Kitap on bölümden ibarettir. Dr.Cambazov, birinci bölümde, vuku merkezi olan Şumnu şehri ve yöresi ile ilgili okuyuculara, çok değerli ve okadar da gerekli tarihsel ve kültürel bilgiler aktarmaktadır. ETRAFINA NUR SAÇAN İRFAN YUVASI adını verdiği ikinci bölümde, okuyucuyu Şumnu Nüvvab okuluna götürür ve onun açılışı,yapısı ve faaliyeti ile ilgili etraflıca bilgilendirir. Zaten de bütün olaylar burada zuhur etmiş ve gelişmiştir. Osman Kılıç, beş öğrenci ve onların talihlerini paylaşan, kitapta adı geçen onlarca kişi, bu mukaddes okul çatısı altında yetişmiştir. Yazar, konunun tutuklama, iddianame, yargı ve hapis yılları olan esas kısımlarını tüm ayrıntılarıyla üçüncüden dokuzuncuya dek işlediği bölümlerde açıklamaktadır.

Burada, ardı sıra çıkan ve gelişen olaylar bölümünde, yazarın verdiği zengin belgesel malzeme ile komünstlerin, Bulgaristan Türklerini yoketme stratejisinin düzenlenmesi ve onun daha ilk yıllarda uygulanmaya başlanması açıklanmaktadır. Ülkemizde zuhur eden yeni siyasal, ekonomik, kültürel vb. tüm olayların başı, 9.9.1944 tarihinde gerçekleşen Komünist İhtilalidir, onun meyvesidir. Çünkü komünistler bambaşka bir dünya görüşüne sahiptirler. Onların idealleri, ideolojisi, idare ilkeleri, siyaseti tek sözle her şeyleri kendilerinden önce iktidarda bulunan siyasi güçlerinkine kıyasla taban tabana zıt idi. Dolayısıyla onlar ülkemizin toplum hayatının her alanında, bu arada azınlıkların dini ve kültürel yaşamı ile ilgili mirasladıkları değerleri, durumları kesinlikle aynı tarzda devam ettirme kararında değillerdi. Her şey onların iradesi, ideolojik ve siyasal programları uygunluğunda değişmeye maruzdu ve de değişecekti. Bunların çok önemli bir kısmı, komünistlerin baş rolü oynadıkları, Vatan Cephesi hükümetinin 1944-1948 yılları arasında iktidarı süresinde gerçekleşecekti.

Komünistlerin iktidara geldiği dönemde Bulgaristan Türklerinin en değerli varlığı Nüvvab okulu idi.
Nüvvab okulu 1922/1923 ders yılında Şumnuda açılıp çalışmaya başladı. Onun iki bölümü bulunmaktadır. ”Tali Kısım” denilen normal okul 5 yıl süreliydi, Öğretim süresi 3 yıl olan ve ”Ali Kısım” denilen bir de yüksek bölümü bulunuyordu. Bu kısım 1930 yılında açıldı. 1947 yılına kadar toplam 677 öğrenci Nüvvab’ı bitirdi. O yıl okulun statüsü değiştirildi, Lise oldu. Çok geçmeden de tamamen kapatılıp tarihe karıştı.

Dr.Cambazov’a göre, Bulgaristan Başmüftülüğüne bağlı olmasına, resmen Medresetün Nüvvab adını taşımasına rağmen bu okul hiçbir zaman tamamiyle gerici bir okul olmamıştır. Bilakis o ”Bulgaristan Müslümanlarının gururu, şan şerefi ve kimlik tezkeresidir. ….Türk azınlığı aydın kişiler çıkarabilmişse bunu büyük ölçüde Nüvvab okuluna borçludur.” Şunu da kaydetmek gerekir ki, ”Öğrencilerin ve Bulgaristan Türk aydınlarının istekleri ve baskıları ile o, giderek daha fazla laik eğitim veren bir okul durumuna geldi”. Bu okul genellikle müftü yardımcıları veya müftü yetiştiriyordu. Fakat zengin dil kültürüne ve genel eğitim bilgilerine sahip olan mezunları, Türk okullarına öğretmen de oluyorlar ve çok hazırlıklı öğrenciler yetiştiriyorlardı. Öğretmenlere gelince, çoğu İstanbulda, bir kısmı da Mısır’da vb.yerlerde yüksek tahsil görmüş, alim seviyesinde yetenekli, bilgili kişiler idiler. Yazar onlara ait okuyuculara çok değerli bilgiler vermektedir.
Komünistlerin bu okul için görüşleri ve verdikleri değer çok başkaydı. Onlar Nüvvab’a ve Nüvvab’lılara ”irtica yuvası”, ”gerici”, ”tutucu”, ”yobaz” olarak bakıyorlardı. Fakat onlar ülkenin ve iktidar gücü olarak kendilerinin de çok ağır bir tarihi aşamada bulunduklarının bilincindeydiler. Bu husus kendilerinin dikkatli olmalarını ve ılımlı davranmalarını gerektiriyordu. Özgürlük oynamak mecburiyetindeydiler. Dolayısıyla bir müddet güzel bir siyasi oyun süreci icra ettiler.
Önce onlar kardeşlik, birlik, beraberlik, özgürlük, eşitlik sloganları savuruyorlardı. “Artık vatandaş Bulgar, Türk, Ermeni,Yahudi, Çingene diye ayrılmayacak, herkes eşit haklara sahip olacak, her millet kendi dini ve ilmi hayatını serbestçe teşkilatlandırabilir”, diyorlardı. Türklere, siz de hayatınızı kendi istediğiniz gibi organize edebilirsiniz,Vatan Cephesi komiteleri kurabilirsiniz, dediler. Hayli bilinmezliklere rağmen, bunlardan etkilenen Bulgaristan Türkleri bu arada Nüvvab öğretmenleri ve öğrencileri daha ilk aylarda, kurulan Vatan Cephesi koalisyon hükümetine kucak açtılar, ona dört elle sarıldılar ve candan desteklediler. Her yerde Vatan Cephesi komiteleri kuruldu, Türk gençlik teşkilatları oluşturuldu, Türk Öğretmenler Birliği kuruldu vb. Kapatılmış camiler, okullar açıldı, öğretmenler hatta hocalar, hacılar el üstünde tutuluyordu. Her yerde sevinç, ümit havası esiyordu. Halk sevinçten coşuyordu. Devletin programını gerçekleştirmek için canla başla çalışıyorlar, ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı.
Bu aşamada yıldızı parlayan en hazırlıklı, en seçkin, en bilgili, okulda ve okul dışı aktiv çalışmalarıyla ön saflara bulunan Nüvvab’ın örneklik genç öğretmeni Osman Kılıç idi. O, Nüvvab’ın Tali ve Ali kısmını ikmal edip mezun olmuştur. Önce birkaç yıl başka okullarda öğretmenlik etmiş ve 1945/1946 ders yılında Nüvvab’a kadrolu öğretmen olarak atanmıştır.
O öğretmenlerin içinde yeni döneme en yatkın, en hazırlıklı bulunuyor. Hiçbir sakıncasız yeni rejime seviniyor, ona destek veriyor, hiçbir kötü niyeti olmadan tam manasıyla aktif bir Vatan Cepheci olarak çalışıyor. Türk Öğretmenler Birliğinin Sekreteri, onun kapatılmasından sonra kurulan Eğitim İşçileri Birliğine Şumnu İl komitesine temsilci olarak seçilir. Yüksek Eğitim Şurası üyesi olarak da görevlendiriliyor. Bütün bulunduğu kurumlarda vazifelerini mükemmel şekilde icra ederek Türk azınlığı aydınlarını layıkıyla temsil ediyor. Türk okullarında daha iyi eğitim sistemi uygulanması ile ilgili son derece önemli tasarılara ve önerilere imza atıyor. Vasil Kolarov’un, Penço Kubadinskinin vb. komünist liderlerin Şumnu’da ve yörede yaptıkları konuşmaları çok büyük ustalıkla, seçkin bir söz sanatçısı gibi tercüme ediyor, konuşmacıların ve dinleyicilerin büyük takdirini kazanıyor.
Çok maalesef yeni, komünist rejimin coşkulu ve heyecanlı süreci pek uzun sürmüyor. Muhalefeti susturup iktidarı tamamıyla ele geçirince işler değişiyor. Komünistler Türklere verdikleri vaatlerden vazgeçmeye başlıyorlar. Hak-hukuk arayanlar, vaatlerini hatırlatan aydınlar takip ediliyor, tutuklanıyorlar. Acaba komünistler neden Türklere karşı tavrını değiştirmişlerdi? Ne olmuştu? Değişen bir şey yoktu. İyi tutum ve güzel vaatler Bulgaristan Türklerini kendilerine kazandırmak için oynanıyordu. O ilk yıllarda komünistler muhalefetle adeta ölüm kalım savaşı yürütüyordu. Ülkemiz, seçimler, referandum, ondan sonra da genel seçimler yapıyor, son derece kritik bir period yaşıyordu. Bu süreçte komünistlerin azınlıkların, bu arada Bulgaristan Türklerin oylarından ihtiyaçları vardı. Olumlu tavır genellikle bunlardan kaynaklanıyordu. Bundan sonraki gelişmeler onların hakiki amaçlarını ve niyetlerini yeterince kanıtlayacaktı. Türklerle ilgili gizli olarak planladıkları, öngördükleri vazifelerin ve etkinliklerin icrasına geçmek zamanı gelmişti.

Daha 1944 yılının sonunda yapılan Türk Vatan Cephesi kongresinde komünist idarecilerin Bulgaristan Türkleri ile ilgili art niyet taşıdıkları açıkça belli oldu. Kongre yönetimine sadece komünistler seçildi. Önceden ilan edildiğine göre burada Bulgaristan Türk azınlığının dini ve ilmi hayatını teşkilatlandırma sorunu görüşülecekti. Bu konuda beklenenlerle yapılan öneriler arasında ciddi bir geçişme oluşuyor. Bir komünist katılımcı okullarda din derslerinin programlardan çıkarılmasını istiyor. Aralarında Osman Kılıç da bulunan Şumnu grubu Türk dini teşkilat ve eğitim sistemi ile ilgili hazırladıkları ayrıntılı tasarıyı sunma imkanını dahi bulamıyor. Hiçbir şey başaramadan geri dönüyorlar. Sadece işledikleri tasarıyı kongre yönetiminden birine vermekle yetiniyorlar. Bir katılımcıdan da Nüvvab’ın bir Türk lisesine (Gimnaziyaya) dönüşmesi önerisi geliyor.
Bu kongreden sonra Komünist idaresinin bu doğrultuda planlı ve aktiv çalışmaları, Türkler için daha tehlikeli bir aşamaya giriyor. Azınlıkları yok etme programını usulca uygulamaya geçiliyor. Dolayısıyla çok geçmeden yeni emirler gelmeye başlıyor. Artık eşitlik var bahanesiyle ayrıca Türk Vatan Cephesi komiteleri kurmaya hacet olmadığı buyruluyor. Her yerde umum Vatan Cephesi teşkilatları olacak, onlara Türkler de üye olabilirler, yönetim komitelerine de onlardan bir temsilci alınabilir, deniyor. Bu vesileyle Türk Öğretmenler Birliği de feshediliyor, kapatılıyor. Bütün memlekette yeni Eğitim İşçileri Birliği kuruluyor. Buraya Türk öğretmenler de üye olabilirler, yerel teşkilatların yönetimine onlardan birer temsilci alınacağı söyleniyor. Türk gençlik teşkilatlarına da son veriliyor. Onların yerine bütün gençlere ait bir Halk Gençler Birliği kuruluyor.
Böylelikle Türklerin müstakil bir etnik grubu olarak kendi aralarında kendilerine ait hiçbir örgüt ve kuruluşu oluşturamayacakları çok açık anlaşılıyor. Dolayısıyla onlar milli benlik ve varlıklarını korumak imkanından mahrum ediliyorlar.
Komünistler eğitim alanında en büyük, köklü değişiklikler yapmayı düşünüyorlar. Bunu gerçekleştirecek Yüksek Eğitim Şurası meydana getiriliyor. Bu kurulun daha açılış töreninde, Milli Eğitim Bakanlığında Lise öğrenimi Genel Müdürü Dr. Kiril Dramaliev “Memleketimizdeki Türk hususi azınlık okullarına gelince, artık bu irtica ocaklarının mevcudiyetine tahammül edemeyiz” diyor. Bununla o, Türk okullarının kapatılması ile ilgili hükümetin kararlılığını ima ediyor. Bu kurula Türk öğretmenlerin temsilcisi olarak seçilen Osman Kılıç “Azınlık Okulları” komisyonu üyesi olarak çalışıyor. O, Türk okullarının yeni koşullarda devlet tarafından idare edilip çok daha başarılı olabilmeleri tezini savunuyor ve bu alanda çok çaba gösteriyor. Bu amaçla o, önceden hazırladıkları tasarıyı komisyona sunup ve isteklerinin komisyon raporunda yer almasını istiyor. Komisyon başkanı buna itirazda bulunmuyor, fakat onları yüksek makamlara ulaştırıyor. Burada, Türk okullarında eğitimin Türkçe olması ve okul müdürlerinin de Türk olması önerileri önemli yer almıştır. Din derslerinin fakültatif olarak okunması öneriliyor. Bu istekler genel kurulda bir formalite olarak kabul ediliyorlar, fakat sadece yazılı olarak kalıyorlar. Türk okullarının en büyük sorunu devletin onlara mali yardım sağlaması, bu okulların da mali idaresini devletin üstlenmesi. Bundan başka, devlet, Türk okullarına öğretmen yetiştirmesi için, biri Güney Bulgaristan’da (mesela Kırcali’de), diğeri de Kuzey Bulgaristan’da olmak üzere en az 2 pedagoji okulunun açılması isteniyor; Türk öğrencilerinin istedikleri Bulgar okullarına kabulü vb. gibi istekler sunuluyor.

İşte böyle, daha ilk yıllarda Bulgaristan Türklerinin ihtiyaçları ve beklentileri ile komünist idaresinin amaçları, ideolojisi ve azınlık politikası arasında bağdaşılamaz bir geçişme oluşuyor. Türkler kültürel hayatını önce verilen vaatler doğrultusunda, kendi kimliğini, benliğini koruyarak, daha da geliştirerek yeni, demokratik raylar üzerinde sürdürme hevesinde ve çabasında. Komünistler ise yeni siyasal stratejileri kapsamında azınlık haklarına kısıtlamalar getirerek onları yok etmeyi planlıyor. Onların programlarında Bulgarlıktan farklı benliğe, kimliğe ne yer, ne de ihtiyaç var.

Fakat komünistler çizdikleri projelerinin o kadar kolay uygulanamayacağının da farkında. Bütün güçlerini seferber ederek mücadele etmek gerekeceğini de iyi biliyorlar. Onlar için en büyük tehlike Nüvvab’dan geliyor. Onlara göre Nüvvab, hiç de istemedikleri, taşıyamadıkları Türklük, Türkçülük ve Müslümanlık üretiyor, yayıyor. Buna rağmen zamanın müsait olmadığından hemen kapatmaya cesaret edemiyorlar. Öğretmenlerden, onların davalarına en aykırı hareket eden, amaçlarını engelleyebilecek en büyük kuvveti Osman Kılıç’ın yüzünde görüyorlar. Velev ki o, yeni iktidar lehine, onun siyaseti uygunluğunda durmadan uğraşıyor, ona karşı tutumu çok olumlu, aktiv bir Vatan Cepheci, Yüksek Eğitim Şurası üyesi, “Yeni Işık” gazetesine yazdığı yazılarıyla gençleri Halk Gençler Birliğine girmelerine davet ediyor, Georgi Dimitrov’un 65.yıldönümü ile ilgili Şumnu Okuma evinde rapor hazırlayıp okuyor, Nüvvab’da en genç öğretmen olduğundan Vatan Cephesi hükümetinin siyaseti ile ilgi daima gençlerin arasında ve sürekli onlara yardım ediyor ve bu ruhta yapılan tüm etkinliklere katılıyor ve büyük katkısını veriyor, yine de komünistlerin bilincinde o, en azılı düşman olarak kalıyor. İdare onun iyi davranışlarını ve aktifliğini kesinlikle taviz vermeye değer hareketler olarak nitelendirmiyor. Onun en büyük suçu çok hazırlıklı, bilgili, seçkin, otoriteli bir Türk öğretmeni olmasıdır. Türk okullarını savunması, onların kalkınması için gösterdiği çabalar, onun din ve Türkçülük taraftarı olmasını güvenlik organları en büyük milliyetçi olarak nitelendiriyor. İşte bu meziyetleriyle o gözlerine diken gibi batıyor.
Ama şunu da kaydetmek gerekir ki, komünistler kendi güvenliliği ile ilgili her şeyi kontrol altına almayı ihmal etmemiştir. Vatan Cephesi hükümeti, Nüvvab hocalarını, öğrencilerini izlemek için Şumnu Emniyetinde bir ekip tayin etmiştir. Osman Kılıç çoktan gözetim altında bulunur ve tutuklama için uygun zaman beklenir.

Öğrenci kesiminden bir grup öğrencinin tutumunda oluşan tuhaf bir canlılık güvenlik güçlerinin gözünden kaçmamıştır. Bir ekip de onların peşindedir. İşlerin daha fazla büyümesine izin verilmemeli, acele tedbir alınma gerekçesi düşünülür. O da gecikmez, 24.03.1948 tarihinde önce öğrenciler, 20 gün sonra da 14.04.1948 tarihinde hocaları Osman Kılıç tevkif edilirler.

5 Nüvvab öğrencisi daha 1945 yılında, Bulgaristan Türkleri ile ilgili komünistlerin amaçlarının ve hedeflerinin ne olduğunu daha ilk adımlarında fark ederek, Türk okullarının kapatılması, dini ibadetlerin yasak edilerek milli (etnik) kimliğimizin inkar edilmesine ve Türk halkını yok etme yolunu tutuşuna karşı tepki olarak bir örgüt kurarlar. Bu doğrultuda bazı eylemler de gerçekleştirirler. Tutuklama, sorgulama, mahkeme, ceza süreçleri komünistlerin düzenlediği senaryo gereğince icra edilir. Komünist adli sisteminin çok önemli özelliklerinden biri de ön yargı ile çalışmak. O, sistemin her aşamasında mevcuttur. Aşırı şiddet ve işkence uygulayarak önyargı ile istedikleri ifadeleri alırlar ve buna göre de iddianame hazırlanır, duruşma yapılır ve hüküm verilir. Ön yargı ile daha davadan önce Osman Kılıç ve öğrenciler “Halk haini”, “Halk düşmanı”, “Türkiye Casusu” olarak ilan edilirler. Hatta idare tarafından seçişmiş kişiler halk arasında toplantılar yapıp sanıkları kınarlar.
Osman Kılıç’a karşı yapılan suçlama öğrencilerinkinden farklıdır, aralarında ilişki de yoktur. Fakat öğretmenin muhakkak bertaraf edilmesi, etkisiz hale getirilebilmesi için önyargı ile ona ek suçlama ilave edilir. Onu, öğrencilerin ilhamcısı, manevi önderi, teşvikçisi çıkarırlar. Kanıtlayıcı hiçbir delil bulunmamasına rağmen bu husus hem iddianamede, hem duruşmada yer alır ve hükümde de göz önünde bulundurulur. Dolayısıyla hakiki sebepler perde arkasında bırakılarak, mahkeme de suçunu kanıtlayıcı bir delil dahi gösteremeden, Türkiye lehine ve Bulgaristan aleyhine casusluk işlemiş diye Osman Kılıç idam, öğrenciler de farklı yıllar ağır hapis cezalarına çarptırılır. Daha sonra hocanın cezası da 20 yıl ağır hapis cezasına dönüşür. Böylelikle “Osman Kılıç Mahkemesi” sona erer. Yazar, bundan sonra başlayan ve sonuna kadar süren, mağdurların hayatlarını değiştiren, son derece ağır ve çile dolu hapis yıllarını anlatır.
Fakat bununla komünist hükümetinin Nüvvab’lılarla olan siyasi ve ideolojik kavgası sona ermiyor. Onlar durmadan takip ediliyor, tutuklanıyor ve hapislerde mahvediliyor. Yazar kitabının onuncu bölümünde araştırdığı Nüvvab’lıların “Halk İdaresi Yılları” nda çektikleri çekileri dil getiriyor. Komünizmin ülkemizde iktidara geldiği bu erken yıllarda Türk aydın temsilcilerine karşı gerçekleştirilen davanın türlü anlamı vardır. Her şeyden önce o, Bulgaristan Türklerine verilen büyük bir derstir. Burada esas amaç adı geçen kişilerle hesaplaşmak değil, tüm Türk azınlığını korkutmak, sındırmak, yıldırmak ve susturmaktır. Bundan böyle tüm vatandaşların, bu arada sizlerin her alanda gelişme yolunu sadece biz çizeceğiz, tek sözle biz ne istersek o olacak, demek istemişler. Aynı zamanda, üzerinde durduğumuz olaylar Bulgaristan Komünistlerinin tasarladığı azınlıkları yok etme stratejisini uygulamanın birinci etabı olarak nitelendirilir. Bundan sonraki gelişmeler, dini ibadetlerimize ve kültürümüzle ilgili sistemli olarak, adım adım getirilen kısıtlamalar ve 60 ve 70. yıllarında diğer Müslüman kardeşlerimizin ve 80. yılların ortalarında Bulgaristan Türklerinin hayatında zuhur eden ve yaşanan çok çirkin olaylar kayıtsız şartsız bunları kanıtladı.
Dr. İsmail Cambazov’un yapıtı akıcı, anlaşılır güzel bir dille yazılmıştır. Fakat bu kesinlikle, aynen “Bir varmış bir yokmuş” masallarında veya öykülerinde konuşulduğu gibi, anlamına gelmez. Yazarın kullandığı dil bilimsel esere yakışır bir dildir, anlattıklarının anlaşılması hiç de zor değildir. Çok maalesef bazılarımızın, bu arada kendilerini bakan seviyesinde birileri olarak gören aydın temsilcilerimizin kelime torbası o kadar boşalmış ki, alelade bir iletişimde veya gazetede adi makaleleri dahi anlamakta hayli zorlanıyorlar. Henüz, dil zenginliğinin önemini gereğince anlamış değiliz, gibi geliyor bana. Dolayısıyla Dr.Cambazov’un eseri bu doğrultuda tüm okuyucular için mükemmel bir kaynak rolünü oynayacağı, kanısındayım.

Kaynak: kircaalihaber.com

16 Mayıs 2010 Pazar

14 Mayıs 2010 Cuma

BULGARİSTAN TÜRKLERİ İLE İLGİLİ YENİ BİR KİTAP

OSMAN KILIÇ MAHKEMESİNİN PERDE ARKASI Anılar-Belgeler
YAZARI: DR. İSMAİL CAMBAZOV
Sofya 2010

Resmi büyütmek için üzerine tıklayınız! İyi okumalar.